Modernleşmenin ve modernleşmede iletişimin rolü yaklaşımlarının hepsinin açıklamalarında, psikolojik açıklamalar önemli yer kaplar. Ekonomistler, sosyologlar siyasal bilimciler ve modernleşme ve iletişimle ilgilenen her bilim adamı, açıklamasına psikolojik yanı herhangi bir biçimde sokmuştur. Burjuva biliminin kişiyi sorumlu tutma temelli oluşu buna oldukça yardım etmiştir.
1950'lerde soğuk savaşın ve Amerikan yayılmacılığının hızlanmasıyla dünyaya saldıran emperyalist bilim adamlarının bazıları modernleşme konusuna, modernleşme süreci açıklamalarına temel olarak ideal tipin kavramlarına ve ikilemine dayanan, modern kapitalist sistemlerdeki egemen karakterlere göre kategorileştirilmiş ve sayısallaştırılmış ölçmeyle, kalkınmayı ve sorunlarını açıklamaya çalıştılar ve çözüm önerileri sundular. Bu alanda öncülüğü ve liderliği Daniel Lerner yaptı. Modernleşmenin kırsal alandaki “yayılmasını” ise, “yeniliklerin yayılması” yaklaşımıyla, Rogers yaptı. Lerner indekslerle ve ideal tipten alınan psikolojik anlamlandırmalarla toplumsal modernliğe geçişi değerlendirirken, Rogers kırsal alandaki değişim ve direnmeyi aynı ölçülerle anlamlandırdı. Her iki yaklaşım da iletişimi ve iletişim psikolojisini modernleşmenin en önde gelen güçlü faktörü olarak ele aldılar. Ağırlık geleneksel yüz yüzelikten ve böylece geleneklerin tutulmasından, modernliği anlatan kitle iletişimi üzerine verildi.
Kitle iletişiminin sosyal değişimdeki rolü ile ilgili kuramsal yaklaşımlar, egemen sosyal değişim yaklaşımlarına bağlı olarak, bu yaklaşımların varsayım ve genelleştirmeleri üzerine kurulmuştur. Bu teorilerin çıkış zamanı, Amerika’nın soğuk savaşı ve dünyaya yayılmayı yoğunlaştırdığı 1950 ve 1960'lara rastlar. Bu yıllar Amerikan bilim adamlarının, aynı zamanda, soğuk ve psikolojik savaşa yardım için birbiriyle yarıştığı zamanlardır. Bu bilim adamları 19. yüzyılın kitlelerden korku, nefret ve kontrol, Batı kültürünün üstünlüğü ve model oluşu görüşleriyle bağlı oldukları bir sistemi kurma girişimleriyle, özel teşebbüs ve devlet fonlarından aldıkları desteklerle araştırmalar yapmak ve kültürel emperyalizmin temsilcileri olarak bir kıtadan diğerine veriler toplamak için koşuşturmuşlardır. Bu arada UNESCO ve Amerikan desteğindeki uluslararası kuruluşların faaliyetlerinde önemli roller üstlenmişlerdir.
1. İndeks ve Modernleşmenin Değişkenleri
1950'nin başında ekonomik kalkınma terimiyle birlikte, onun tersi olan kalkınmamışlık, geri kalmışlık ve az gelişmişlik kavramları yaygınlaşmaya başladı. 1958'de D. Lerner'in “Geleneksel Toplumun Göçüp Gidişi” araştırması yayınlandı. Araştırma Ortadoğunun, sözde, geleneksel toplumdan modern topluma geçişini ve modern iletişimin rolünü inceliyordu. Lerner psikolojik savaş uzmanıdır ve 1949'da Almanya’ya karşı psikolojik savaş yapıtını çıkarmıştır. Ortadoğunun modernleşmesi adı altında yaptığı araştırmayla topladığı verileri de psikolojik savaş anlayışı biçimi içinde yorumlamış ve kullanmıştır. Bu ülkelerde üç farklı tutum tipleri bulmuştur; (a) Modern insanlar: Yani Batı'nın anti-faşist burjuva ideallerini benimsemiş kişiler; (b) Geleneksel insanlar: Yani, 1949 kitabındaki Naziler; (c) Geçiş safhasında olanlar: Yani siyasal bakımdan kemikleşmemiş ve propagandaya yatkın olanlar. Dikkat edersek, D. Lerner, araştırmasıyla, psikolojik savaşta hedefi belirlemekte ve politikaların buna göre ayarlanmasına yardım etmektedir.
Lerner'in görüşündeki değişimde iki aşama görürüz. Birinci aşama 1960'ların başlarına kadar olan ve “geleneksel toplumun göçüşü” anlayışının çerçevelediği, umutlar/beklentiler dönemidir. Lerner, teorisinde, teknoloji ve bilgi transferi ve iletişim sayesinde, gelenekselden moderne geçileceğini ummuştur. Bu umutlar 1960'ların başında umutsuzluğa dönünce, teorinin ikinci aşaması ortaya çıktı; Artan engellenmelerin/frastrasyonların devrimi:
Gelenekselden Modernleşmeye Geçiş: 1950'lerde Daniel Lerner Ortadoğu ülkelerinden veriler toplayarak, daha evvelce geliştirdiği faşistlik ölçeğinin kavramlarını değiştirip kullanarak ve Weber'in ideal tipiyle karıştırarak bir gelişme indeksi oluşturmuştur.[1] İndeks yaklaşımında, kişi başına milli gelir, üretimin ikincil sektörlerindeki nüfusun yüzdesi, ilkokula kaydolanların sayısı, radyo, televizyon, gazeteler, telefonların sayısı tespit edilir; averajları alınır ve bu averajlar gelişmenin/kalkınmanın yatay göstergeleri (indeksi) olarak değerlendirilir. Bu yaklaşımın daha gelişmiş şekli gelirin dikey dağılımını da ölçer.
Bu veriler ve çeşitli ölçmelerle elde edilen indeksler gelişmenin total durumunu değerlendirmek için belli gelişme indeksleriyle karşılaştırılarak anlamlandırılırlar. İndeksleme ve niceliği kalkınma ölçeği olarak almak, aynı zamanda bu ölçmeleri, toplumdaki niteliksel durum ve değişmeleri yakalamaktan yoksun kılar.
Bu yaklaşımda toplum, alt toplumsal birimler ve tekniksel araçların bir toplamı olarak düşünülür. Birimlerin yeniden şekillendirilmesi ve tekniksel araçların yayılması kalkınmayı getirir. Yaklaşıma göre, belli kaynaklar gelişmiş toplumların materyal tabanıdır; geleneksel toplumlar bu kaynakların büyük miktarda elde edilmesi yoluyla modern yapılabilir: Daha çok radyo, gazete, televizyon, telefon, eğitim, buzdolabı sahibi yapılmasıyla kısaca...
Lerner'e göre, modernleşen Ortadoğunun aradığı/istediği Amerika gibi olmaktır (Lerner, 1963:79). Bu görüş Ortadoğu ülkelerinde küçük Amerikalar yaratma rüyaları gören elitlerce de benimsenmiş ve savunulmuştur.
Lerner kitle araçlarını, halkın psikolojik özelliklerindeki radikal değişime etkide ve gelenekçiliği kırmada/parçalamada çok önemli olarak görür. Bunu 1958'de Ortadoğu'da yaptığı araştırmada açıkça görürüz. Lerner'e göre, iletişim sistemlerindeki değişimler diğer kişisel davranışsal değişimlerle yüksek derecede ilişkiye sahiptir (istatistiksel ilişki kurulabilir) ve ekonomik büyüme için zorunlu olan modernleşme sürecini başlatır (1958:133; 1963:348).
Lerner elbette “ekonomik büyüme” derken kimin ekonomik büyümesi sorusuna “toplumun olarak” cevap verir.
Aynı şekilde Karl Deutsch (1966:213) kitle iletişimi araçlarını modernliğin ve sosyal mobilizasyonun bir unsuru olarak görür ve ekonomik kalkınma için yeterli olmayan fakat zorunlu bir koşul olduğunu belirtir.
Kitle iletişimini modern toplumun davranışsal değişkenlerine bağlayan Lernerci görüş basit ilişki ve nedensellik modellerine sahiptir. Buna bir diğer örnek UNESCO’nun 1961'deki kapsamlı raporudur. Lerner'in indeks metodu modernleşmenin değişkenleri olarak UNESCO’da ele alınmıştır. Bu yaklaşım Lerner'in indeks metoduna dayanır ve burjuva bilimin 1950’ler ve 60’larda UNESCO üzerindeki egemenliğinin göstergesidir. Bu raporda modernleşme indeksleri olarak okuma-yazma, kentleşme ve kitle iletişim araçları dağılımı gibi göstergeler ve bu göstergeler arasındaki ilişkiler (= istatistiksel anlamlı ilişki varlığı) ölçüldü. Tablo 2. bu ölçmenin sonuçlarını belirtmektedir (UNESCO, 1961:17). (Not:0.80’ler güçlü bağ olduğunu anlatır.)
Tablo
B.
Az gelişmiş ülkelerde kitle iletişimi ve kalkınma ilişkisi
FAKTÖR
|
Kişi başına gelir
|
Okur yazarlık
|
Kentleşme
|
Endüstrileşme
|
Kişi başına gazete tüketimi
|
.83
|
.82
|
.69
|
.68
|
Her yüz kişi için günlük gazete trajı
|
.83
|
.79
|
.75
|
.51
|
Her yüz kişi için sinema oturak sayısı
|
.80
|
.68
|
8.6
|
.82
|
Her yüz kişi için radyo sayısı
|
.86
|
.72
|
.71
|
.78
|
Tablodaki istatistiksel ilişkilere bakarsak, medya
göstergeleriyle, gelir, okur yazarlık, kentleşme ve endüstrileşme arasında
oldukça güçlü bir ilişki olduğunu görürüz. İstatistiksel anlamda bu, eğer medya
göstergeleri bağımsız veri olarak ele alınırsa, medyanın diğer göstergeleri
etkilediği sonucuna varırız. Eğer diğer göstergeleri bağımsız veriler olarak
alırsak, medyanın bu bağımsız değişkenlere bağlı olarak yaygınlık kazandığı
sonucu çıkar.
Medya değişkenleriyle kişi başına düşen
gelir ve okur yazarlık arasında bulunduğu iddia edilen ilişki diğer etkenlerle
aracılanmış sahte bir ilişkidir:[1]
Bu istatistiksel ilişki bağlarının verdiği en sağlıklı anlam, medya ile diğer
faktörler arasında anlamlı ilişki olduğu ve bütün bu verilerin birlikte
varolduğudur. Elbette okur yazarlık gazetenin olması için gereklidir. Fakat okur
yazarlığın varlığı gazetenin varlığına bağımlı değildir. Radyo dinlemek için
okur yazar olmaya gerek yoktur. Elbette, kentlerde daha çok gazete, daha çok
sinema, daha çok radyo, daha çok okur yazar ve daha çok endüstrileşme olacaktır.
Daha doğrusu, bütün bu faktörler, kapitalist endüstriyel yapının beraberinde
getirdiği yapısal öğelerdir. Bunlar arasındaki ilişki de, aynı sürecin birbirine
bağımlı ve birbirini destekleyen faktörel yanıdır. Yani, radyo, televizyon,
film, gazete gibi değişkenler ve işlevsel tanımlamaları kapitalist endüstriyel
yapının (endüstrileşmenin, kentleşmenin) göstergeleri ve işlevsel
tanımlamalarıdır. Dolayısıyla endüstrileşme ve kentleşme ile kişi başına düşen
medya sayısı arasında kurulan ilişki aynı şeyin aynı şeyle tanımlanması ve
desteklenmesidir. Gerçekte bu göstergelerin gösterge olarak anlamı şüpheli bir
faydaya sahiptir. Örneğin kentleşme göstergesi kalkınmayı yeterince gösterir mi
yoksa yanlış yola sürükleyici ve yanlış bilgi verici bir gösterge midir? Ankara,
İstanbul, Buenos Aires, Kahire ve benzeri yerlerdeki “hızlı kentleşme” gerçekte
kentleşme ve kalkınma mıdır? Kalküta caddelerindeki binlerce evsiz, Buenos
Aires, Kahire ve Ankara gibi kentlerdeki gecekondular; su, elektrik,
kanalizasyon ve belediye hizmetlerinin yoksunluğu; işsizlik ve kira bağımlılığı
bu kentleşme göstergesinde yer almaz. Dolayısıyla, bu gösterge büyük ölçüde
geçersizdir.
Benzer biçimde, gelir artışı ve kişi başına düşen gelir
göstergesi de zenginliklerin dağılımındaki büyük adaletsizliği göstermediği için
sosyal değişimde gösterge olarak alındığında şüpheyle karşılanmalı ve dikkatle
incelenmelidir. Krallıkla, şeyhlikle idare edilen petrol üreten ve satan
ülkelerdeki kişi başına düşen yüksek gelir miktarı o ülkenin ne kalkındığını ne
de modern olduğunu anlatır.
UNESCO 1961’de kalkınma amacı olarak minimum kitle iletişimi
standartları ortaya koymuştur: Her yüz kişi için 10 gazete, 5 radyo, 2 sinema
koltuğu, 2 televizyon. 1960'larda çok az ülke bu standartları
karşılayabiliyordu.
UNESCO’nun 14 yıl sonra 1975'deki araştırması birçok ülkede
medyanın önemli gelişmeye şahit olduğunu buldu. Örneğin, 1963-1973 arasında
radyo sayısı üç misline çıktı. Bu arada gelişmiş ülkelerdeki yaygınlık çok daha
arttı. Medyadaki gelişmeye rağmen az gelişmiş ülkelerde modernleşme, daha
doğrusu “kalkış” oluşmadı. Bunun ima ettiklerinden en başta geleni medyanın
gelişmesinin ülkenin kalkınmasıyla orantılı olmadığıdır. Ayrıca medyanın
gelişmesi daha çok uluslararası iletişim teknoloji ve ürünlerinin ekonomik çıkar
için satılmasından ve reklamcılığın gelişmesinden; medyanın ekonomik çıkar aracı
olması yanında beyinleri yönetimde ideolojik yönlendirme ve biçimlendirme aracı
olarak yönetici sınıfların egemenliklerini sağlamada önemli olmasından
dolayıdır. Türkiye gibi ülkelerde 1990’larda demokrasi, özgürlük, deregülasyon,
özelleştirme sloganlarıyla yaygınlaştırılan medya, modernleşmeyi hecelemeden
çok, uluslararası firmaların ve ortaklarının kalkınmasını ve modern iletişim
araçlarıyla beyin yönetimi çabalarının ve reklamcılığın artışını anlatır.
Artan engellenmelerin\frastrasyonların
devrimi, medya ve çareler: Lerner 1963'e gelindiğinde, biraz kötümserlik fakat
oldukça iyimserlik taşıyan, “Modernleşmenin İletişim Teorisine Doğru” başlıklı
yazısıyla (1963) kendi teorisine yeni öğeler katarak, örneğin neden İran'da
yetişen gençliğin boşta gezdiğini ve umutlarına eremediklerini açıkladı. Lerner
sorunu kamu sektörünün beceriksiz, hantal ve durgun olmasında ve yok denecek
sayıda özel sektörün olmasında buluyor; dolayısıyla, özel teşebbüsün teşvikinin
zorunluluğunu savunuyordu. [2]
Lerner, yaklaşımının ana kuramsal önerisi olarak
“modernleşmenin karşılıklı ilişkideki davranışçı bir sistem” olduğunu belirtir:
Karşılıklı aktiflik birinin verimli çalışmasının bütün diğerlerinin verimli
çalışmasını gerektirdiği anlamınadır. Bu öğelerin “istatistiksel dağılım
indeksleri” bizim bu toplum biçiminin karakterini nasıl saptayacağımızı
belirler. (Lerner,1963:329). Burada, Lerner, toplum yapısını oluşturan öğeler
arasında destekçi ve bütünleştirici bir ilişki olduğunu belirtmekte; çelişki ve
çatışmayı sistemin öğeleri dışında bırakmaktadır. Bu teori klasik denge (equiliubrium)
teorisinin bir yansımasıdır. “İstatistiksel dağılım” indekslerinde gene eskisi
gibi gelişmişliğin ölçekleri endüstrileşmiş kapitalist sistemin yapısal
karakterleridir.
Lerner ardından “kitle iletişiminin nasıl ve neden sadece
modernleşmiş ve hızla modernleşen toplumlarda etken bir şekilde işlediğini”
açıklamaya girişir. Burada hemen, “medya sistemleriyle sosyal sistemlerin düzgün
bir biçimde birlikte gittiği, çünkü tarihsel anlamda, birlikte gitmek zorunda
olduğu” fikrini bu çalışmasında daha ileri seviyeye götürme arzusunda olduğunu
göstererek cevap verir. Bu yönde ilk olarak 1950'lerdeki modernleşme
gelişmelerini özetler: 1950'lerde dünyanın büyük kısmında ekonomik kalkınma
projeleri yayıldı. Bu dönem “artan beklentilerin devrimi” olarak nitelenir. Eski
koloni ülkeleri, modernleşmede psikolojik engellenmeler ve hayal kırıklıkları
tecrübelemeye başlayınca, umutlar öldü ve 1960'larda “yeni artan frastrasyonlar
devrimi” başladı. Her yerde kalkınma sürecinin karşılaştığı iki ana sorun seti
vardır: Hareketlilik ve dengedeki sabitlik. Hareketlilik, sosyal dinamiklik ve
denge, sosyal denge sorunları anlamındadır. Hareketlilik sosyal değişim
ajanıdır. Ancak kişilerin kendi kendilerini algılamaları ve toplum içindeki
pozisyonlarını değiştirmeleriyle olabilir. Bu anlamda sosyal değişim, kişiler
tarafından elde edilen hareketliliğin toplamıdır. Modern katılımcı toplum için
hareketliliğin esas biçimleri (fiziksel, sosyal ve ruhsal) arasında sistemli
ilişkiyi gerektirir. Tarihsel bakımdan, ilk hareketlilik coğrafî, sonra sosyal
ve ardından ruhsal/psikolojik gelir. (Bunu daha iyi anlamak için, bir köylünün
kente gidişini veya birinin köyden Almanya’ya gidişini ve orada karşılaştığı
durumları düşünün). Lerner'e göre, bu gidişle kişi, baba baskısını yok edip
özgürlüğe kavuşunca, yeni özgürlükte toplumdaki yerini değiştirmeye girişir. Bu
değişimle, “eski kendini” atar ve gerçek yaşam durumuna uyan kişiliğin “yeni
kendi” olur (1963:331-332). Lerner, bu “yeni anlatımında, aslında, eskiden
kullandığı “insanının diğerlerine yönelik duyarlılığı,” (empathy) kavramı
yerine, şimdi “psikolojik hareketlilik” (psychic mobility) kavramını
kullanmaktadır.
Toplumsal denge/equilibrium örgütsel denge ile bireysel
hareketlilik arasındaki oran olarak ifade edilebilir.
Yeni artan engellenmeler devrimi, birçok geleneksel
toplumların modernleşmedeki sorunu, psikolojik hareketlilikteki arz ve talep
dengesini tutamamasından kaynaklanır.
Açıkça görüldüğü gibi, Lerner “modernleşmenin” sorunlarla
karşılaşmasını ve azgelişmiş ülkelerin dengesiz durumunu, kişisel psikolojilerle
açıklamaktadır. Lerner psikolog William James'in 1923'deki yapıtından aldığı
formülle denge, frastrasyon ve hareketlilik sorunlarını anlatır:
(elde edilen) Başarı
Doyum = --------------------------
(istenen) Beklenti
Doyum = --------------------------
(istenen) Beklenti
Bu formüle göre kişinin doyum seviyesi istediğiyle elde
ettiği arasındaki orana bağlıdır. Ciddi dengesizlik artan frastrasyonları
getirir. Lerner modernleşen ülkelerde beklentilerin çok arttığı ve
frastrasyonların nedenleri ve çareleri üzerinde şöyle durmaktadır: Bu orana etki
eden sosyal değişimin ön kurumları olarak görev yapan altı kurum vardır:
Ekonomi, polis, aile, toplum, okul ve medya.
Ekonomi: Eğer ekonomi dengeyi sağlayacak biçimde talepleri
karşılarsa, herkes mutlu olarak işine devam eder.
Polis: Eğer artan frastrasyonlar polis metoduyla
bastırılırsa, gene en azından sosyal araştırma için hiçbir sorun yoktur. Sosyal
araştırma fazla elde etme veya az beklenti durumlarına çok az katkıya sahiptir.
Zenginliklerin istekleri geçtiği ve arzuların baskıyla engellendiği yerlerde
sosyal araştırma gereksinmesi yoktur (Lerner, 1963:333-335). Böylece Lerner
sosyal bilimlerin amacının dengeyi sağlama, yani egemen düzene yardım etme
olduğunu anlatır. Ayrıca, Lerner'in sosyal bilimlerin diğer durumlarla
ilgilenmediği söyleyişi de gerçeği gizlemektedir, çünkü kendisi, Pye, Almond,
Schramm, Pool, Huntington ve benzerleri çalışmalarını karşı gerilla
taktiklerinin, bilinç yönetiminin ve propagandanın üzerinde toplamışlardır.
Yaklaşımları soğuk savaş propagandasının ve Amerikan ekonomik, siyasal ve
kültürel emperyalizminin “demokrasi ve gelişme” giysileriyle sunulması, buna
olan karşıtlığı da gayrı meşru ilan etmesi ekseninde döner.
Aile: Aile geleneksel kültürde sosyal değişimi gerileten
tutuculuk aracıdır. Aynı zamanda, denge aracı olarak da iş görür. Toplum da
benzeri rol oynar. (1963:334). Böylece Lerner geleneksel ailenin yerini modern
kapitalist ailenin alması gerektiğini ima etmektedir. Kapitalist kültürde
ailenin tutuculuk değil de değişim aracı olduğu iddia edilebilir mi?
Okul: Okullar, modernleşme koşulları altında, sosyal
değişimin gerekli araçlarıdır. Lerner'in iddiasının aksine, okul resmi
ideolojilerin aktarıldığı tutuculuğun kalesidir. Eğer resmi ideolojileri değişim
ideolojisi olarak tanımlarsak, o zaman, okul bu değişim ideolojisini aktararak
sistem kurma/tutma görevini yapar, yani gene egemen bir siyasal gücü tutma ve
egemenliğini pekiştirme aracıdır.
Medya: Halkın beyninden ve kalbinden geçerek geleneksel
toplumun psiko-siyasal yaşamına vazgeçilmez girdiler veren kitle medyası, sosyal
değişimin önde gelen araçlarıdır. Kitle medyası (a) İnsanlara yeni beklentiler
getirir ve ardından toplumsal başarıların ötesine gider; beklenti engellenmesi
doyumsuzluğu getirir; (b) Bu frastrasyon riskine rağmen, dünyanın her yerine
yayılmaya devam etmektedir; (c) Doyumun asgarileştirilmesi olan modernleşme
ancak açıklayıcı iletişim teorisi ve pratiği çalıştırılırsa başarılı olabilir.
(Medyanın oynadığı bu rolle ilgili eleştirel görüş için bakınız: Erdoğan, 1997;
Alemdar ve Erdoğan, 1995).
Görüşe göre, eğer kitle iletişimi modernleşme ve demokratik
kalkınmada anlamlı etki yapacaksa (geliştirecek veya engelleyecekse), ilk koşul
medyanın yayılmasıdır. Medyanın yayılmasının ilk koşulu bir ülkedeki ekonomik
kalkınma seviyesidir. Medyanın yayılmasının kalkınma\modernleşme seviyesiyle
ilişkisi oldukça geçersizdir; çünkü örneğin Türkiye'de televizyon ve radyoların
1980 ve 1990'larda birden bire patlaması, Türkiye'nin birden bire ekonomik
seviyesinde gelişme olmasından mıdır? Türkiye ekonomik patlama mı gösterdi?.
Kalkınma seviyesinin de tespiti için, Lerner, üretme ve
tüketme kapasitelerine eğilmenin gerektiğini öne sürer. Üretimin kapasitesi
üretimin yapıldığı yer (yani bina ve elektrik, stüdyo gibi gerekli temel
teknolojiler), aletler (yani iletişimi üreten teknolojiler) ve personel olarak
üç gruba ayırır. Bunların modern standartlara ne kadar yakın olduğu üzerinde
durur (Lerner, 1957). Fakat çalışmada ne sermaye, ne mülkiyet, ne de ücret
politikası gibi önemli konular ele alınır. Sanki herkes tek başına kalkınmak
için bütün olanaklara sahip ve becerisini ve atılganlığını kullanarak, kendini
geliştirmeye çalışıyor; çalışırken, bu bireysellik örgütlü medyanın
çalışmasında da kendini yansıtıyor. Sorun, böylece, modernlik ölçüsüne ne kadar
yaklaştığı oluyor.
Tüketim kapasitesine gelince, Lerner'e göre, üç ana faktör
bunu etkiler: Para, okur-yazarlık ve motivasyon. Para (sermayenin bir parçası)
konusu böylece tüketimde işe karışır. Lerner bu tüketim kapasitesi üçlüsünü aynı
zamanda kitle medyasını her ekonominin “paralılaşmış” modern sektörüne bağlar:
Medya, modernleşme indeksi ve ajanı olarak, modern üretimin olduğu sektörde
büyümek zorundadır, yoksa bodur-bücür bırakılır. (Lerner burada özel sektörün
gelişmeci ve kamu sektörünün engelleyici olduğunu ima etmektedir.)
Lerner, Anadolu'daki eski reaya sisteminin minimum çaba,
bilgi ve kazanca dayandığını belirten Gibbs'i (1950) örnek vererek, bunun Batı
toplumunun modern katılımcısı olan çağdaş Türkiye’de, daima kuşaklar boyu cahil
ve ilgisiz Anadolu nüfusu arasında aktarıldığını belirtir: Çağdaş Türkiye
kazanç, çaba ve bilgi duygusuyla transformasyona uğramaktadır.
Para modern yaşamın temel çözücüsüdür ve kişi başına düşen
gelirin artışı modern toplumun ana amacıdır. Burada, siyasal ve sosyolojik
sorunların ekonomik sorunlarla iç içeliği başlar. Bundan, Lerner (1957), medya
ürünlerinin tüketiminin ekonomik bir fonksiyon olduğunu ve aynı anda sosyolojik,
psikolojik ve siyasal diğer fonksiyonlar gördüğüne geçer. Okur-yazarlığı medya
tüketimi için tekniksel gereklilik olarak belirtir ve bir kez sağlandı mı
hayatın her bölümünün modernleşmesinde birincil itici olduğunu söyler.
Medyanın siyasal demokrasideki rolü, liderler tarafından
kullanılışı ve kamuoyuyla önem kazanır. Nasır'ın “egotistçe” kitle iletişimini
kullanmasını, “kalkınmayı kösteklemesini” ve “frastrasyonlar yaratmasını”
eleştirdikten sonra, Lerner, devlet adamlarının egotism yerine, halka
“istediklerini vermek” için fırsatları genişletmeyi aramaları gerekliliği
üzerinde durur. Lider her şeyin üstünde, beklentiler ve kazanç seviyeleri
arasında tolerans edilebilir bir dengeyi sağlamaya çalışmalıdır. Topluma kısır
döngü çemberinden büyüme çemberine (şekil 1) doğru önderlik etmelidir (1963:
342-345).
Lerner, kısır döngü çemberinden büyüme çemberine geçişi
engelleyen en büyük faktör olarak, haddinden fazla nüfus artışını verir. Bunu da
“kısır yoksulluk çemberi” olarak niteler. Nüfus artışı nedeniyle, hiçbir artık
yaratılamaz, böylece “ileriye atılış\hamle” mümkün olamaz; azgelişmiş bir toplum
yoksuldur, çünkü hiçbir endüstriye sahip değildir, çünkü fukaradır (1963:346).
Bu iddianın geçerliliğinin ne denli tabansız olduğunu herhangi bir ülkedeki
Milli gelirin artışına ve bunu kimin ellerine geçirdiğine bakarsak anlarız.
Lerner'den beri Türkiye'nin nüfusu üç misline çıktı ve Türkiye’nin kalkınması
durdu mu? Artı değer yaratılmadı mı? Ne kadar artı değer yaratıldığını anlamak
için, çok detaya inmeye gerek yok, sadece Türkiye’yi soyan birkaç ailenin yer
aldığı Fortune 500 denen dünyanın en zengin insanları listesine bakmak
yeterlidir. Artı değeri yutan artan nüfus değil, yönetici bir sınıf ve
uluslararası sermayedir. Lerner'in ve benzerlerinin nüfus artışı yaygarası,
yönetici sınıfın karının azalması ve kitlelerin başkaldırısı korkusu
yaygarasıdır.
Şekil A. Lerner’ in büyüme çemberi
Büyüme çemberinin tek oklu “kapital ekleme” kısmı ile
başlayalım.
Kapital
geliştirme, yüksek üretimi; yüksek üretim yüksek gerçek geliri; yüksek gelir
yüksek tasarrufu ve yüksek talebi; bu ikisi, yüksek yatırımı ve yüksek yatırım
da kapital gelişmesini getirerek çember büyüyerek gider. Yüksek gelir yüksek
tüketim ve yatırım varsayımıyla gelir. Bu olmazsa, o ülke gelenekseldir ve
gelişmez. Gelişme, çaba ile ödül arasında ilişki kuran modern toplumlarda olur.
Çabayı ödülle, kazancı başarıyla ilişkilendirme, iletişim sürecidir. Halk, bu
ilişkilendirmeyi yapmayı öğrenmelidir.
[1]
Lerner az gelişmiş ülkelerdeki liderlerin dar görüşlülüğünü
ve politikalarını yererek, bu ülkelerdeki iletişim felaketinin, “dengesiz
siyasal beklentilerin” teşvikiyle frastrasyonlara götüren kendi başarısızlıkları
olduğunu belirtir. Çözüm olarak toplumsal denge koşulları altında “psikolojik
hareketlilik” ve siyasal dengeyi teşvik edecek yeni kamu iletişim anlayışı
gereğini öne sürer. Medya, dengeyi bozacak umutlar vermeden, hareketliliği
sağlamak için kullanılabilir.
1.
Diğer
benzeri modeller ve incelemeler
Daha karmaşık modeller 1960’lardan itibaren geliştirilmeye
başlanmıştır. McCrone ve Cnuddle 1967 yılında yaptıkları çalışmada demokrasiyi
bağımlı değişken olarak ele almışlardır. Kentleşme, tahsil, iletişim ve siyasal
modernleşme arasında ilişki analizi yapmışlardır. Bu aydınlara göre, eğitim ve
okur-yazarlık kentleşmeyi gerektirir. Bu, kitle iletişiminin büyümesine katkıda
bulunur. Böylece, kitle iletişimi toplumun içinden geçip yayıldığında,
demokratik modernleşme olur. Bu modelin varsayımlarında önemli problemler
vardır: Birinci olarak, siyasal modernleşme bağımlı değişken olarak
alınmaktadır. İkincisi kentleşme hiçbir diğer değişkene bağlı değildir.
Üçüncüsü, nedensellik tek yönlü bir nedenselliktir.
Daniel Lerner’in indeks metodu ise sonraki araştırmalarla
hem desteklenmiş hem de geliştirilmiştir: McLelland (1961); Lucien Pye ve
grubunun Princeton Üniversitesi'nde çıkardıkları seri halindeki araştırmalardan
“İletişim ve
Siyasal Modernleşme” (1963); Pool’un
çalışmaları (1963); Scramm'ın “Kitle
İletişimi ve Ulusal Kalkınma” yapıtı (1964) ve
UNESCO'nun 1970’lere kadar bastığı araştırmalar ve kitaplar indeks metodunu
kullandılar. İngiliz Jeremy Tunstall'a göre, D. Lerner, I. de Sola Pool ve W.
Schramm 1960’larda, önce Asya ülkelerine öneriler sunan, sonra geri gelip
Amerikan federal kurumlarına bilgi veren bir çeşit seyahat eden sirk
oluşturdular. D. Lerner sirkin entelektüel lideriydi. Hızlı anti-komünist ve
1980'lerde hızlanan özelleştirme ve deregülasyon saldırılarının hararetli
savunucusu I. de Sola Pool ABD savunma bakanlığının akademik sözcüsüydü. W.
Schramm ise toplantılar hazırlayan, gruplar kuran, araştırma merkezleri açan
kitle iletişimi uzmanı seyyah satıcıydı.
Weiker’in (1981) “Türkiye’nin Modernleşmesi” adlı kitabındaki
modernleşmenin sunumu, Türkiye’nin tarihsel gelişimini işarette indeks
yaklaşımına tipik bir örnektir.
Kalkınma, gelişme veya modernleşmenin gazete tirajı, sinema
sandalye sayısı, evdeki radyo sayısı gibi göstergelerle ilişkilendirilmesi
gelişmeyi niceliksel çoğunluk ve tüketim teknolojisine sahipliğe indirger. Bu
indirgeme de yanlış yöne itici ve yanıltıcıdır.
2.
Kırsal
Modernleşme: Yeniliklerin Yayılması ve İletişim
Modernleşme teorilerinin hepsi, aksini iddia etseler bile,
dıştan sokulan değişimdir. Dıştan değişimin sokulmasının gerekçesine göre,
durgun toplumlar dış etkiler, tekniksel yardım, bilgi, kaynaklar, mali yardım ve
fikirlerin yayılması yoluyla canlandırılır. Gelişmiş ülkeler, üçüncü dünya
ülkelerini faaliyete geçirecek bilgi ve araçları üretinceye kadar, bu ülkelerin
köylüleri ilgisizliğin, şüpheciliğin, fatalizmin ve tembelliğin pençesinde
kalırlar. Bu sahte ve yanlış iddia geniş ölçüde eleştirilmiş ve verilerle
çürütülmüştür. Çünkü en azından, ekonomik bakımdan, bugünün pazar düzeninde,
sermaye gelişmemişten gelişmişe doğru akmaktadır. Gelişmemişlerin dünya
ticaretindeki payı gittikçe azalmaktadır. Kaliteli işgücünün, ödünç verme ve dış
yardımların ödenen faizlerinin, yabancı şirketlerin gelirlerinin geldikleri
ülkeye gitmesinin etkileri yerli ekonominin gelişmesini engellemektedir.
Kültürel bakımdan, dıştan sokulan değişim görüşü üç ana
varsayımla gelir:
1. Değerler ve kavramlar sosyal değişimin ana iticisi olarak
ele alınır. Yani fikirlerden hareket ederek değişim sağlamak;
2. Bu değer ve fikirler ya arzu edilen değişimi teşvik
ederler ya da teşvikte yetersizdirler. Diğer bir deyişle, fikirler ya değişim
arar ve getirmeye yönelir ya da bu tür arayış ve sunuş kabiliyetinden
yoksundurlar;
3. Değişime yatkın ve değişim uyaran fikirler, modern
kapitalist toplumun egemen karakterini taşır. Yani geleneksel toplumda bu tür
fikirler yoktur. (Bunu şöyle okuyabiliriz: Kapitalist olmayanlar; düşünemeyecek
kadar geri kafalıdırlar.)
Fonksiyonalizmin dıştan enjekte edilen değişim yaklaşımı,
sosyal değişimi sosyal ilişkiler yapısının içsel olarak ortaya çıkardığı bir
sonuç olarak düşünmelerini ortadan kaldırır. Fakat buna hazırlanan “dış yardım
ve teknoloji transferiyle, modernleşme ve kalkınma” kılıfıyla, çelişki ortadan
kaldırılır.
Stanford Üniversitesi profesörü Everett Rogers yeniliklerin
yayılması tezinin önderidir. Yeniliklerin yayılması modelin kökeni
antropolojiden başlayarak Alman, Avustralya ve İngiliz yayılmacılığı görüşüne
kadar gider. Bu aydınlar o zaman toplumlardaki değişikliklerin diğer ülkelerden
gelen icatlardan olduğunu iddia etmişlerdir. (Teknolojik ürün transferi ve
sömürü için faydalı bir kılıf). Ardından, G. Tarde (1903) “S” şekilli yayılma
kıvrımını önermiştir. 1940'ların başında B. Ryen ve N. Gross’un Amerika’nın Iowa
eyaleti çiftçileri arasında hibrit/melez mısır tohumu yayılması üzerindeki
araştırmaları ilk önemli incelemedir. Bunu takip eden 10 yıl içinde 100'ün
üzerinde yayılma araştırması yapıldı. 1952-62 yılları arasında, buna 450
araştırma daha eklendi. Araştırmalar artarak, 1962-1974 arasında 1200'e ulaştı.
(Rogers, 1978).
Yeniliklerin yayılması teorisinin temelinde, aynı zamanda, G.
Tarde'nin “aşağı kişi ve sınıfların kendi üstlerindekileri kopya etmesi,
maymunca taklit etmesi” görüşü yatar.
Yeniliklerin yayılması yaklaşımı, Amerika'da 1920'lerde
başlayan kırsal sosyolojik araştırmaların bulgularına dayanarak çıkartılan
“yeniliklerin benimsenme tipolojisinin” diğer ülkelere uygulanmasıdır. Bu ilk
model, Rogers'e göre, dört ana unsura sahiptir; (1) Yenilik/icat: Kişi
tarafından yeni olarak algılanan bir fikir; (2) Kanallar: Bu yeniliklerin
içinden geçerek iletişildiği medya, (3) Zaman ve (4) Sosyal sistem.
Yeniliklerin yayılması yaklaşımı dıştan sokulan değişimi
vurgular. Bu yaklaşım iletişimin kalkınmada ve yeniliklerin yayılmasındaki rolü
üzerinde çalışmalar yapmıştır. Bu yaklaşıma göre, köylülerin yeni araçlara
ihtiyaçları vardır; eğer ikna edilirlerse bu yeniliği benimserler ve dolayısıyla
yeni teknolojiyle yeni toplum yaratırlar. Bu görüşün Amerikan ekonomik ve
kültürel emperyalizmine tıpatıp uyduğu oldukça açıktadır (Golding, 1974).
Rogers ve benzerlerinin çalışmaları idealist (yani fikirlere
dayanan) ve psikolojiktir: Sosyal değişimin, daha modern üretim metotlarıyla ve
geliştirilmiş sosyal örgütlenme yoluyla yükseltilmesi için yeni fikirlerin
sunulması gereğini vurgular. Dikkat edersek, bu tanımlama dıştan sokulan
değişim, kültürel saptayıcılık ve değişimi niceliksel/sayısal artış olarak
görmeyi içerir. Psikolojiksellik, kurumların incelenmesinden kaçıp
modernleşmenin kişisel seviyesi üzerinde durma ve incelemelerde kullanılan
ölçeklerin bireysel psikolojik özelliklere eğilmesiyle ortaya çıkar.
Bu yaklaşıma göre, kitle iletişim araçları resmi kişilerin,
kitle izleyicilerine kalkınma hakkında standartlaşmış bir şekilde ve doğru
mesajlarla ulaşmasını mümkün kılar. Burada, ne mesajları resmi kişilere kimin
verdiği ne de doğruluğun standardı ve ölçüsünün ne olduğu belirtilmez.
Araştırmaların tümü kitle iletişiminin içeriğini ihmal eder. Sadece kitle
iletişim araçlarını “izleme,” inceleme ve analizde kullanılır. İzlenenin hangi
programlar olduğu, içerik, kullanış ve yorumlamalardaki farklar ihmal edilmiştir
(Golding, 1974:49).
Rogers'in yabancı kültürel danışmanlara değişim ajanı olarak
verdiği rol, sele kapılmış maymun ve balık hikayesine benzer: Maymun bir dala
tutunup ağaca kaçar; Balığın mücadelesini görür, ağaçtan aşağı uzanır ve balığı
sudan çıkartıp selden kurtarır. Ayrıca, maymunun hiç değilse amacı tamamiyle
yardıma dayanıyor, herhangi bir ekonomik çıkarı yok ve kültürel bir bağnazlığı
empoze etmeye de çalışmamaktadır. Fakat değişim ajanlarının rolü?
Rogers kalkınma görüşünde dört ana elemanın olduğunu
belirtir: Ekonomik büyüme; kapital intensif ve emek/iş extensif teknoloji;
merkezi planlama; kalkınmanın nedenlerini, diğer ülkelerle ilişkiler yerine,
özellikle kalkınan ülke içinde bulma (Schramm ve Lerner, 1976).
Bu dört elemana sahip olan kalkınma görüşünü, Rogers, klasik
yeniliklerin yayılması teorisindeki iletişimin kalkınmadaki rolü görüşüne
bağlar. Bu da, (1) teknolojik yeniliklerin transferi –asıl anlamıyla iletişim
medyası ürünlerinin satın alınması-- ve (2) değişim için “iştah” –asıl anlamıyla
bu tür maddeler için talep-- yaratmak yaklaşımıdır.
Yenilikler neden reddedilir? Yeniliklerin neden reddedildiği
veya çok yavaş kabul edildiği üzerine yapılan incelemelere göre, yeni pratikler
ve bazı kültürel inanç veya davranış arasındaki çatışma buna nedendir; Çözüm
için bazı esaslı psikolojik değişimler zorunludur. Eğer dikkat edersek,
“yeni”nin özellikleri veya soruşturması asla yapılmamaktadır; Yeni en iyi, en
arzu edilen ve en evrenseldir. Onun yerine kişiler yeniye karşı geldikleri için
suçlanırlar. Dolayısıyla, çözüm, yeninin soruşturulması veya yeninin insana
ayarlanması değil, kişilerin bu yeniye uyarlanması, ayarlanması, uydurulmaya
çalışılmasıdır. Sorun ve çözüm kişide toplanmıştır. “Yeninin kişiye uyarlanması”
derken de dikkat etmemiz gerekir, çünkü, “yeni olan kimin ihtiyaçlarını ve ne
tür ihtiyaçları karşılamak için yaratılmış?” sorusuna cevap vermemiz gerekir.
Çünkü, örneğin, geleneksel işkence metodunu değiştirmek için icat edilmiş “yeni”
zaten insan ihtiyaçlarına göre uyarlanmıştır: Belli insanların, belli diğer
insanlara belli nedenlerle belli gereksinmeler için işkence etmesi... O zaman,
bu “yeninin” üzerlerinde uygulandığı diğer insanlara göre yeniden ayarlanması,
uyarlanması demektir. İşkencenin izlerini gösterme yerine gözden saklama, beş
çığlık yerine üç çığlık attırma, rengini çekici yapma, kullanılışını
kolaylaştırma gibi revizyonları mı getirir yoksa, bu revizyonlarla da olsa,
örneğin el değiştirip, başka ellerde aynı amaçlarla kullanılmasını mı? Yahut ta
biçimlendirildiği sınırlı amaçlar nedeniyle uyarlama olasılığı olmadığı için
ortadan kaldırılması ve alternatif ikna iletişimi sistemlerinin kurulması ve
geliştirilmesini mi? Yani yenilik, yeniliğin sahibi, sahibin amacı ve yenilik
konusunda, insanlar (etkilemek ve değiştirilmek istenen insan) arasındaki
yapısal ilişkilere bakmak zorunludur.
1950'ler ve özellikle 1960'lardaki UNESCO'nun yaygın okuma-
yazma kampanyasıyla, sağlık, doğum kontrolü gibi girişimler geniş ölçüde
başarısızlığa uğrayınca, UNESCO'da egemen olan Schramm, Lerner, Rogers, Pool ve
Huntington’un görüşleriyle hareket edenler, sorun ve çözüm olarak geleneksel
kültürün insanını ve kültürel yapısını gösterdiler. Benzerler yaklaşım hala
önüne “post” veya “yeni” eklemeleriyle gelen teorilerle tekrar öne
sürülmektedir. Böylece, 1960'lardan beri modernleşme, kalkınma, gelişme
teorileri geçmişin muhasebesini yaparak kendilerini yenileme girişimlerinde, her
seferinde, sonunda dönüp dolaşıp başladıkları yere geldiler: Değişim yeni
teknolojilerin “serbestçe” yayılması ve benimsenmesidir... “Serbestçe” kavramı
1980'lerdeki modernleşme ve iletişimin dengesizliğine karşı direnme ve tedbirler
arayışıyla, özellikle UNESCO'daki direnişlere karşı, Amerikan ideolojik
mücadelesinin yeni eklemesidir.
Geleneksel insanın yeniliğe ve değişime karşı oluşu yorumu
ırkçı psikolojik bir hastalığı anlatır: Her insan önüne sunulan seçeneklerden
daha iyiyi, daha faydalıyı, daha güzeli ve daha verimliyi seçer. Bu seçenek
kapitalist ideolojinin anlayış kalıpların içine uymadığı için, onu us dışı
saymak, yanlış olduğunu ilan etmek ve o insanı burjuvazinin doğru, iyi, yeni,
modern olarak kabul ettiğine zorlamanın ardında, (özellikle kimseye zırnık
vermeyen ve çıkarı olmadan kimse için elini bile oynatmayan burjuvazi için)
kendi öz çıkarından başka bir neden bulmak çok zordur. Somut materyal çıkarlar
peşinde koşanlar, başkalarının da somut materyal çıkarlar peşinde olmasından
veya çıkar empoze etmek istediklerinin kendi çıkarcı görüşüne göre direnmesinden
haz etmezler.
Rahim'e göre
(1976:223) yeniliklerin yayılması araştırması öncelikle yeni gübreler, tohumlar
ve teknikler gibi teknolojik yenilikler üzerine eğilmiştir. Yeni fikirlerin,
yeni ideolojilerin, yeni sosyal ilişkilerin, yeni sosyal örgüt ve değerlerin
yayılmasına çok az önem verilmiştir. Afrika, Asya ve Latin Amerika'da birçok
yeni bağımsız ülke, sosyalizmi kendi yerel durumlarına uyguladılar. Sosyalist
fikirlerin yayılmasını yayılma araştırmacıları incelememişlerdir. Yayılma
araştırmacılarının birimi, daima modernleşmesi istenen kişi olmuştur. Fakat biz
biliyoruz ki kişiler bir sosyal sistemin üyeleridir ve birbirlerine sosyal
ilişkiler ve iletişim kanallarıyla bağlıdır. Herhangi bir kişisel karar gerçekte
kompleks grup karar sürecinin bir sonucu olabilir. Yayılma modelindeki bağımsız
kişi varsayımı geleneksel köy toplumunda geçersizdir; çünkü fikir birliği ve
otoriteye bağlılık kişisel kararların önemli saptayıcılarıdır. Bu problemi
çözmek için 1967-68'de kolektiflikler/ortaklaşalıklar kavramı, otorite ve
koşullu karar verme sürecine eklendi. Fakat pratikte bu unsurlar kullanılmadı.
Örneğin, yeniliğin kabulünde grup veya kolektif kararlar hakkında çok az
araştırma vardır. Grup katkısı her toplumda vardır ve görmemezlikten gelinemez
(Rahim,1976:224-225).
[2]
Yeniliklerin yayılması kavramına göre, farklı sektörler
birbiriyle ilişkiye girdikçe, kişiler değişimin özelliklerini kazanırlar.
Örneğin “barbar” bir Afrikalı, medeni papazın getirdiği “Tanrıyı” ve
endüstrileşmiş sermayenin getirdiği “gelişme ve zenginliği,” bu papaz ve
endüstriyle olan ilişkileri sonucu benimsemeye yönelir. Elbette, elinden
yaşamını üretme gerekleri alınıp köylü-proleter durumuna düşürülen bir
“barbarın” önündeki seçeneği ya başkaldırı ya da ücretli kölelik ilişkilerine
girerek medeniyetin ne olduğunu öğrenmektir. Bir Afrikalı yazarın belirttiği
gibi, Avrupalılar Afrika’ya üç vaadle gittiler: Altın, zenginlik ve Tanrı.
Vaadlerini tuttular: Altın ve zenginliği kendilerine aldılar; Tanrıyı da
Afrikalılar'a verdiler.
[1]
Modernistlerin bu iddiası ezilen ve sömürülen
insana hakarettir. Bırak geleneksel kültürü, New
York’un Zenci ve İspanyol Harlem'indeki işsiz ve
yoksul kitleler bu ilişkilendirmenin çok iyi
farkındadırlar. Sorun bu ilişkilendirme değil,
bu ilişkilendirme ideolojisini sunanların
koruduğu yapısal ilişkiler düzenidir.
[2]
Yeniliklerin yayılması yaklaşımının kalıcı
kullanıcısı birçok ülkede belli bir
veya birkaç “vakıf” kullanarak kırsal
alandaki kontrol amaçlı politikaların
çerçevesinde çalışan CIA’dir.
Kırsal alandaki yaygın eğitim ve nüfus
kontrolu politiklarıyla ilgili birçok araştırma,
destek ve uygulamada CIA desteği vardır.
[1] "Sahte ilişki" İngilizce'deki "spurious relationship" anlamında kullanıldı. Bu ilişkide, x ile y arasında istatistiksel anlamlı bağ aranır ve bu bağdan hareket edilerek nedensellik ilişkisi sonucu çıkarılır. Aslında bu ilişkiye üçüncü bir z değişkeni neden olabilir. Z değişkeni kontrol edilip x ile y arasındaki ilişki partial correlation ile yeniden test edildiğinde, eğer p değeri anlamlı ilişkiyi ortadan kaldıracak ölçüde yükselirse, sahte ilişki olduğu sonucuna varılır (Erdoğan, 1998: 164).
[2] Buradan da anlaşılacağı gibi, emperyalizmin post-modernizm savları yeni bir şey değil;1960'ların ideolojik yapımlarının yeniden isimlendirilerek yeni egemen pazar koşullarına göre yeni kılıflarla sunulmasıdır.
[1] D. Lerner ve ekibince toplanan verilerin, Devlet Bakanlığı'nda ve belki de CIA'de ne tür biçimde kullanıldığını ve değerlendirildiğini elbette bilemeyiz.