Yaygın görüşlerde, kültürü oluşturan, tutan ve değiştiren faktörler öncelikle dil, değerler, inançlar, düşünce kalıpları ve alışılagelmiş davranışlar olarak sunulur. Değerler bir kültür için önemli kabul edilen davranışlar, düşünceler, şeyler, varlıklar ve kişilerdir. İnançlar insanların kendileri, dışları, varlıkları, ilişkileri, dünya vb hakkında sahip oldukları hükümler veya beklentilerdir. İnançlar aynı zamanda insanların değerleriyle iç içedir. Düşünce kalıpları karar verme, sonuç çıkarma, nedensellik bağı kurma, problem çözme yollarıdır.
Irk ve cinsiyet kültürün özellikleri değildir. Neden dersiniz?
Alışılagelmiş davranışlar bir kültürün kaidelerini /normlarını temsil eden davranış kalıplarıdır.
Kültürü belirleyen faktörler (1) birbirini takip eden nesiller arasında süreklilik duygusu, (2) kolektif tarihte dönüm noktaları olan belli olaylar ve insanların ortak hatıraları ve (3) ortak gelecek duygusu özelliklerini taşır. Bu özelliklerden geçerek ortak deneyimleri ve dil, gelenekler veya din gibi bir veya birden fazla ortak özellikleri paylaşan insanlar arasında kimlikler inşa edilir. Bu kimlikler mitler, değerler, hatıralar ve sembollerle desteklenir.
Aslında dili, değerleri, inançları, düşünce kalıpları ve alışılagelmiş davranışları ortaya çıkartan, geliştiren ve değiştiren şey, insanın kendini belli zaman ve yerde nasıl ürettiği ve bunu nasıl yarınlara uzattığıdır. Bireylerin kendi psikolojik algıları, tutumları ve inançları toplamı kültürü oluşturmaz. Ayrıca, kültür düşünsel, algısal, tutumsal ve inançsal olanla sınırlı değildir. Kültür materyal hayatla içiçedir, yaşanır ve materyal olarak üretilir. Dolayısıyla kültürü oluşturan özellikler insan hayatını oluşturan, tutan ve değiştiren özelliklerdir.
Daniel Bell, Irving Kristol, Alvin Gouldner ve Jurgen Habermas dahil birçok aydın kapitalizmin kültürel çelişkilerini karşıt kültürlerin yükselmesinin nedenleri olarak görürler. Dolayısıyla, eğer bu çelişkiler çözülürse, doğal olarak karşıtlık da çözülür. Kültürel alanda değişim kültür sisteminin kendi içinden gelir. Kültürel fikirlerdeki değişim kendi içinde var olmaya ve otonomiye sahiptir, çünkü fikirler kültürel geleneğin içsel mantığından gelişirler. Örneğin kültürün değişimi, özellikle yeni yaşam stillerinin çıkışı sadece sosyal duyarlılıklardaki değişmelerle değil, aynı zamanda sosyal yapıdaki değişimlerle mümkün olur. Örneğin Amerika’da bu, Daniel Bell’in belirttiği gibi, yüksek tüketim ekonomisinde yeni satın alma alışkanlıklarının gelişmesi ve sonunda geleneksel Amerikan burjuva değerler sistemini tutan kodların, Protestan etiğinin ve safçı (puritan) düşüncenin gerilemesinde görülebilir.
Özlüce her şey insanın kendi varlığını sürdürmesiyle başlayan uğraşında birlikte veya diğerlerini katarak veya birleşmeye zorlayarak örgütlenmesiyle oluşur. Bu örgütlenmeyi biçimlendiren üretim tarzı ve ilişkileri (insanın kendini nasıl ürettiği) bir kültürün özelliklerini belirler. Bu tarz ve ilişkilerdeki değişim de kültürel değişimi getirir.
TEMEL KÜLTÜR TÜRLERİ
Farklı dünya görüşleri ve farklı yaklaşımlara göre kültür gruplara ayrılır. Bu gruplandırmaların önde gelen ilki alçak ve yüksek kültür ayırımıdır. İkinci tür ayırım toplumsal sınıflara göre olan ayırımdır. Bu ayırıma göre her sınıf üretim ilişkileri sırasında kendini ve toplumunu üretirken egemenliğin ve karşıtlıkların kültürünü de üretir. Burjuva kültürü ve işçi kültürü sınıfsal bir üretimin kültürüdür. Diğer gruplandırmalar ulusal, yerel, etnik, ırk, din gibi ölçütlere göre yapılır.
1960’ların sonunda popüler olan bir ayırım egemen kültür ve karşı kültür ayırımı olmuştur. Karşı kültür içine burjuva pratiklerine ve ekonomik, ilişkilerine alternatif dünya görüşü ve ilişki tarzı sunan dünya görüşleri girer. Karşı-kültürün belli bir bölümü yasal kurallar dışına itilince, “yeraltı-kültürü” alt grubu oluştu. Bu karşı kültürlerin en belirgin üretimi siyasal mücadelelerde, gazete ve dergi çıkartmada, yer-altı veya alternatif film gelenekleri yaratmada görüldü.
Kültürel incelemelerin 1970’lerde yükselmesiyle ve ardından çeşitli yaklaşım tarzları içinde farklılaşmasıyla, karşı-kültür kavramı ortadan silindi, sınıf kültürü çoğunlukla reddedildi ve yerini gençlik, ihtiyarlık, cinsiyet, lezbiyenlik ve eş cinsellik dahil “alt-kültürler” aldı. Tutucu okulların gruplar, örgütler, firmalar ile ilgili kültür ayırımlarıyla alt-kültürler çok daha çeşitlendi.
Sosyal sınıflar dengesiz sermayeye ve kaynaklara, dolayısıyla farklı güce sahiptir. Fransız sosyolog Pierre Bourdieu dengesiz üretim ilişkilerinden ve sınıfsal koşullardan hareket ederek, sosyal sınıfların dengesiz kültürel kapitale ve sembolsel güce sahip olduğunu belirtir. Bourdieu’ya göre çeşitli kültürel kapitalin dağıtımı ve değerlendirilmesi mekanizması olan eğitim sistemi altta yatan sınıf ilişkilerini yeniden üretir. Bourdeiu’ya göre egemen sınıf dil ve kültür gibi sembollere sahiptir ve bunlardan geçerek egemenliğini perçinler. Bourdeiu’nun kültürel kapital nosyonu çeşitli araştırmacılar tarafından işlenmiştir.
Egemen yapıyı savunan görüşe klasik örnek İngiliz yazar Matthew Arnold’dur. Kültür ve Anarşi yapıtında kültür kavramını estetik standart ve üst sınıf edebiyat, sanat ve müzik zevki anlamına kullanmıştır. M. Arnold geleneğine karşı R. Williams ve R. Hoggart kültürü “yaşam biçiminin tümü,” “yaşam yolu/şekli” olarak başlayan betimlemeyi getirmişlerdir. Bu betimleme 1950 ve 1960’larda Marks tarafından etkilenmiş olan İngiliz kültür eleştiricileri (Hoggart, E. P. Thompson ve Williams) ve Malinowsky okulu geleneğindeki antropologlar tarafından geliştirilmiştir. Bu yaklaşımlar tutucu kültür ve antropolojik yaklaşımlara alternatifler sunarlar.
Halk/Folk Kültürü
Halk yere ve zamana bağımlı ortaklığı anlatır. Halkta aynı zamanda hem materyal hem de ruhsal sömürülme ortaklığı vardır. Halkta hem egemenliğe hem de mücadeleye çeşitli biçimlerde katılma vardır. Halk kültürü yere ve zamana bağımlının kendini ifadesidir. Bu ifadenin anlamı kendisi için kendini anlatma olur veya olmayabilir.
Geçmişin halk kültürü aynı yerde yaşayan insanların kendisi için kendini kendine ve çevresine anlatımıydı. Kültürü yaratan kendisiydi, kendindendi ve kendisiyle kalıyordu. Kendi oyunu ve oyuncağını, kendi eğlencesini, kendi bayramını, kendi egemenlik ve mücadelesini kendisi üretiyordu. Bu üretimde yaşam tarzındaki egemenliklerin yansımaları olduğu kadar karşıtlığı da vardı. Egemenliğin ifadeleri teolojik ve krallık düzeninin rutinleşmiş kültürel yeniden-üretimleriydi (örneğin dinsel ve diğer törenlere katılma, ürün üretmek için toprakta belli kurallara göre çalışma). Mücadelenin ifadeleri yapısal ve diğer zorluklara karşı direniş pratikleriyle gelenlerdir (örneğin kaçan kölelerin desteklenmesi, ürünlerin saklanması, direniş efsaneleri ve oyunları).
Kapitalist Pazarın kültürel üretimi eline geçirmesiyle birlikte yerel kültürel pratikler dışarıdan gelen planlı kültürel “girmeyle” dönüşüme uğradı. Anadolu’da, 20. yüzyılda teolojik egemenlikten kapitalist milliyetçiliğe ve pazara geçiş sürecinde Batıdan transfer edilen kültürle Anadolu kültürleri karşı karşıya geldi. Hemen her alanda özellikle önce kentlerde ve son zamanlarda kırsal alanlarda kapitalist pazarın tüketim kültürü egemen olmaya başladı. Bu yeni egemenlikte halk kültürü yapış ve ifade biçimleri sermaye yapısının çıkarına uygun değilse, sermaye birikimine katkıda bulunmayacaksa, karşıtlığı ifade ediyorsa, yok edildi veya bir köşeye itildi. Çocuk oyunlarımızı biz yaratmıyoruz artık. Oyunlar ve oyuncaklar bizim yaşamımızın parçası veya öyküsü değil; hepsi karmaşık bir pazar egemenliğinin ve sömürünün ve kahramanlarının serüvenlerinin parçası. Bilinç yönetimine yönelik kültürel pratikler ise, üzerimizdeki sömürünün meşrulaştırma pratikleri. Artık halk kültürü fabrikadaki, iş yerindeki, bürodaki, alış veriş merkezlerindeki, eğlence yerlerindeki egemenlik ilişkileriyle yaratılanın ifadesidir. Bu ifadelerde çoğunlukla tüketici olarak katılım karakteri gösteren popüler katılım baskındır. Halkın direniş kültürü sendikalar tarafından örgütlenen gösterilere, bastırılan grevlere, kapanan fabrikaların kapanmaması için feryatlara, işe müracaatlarda kitle halinde izdiham ve bireysel şikayetlere dönüştürüldü. Halkın protesto kültürü “ne dediği” belli olmayan alkışa indirgenerek bastırıldı.
Halk kültürü eğer sermayeye ekonomik ve ideolojik fayda sağlayan bir doğaya sahipse veya yok edilme olasılığı yoksa, sermayenin popüler kültürüne dönüştürüldü. Örneğin Anadolu düğünleri, sünnetleri ve bayramları sermaye için önemli bir yatırım alanı oldu. Düğünler, sünnetler ve bayramlar yoğun tüketimin yapıldığı kontrollü gösterilere ve gösterişe dönüştürüldü. Halk kültürünün bir bölümü de yok olma veya sermayeyle bütünleşme yerine, direniş kültürü biçiminde ya marjinal bir duruma düştü ya da teolojik veya ırkçı çıkarla birleşerek siyasallaşıp egemen pazarın güçlenmesine katıldı.
Kitle Kültürü
Kapitalist üretimin gelişmesi ve işbölümünün artması, nüfusun kentlerde toplanması, karar alma süreçlerinin merkezileşmesi, iletişim teknolojilerindeki gelişmeler ve kitlesel işçi hareketleriyle kitle toplumu ortaya çıkmıştır. Toplumsal hayatta ve egemenlik ilişkilerinde yaşanan bu değişim, özellikle kitle üretiminin çıkmasıyla kitle kültürünü de oluşturmuştur. Kitle toplumu fikri özellikle yirminci yüzyılın başlarında önem kazandı. Kitle toplumu anlayışına göre, modernleşme işlevsel olarak birbirine bağlanmış, fakat sosyal ve duygusal olarak birbirinden soyutlanmış kitleleri yaratır. Bu tür bir yapıya sahip kitleler kitlelere yönelik ikna ve etkiye açıktırlar. Bu nedenle örneğin Lasswell 1920’lerde kitle iletişimi ve propagandayı “sosyal dayanışmanın yeni çekiç ve örsü” olarak betimlemiştir (Pearson, 1993).
Kitle üretimiyle üretilen ve çoğulculuk, farklılık ve bireycilik sloganlarıyla gelen homojen ve standartlaşmış kültürle ‘kitle kültürü” kavramı geldi. Kitle kültürü kavramını farklı yaklaşım tarzları farklı biçimde yorumlarlar. Alçak yüksek kültür ikileminde, bir sınıfsal egemenliğin kendi üstünlüğünü koruma çabası vardır. Kitle kültürünü demokratikleşme olarak niteleyen yaklaşımda liberal dünya görüsünden geçerek kapitalist pazarın üretim tarzı desteklenmektedir. Marksist ve eleştirel yaklaşımlarda kitle kültürü kültürel üretim, emtialaşma, fetişleştirme, ideolojik egemenlik veya bilinç yönetiminin üretimi çerçeveleri içinde ele alınır.
Kitle veya folk hareketlerine dolayısıyla kitle kültürüne karşı egemen güçler kendi düzenlerini koruma işini aktif olarak yapmışlardır. Bu koruma işi akademik ve entelektüel alanda da kaçınılmaz olarak kendini göstermiştir. Temel olarak bu tür aydınlar sistemin tehlikede olduğunu savunurken, yüksek kültürün de tehlikede olduğunu ileri sürmüşlerdir. Örneğin Nietzsche işçi sınıfının ve “sosyalist ayak takımının” dejenere edici etkisine vurgu yapmıştır. Nietzsche, Putların Alaca Karanlığı” yapıtında bütün büyük kültür çağlarının politik çöküş dönemlerine rastladığını ve kültür için büyük olanın anti-politik olduğunu söylemektedir. Ona göre, egemenliğini gittikçe perçinleyen burjuvazi de, sistem içinde gitgide politikleşen işçi sınıfı da kendilerine has ucube, değersiz ve yok edilmesi gereken basit bir kültür ortaya çıkartmaktadır. Bu, kitle kültüründen başka bir şey değildir.
20. yüzyılda kitle kültürü tartışmaları tutucu çevrelerde hala devam ederken, liberal çevrelerde, artık tehdit edici, yok edilmesi veya bastırılması gereken bir olgu olmaktan çıkmış, demokrasinin bir gereği olarak sunulmaya başlanmıştır. Diğer bir deyişle kitle toplumu gelişmiş işbölümünün, kitle iletişiminin ve demokratik yoldan ulaşılmış toplumsal mutabakatın bir ürünüdür. Kitle toplumunda artık farklılıklar kaybolmaya başlamış, kapitalizmin ve sanayileşmenin mantığına uygun olarak, işçi sınıfının niceliğinde bir daralmayla beraber orta sınıfların genişlemesi söz konusu olmuştur. Örneğin Daniel Bell’e göre, kapitalizm, eğitim standartlarını yükselterek, boş vakti arttırarak ve yüksek kültür ürünlerini de ucuza piyasaya sunarak daha fazla kişinin bu ürünlere ulaşmasını sağlamış ve toplumdaki kültürel beğeni düzeylerini hem arttırmış hem de farklılaştırarak kompleks bir toplumsal yapı yaratmıştır (Swingewood, 1996: 44). Bu tür düşünce tarzına göre, enformasyon toplumuna geçişle, elitist kültürel farklılıklar erimiş; eski yönetici sınıf yerini sınıfsız, profesyonel aydınlar, bilim adamları ve yöneticiler tabakasına bırakmıştır. Artık kültür, baskın bir yönetici sınıfa ait değildir, aksine modern iletişim teknolojileri sayesinde topluma mal olan ortak ve çeşitlenmiş kültür vardır.