Anadolu'nun üzücü durumu

 

Atı nasıl aldı ve Üsküdara
nasıl geçti acaba?
   ANADOLUNUN ÜZÜCÜ DURUMU:

Batılı Emperyalistler ve ortakları Anadolu’dan kovuluşlarının intikamını “100 yılın intikamı” olarak alacak ve Anadolu’yu Orta Doğu cehennemine katacaklar mı?

Benim yanıtım, böyle bir olasılık artıyor. Peki, neden? Çünkü uygun koşulları İkinci Dünya Savaşından beri oluşturdular ve geliştirdiler. Böylece, Anadolu’da devlet dışı ve devlet kurumları içi, çok uzun zamandır başarıyla sürdürülen, belli biliş ve davranış yönetimi biçimleriyle “günümüzdeki düşünsel ve davranışsal egemenliği büyük ölçüde sağladılar. Güçsüzleştirilmiş kitleri bir taraftan maddi olarak giderek daha çok yoksullaştırırken, aynı anda, onları soyut değerlerle düşünsel, duygusal ve vicdansal olarak hunharlaştırıp sefilleştirerek yoksunlaştırdılar: Kendilerini bu hale getirenlere kurtarıcı gibi sarılan bilgiçlik taslayan cehaleti yaygınlaştırdılar.

Özellikle 1980lerden beri bu tür koşulları yaratma nicel ve nitel olarak yaygınlaştırıldı. Bu cehalete bilgiçlik taslatan, demokrasinin ve özgürlüğün, seçimin ve seçmenin ve seçilmenin ne olduğu hakkında en küçük doğru bir bilgiye sahip olmayan mankafalığı yücelten sosyalleştirilmişlik ortamında:

(a) CHP kendi oyunu en fazla birkaç ötesinde artıramaz.

(b) Millet ittifakının gerçekleri açıklamasının, ölçütleri "gerçekler olmayan" ortamlarda hiç bir oluumlu anlamı ve etkisi yoktur. Kılıçtaroğlu, bırakın acı gerçekleri sunmasını,  beş vakit namaz kılsa, her Cuma farklı bir kentin camisinde Cuma namazı kılsa, hatta Hacca gidip gelse bile, Kılıçtaroğlunun, Anadolu’da egemen olan “mantık ötesinin mantığı ele geçirmiş” olması, yani mantığın yerini metafiziğin, hürafelerin, elbette irrasyonel ve bencil bireysel çıkar hesaplarının alması gibi nedenlerle; ve bunlara ek olarak binlerce yıldır “geliştirilmiş bahaneler, geçersiz gerekçeler” ve “egemen çevre baskılarının caydırıcılığı” sayesinde, anlamlı sayıda destek alma olasılığı yoktur.

 (c) CHP muhazafakar sağ denenler ile ortaklıklar kursa bile, ve Kürt halkının ve benim gibi çok acil durumlar dışında CHP’ye oy vermeyenlerin oylarını alsa bile, Aziz Nesin’in bir cümleyle betimlediği beyinsel yapıya sahip kitlelerden oy alamaz. Eğer kazara % 50 +1 üzerinde oyu bu ortaklıklar nedeniyle alabilirse, bu bir mucize olur. Depremler, açlıklar, sefaletler olsa bile.  Neden? Bir Arjantinli-Amerikalı arkadaşımın söylediği ile yanıt verip bitireyim: Arjantin halkı çelme takılarak çamur balçığı içine düşürülse bile, o çamur içinde sürüne sürüne ve o balçığı yiye yiye hayatına devam eder. (Elbette bu sırada Tanrıya kendisini bu çamurla sınadığı, terbiye ettiği için dua eder, çünkü çaresiz bırakılmışa bırakılan tek soyut sığınak duaları ve beddualarıyla Tanrıdır).

Son bir söz; Kılıçtaroğlu ve millet ittifakı, seçilseler de seçilmeseler de, dünyadaki ve özellikle Türkiyedeki ekonomik durumun ciddi şekilde kötüye gideceği bir yaz mevsimi ve daha kötüye gidecek sonbahar ve sonrasında, büyük kapitalistler için yeni soygun fırsatları elde edeceği ve küçük kapitalistler ve kitleler için ciddi felaketlerin yaşanacağı bir yıl geliyor. Kendi kölelik ve sömürü koşuluna isteyerek ve arzuyla katılanlar, başlarına geleceklerini hazırlayan ve destekleyen koşulları da yarattıkları için, hak ettiklerini, tarih boyu olduğu gibi, alacaklardır: Daha çok sefalet, daha çok kin, nefret ve saldırganlık. Fakat, haketmeyen insanlar elbette, cehaletin, kötülüğün, vicdansızlığın ve kötülerin egemenliğinde yaşamayı hak ediyorlar mı?      


Share:

Ümmet ve millet olun! Sefalet, felaket tellalcıları! "Vur de vuralım, öl de ölelim" hastalığı! "Gitmem, valla gitmem" diyen 100 yılın intikamcıları




İsrafla, hırsızlıkla, çevre talanıyla, vurgunla, kitleleri yoksulluğa ve bilişsel yoksunluğa mahkum eden "özel teşebbüs sistemi" soygunuyla dümenlerini tarih boyu yürütenler ve onların pis islerini yapan siyasal güçler ve medya endüstrilerinin cambazları,  geniş ktlelere "Aman tek bir lokmayı bile israf etmeyin! Tabağın yarısını yiyip yarısını çöpe atmayın! Suyu, elektriği tasarruf edin; Bizim israf ve insanfsızlığmız, hep sizin israf ve insafsızlık özlemlerinizi hissederek doyurmanız için!" gibi laflar ediyor insanlıktan nasiplerini almamış, ama soygundan nasiplenen birileri, büyük soygunu yapan ekonomik ve siyasak güçler için. (Aslında bu tür sözleri düşünen, propagandasını tasarlayan ve gerektiğinde birbirini yiyenler, daima ücretli/maaşlı köleler olmuştur, efendilerinin önlerine attığı kırıntılar için). Şu yazacağımı günümüzde bu ülkenin çoğunluğu her zaman yaşıyordu ve şimdi daha çok kötü durumda yaşıyor: Benim en çok sevdiğim, çeşmeden bir kaseye su doldurmak, suyun içine şeker atıp karıştırmak, kuru ekmeği küçük parçalara bölüp suya atıp, afiyetle kaşıkla yemekti. Ben nasıl israf yapabilirdim ki! İnsanların israf yapabilmesi için, önce yeterli yiyeceklerinin olması gerekir; sonra da yukarıdaki sözleri söyleyen insanımsılar gibi olmak. Biz "israf olmasın" diye, dört kardeş aynı yatakta yatardık, hem köydeki eşkiyaların girip soyduğu "in evinde" hem de Ankara'daki "buz gibi rüzgar geçirerek" bizi doğayla içi içe olmaktan mahrum etmeyen bol fareli evde. 
  
Abartıyorum! Hatta yalan söylüyorum; Ne ekonomik sefalet içinde ne de düşünsel, duygusal, vixzdansal ve davranışsal olarak sefilleştirilmiş millet ve ümmet var! Bu onurlu millet ve ümmet, ayrıca şikayet edip günah da işlemezler asla. Dikkat, kemik atıyorum, yakala, tarih boyu yaptığın gibi kemire kemire Diriliş ve Uyanış dizilerini izle, şükret, sınandığını unutup şikayet ederek kafir olma. 


Eyyy yöneticiler, o anketlerin sonuçlarına bakmayın; "yüzde 20 kararsız var" demek, o araştırma geçersiz demek. Hiç kaygın olmasın; Biz Asla CHP ve benzeri nifakçılara ölür de oy vermeyiz. Bir Arjantinli "Arjantin halkını sırtından vurup çamur içine ağız üstü yere sersen, o çamurun içinde o çamuru yalayarak sürünmeye ve büyüklerine dua etmeye devam eder" demişti. Arjantinliler de ne ki! Biz aç ölürüz; çamuru bile israf etmeyiz, vurguncular yıkılan binalar ve "kentsel dönüşüm" diye meşrulaştırılmış gasplar yapsın diye; Biz vefalı, inançlı ve gözü tok kullarız, sadık milletiz, imanlı ümmetiz. "Padişahım sen çok yaşa" demek için, hayallerimizin gerçekleşmesi için, 29 Ekim 2023 yılını sabırsızlıkla bekliyoruz: Vur de vuralım, öl de ölelim ki, siz ekonomik ve siyasal büyüklerimiz bizim sayemizde zenginlik, güç ve şaşa içinde yaşayın her zamanki gibi. Biz de size bakıp, öbür dünyadaki Hurileri ve Nurileri de sizin sömürünüze sunarak, mutlu olalım. Biz sizin için var olduk ve varız. Onbinlerce yıldır böyleyiz ve dayanamayıp şikayet edenlerimiz olsa da, biz "düzenden" vazgeçmeyiz. "Alışmış kudurmuştan beterdir" derler. 

Güç ile gelen alışkanlık güç kaybında, eskiden intihar ile kabullenme arasında bir yere düşen davranış türü getirirdi. Siyasal (ve ekonomik) güç kaybını hazmedemeyenler günümüzde ellerinden gelen her türlü pisliğe başvurmakta ve sahtekarlığın 1001 yolunu kullanma yolunu seçerek güçlerini sürdürmeye çalışmaktadır. Öyle ki "muhalefet bizi yerimizden etmek istiyor" diyerek muhalif olanları ezmeyi müşrulaştırmaya kadar giden hasta bir "sahiplik, haklılık, doğruluk" düşüncesini, hırsını, ihtirasını ve kanserini yaymaktadır: "Ben sinin evini de satarım" diye kaynanasının evini satma hakkına sahip olduğunu ısrarla iddia eden gelinlere karşı, o televizyon programını yönetenin "bunu yapamazsın, çünkü o kaynananın malıdır ve ayrıca yasalara da aykırıdır" demeyi aklına getirememesi --veya bilerek söylelemesi-- bu yayılmış kansere bir örnektir. Bir diğer örnek de "diğer partililere, farklı görüşte olanlara, farklı giyinenlere" saldırmayı müşrulaştıran, haklı çıkaran, doğru gören hastalık, kendinden  olmayana yaşam hakkı tanımayan insanımsılığı/hayvanımsılığı (daha yavan sewviyesine bile gelmemişliği) anlatır. Bu hastalık bencilliğin ve ötekileştirmenin tavan yaptığı, mantıklı düşüncenin askıya alındığı ve onun yerine bağımlılığı meşrulaştıran, haklı çıkaran, doğrulayan, doğruyu ve iyiyi  kötüleyen veya onunla alay eden mantıksızlığın yerleştirildiği, insanın kendi vücuduna, başka insanlara ve çevresine kötülükler yaptığı, vcdansızın vicdanlılık ve kölenin özgürlük tasladığı bir durumu anlatır. Caniliği, huhharlığı ve vicdansızlığı yüceltenlerin "vur de vuralım, öl de ölelim" diyenlere, "merak etmeyin o da yakın" diye "kendini ve aşkasını ne için ve kimler için öldürmeye hazır hale getirilmişleri umutla besleyen ve onlara hazır olmalarını söyleyenler uzun zamanlardan beri vardı. Ama günümüzdeki kadar güçlü hissetmeyle, kin ve düşmanlıkla dolu olmayla gelen pervasızca insanları diğer insanlar üzerine saldırtmaya hazır yönetici kadroların olduğu bir zaman, orta çağlarda bile yoktu diyebiliriz: Güç ve çıkar için hiçbirşeyden kaçınmayacaklar --örneğin Trump ve onun dünyadaki kopyaları--, güçlerini ve pozisyonlarını yitirmemek için ellerinde nükleer silah varsa, "ben kaybedersem, herkes kaybeder" diyerek dünyayı cehenneme çevirirler hiç tereddüt etmeden.       

Cep telefonuma bu tür mesajlar ve elbette bize krediler bahşeden bankaların bizi ne kadar düşündükleri mesajları sürekli gelmekte. Onlar bize konuşmakta, ama biz onlara bir türlü konuşamamaktayız; onlar bize erişiyor, ama bizim onlara erişimimiz engellenmiş. Ne demokrasi ve özgürlük değil mi! Ama CHP veya benzeri bir ittifak sayesinde liberal çoğulcu katılımcı demokrasi geldiğinde, bu sorunların hepsi ortadan kalkacak; ele ele mutlu bir şekilde güneşin batışını seyrederek filmi bitireceğiz (kim dedi "hadi ordan be" diye? "Güneşin batışı" ile, ilk karaklık çağdan daha karanlık ve hunhar olacak olan İkinci Karanlık Çağı mı ima ediyorsun yoksa? Yooo, ikinci karanlık çağın alacakaranlığında olduğumuzu söylüyor gibi geliyor bana. "Okumanın" "anlama" yapıldığı çok gelişmiş cehalet çağı demek istiyor olabilir mi? Tüh, bir türlü, "derin anlam" çıkaramadık gibi geliyor bana!)

Brilerinin seçim heyecanı birilerinin seçim oyunları ve birilerinin seçim savaşı devam ediyor.  Ocak 21 2021'deki yazımda, Trump seçimi kazanana koltuğu verecek mi, yoksa, ABD Hıristiyan Evangelist Cumhuriyetini ilan edebilecek mi?  diye sormuştum. Trump'ı koltuktan kopardılar kolayca, çünkü Trump ABD devletinin her kurumunu ele geçrimemiş, her kurumunu adamlarıyla istila etmemişti (aslında edememişti). Edebilseydi, İncil'i elinde sallayarak, Amerikaya kan kustuırarak devam eden teoloji cumhuriyetini kurmuştu ve ölünceye kadar yönetiyor olurdu, öldükten sonra da oğlu devam ederdi.  Türkiye gibi ülkelerde, birbiriyle kıran kırana çıkar yarışındaki güçlerin bir kısmı, Amerika ve Avrupa ülkelerindekinini aksine, kapitalist sınıf diktatörlüğünün devletini ve sistemini meşru olarak kabul etme yerine, o sınıf diktatörlüğüne örgütlü dinin cübbelilerinin ve sarıklılarının siyasal egemenliği ele geçirerek, on binlerce yıldır yaptıkları gibi, ortak olmak istemektedirler.  Kapitalistler için hava hoş, çünkü onların yönetimi için ümmet, durmadan özgürlük, haklar,  demkrasi gibi şeylerle kapitalist soygunu rahatsız eden bir kısım milletten çok daha  işlevseldir: Bu durumu 1970lerde anlayan Amerikayı yönetenlerin ilk yaptıkları işlerden biri de yoğun bir şekilde Müslümanlığın ABD'de yayılmasını sağladılar. Bunu dünya'da geliştirmek için Kör İmam'ı ABD'ye getirip görevlendirdiler. Kör imam 1992'de İkiz Kuleleri uçurmaya çalışınca (veya birileri Medeniyetler çatışması teorisini gerçekleştirme işinin bir parçası olarak öyle planladığı için), Kör İmamı ve yakınlarını suçlayıp defettiler. Onun yerine, Kör İmamın dünyadaki işini başarıyla yürütecek olan Fettullahı getirdiler. O ölünce de bir başkasını getirirler kolayca.  

Seçime on gün kaldı. Herkes merakla bekliyor: Seçimde ve sonrasında neler olacak diye.
Benim tarihsel olaylardan ve Türkiyede özellikle son  8 yılda yapılanlardan hareket ederek yaptığım tahmin şu: İncilli Trump  Türkiyedekileri kıskanacak, çünkü ya son kalan cepheyi de, sandık demkrasisinin sandıklarını  "kafirlerin oyunu" diye çöpe atacaklar amaçlarına ulaşacaklar ya kısa süren bir kargaşa sonucu başarılı  olacaklar, ya Türkiye Orta Doğu cehennemini yaşayan bir ülşkeye döndürülecek ya da kısa dönemli başarısız bir denemeden sonra Trump ve adamşları gibi bertaraf edileceklerdir. Önde gelen olasılık, Türkiye, Erdoğan'a "seçimi kazanması için çok yardım ettik" gibi sitem eden Alman Merker gibilerin (yani Batının ve ABD'nin bazi güçlerinini yardımıyla, hem Batılılrı hem de Osmanlıları  tahtlarından eden Kurtuluş savaşı sonrası kurulan siyasal sistemden "100 yılın intikamını" alacaklardır. 
    

Mayıs 3 2023,             

Share:

Yasaları çözüm sananlara: yasalar güç mücadelesindeki dengesiz dengeyi ifade eder; egemenliği meşrulaştırır; güçsüzlerin güçsüzleştirilmişliğini anlatır



 Meşrulaştırılmış gayrımeşruluk ve sahje imajlarla yönetme

Hukuğun Üstünlüğü: Kimin hukukunun üstünlüğü? Böyle bir hukuk ancak devletin gerçek sahiplerinin kitleler olduğu koşulda olabilir ki, böyle bir olasılığın gerçekleşmesi, örgütlü yaşamın son 10 bin yılından beri ve bu yüzyıldaki gelişmelere (aslında geliştirilmelere) bakıldığında, hiç bir zaman engelleyemedikleri ve şimdiye kadar elde edilen kazanımları sağlayan karşı mücadelelere rağmen, pek de olası görünmemektedir. Elbette, mücadeleler, birileri istese de istemese de, devam edecektir, insanların beyinlerini mikroçiple veya herhangibir bio-tech yolla kontrol etseler bile.      


Örnek: İstanbul sözleşmesi çözüm mü getirir yoksa demokrasi ve özgürlük duygusu veren meşrulaştırma mı? Yanıt: "Neden" "yasalar olmadığı için, dolayısıyla asıl nedenleri ortadan kadıran koşullar egemen yapılmadığı (süregetirilen ilişki kültürü sürekli yeniden üretildiği) için, yasalar hem sahte çözüm duygusu verir hem de dev bir suş ve ceza yapısının daha da güçlenmesine katkı yapar.


Yasal kurallar ve yasal reformlar dahil her tür reform birçok nedenle yapılır. Fakat bu nedenleri, örneğin, tek bir faktör altında toplayabiliriz: Reform gereksiniminin çıkması. Gereksinimin ortaya çıkması için çeşitli nedenler vardır. Ama ilşk soru kimin/kimlerin gereksinimi? Halkın gereksinimi? Tarihin hangi zamanında ve hangi yerinde halkın gereksinimini karşılamak için (daha doğrusu, halk “köyümüzü sular altından bırakmayın” veya “siyanürle altın arayarak hem çevreyi hem de çevredeki insanları kanser yapmayın” gibi taleple geldiği için) yasalar yapılmıştır? Çok ender olarak. Dolayısıyla, reform gereksinimi (1) egemen güç yapılarının ortak çıkarlarını düzenlemek ve bu düzenlemeden geçerek meşrulaştırmak için yapılır. Fakat bu, “genelin çıkarına” kılıfı içinde sunulur. Ortak çıkarları düzenleme gerçek anlamıyla güçlüler arası rekabette/yarışta gerçek anlamıyla ilişksel bir yapı getirerek aralarındaki ilişki ve faaliyet düzenlemesini yapar. Bu düzenlemeler çoğu kez güçlüler arası yarışın dinamik bir ifadersidir: Güç kompozisyonu değiştiğinde, “reformlar” yapılır, yani güç kazananların çıkarına uygun uyarlamalar yapılır. (2) aslında büyük çoğunlukla geniş kitleler için geçersiz ve anlamsız olan genel ifadeler getirilir: Örneğin, “herkes seyahat özgürlüğüne sahiptir”, “herkes eğitim hakkına sahiptir” veya “herkes özgürdür” gibi yasal ifadeler böyledir. Bu ifadeler, geniş kitleleri uyutmak işlevinden öte ve özgürlüksüzlüğü meşrulaştırma görevinden öte hiçbir geçerliliğe sahip değildir, çünkü insanların bu özgürlükleri veya halkarı kullaqnabilme olanakları ortadan kaldırılmıştır: Geniş kitlelerin “şöyle bir dinleneyim veya gezip göreyim” diye bir yerlere gitme mali olanakları ve “özgür/serbest zamanları” yoktur, bu olanaklar çok düşük ücretler ve yılda bir verilen izinler nedeniyle çok büyük ölçüde sınırlanmıştır. Anayasalarda belirtilen ifade özgürlüğü diğer yasalardaki ciddi cezalar getiren kurallar ile ortadan kaldırılımıştır.

Gelelim, şu sıralar tartışılan “hukuk reform yapacağız” sözüyle gelen tartışmalara: (1) Tarihin her döneminde ve yerinde, “hukuk reform yapacağız” diye gelenlerin amacı, kendilerinin ve ortak güçlerin çıkarlarını sağlama ve yapacaklarını meşrulaştırma temeli üzerine inşa edilir. Bu nedenle ki “yasalar gücün ve güç ilişkilerinin meşrulaştırılma işlevini görürler; kısaca, güç ilişkilerinin yasal olarak belirlenen ifadeleridir.” Dolayısıyla, “ne tür hukuk reform yapılacağı” ya da “hukuk reformu yapma” gibi söylemin sadece laftan ibaret olma olasılıklar hakkında doğru tahminler ve geçerli tartışmalar sunabilmek için, “reform yapacağız” diyenlerin şimdiye kadar neleri nasıl yaptıklarına, reform yapmak veya sadece taktik olarak söylemek gereksinimini veya ortaya çıkaran “karşılaştıkları zorluklara ve girdikleri girdaplara” eğilmek ve onlar üzerinden hareket ederek tartışma sunmak gerekir. (2) “(sanki yandaş olmama mümkünmüş gibi) yandaş olmayan medyada” sunulan reformla ilgili eleştirilere ve tartışmalara bakıldığında hemen hemen hepsi, “kendilerinin reformdan ne anladıkları” üzerinden hareket ederek tartışma sunmaktadırlar. Bu tartışmalar asıl üzerinde durulması gerekenden uzak bir eksen üzerinde dönmektedir: Asıl yapılması gereken önce “reform yapacağız” diyenlerin neden bu gereksinimi duydukları ve ne tür meşrulaştırmalar getirmek ve karşılaştıkları ne tür engelleri ortadan kaldırmak, bertaraf etmek, gayrimeşrulaştırmak, bastırmaları gerekenleri ezmek için çalışma yaptıklarını ve dolayısıyla, amaçlarını anlamak ve irdelemek gerekir. Önce bu yapılmalı ki yapılmamaktadır. Ardından da, bu sıralar sunulanlar üzerinde eğilmek gerekir.  

Hukukun ve yasaların her şeyi çözeceği yanlış düşüncesi

Hukuk reformu söyleminden beri, yandaş olmayan medyada bol bol hukuk reform başladı. Yandaş denen medya üzerinde durmuyorum; çünkü onlar her zamanki kullandıkları klişe kavramlarla suçlamalar ve saldırıları yapan, geçersiz ve düşmanca söylemler ötesine gitmemeltedir. Ötekileştirilmiş olan ve düşman ilan edilen medyadaki sunumlar üzerinden duruyorum. Bu sunumların en önde gelen sorunlarından biri de şudur: Sanki sorun, hukuk ve yasaları, demokratik ve özgürlük yasaları konursa ülke refaha, özgürlüğe ve demokrasiye kavuşurmuş gibi, var olan yönetimin özgürlükleri ve baskıları gibi konular üzerinde durararak “hukuğun yok edildiği” feryatları yükseltmektedirler. Büyük çoğunlukla saçmalık. Sorun hem güç yapısında egemen olan insanlarda hem de onların yerini alacak olanların onların aynadaki ters yansıması olmasındadır (onlardan farklılıklarının, onlardan farklı olmamasındadır). Dolayısıyla, çözüm “Aktif özne olma” gibi bir özellliğe sahip olmayan yasalarda veya kurallarda değildir. Yani, çözüm de, bir şeyleri yapan veya yapmayan, yani düşünen, kendi ve ortaklarının çıkarına göre karar veren ve uygulayan (aktif özne olan) insanların “çözüm olacak farklılaşmasında” yatar. Dürüstlüğü veya sahterakrlığı, sözünün eri olmayı veya ikiyüzlü ve kalleş olmayı, başkalarını sömürerek vurgunla ve soygunla kendini ve ortaklarını zenginleştirmeyi ve geniş kitleleri aç ve yoksul duruma düşürmeyi veya tersini, insanlar (ve insanımsılar) yasalar olduğu veya olmadığı, din ve iman olduğu veya olmadığı için seçmezler. İyi, dürüst, doğru, diğer insana karşı anlayışlı, hoşgörülü ve duyarlı olan insan, yasalar olsa da olduğu gibi olacaktır, olmasa da. Siyasal, eknomik ve kültürel güç yapılarındaki vurguncu, soyguncu, sömürgen, hunhar ve vicdansız insanların (insanımsıların) olmasını belirleyen veya engelleyen hukuk ve yasalar değildir. Zaten yasalar onların çıkarları için yapılır ve onların çıkarlarına aykırı yasalar onların bir şekilde kırması için vardır; bu yasaları kırma, bükme, altından, üstünden ve çevresinden geçme işini de, onların hizmetindeki “bağımsız adalet sistemindeki ücretli/maaşlı “kendini devlet sananlar” yoluyla gerçekleştirirler. 

Adalet sistemi, kontrol ve yönetsel güç bağı

Adalet sistemi güç yapılarının ve güç ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır. Bu nedenle, güç yapılarının çıkarlarından ve amaçlarından yalıtılmış ve bağımsız olarak düşünülemez. Bu system, etkisinde olduğu uluslararası egemenliğin ve bulunduğu siyasal, ekonomik ve kültürel yapının koşullarına ve amaçlarına uygun bir şekildbiçimlenir.

Adaletin kurumları, aynı zamanda, eğitim kurumlarının topluma “yararlı” olarak hazırlayamadığı veya eğitemediği” insanları veya sosyal  yapının kendi  içinde  mülkiyet ilişkilerine zarar getiren  kişileri cezalandırma aygıtlarıdır. Adaletin propagandası yapılan ideal amacı, önleme/caydırma/durdurma, ceza evlerinde uygulanan politikalar yoluyla “iyileştirme, ıslah” (rehabilitasyon) ve topluma yeniden kazandırmadır. Ne yazık ki, adalet tüm dünyada çok ender olarak “ıslah eden ve topluma yeniden kazandıran bir işleve sahip olamamıştır. Onun yerine, büyük çoğunlukla, işkenceyi ve kötü muameleyi de içeren hapiyoluyla “toplumdan tecrit biçiminde çalışmaktadır. Bu durum, adalet sisteminin kurum olarak hacimce büyümesini ve yaygın bir endüstrinin ve yan endüstrilerin gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Kamu düzeni diye sunulan system koruma işiyle yükümlü olan polis gücünün sayısının ve uzmanlaşma alanlarının artışı da buna bir örnektir.  Bu devasalaşan sistemin gücü ve sürekliliği, hızla tırmanan yasal kurallar sayısıyla da beslenen suç ve suçlu üretimi ve yeniden üretimine kaçınılmaz olarak istese  de istemese de katkıda bulunmaktadır. Yani, bu adalet sisteminin varlığı ve sürdürülebilirliği suç ve suçlunun (müşterinin) artmasına bağlıdır.         

Suçla beslenen bir adalet sistemi çözüm getiremez 

Örnekle başlayalım: Yasalarla kişilere belli haklar tanınır veya kişilerin belli hakları kısıtlanır. Diyelim ki, Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddesine şöyle bir ekleme yapılsın: eşini döven, erkeklere 50 yıl hapis cezası verilecek. Bu yasa kadının durumunu azıcık bile olsa değiştirebilir mi? Kesin bir cevap vereyim: kesinlikle hayır. Bu ancak adalet sistemindekilere maddi çıkar sağlar. Fakat kadına şiddeti ortaya çıkaran ve besleyen koşulları değiştirmediği için, anlamlı bir değişim asla getiremez. Birçok ülkede, bizde de, kadınlara yasal eşitlikler verilmiştir. Sonuç ne? O yasal eşitlik verilmesini gerekli kılan olumsuz koşullar değiştirilmiş mi? Değiştirilmiş olsaydı, feminisme ve kadın hakları mücadeleslerine gerek kalmazdı. Amerika'da kadının ve çocuğun kılına bile dokunmak erkek için kendi başına büyük dert açmak demektir. Bu Amerika'da kadına şiddeti azalttı veya durdurdu mu? Hayır. Ayrıca, sen, kadın olarak kocanın sana veya çocuğuna dayak attığını nasıl polise şikayet edebilirsin? Eğer ekonomik olarak kendini ve çocuğunu besleyebilecek gelir getiren bir işe sahipsen, şikayet edersin ve hatta boşanırsın. Ama, polisin neden bu işkenceyi çekiyorsun, şikayetçi ol, atalım içeri” dediğinde, “yapamam çünkü eve ekmeği getiren o” dediği gerçeğinde olduğu gibi, çoğu fukara ailelerde kadınlar ya çalışmamakta ya da hem kendi hem de kocası çalıştığı halde zor geçinebilmektedir. Dolayısıyla, şiddeti yaratan koşullar yanında, şiddete ses çıkarmama koşulları da şiddetin sürekliliğine katkıda bulunmaktadır. “Bekara eş boşaması kolay gelir”, ama gerçek hayatta sorun çözme öyle, şiddet gören kadına, “kadın sığınma evlerine, git” demek kolaydır; ama o kadına hayatı boyu “kadın sığınma evleri” bakmayacaktır; ama “kadın sığınma evleri” felaketten ve faciadan yararlanarak birilerinin para kazanmasını ve birilerinin zengin olmasını sağlayacaktır. “Eşim çovuğumuzu dövüyor” diye şikayet edemezsin (eğer riskleri ve başına gelecek zorlukları göze almazsan), çünkü birçok ülkede devlet senin elinden çocuğunu dövülmesi nedeniyle alır. Susup gaddarlığa sessizlikle katılarak sen de suç işlemek zorunda kalırsın ya da riskleri göze alıp harekete geçersin. Ama koşullar “susmayı” beraberinde getirmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de öyle: Bu bildirge, güçlüyü insanlık dışı güç uygulamalarından vazgeçirecek bir koşulu getirmez ve yaptırım uygulayamaz. Yasalarla verilen hakların hangisinin kullanım koşullarını ve olanaklarını toplumsal çevre, endüstriyel yapılar ve devlet sağlamaktadır ki? Yasa koymakla iş bitmez. Bu yasaların gerçekleşmesi için gerekli koşulların oluşturulması ve geliştirilmesi, kaynakların ve olanakların bu yasalardan faydalanacak kişilere veya örgütlere sağlanması zorunludur. 

Hukuk ve yasalar olmasın mı?

O zaman, yasalar olmasın mı? Bu soru Türkiye'de özel televizyon olup olmaması tartışması gibi tartışmalara benzer. Sen (veya ben) istesen de olacak, istemesen de, çünkü bu örgütlü egemenlik ilişkilerinin tarihsel bir gerçeğidir. Bu, güç ilişkilerinin ve mücadelenin bir neticesidir. Güçlüler kendi işine gelen yasaları koymaya çalışır, karşı mücadelede olanlar da bunu engelllemeye ve kendi çıkarlarına uyanı koymaya uğraşır. Karşı mücadeleciler başarı kazanıp, örneğin kadın haklarını tanıyan bir yasa elde ederlerse, güçlüler hemen bu yasanın kullanılma olanaklarını pratikte engelleme yollarını ve mekanizmalarını kurarlar ve olan mekanizmaları da güçlendirmeye çalışırlar. Karşı mücadelede olanlar ise kendi mekanizmalarını kurmaya çalışırlar. Bu sadece her alanda ve her seviye ve boyutta olan mücadelelerin bir bölümüdür. Her seviyede ve alanda, önemsiz ve neticesiz gibi görünse bile, mücadele şarttır. 

Yasalar ve aylıklı serbest kölelerin güç uygulamasıBen devletim! 

Evet, yasalar yukarda belirttiğim gibidir. Fakat bunu bilmek yasaları elde etmenin ne demek olduğunu anlamak ve bu yasalarla gelen durumla nasıl bir mücadele etmek gerektiğini gösterir. Nurdan evlendikten sonra yeni nüfus kağıdı almak için Fatih Nüfus Memurluğuna gider. Erkek memura, kadınlar için yeni çıkan kanundan faydalanarak kendi soyadını kullanmak istediğini söyler. Memur da sırıtarak, "o kanun ünlüler için. Ancak onlar kendi soyadlarını kullanabilirler" der. Memurun bu davranışı, egemen ideolojiyi benimseyen erkeğin verilen hakları hazmedememesini ve kadına verilen hakkı kadının kullanma olanağını kadının elinden almasını ifade eder (O memurun bu dediğimin farkında olduğunu hiç sanmıyorum; onunki yalın bir güç uygulamasından geçerek, güçsüzlüğünde güç uygulama fırsatını kullanarak, onun tadını çıkarmaktır). Nermin de evlendikten sonra kendi soyadını kullanmak için müracat etmiş, müracaatına cevap bile vermemişler. Nüfus kağıdını kocasının soyadına göre düzenleyip vermişler. Nermin New York'da konsolosluğa gidip kendi soyadını korumayı istediğinde, orada çalışan kadın hince bir gülümsemeyle "demek ki evliliği Amerika'da oturma izni almak için yaptın da onun için böyle istiyorsun" der. Bu kadının kendi psikolojik hastalığına göre kanunu yorumlayarak, kadına verilen hakkı kullanıp kullanmamasında karar vermesi hakkını kimse ona tanımamıştır. Ama güç yapılarının bürokrat köleleri güçlünün çıkarlarını güçlü yararına korumak için ve bazen de rüşvet almak için, canla başla uğraşırlar. Bizim bürokrasinin psikolojisi çok nadir görülen bir hastalığa sahiptir: Bu bürokrasiye gittiğinde bu hasta psikolojideki bürokrat senin işini kolaylaştırmak ve yapmak için çaba harcamaz, tam aksine nerede bir pürüz bulurum da zorluk çıkarırım diye yırtınır. Amaç yapmak değil, yapmamaktır. Bir pürüz bulamaz ve yapmak zorunda kalırsa kafası bozulur. Tatmin olmaz. Kendini rahat hissetmez. Çay ve sigara içmeye başlar yatışmak için. Yaptığını bir kenara bırakır; yanındakilerle konuşmaya da başlar. Sen beklersin. İçinden bu adi yaratığın boğazına sarılıp tavuk gibi çekip koparmak bile gelebilir. İnsanlığını muhafaza edersin. Senin beklediğini bilir. Sinirlendiğini de. Çayından bir yudum daha çeker. Durumdan zevk alarak, büyük rahatlık hissetmeye başlar. Çaydan değil tabi; seni ezdiğinden. Bununla yetinmez ve sana çıkışır bile. Nasıl olur da sen herşeyi böyle tamam ve eksiksiz getirebilirsin! Kendinin ücretli veya maaşlı köle olduğunun farkında bile değildir. Polis gibi devlet kurumlarında çalışanların taşıdığı "kanun benim" ve “ben devletim” psikolojisi gibi hasta bir psikolojiyle diğer insanlara gaddarlık ederler.

Bu anlattıklarımın anlamı, asla “yasalar gereği gibi uygulanırsa, sorunlar ortaya çıkmaz” demek değildir: kölenin efendisi ve kendi hasta psikolojisini tatmin için, yasaları ve kuralları hiçe sayarak, güçsüz birilerini ezmesidir. Ne olursa olsun, yasalar egemen düzenin yasalarıdır. Egemen düzenin çıkarlarına aykırı bir yasa ise kullanılma olanakları çeşitli yollarla kısıtlanarak geçersiz yapılır. 

Yasalar ve Eşitsizliklerin ve egemenliklerin yeniden üretimi

Örnekle devam edelim: evlilik ve boşanmayla ilgili yasaları düzenleyenler arasında kadın varmıydı acaba? Kadın olsa bile ne fark ederdi ki zaten? Hiçbirşey çünkü o kadın da, o örgütlü yapının iş yapış biçimi içinde, erkekler gibi egemen güç ilişkilerini destekleyen yasaların formüle edilmesinde katkıda bulunurdu. Boşanmanın çeşitli kurallarla zorlaştırılması (örneğin dilenci gibi nafaka alma hakkı) gerçekte kadın düşünülerek yapılmış birşey değildir. Gerçekte, kadının özgürlüğünü elinden alan evlilik kurumu getirdiği kaidelerle bu esaret düzenini korur: Evlenirken ölünceye kadar birlikte olmaya and içildiğinde, gerçekte bu kadının ölünceye kadar kendi köleliğini kendisinin tastik etmesidir. Devletin rolü eşler arasındaki yapılan kontratı ve kontratla ilgili kuralları meşrulaştırmak ve gözetmektir. Örneğin, bir kişinin boşanmadan bir başkasıyla evlenmesini engellemek gibi (engelliyor mu? Türkiyede ne kadar hoca nikahıyla evlenenler var dersin?).

Yasa önünde kadın ve erkek eşittir. Bu eğer, mahkemede eşittir ise, bu büyük çoğunlukla geçerlidir. Ama iş dünyasında, yasaların söylediği eşitlik eşitsizliği meşrulaştırma işlevine sahiptir.

Birçok ülkede kadını döven erkek yasalara göre  cezaya çarptırılır. Fakat yasaların olması ille ki o yasaların günlük gerçek hayatta işledikleri anlamına gelmez. Yasalar kadınları dayaktan korumada hiç denecek kadar az rol oynar. Karısını (eş kavramını kullanmıyorum, çünkü kavramın kendisi dövmeyi ve eşitsizliği dışarıda bırakır) dövenlerin çok azı kadının isteğiyle hapse atılır. Hapse atılan varsa eğer, onlar da çıkar ve tekrar döver. Kadınların dayağı yiyip yatmalarının baş nedeni evlilik düzeninde ve ekmeğini kazanmada ekonomik ilişkilerin oynadığı roldür. Kadınların iş bulması, iş bulsalar bile yaşamlarını bağımsız olarak sürdürebilecek miktarda ücret alabilmeleri erkeklere nazaran oldukça kısıtlanmıştır pratikte. Bunun yanında çocuk, sosyal ve ahlaksal baskılar ve kadına yükletilen geleneksel görev ve sorumluluklar, kadının erkeğin (ve iş yerindeki yöneticinin) baskısına başkaldırmasını büyük ölçüde önler. Kadının başkaldırma olarak kullandığı yöntemlerse çoğu kez geri teper.  

Yasalar ve ilişkisel yapının meşrulaştırılması

Yasalar boşanmada kadına erkeğin maaşından bir bölümünü vererek, erkeğin egemenliğini ve kadının acizliğini kanıtlar ve meşrulaştırırlar. Yasalar erkeğin ekonomik gücü tuttuğunu varsayar ve kadını erkeğe bağımlı olarak düşünür.

Kadının boşanmada dilenci durumuna düşürülmesinin etkilerinden biri de, kadına kendi kendini ve erkeğe de kadını aşağı görmesi psikolojisini aşılamasıdır. Kadının nafaka parası bir bakıma onun esaretinin ücretidir: Çok ucuz bir ücret. Böylece düzen tasdik edilir ve haklı çıkarılır (meşrulaştırılır).

Boşanmada kocadan çocukların bakımı için para vermeye zorlama aile kurumunda önceden hazırlanmış görev ve sorumlulukların, bu kurum çökse bile, devamını sağlar. Bu, gerçekte ekonomik güçten yoksun olan çocukları korumak amacıyla hazırlanmıştır. Fakat bazen kadınlar bunda erkekten intikam alma fırsatı bulurlar; Herifin gırtlağını bu şekilde yıllarca bırakmamaya karar verirler. Kadınların bence bu iğrenç ve acınacak durumu kendilerine verilen bu rolü benimsemeleri ve iştahla oynamalarıdır. 

Burjuva düşünü tarzının çıkmazı: Çözüm olmayan çözüm üretme

Burjuva düşünü tarzı --ki hemen herkeste değişen ölçülerde vardır-- kadının babasına ve kocasına tutsaklığının ortadan kalkmasına çare olarak yasalar değiştirip, yasalar koyma ardından koşar. Böylece kadının boyunsundurulması ve boyun eğmesine ve, dolaylı olarak aile kurumunun despot bir biçim almasına son vermenin yolu olarak, kadın için yasasal eşitliklerin getirilmesi gerekliliğini bütün burjuva feministler mücadelelerinde ana hedef olarak alırlar. Burjuva femistler nadiren evlilik kurumunu ve toplumsal yapıyı direk olarak ele alıp eleştirirler. Bunun yerine, erkek suçlu olarak nitelenir ve kadın erkek eşitliğinin sağlanması için yasasal değişiklikler ve yasasal yenilikler isterler. Üzerine eğilinen sorun ve konu aile ve evlilik kurumu değil, erkeğin sosyal üretim ilişkilerinde ekonomik, eğitim, öğretim, çalışma ve profesyonel alanlarda kadından çok daha imtiyazlı bir durumda olduğu ve duruma yasaların aracılığıyla son verilmesi gerektiğidir.

Peki aile ilişkileri? Burjuva feministlerine göre, kadın aldığı haklarla genel çevrede eşit muamele görürse, bunun neticesi sonunda ailede de görülür. Burjuva kadın dergilerinin hemen hepsi kadınsal bireycilik, özgürlük, bağımsızlık, seksüel devrim laflarıyla kadınlara burjuva kitle kültürünü ve bu kültürün ürünlerini kakalarlar: Kadının durumuna niteliksel bir değişme sunulmaz. Geleneksel kadın "kocasının evine" kapalı, ev işleri ve çocuk bakımıyla hayatını tüketen, hisli, gözyaşı dolu, mutsuz "evdeki tutsaktır." Burjuva kitle kültürünün feminizmi ise bu kadına daha çok duygululuğu (Tv dizilerini düşün), kişisel zevki ve hırslı tüketimi getirdi: Ye, iç, eğlen! Özgürsün sen! Satın al! Onu da al! Bunu da! Bağımsızsın sen! Şunu da satın al! 

Kapitalist düzen ve kadının esareti

Kapitalist siyasal ekonomi insan ırkının yarısını, yani kadınları, üretim araçlarını (ekonomik gücü) ve üstyapıyı (siyasal gücü) kontrol eden erkeklerin tutsağı olmasını sağladı veya, eğer zaten tutsağıysa, tutsaklığı sürdürmeye devam etti: Ailenin evi kocanın evi ve kadının ise hapishanesi olarak... Kapitalist sistem ne tür yasalarla gelirse gelsin, kadının (ve erkeğin) evlilik kurumu içindeki hapisliğini daha da perçinleştirir. Daha kötüsü, kadın çalışmak zorunda kalarak, kapitalist sistemle, bir başka terröristin pençesine düşer: “işveren” denen sömürgen ve onun yönetim işini yapan yüksek ücretliler. Kadınının bu terrör altına girmesini de kadın özgürlüğü olarak yutturmaya çalışır. kapitalist düzen, evliliği daha da ezici bir şekilde ekonomik aranjman haline sokar: Yaşam savaşında hem kadın hem de kocası çalışmak zorunda kalırlar. Bazen öyle olur ki biri bitkin uyurken diğeri işe gider. O geldiğinde de eşi işe gitmiş olur. Aşk ve sevişme, Amerikada olduğu gibi, eğer mümkünse, hafta sonuna (ya Cuma veya Cumartesi gecesine) sıkıştırılır. 

          Baskıcı düzenin yasaları topal eşeğe vurulan nal gibidir: topal eşek yine seke seke gider. Faydası? Topal sekerek gider, bir agacın altına gölgeliğe çöker. Nalına bakar, "üf be, iyi çaba gösterdim bunu almak için" der ve mutlulukla gülümser. Ama nallayanın onu neden nalladığının bile farkında değildir, ne yazık ki.

Dolayısıyla, “hukuk reform” laflarıyla gelenlerin neyi, kimleri, ne amaç ve sonuçlar düşünerek ve hangi koşullar içinde “nallamaya kalktığına” bakmaksızın, gerçeği yakalayamayız.  Örneğin, hukuk reformu torba paketi içinde dip bir köşeye, kadınları hem cehennem ateşinden korumak hem de korona virisüne karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için, “sıkı sıkı örtünmeleri, örtünmeden  sokağa çıkmamaları, açık seçik sokağa çıkanlara ceza olarak korona virüsü enjekte etme” üzerine kurulu bir yasal reform hediye edilebilir. Niye olmasın ki!  

 3 Mayıs 2023 updated

Share:

Deprem: Ölenler ve öldürenlere ne olur?

Türkiye "asrın depremi"diye "bize vuran bir piyango" gibi sunulan bir deprem yaşandı 2023 yılında. 

Deprem "felaket" olarak nitelendi. Deprem nasıl oluyor da  bizde felaket oluyor, ama Japonya'da  binaların çökmediği ve kimsenin ölmediği olagan, rutin bir doğal olay  oluyor? 

Yanıt oldukça açık: Tedbir almayanlar ve gereğini yapmayanlar için felaket olur. Dolayısıyla "deprem felaketi" diye depremi suçlamak, sorumlu yapmak geçersizdir.

Deprem oldu. Büyük olasılıkla 100 binden fazla kişi öldü. Depremde göçük altında kalanlar feryatlar ederek öldüler, çünkü yardım zamanında gitmedi, yardım araçları ve imkanları orada yakında olsa bile kullanılmadı, hatta cep telefonları bile çalışmadı. Siyasal muhalefet ve medyada sürekli "yönetimin beceriksiz, bilgisiz, tedbirlerden haberi olmayan lar olarak niteledi ve eleştirdi. Sorun beceriksizlik, hazır olmama, bilgisizlik ve buna benzer şerler mi? Hyır değil. Asıl neden "krizleri fırsata çevirme" temeline dayalı bir çıkar ve düşünce ortamının belli çevrelerde egemen olmasıdır. Kısaca, bu tür ortamlarda, "para gelmeyecek, çıkar sağlanmayacak ve hatta çıkar olasılıklarını azaltacak birşeyler yapmak, "bu ortamların normal çıkar, çözüm, düşünce ve davranış kalıplarına aykırı düşer. Örneğin, dev seyahat gemileri olan bir zenginin gemisini kullanılmasını istemesinin yaıtsız kalması ve gemisinin depremzedeleri barındırmak ve yiyip içirmek için kullanılmaması "beceriksizlik veya bilgisizlik değildir: Kurnazca uygulanan rekabetçi çıkar politikasıdır. o adamın gemisinin kullanımı birilerine para kazandırmadığı için (rüşvet dahil), o gemiye izin verileceği düşünülemez. Bana "İrfan, eğer ben yardım içinde olsaydım, o zaman senin "işçiler fedakarca çalışıyor, saat ücretlerini 25 cent artırarak ödüllendir" dediğinden çok daha fazla para verirdim; ama ben para kazanma işindeyim" diyen amerikalı iş adamı için öncelik, bu ülkeyi soyan siyasetçilerin ve kapitalistlerin yaptığını yapmaktır: Bunu da deprem sırasında çok başarılı bir şekilde yaptılar. Cep telefon sinyallerini kestirenler, zamanında müdahale etmeyenler, müdahalede "tercihli yardım" yapan ve yavaş olanlar, çok hızlı bir şekilde "felaketi fırsata çevirme işinde" (özellikle binalar yaparak milyarlar vurma işinde) çok hızlı davrandılar; aspest denen öldürücü maddeyi içeren enkaz yığınlarını her zaman yapyıklarını yaparak sorumsuzca etrafa yığdılar.

Kısaca, sorun beceriksizlik değil, becerikli bir şekilde çıkar gerçekleştirme sorunudur: Aslında deprem sadece kitleler için sorundur; krizi fırsata çevirenler çıkar yapıları için, ekonomik çıkarlar sağlayan "Allahın onlara lütuflarından" biridir.  

Türkiyede deprem olduğunda daha önceki depremde (veya madendeki işçilerin zehirlenerek, yangında veya göçük altında kalarak öldürülmesinde) olduğu gibi daha önce aşaıda yazdıklarımda belirttiğim "tarih kasıtlı ve bilinçli olarak tekerrür ettirilir": 

Türkiye!de yine deprem  oldu. Medyada yine aynı haklı şikayetler ve yakınmalar. 

Bu binalara izin verenlere, denetleme yapanlara, binayı yapanlardan avanta alanlara, binayı tasarlayan ve inşa edenlere ve sahiplerine Türkiye'de ne olmaktadır? 

Bunun yanıtını insan olan herkes bilir ve insanımsılar da bahaneler uydurur. Aşağıda dört bin yıl kadar önce, bina herhangi bir nedenle yıkılırsa, binayı yapana uygulanan cezalar yazılıyor.

Buna benzer veya bundan esinlenen bir yasa Türkiye'de olsa ne olur?  Zaten var olanlara ne oluyorsa o olur: Yasa iki şekilde uygulanır: (1) Bina yapanlardan meşrulaştırılmış ve gayri-meşru (rüşvet, hediye) para almak için kullanılır; (2)  Bina yapanlar en ucuza mal etmek için her türlü düzenbazlığa başvurur (örneğin malzemeden çalar; kötü malzeme kullanır). 

Bina çöker ve insanlar ölürse ne olur? Ölürler ve hak ettiklerini bulurlar: Onlar da sağlam ev satın alsınlar veya sağlam evde kirada otursunlar. Bu tür lafları söyleyenlere, o ölenlerin yakınları falan "başmızdan Allah eksik etmesin" diye sürekli oy verirler. 

Peli bina çöktü, bu binayı bu şekide yapanlara ne olur? Uzun senelerdir  ne oluyorsa, o olur: Hiç bir şey olmaz; hatta millet vekili bile olurlar.  

Share:

Diriliş Ertuğrul: Hunharlığa, Vicdansızlığa ve Batıla Övgü

   Bilimsel araştırma kullanılarak beyin ve davranış yönetimi yapma işinde kullanılan kurmaz yollardan biri de şudur: Araştırmaya yanıt veren insanlara öyle bir şekilde soru sorulur ki, yanıt veren mecburi olarak “istenen seçeneği” seçer. Şöyle denir: “Siyasette sahtekar bir adayı desteklemek vatan hainliğidir. Sahtekarlığı kanıtlanmış başkan adayı Çokkaypak Namusluoğlu’na oy vermeyi (a) düşünür müsünüz ve (b) tasvip eder misiniz? Evet, Hayır”. Diriliş Ertuğrul gibi dizileri yapan yapımcılar bu oyunu (bilerek veya bilmeyerek) çok kurnazca bir şekilde uyguluyorlar dizilere: İzleyicilere aşılamak istedikleri her şeyi, Ertuğrul gibi önemli tarihsel bir ünlüyü kullanarak ve aşılamak istedikleri her şeye Allah’ı ortak ederek (Allah’ın istediği olarak sunarak) yapıyorlar. Allah’a “adını yüceltmek için çıktığım bu yolda” diye sürekli dua eden Ertuğrul  bu işi kılıçla kan dökerek yapmaktadır. Bu kan dökme ve istila işine Allah’ı ortak etmiyor; Allah’a (ve bize) Allah için yaptığını söylüyor: Bu tür söylemle ve iddiayla gelenlerin davasına karşı gelmek (veya barışı ve insanlığı savunmak) demek, Allah’a karşı gelmek demektir. Bu söylemler ve dava hemen her örgütlü dinde ve propagandada kutsal kitaba bağlandığı için, barış istemek bile, Tanrının buyurduğu davaya karşıtlığı ifade eder. Şu sözler, bu “egemen yaratılmış-gerçeğin”  karşısında ya hiçbir anlam taşımaz ya da, en iyi şekliyle, “günah”, ve en kötü şekliyle, “münafıklık veya kafirlik” olarak nitelenir: Kılıçla (katliam yaparak) barış ve Tanrının düzeni gelmez; insanımsılık tarihini yapanların ve yazanların ve onları destekleyenlerin düzeni gelir. Her şeye kadir olan (her şeye gücü yeten, kuvvet ve kudretine hiçbir sınır olmayan) Allah (veya Tanrı) isterse bu dünyayı istediği gibi yapamaz mı? Soyguncu ve katil kapitalistlere, onların pis işlerini yapan siyasetçi, yönetici, din adamı ve medya profesyoneli (ve yönetici) denen hasta ruhlulara ihtiyacı olacak kadar kudretsiz mi? (Demek istediğim şu: Bu bilgiçlik taslayan hunhar cahiller güç ve ihtirasları için “Allah için kutlu davasında kılıcıyla şehit olmaya can attıklarını” söylediklerinde, Allah’a “sen beceremiyorsun, senin için biz yaparız” gibi şeyler dediklerinin farkında bile değiller. Böyle söyleme yerine, yani “Allah için” deme yerine “padişah için, kral için, hükümdar için, kapitalistler için, yöneten güçlüler için” dersek, işte o zaman tarih boyu süre getirilen gerçek, asıl gerçek ortaya çıkar. Allah/Tanrı da, bu asıl gerçeği gerçekleştirmede insanların birbirini öldürmesi için “kullanılan ikna araçlarından en güçlü bir tanesi” olarak karşımıza çıkar, ne yazık ki. 

 (devamını okumak için:  Hunharlığa ve Batıla Övgü: Diriliş Ertuğrul

Share:

Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye farkı

Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye farkı


Aşağıda vereceğim örnekler elbette herkes için aynı değildir, ama genel özellikleridir:

Dört ay kadar önce öğrencilere kitap göndermek için Yaşamkent’teki PTT’ye gittim. Kitapları tartınca, parası ne kadar dedim. “16 TL” dedi. Ben de, “hayır 3.5 TL” dedim, “uzun zmandır böyle” dedim. “Kampanya bitti” dedi. Ben bizim ülkemizdeki çalışanların genel karakterini bildiğim için, ısrar ettim, ama “artık kampanya yok” dedi ve diğer çalışan da onu destekledi. Ben göndermedim. Ümit köydeki büyük PTT’ye gittim ve 3.5 TL’ye gönderdim. Bir başka zaman “Allah kahretsin” dedim kendi kendime ve ödeyip gönderdim. Bugün, yine dört ayrı öğrenciye kitap göndermek için Yaşamkent PTT’sine gittim. Kız bana “bir kitap” 5 TL, iki tane olursa, 16 TL” dedi. Ben “1 kiloya kadar 3.5 Tl” dedim. Kız arkasına döndü ve oradan geçen, müdürü olmalı, iri kıyım adama sordu ve gelip bana “1 kitap 5 Tl, ikisini gönderirsen 16 TL dedi.” Ben de göndermedim, çünkü dediğim gibi ben “bu ülkedeki ücretli kölelerin kölelik psikolojisini çok iyi biliyorum”: Bizim insanımız bilmez, bilmek de istemez, hatta kendini soyan şirket için müşteriye şirketin soygun fiyatının üstünde fiyat ödeterek kendini soyana hizmet eder; bilerek veya bilmeyerek müşteriye atılan kazığa biraz daha ekleme yapar.

20 yıl kadar önceydi (Nedense AKP hükümetiyle birlikte bu durum olumlu bağlamda çok değişti. Elbette her yerde değil: X Üniversitesinde verdiğim ders ücreti verilmedi. Almak için gittiğimde, Çalışan kızlar paramı almam için her belgeyi hazırladılar, son aşamada benden bir şey için bağış istediler; ne kadar diye sordum minimum 100 Tl dediler. Ben vermemek için her numaraya başvurdum, onlar da almak için. Sonunda vermedim, ama ceremesini de çektim: Paramı alma işlemini yapıyor gibi yapıp, oruç tutmayıp bağış vermeyen kafirin işini yapmadılar. Herhalde iki sene sonra, rektörlerine epey ağır mektup yazdıktan sonra alabildim. Bir başka özel okulda herhalde 40 saat kadar eksik ödediler ve asla alamadım, onlar çok azgın ve kurnaz laiklerdi, vazgeçtim. Bir başkasında da saatine 100 Tl yerine 38 Tl ödediler ve onu da alamadım. Bunu o okulların sahipleri yapmıyor; onların muhasebe işiyle ilgili ücretli köleleri yapıyorlar.

Yine 20 sene kadar önce, Maliye’ye gitmem gerekti, çünkü hakettiğim bir para vardı. Hukukçu arkadaşım dedi ki “İrfan, çok sakin ve yumuşak ol, memura”. Ben de “niye ki, alacağım var, verecek.” Arkadaşım “yok, vermemek için elinden gelen her şeyi yapacak” dedi. Ben de “Cebinden çıkmıyor ki, devletin bana yapacağı ödeme” dedim. “O memur, kendini devlet olarak görür ve cebinden çıkıyor gibi hisseder; sakın sinirlenme, alttan alarak, paranı almaya çalış” dedi. Dediğinin hepsi oldu. Memur bana benim paramı vermemek için her türlü pisliği yapmaya başladı. Ben biraz yumuşak davrandım, ama sonunda patladım. İşe müdürleri falan karıştı ve o parayı ter dökerek aldım. Başka zaman ben iki kez mahkeme tarafından bilir kisi atanmıştım; para veriyorlarmış, gitmedim almak için. Devletin memurları da bana getirmedi; ama devletin memurları devletin senden alacağı olunca peşini bırakmazlar.

Şimdi gelelim Amerika örneğine. Birinci örnek: New York kenti. Birbirinden 30 metre kadar uzakta iki manav. Birinde muz 59 cent, öbüründe 69 cent ve böyle fiyat farkları var. Düşük fiyat veren Yunanlı Amerikalı ve diğeri de Italyan Amerikalı. Bir ara nedense şüphelendim ve sonunda şunu öğrendim: Yunanlının manavında (belki de Türk veya İspanyoldu, hatırlamıyorum) çalışan iki şeyi aynı zamanda yapıyordu: Terazide sahtekarlık yapıyordu ve de para üstünü verirken. Amerikalı asla paranın üstünü saymaz ve terazide sahtekarlık yapacaklarını aklının köşesinden bile geçirmez. Türkler New York’a “hava parası” almayı ve araba istasyonlarında benzine su katmayı öğretti. Bunlar Amerika’daki Yunanlılar, Türkler ve Güney Amerikalı İspanyollar.

Şimdi ciddi fark örneği. İkinci örnek: Fatih New York’da emekli maaşını almaya başlamak için müracaat ediyor. Kızı da yanında. Evrakları dolduruyor Amerikalı (Çin kökenli) kadın ve Fatih imzalıyor. Her şey bitiyor. O sırada kadınla konuşuyorlar. Tam kalkıp giderken, kadın “bu senin kızın mı?” diye soruyor. Fatih “evet” deyince, kadın “dur bir dakika, kızın da 18 taşına gelinceye kadar, senin ayda aldığının yarısı kadar aylık alır; bunu bilmiyorsun değil mi?” diyor. Fatih şaşkın. Niye dersiniz? Çünkü bu Türkiye’de olsaydı, memur asla ona kızının da emeklilikten yararlanacağını söylemezdi. Hatta Fatih kızının yararlanacağını bilse bile, memur zora koşmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Yani, Amerikalı memur senin işini sana elinden gelen her yardımı yaparak bitirir. Türkiyeli memur ise senin işini öyle bitirir ki anandan seneler önce emdiğin sütü ağzından geri getirir.

Elbette her ülkede iyi ve kötü insanlar vardır. Ama bazı ülkelerde biraz ve hatta birazdan daha fazladır bunlar.

Yarın Yaşamkent PTT’ye gideceğim. O müdürü çağıracağım. Göndereceğim kitaplar arasından iki kitabı vereceğim ve kaça olduğunu soracağım. Sonra da “PTT’nin yeni değişikliğine göre artık kitap göndermede 1 kiloya kadar 5 TL ve bir kilodan fazla olunca % 50 indirim var” diyeceğim. Israr ederse, bana ya PTT’nin bunu yazan belgesini getirmesini ya da bana söylediklerini yazmasını ve imzalamasını isteyeceğim. Bakalım ne olacak.

Köle köleliğini kendine bahşedilmiş bir özgürlük veya imtiyaz gibi görmeye başladığında, efendisinden daha efendi ve efendisinden çok daha zalim olur; ayrıca, kendini soyan efendisini çıkarını artırmak için müşteriyi “fazladan soymaktan” asla geri durmaz. Bu vicdansal ve duygusal bağımlılık nedeniyle ki, örneğin üç tane genç çalıştıkları alışveriş marketinden bir iki avokadoyu (avokadoydu herhalde) birisi çaldığı için yanıp duruyorlardı, sanki avokadoyu çalan onlardan çalmış gibi. Adamı ele geçirseler herhalde paralarlardı. Sürekli yanmalarına çok bozulduğum için “niye yanıp duruyorsunuz, bu marketin sahipleri sizi ve bizi soyarak milyarlar vuruyor, bir iki avokado ile fakir düşmezler” dedim. “Ama onlar bu dükkanı bize emanet ediyor, biz hıyanet edemeyiz” gibi bir şeyler söylediler. Ben de “sen birkaç kuruşunu bu marketin sahiplerine emanet et bakalım, ne olur”  gibi bir şeyler söyledim. Hemen düşüncelerini, duygularını ve vicdanlarını değiştirdiler. Bana onları aydınlattığım için teşekkür ettiler ve bundan sonra oylarını CHP’ye vereceklerini söylediler. Böyle bir şey olmaz. Zındıkların CHPsi ne kadar doğru ve iyi şeyler söylerse söylesin hiçbir işe yaramaz, çünkü sorun bilmeme veya yanlış bilme değil, sorun yoğun duygularla doldurulmuş beyinler; bu beyinlerin değişmesi doğruyu anlatmayla veya göstermeyle değişmez; farklı bir günlük ilişkiler ve anlayış ortamına girmeleriyle olabilir. Yani, ya o insanı farklı ilişkiler, duygular, duyarlılıklar ve düşüncelerin egemen olduğu bir çevreye taşıyacaksın (örneğin göç edecek) ya da yaşadığı çevredeki duygu, ilgi, düşünce ve davranış biçimlerinin değişmesini sağlayacaksın. Türkiye’yi yöneten güçler çevreyi bu şekilde dönüştürme/değiştirme işinde sınıfta kaldılar, çünkü bazılarının böylesi işine geliyordu, bazılarının da umurunda bile değildi. Şimdi o umurunda olmayanların bazıları derin derin şikayet ediyor ve yakınıyorlar: Kırk haramiler mağaralarında değil artık.       

Avokado meselesine dönelim: Hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” olur mu? Hollywood filmlerinde uzun zamandır bu, “meşru hırsızlık”  olarak niteleniyor. Bence de doğru, çünkü hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” değil,  “kurtarma, özgürleştirme (liberating)  olarak nitelenebilir. Böyle düşünen insanlar çok olsaydı, ücretli/maaşlı köleler efendilerinin çıkarlarını gerçekleştirmek için yırtınmayı bırakırlar ve, en azından, Amerikalı memurun yaptığı gibi hakkı olana hakkını gizlemeden, saklamadan, vermemek için zora koşmadan, zevkle verirdi. Ama gel sen bunu kendini devlet sanan ücreti/maaşlı çağdaş kölelere ve kendini köle/kul gibi kullananlara kılınarak “vur de vuralım, öl de ölelim” gibi hislerle dolu hastalığa kadar giden çeşitli hastalıklara yakalanmışlara anlat: Anlatamazsın. Kapı kulu olmaya ve hem kendisini olmayan hem de kendisinin köleliğini ifade eden o kapıyı canı pahasına korumaya alıştırılmış ve öyle yetiştirilmişlerden farklı bir şey bekleyemezsin.

PTT örneği ve benzerleri hem bilme/öğrenme gibi bir ilgisi ve çabası olmayanların hem de aynı zamanda doğruyu yapma umurunda olmayanların insanları soymaya nasıl katıldıklarını anlatır.  Karnını doyurabilme koşulları elinden alınmış kölenin zincirine vuruluşu ve onu zincire vuranlara kılınışı denir buna. Bu tür vuruluş hakkında ayrıntılı bilgi için bakın: İrfan Erdoğan, “İnsanın Zincirine Vuruluşu.” Amaan boşveeer. Sen çağdaş özgür insansın; hatta okulu bitirip işsizliğin ne olduğunu tatmaya başladığında, “özgürlüğün en yalın biçimini yaşayacaksın”, “elbette, babam sağ olsun” diyebileceğin, sana iş kapılarını açan “vasıflı ve becerikli” bir baban yoksa. Bu durumda, birileri parası kadar, sen de baban kadar özgürsün. Diriliş Ertuğrul dizisinde Ertuğrul’un dediği gibi “ağaca yaslanma çürür, babana yaslanma ölür.” Obayı aile şirketi şeklinde yöneten Ertuğrul şunu saklıyor: Bazı ülkeler, babasına yaslanarak aile şirketleri ve aile devleti kuranların ve ailece yönetenlerin (nepotizm) ve de onlara kulluk ederek öbür dünyada Huriler ve Nuriler hayaliyle bu dünyayı kendilerine ve başkalarına zindan edenlerin zindan etme işini yapan sefilleştirilmişlerin ülkesidir.  

 

İrfan Erdoğan, Ekim 21 2020 Ankara 

Share:

Magazin Programları: Ünlüler Ne Dedi, Ne Yedi, Ne İçti ve Ne Yaptı

MAGAZİN PROGRAMLARI     
 Ünlüler Ne Dedi, Ne Yedi, Ne İçti ve Ne Yaptı  

                              Önce olguları topla, sonra onları istediğin gibi çarpıtabilirsin. Mark Twain

  Bu bölümde, magazin programlarında seçilen konular ve bu konuların içeriksel inşası yoluyla izleyicilere işlenmeye çalışılan bilişler belirlendi ve analiz edildi.

Eski ve yeni, tüm magazin programları aynı şeyleri sunuyorlar, çünkü çerçevenin içine girenler sadece o tür şeylerdir.

Haberler içinde “magazin haberi” olarak da yer alan bu tür programlarda iyi ve güzel insanların yaptıklarıyla ilgili olarak bazen duygulu ve yücelten, bazen de hararetle öven haber-dedikodulara yer verilir. Sürekli olarak showmenler, şarkıcılar, mankenler, artistler veya sporcular ele alınır ve onlarla ilgili “dedikodu-haberler” verilir. Onların yaşam biçimleri, aşk ilişkileri, birbiriyle çekişmeleri, dostlukları ve düşmanlıkları, iyilikleri, şık ve rüküş giyinişleri, ne yaptıkları/yapmadıkları ve başlarına gelenler izleyicilerin ilgisine ve bilgisine sunulur. Medya profesyonelleri bu tür programlar yoluyla sadece bazı ünlülerin gündemde kalmasını sağlamazlar, aynı zamanda ilgi yönetimi ve moda ve eğlence endüstrilerinin promosyonunu da yaparlar.

Gündelik yaşam pratiklerimizin şekillenmesinde önemli bir yere sahip televizyon, çeşitli program türleri üzerinden satmak istediği mal, hizmet ve düşünsel olanı -ideolojiyi, bilişi, bilinci- sunarak pazarlar. Bu program türlerinden birisi de “renkli ve tatlı haber” olarak nitelendirilen sosyete dedikodularından, ünlülerin yaşamına, farklı mekan tanıtımlarından skandallara, çeşitli yemek tariflerinden yıldız falına, eğlence mekanlarından ünlülerin moda anlayışına kadar çeşitli haberlerden oluşan magazin programlarıdır....

                                                                        TÜMÜNÜ OKUYUN/İNDİRİN
Share:

Medyada Spor

 MEDYADA SPOR: Çağdaş Kuru Ekmek ve Sirk Politikası

Televizyonda spor, önde gelen tüm türleriyle, farklı kapsamlarda haberlerde, magazin programlarında, spor (tartışma) programlarında ve elbette spor müsabakası yayınlarında karşımıza çıkar. Sporun iletişimi, medyada, spor gösterilerinin canlı yayını dışında, örgütlü dedikodu ve olmuş üzerine laf söyleme biçiminde yürümektedir. Akademide ise, en iyi biçimiyle anlamlı araştırmalar yanında, değer yargılarına dayanan sistemli övgüsü veya eleştirisi yapılır. Nasıl ele alınırsa alınsın, spor/oyun belli örgütlü yer ve zamandaki üretim biçimi ve ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır: Ne ekonomiden, ne siyasetten ne de kültürden ayrı veya bağımsız bir şey değildir. Sporun ekonomisinde ve siyasetinde baş döndürücü meblağlar dönmektedir.

Spor programlarında, mülk elde etme (spor tesisi kurma veya satın alma, sporcu kiralama veya alma) ve kullanma ve de el değiştirme (mal ve sporcu satma) ilişkileri olağan olduğu için ya hiç konuşulmaz ya da “futbolcu transferi” gibi farklı kavramlar kullanılarak gündeme gelir. Sporda mülkiyet yapısı hem pazar ilişkilerinin nasıl olduğunu gösterir hem de yasal ve ilişkisel düzenlemelerin çerçevesini çizer. Televizyonda bun yapıyla ilgili haberler sadece “süreçler” (örneğin kulüp başkanı seçilmesi) gibi normalleştirilmiş çerçeveler içinde ele alınır. Şu anlatacaklarımın hiçbiri, televizyon programlarında tartışma konusu olarak ele alınmaz: Sporda mülkiyet, ister şirket isterse dernek/vakıf statüsünde olsun,  öncelikle spor takımının kendisidir ve sporcularıyla takım (ulusal-uluslararası) piyasalarda bir değere sahiptir. Bu organizasyonun mal varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında değeri üretim performansına göre değişen sporcular en görünenidir. Sporcu, takım yöneticilerinin alıp sattığı çok değerli bir maldır/emtiadır. Bu mal/emtia insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür olarak nitelenen fakat ücretli kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar yapısında, sporcu ücret köleliği yanında, tarih boyu süregelen mutlak köleliğin de ilginç bir biçimi olarak ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen emeğin yanında, kişinin vücudunu kullanma (bedensel yetenek) hakkına sahip olma ve bunu pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası olarak kullanma şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Spor bize eğlence, boş zaman etkinliği ve vücut ve ruh sağlığını geliştirme faaliyeti olarak ve bireyselleştirilerek sunulur. Televizyonda spor “şahane seyirlik gösteriye” dönüştürülür; maç kazanma ve kaybetme izleyen seyircide bile içselleştirilir ve duygusallaştırılır. Maç sonrası spor tartışma programlarında, özellikle hakemlerin ve VAR sistemi ve hakemlerinin) “taşlanan keçi olarak” kullanıldığı ve tartışmanın eski futbolcu, eski hakem, spor yazarı ve yorumcusu olan kişiler maçtan alınmış çekimler de izleterek “uzman görüşlerini, eleştirilerini, yanlış hakem kararlarını tartışırlar. Hele bir de seyircilerin taşkınlığı olduysa ve sahada oyuncular birbirine girdiyse, tartışmalar daha da hararetlenir. Bu hararetli tartışmalar sürerken ve biz televizyonun başında bunun heyecanlı taraf olurken, spor pazarında kimin kime ne kadar milyonlar ödediği, daha çok pay alma kavgaları ve yarışı, siyasetle olan ilişkiler ve seçimlerde ayak oyunları, (muhtemelen) kara para aklama, dış piyasadan kaliteli mallar (yabancı sporcu) ithal etme ve mal ihraç etme, televizyonlarla ve ürün ve hizmet şirketleriyle sponsorluk anlaşmaları ile süregelen endüstriyel spor faaliyetleri devam eder. Biz izleyiciler de, bir takımı tutan taraftar olarak sahte sahiplik duygusuyla yanıp tutuşuruz, spor denen şirketler dünyasına sanki bizim dünyamızmış gibi sarılırız. Öyle sarılırız ki hem duygusal bakımlardan bizim olmayanla düşünsel ortaklık kurarak derin duygularla dolarız hem de yüksek fiyatlarla taraftar olduğumuz takımın dükkanlarından formalar ayakkabılar falan alarak materyal olarak soyulmamıza canı gönülden katılırız. Taraftarı olduğumuz takım için sadece paramızı değil, canımızı da veririz. Ama bu tek yönlü destek ilişkisi, asla tersine (ben taraftarınızın zor durumdayım, bana yardım edin gibi bağlamlarda) çalışmaz ve zaten çalışması da düşünülmez, çünkü düşünülmesi bile abestir: biz veririz onlar alır. Karşılığında da soyut duyguları kemire kemire caka satarız.

Tümünü okuyun/indirin

Share:

Medya Gerçeği ve Medyayla Gerçeğin Katli

MEDYA GERÇEĞİ VE MEDYAYLA GERÇEĞİN KATLİ

Katleden medya mı yoksa medya profesyonelleri mi?

Kitle iletişim araçları, insanlarda belli amaçlara uygun farkındalıklar yaratmak ve işlevsel olmayan farkındalıkları ortadan kaldırmak veya marjinalleştirmek için kullanılan araçlardır. Dolayısıyla, kitle iletişiminde örgütlü biliş ve davranış yönetimi faaliyetleriyle kitle iletişim endüstrilerinin ve bu endüstrileri var eden ekonomik, siyasal ve kültürel yapıların yeniden üretimi yapılır. Bu yeniden üretimde gerçek yaşam yapıları ve ilişkileri hakkında, insanın dünü, bugünü ve geleceği hakkında, iyiler ve kötüler hakkında, özlüce yaşamla ilgili her şey hakkında “imajlar” yaratılır. Bu imajlarla gerçek tanımlanır ve açıklanır. Bu “imal edilmiş gerçekler” yoluyla insanlar belli amaçları gerçekleştirmede kolayca kullanılırlar. İnanlar sadece gerçek faaliyetler içinde değil, aynı zamanda kendileri için yaratılan temsiller, çabalar ve yarışlar dünyasında oyalandırılarak mutlu edilirler. Bu süreçte, örneğin, “kadının sesi, çocuğun sesi, sporun sesi, halkın sesi, doğrunun sesi” olduğunu iddia eden programlar hem sorunların neler olduğunu seçer, böylece bizim üzerinde düşünmemiz, tartışmamız ve yapmamız gereken günlük gündemlerimizi, iyilerimiz, kötülerimizi, ilgilerimizi, sevilerimizi ve tercihlerimizi belirlerler, hem de sorun çözümleri ve davranış biçimlerini gösterirler. Bu sırada, hem hayali ve gerçek sorunlar yaratırlar hem de sorunun kendisi olurlar: Telefonda ve stüdyoda kavga eden çiftler, anneler ve kızları, kadınlar ve eşleri sıkça izlememiz için sunulur. Bireylere ekranlar vekaleten doyum ve deşarj olma sağlanır. İstediği gibi şekillendiremediği yaşamın yarattığı eziklikleri, moral bozukluklarını ve öfkeyi ya hayali olarak giderme işlevi gören medya dünyası içine çekerler, ya öfkeleri, eziklikleri ve moral bozukluklarını belli yönlere yönlendirerek milliyetçilik, ırkçılık, mezarları bile tahrip ettirecek ve ölülere bile işkence yaptıracak derecede hunharlık ve düşmanlık aşılarlar ve bu düşmanlıkları sürekli beslerler, ya ezikliklerini ve moral bozukluklarını modaya, gösteriş için yemeye, içmeye ve giymeye, kozmetik ürünleri kullanmaya, vücutlarına çeşitli takılar takmaya ve düğmeler yaptırmaya, evlerindeki banyolarını, hastalık saçan, birçok kimyasal pisliklerle doldurmaya, internette sayısız türde oyunlar oynatmaya yönlendirerek hem insanların kendilerini bu yollarla tatmin etmelerini sağlayan bağımlılıklar yaratırlar hem de endüstriyel yapıların mal ve hizmet satışlarının sürekliliğini sağlarlar: iyi gitmeyen herhangi bir ilişkinin yarattığı baskıyı ve bunalımı, huzur verici olduğu vaat edilen hizmetler satın alarak faaliyetler yapma, AVM’ye giderek veya evde internet yoluyla ürün satın alma ve kullanma ile giderme pompalanır. Aslında bunların hepsini ve burada yazmadığım bir çok şeyleri her gün 24 saat yaparlar.

Medya dünyasının profesyonelleri çeşitli ilgiler, düşünceler, değerler, duygular, ilgiler, tercihler ve davranışlar aşılama işiyle, aynı zamanda, avuntular ve oyalanmalar dünyasının “zenginleştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında” en ön safta yer alırlar. Örneğin, annem televizyonu hep açık tutar ve sesini de yükseltirdi. Evin neresine giderse, gitsin evde insanlar olduğunu hissederdi ve bu annemin evdeki yalnızlığına karşı terapi gibi gelirdi. Televizyonun (şimdi de cep telefonunun ve internetin) bu ve benzeri olumlu işlevleri elbette olacaktır. Elbette, televizyon (cep telefonu ve internet) bizim gözümüzün ve kulağımızın teknolojik uzantılarıdır. Bu teknolojik uzantıların, özellikle cep telefonun ve internetin bize sağladığı yararlar inkar edilemez. Fakat bu yararlarla koca örtüler örerek, maddi ve maddi olmayan yoksulluklar yaratan bir örgütlü ilişkiler sisteminin hizmetindeki yönetsel araç ve gereçlere sıkı sıkı sarılmak, çeşitli renklerle boyanıp üzeri kapatılmış ve yağlarla parlatılmış yılana “iyi ki varsın” diye kurtarıcı gibi sarılmaya benzer. Bu yılan farklı bir yılan, seni sokup öldürmez, seni sarıp sarmalar ve yılanın sahiplerinin işine yaradığın sürece seni su üstünde ölmeyecek durumda “Allah razı olsun” dedirte dedirte tutar.

                   Tümünü okuyun/indirin


Share:

Medyada Ücret Politikaları ve İş ilişkileri




 
Türkiye gibi ülkelerde, yönetici sınıfı oluşturan güçlerin yönetim işini önce aç bırakıp sonra ücretle işe aldıkları işçi sınıfının içinden gelen ve bol maaşla satın alınan siyasal, ekonomik ve kültürel örgütlenmelerdeki yöneticiler yapar. Peki, yönetici sınıflar ne yaparlar? Onlar spor takımları satın alırlar, spor kulüplerinin başkanlığını yaparlar, şirketlerini yöneten zengin köleler çevreyi ve insanları katletmeye devam ederken, onlar da çok özel çevre koruma yemeklerine ve toplantılarına katılırlar; şirketleri insanları asgari ücrete ve işsizliğe mahkum ederek insan haklarını çiğnerken, onlar insan hakları toplantıları ve zirveleri düzenler, katılır ve desteklerler; şirketleri norm kadro ve esnek yönetim denilen ve birkaç kişinin işini bir işçinin yaptığı iş politikası uygulamalarıyla yoksulluğu ve yoksunluğu yaygınlaştırırken, onlar yoksulluğa, açlığa ve sefalete çözüm için vakıflar kurarlar, yardım kampanyalarına katkıda bulunurlar, yardımseverlik yaparlar, sempozyumları desteklerler. Bu sınıfın kadınları da eşleri gibi çok çok duyarlıdırlar. Kadın hakları, fukaralara yardım ve hayvan hakları gibi kendi sınıflarının iyi ve duyarlı görünmesini sağlayan birçok faaliyetlere katılırlar. Bu sınıfın insanları çok kibardır; ince ruhlu ve zariftir; sinirlenmezler; seslerini  ükseltmezler; kandan, vahşetten ve şiddetten tiksinirler; asla ellerini kirletmezler. Onlar için baskının, soygunun, sömürünün, ekosistemi talanın, katliamın, yiyecek ve içeceklerle zehirlemenin yönetimini ve akla gelebilecek tüm vahşi ve pis işleri, çoğu işçi sınıfından gelen, ama her şeyiyle işçi sınıfından kopmuş olan siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda çalışan üst yöneticiler planlar, programlar ve uygulatır/yaptırırlar. Bu üst-yöneticiler de kibarlıkta efendilerini taklit ederler; efendilerinden en büyük farkları, bireysel çıkarları için yapmayacakları hiç bir şey yoktur; ikiyüzlülüğün, kalleşliğin ve en yakınındakileri tereddüt etmeden harcamanın kitabını yazmışlardır; yani, bu üst yönetici kadrolar “gerekirse işçi sınıfının yarısını, diğer yarısını öldürmek için kiralarım” diyerek gerçeği söyleyen yönetici sınıf mensuplarının maddi çıkarlarını artırmak için en vicdansız baskı ve sömürü yollarını sürekli geliştirip uygulatarak, üretim, dağıtım, kullanım ve faydaların bölüşümü işini yürütenlerdir. Bu yöneticilerin en üst seviyesindekilerin bir kısmı yönetici sınıftan gelir ve diğer bir kısmı da, üretim ve yönetici sınıfa hizmet işinde bol para ile ödüllendirilenlerden oluşur. 



Share:

Sömürenin Borazanı Olma: Üretim ve Üretim İlişkileri

Ülke içinde ve ülkeler arasında süregetirilen çıkar yarışının günlük yaşamımızda ilk bakışta görünen kısmı, kapitalist güçlerin çıkar ortaklığının temsili olan (ve elbette kapitalistler arası yarışta çıkar gerçekleştirmede üstünlük sağlamak için kullandığı) devletin yönetim işini yapan hükümetlerdir. Yani, hükümetler ülkeleri yönetiyorlar. Hayır, hükümetler, (ister kapitalistlerin kendilerinin doğrudan yer aldığı veya temsilcileri tarafından oluşturulan kimselerden oluşsun), kapitalist çıkar yarışının ve ortak çıkarlarının gerçekleştirilmesinin yapıldığı bir yönetsel örgütlü ortamı anlatır. Bu ortam, kapitalist sistemin siyasal ekonomisinin gerçekleştirildiği, devlet yapısının sürekliliği için gerekli tüm işlerin yürütüldüğü her şeyi içerir. Kurnazca yaratılmış yanılsamada, biz ülkeleri yönetenler arası yarışın, siyasal partiler arası yarış olduğunu sanırız. Seçim süreçlerini demokrasi ve özgürlüğün ifadesi olarak niteleriz. Oy vererek seçtiğimizi sandığımız temsilcileri, bizi temsil ediyor sanırız. 

Küresel ve küreseli oluşturan yerel yapılardaki örgütlü üretim, dağıtım ve bölüşüm pratiklerinin doğasının incelenmesi, toplumu kontrol edenlerin yarattıkları ve sürdürdükleri maddi ve maddi olmayan (düşünce, inanç, duygu, duyarlılık, ilgi, tercih ve davranış gibi) koşulları, bu koşulların yarattığı insanlık durumunu ve bunun sonuçlarını anlamak için gereklidir. Bu düşünce tarzı, dünyada küçük bir azınlığın büyük çoğunluğu yoksun bırakan bir üretim biçimine ve bu biçimi (sahteyi, baskıcı olanı, sömüreni ve serbest-köleliği) destekleyen medya ve resmi eğitim yapıları gibi örgütlü biliş ve davranış yönetimi yapılarına karşı duran bir temele dayanır. Bu temel de dünyada herkesin insanca yaşamaya hakkı olduğu ve var olan teknolojik seviyenin bunu kolayca sağlayabileceği gerçeği ve vicdanı üzerine kurulmuştur. Bu düşünce tarzı, vicdansızlığın insanın düşüncesini ve vicdanını esir aldığı koşullara ve bu insanlık dramını yaratanlara ve destekleyenlere karşı bir “yeter artık” feryadıdır en azından. Ne yazık ki, on binlerce yıldır, bu feryatlar bastırılarak, mızraklanarak, kılıçtan geçirilerek, kurşunlanarak yok edilmeye çalışılmaktadır. İşte eski ve yeni medya denen örgütlü yapılarda çalışan profesyoneller, günümüzdeki ikiyüzlülüğün (çifte-standart) en güzel örneğini vererek, bir taraftan kendilerini, halkın gözü ve kulağı olarak sunarlar; öte yandan, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için çalıştıkları örgütlü medya yapılarının ve diğer egemen yapıların çıkarlarını gerçekleştirmek için düşünsel üretim yaparlar.

 Tamamını okumak/indirmek için tıklayınız

Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...