Marksist Siyasal Ekonomi Üzerine: Spor Örneğiyle Kuramsal Yapı ve Akademik İnceleme Sorunsalı

İrfan Erdoğan
Summary

On Marxist Political Economy:
Theoretical Structure and Academic Research Problematic with Sport example

Academic research encloses itself within a framework of administrative activity as a consequence of construing communication on a linear sender-message-receiver-feedback model. Hence, all structures associated with problems and issues of communication are regarded as legitimate, valid and universal reality; theoretical rationales, research questions or hypotheses, findings and conclusions are shaped according to the objectives of administrative control. Furthermore, ruling circles are relieved from responsibility by ascribing the consequences related with the produced products, ideological hegemony and consciousness management to the consumer, when post-modern active audience thesis are articulated into this approach. Thus, for instance, communication history becomes the history of legitimization of the capitalist market and approaches like Marxist political economy are declared invalid by proclaiming economic reductionism, when academic communication in research, studies, courses, meetings, symposiums and publications engage in consciousness management of capitalist market mechanism.

This study, contrary to the ruling orientations, insists on the indispensability of Marxist political economy in social sciences and provides a critical discussion on the issues of the political economy of sport as an example. The main objective of the study, by emphasizing political economic features of the sport issues, is to indicate that the political economy approach is rather comprehensive and invaluable tool for social research.

Özet
İletişimi çizgisel gönderici-mesaj-alıcı-geri besleme modeli üzerine inşa sonucu, akademik alan kendini dar bir yönetimsel faaliyet çerçevesi içine sınırlar. Bu bağlamda iletişimin ele aldığı sorun ve konulardaki bütün yapılar meşru, geçerli ve evrensel gerçekler olarak ele alınır; kuramsal gerekçeler, araştırma soruları veya hipotezler, bulgular ve sonuçlar yönetimsel kontrol amaçlarına göre şekillenir. Bu yaklaşıma post modern aktif izleyici tezi eklendiğinde, bilinç yönetimi, ideolojik egemenlik ve üretilen ürünle ilgili sonuçlar tüketiciye yüklenerek egemen çevreler sorumluluktan kurtarılır. Araştırmaları, dersleri, toplantıları, sempozyumları ve yayınlarıyla akademik iletişim kapitalist pazar mekanizmasının bilinç yönetimi işine girdiğinde, örneğin, iletişim tarihi pazarı meşrulaştırma tarihi olur; marksist siyasal ekonomi gibi yaklaşımlar ekonomik indirgemecilik olarak nitelenerek geçersiz ilan edilir.

Bu inceleme, egemen yönelimlerin aksine, sosyal bilimlerde marksist siyasal ekonominin vazgeçilmezliğinde ısrar eder ve sporu örnek alarak sporun siyasal ekonomisi konuları üzerinde eleştirel bir tartışma sunar. İncelemenin ana amacı siyasal ekonominin sosyal araştırma için oldukça kapsamlı ve değerli araç olduğuna işaret etmektir.



I. Giriş: Sorun ve Amaç

İletişim tanımı ve kuramsal anlatımlar 60 yıldan beri açıkça veya gizlice çizgisel gönderici-mesaj-alıcı-geri besleme modeli üzerine kurulmaktadır. Bunun sonucu olarak akademik alan dar bir yönetimsel faaliyet çerçevesi içine sokulmuştur. Bu yönelim nedeniyle, iletişim araştırmalarının ele aldığı sorun ve konularla bağıntılı bütün yapılar meşru, geçerli ve evrensel gerçekler olarak önceden kabul edilir; sorun sunumundaki kuramsal gerekçeler, araştırma soruları veya hipotezler, bulgular ve sonuçlar yönetimsel kontrol amaçlarına göre biçimlendirilir. Bu yönelime "televizyon önünde özgür çözümleme yapan aktif izleyici" savı eklendiğinde, bilinç yönetimi, ideolojik egemenlik ve üretilen ürünle ilgili bütün tartışmalı sonuçlar tüketiciye yüklenerek bazı çevreler sorumluluktan kurtarılır. Örneğin sporun iletişimiyle medyada örgütlü dedikodu ve akademide ise bu dedikodunun, en iyi biçimiyle değer yargılarına dayanan sistemli eleştirisi yapılır. Star gazetesinin İstanbul'da öldürülen iki İngiliz için yazdıklarının kışkırtma, sosyal sorumsuzluk ve etik yoksunluğu gibi çerçeveler içinde ele alınıp çeşitli akademik çevrelerde iletişilmesi, buna en son bir örnektir. Akademik iletişim, inceleme ve değerlendirmeleriyle, sadece gönderenin amaçlarına uygunluk ve söylenenin imasına dayanan içerik ve söylem analizi çerçevesi içinde kalıyorsa, sosyal bilimler ciddi bir sorunla yüz yüze demektir. Araştırmaları, dersleri, toplantıları, sempozyumlarıyla akademik iletişim kapitalist pazar mekanizmasının bilinç yönetimi işine girdiğinde, örneğin, iletişim tarihi pazarı meşrulaştırma tarihi olur; marksist siyasal ekonomi gibi yaklaşımlar ekonomik indirgemecilik olarak nitelenerek geçersiz ilan edilir.

Bu inceleme, günümüzde egemen olan yönetimsel ve liberal-çoğulcu yaklaşımdan farklı bir şekilde, marksist siyasal ekonominin sosyal iletişimi anlamada kullanılması gereğinden hareket ederek, sporun siyasal ekonomisi üzerine eğildi. İncelemede, bir spor dalı olarak futbolu ele alarak, sporun örgütlü yapısı ve bu yapının özellikleri toplumsal bağlam içinde tartışıldı. İncelemenin temel amacı, bir siyasal ekonomi incelemesinin üzerinde durduğu faktörleri, spor örneğini kullanarak, özlüce açıklamaktır. Sporu sağlıklı yaşam, eğlence, boş zaman değerlendirme tarzı ve taşkın taraftarların davranışları içine sıkıştırarak anlamlandırma sadece yetersiz degil, aynı zamanda yanlış yönlendiricidir. Bu inceleme, egemen yaklaşımların yönlendirici ve yetersiz açıklamalarının ötesine geçilmesi gerekliliğini ve toplumla ilgili her konuda olduğu gibi sporu yeterince anlamada siyasal ekonomi yaklaşımının gerekliliğini vurgularken akademik araştırmacıların incelemesi için önemli sorun ve sorular ortaya koymaktır. Bunu yaparken, sporun siyasal ekonomisi ile ilgili kuramsal bir çerçeve ve bu çerçeveye bağlı olarak varsayımlar silsilesi sunularak, sporda, (dolayısıyla sporun iletişiminde ve genel olarak sosyal bilimlerde), gelecekteki araştırmalara dönük bir çıkış noktası oluşturuldu. Böylece, spor/futbol örneğinden hareket edilerek, siyasal ekonomi yaklaşımıyla herhangi bir toplumsal konuya hangi faktörleri nasıl ele alması üzerinde duruldu.

Yukarıda açıklanan amaç doğrultusunda, bu incelemede spor, “belli ekonomik, ve onunla birlikte gelen siyasal, kültürel ve ideolojik amaçları gerçekleştirmeye yönelik örgütlü etkinlik” olarak tanımlanıp ele alındı. Bu örgütlü etkinlikte, örgüt yapısının tarihsel biçimlenmesi, şimdiki durumu, örgüt içi ve dışı mülkiyete ve ücret/maaş politikalarına dayanan iş bölümü ve ilişkiler, oyuncular ve seyirciler inceleme konusu olarak ön plana çıkmaktadır.

II. Sporun Siyasal Ekonomisi ve İnceleme alanları

Semiotics tanımına göre, oyun dünya hakkında bir enformasyon vermeyen keyfi kurallara dayanan bir formal sistemdir. Sporla ilgili sorular bu formal sistemin kendine başvurularak doğrulanır Bununla beraber, oyun, geniş sosyal anlamıyla, daha geniş bir sistemin parçasıdır. Oyun sosyal ilişkiler ve statüler networkünü harekete geçirir (Porter, 2000). Çok daha önemli olarak, oyun örgütlü yerler ve zamanlardaki üretim biçimi ve ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır.

Sporun siyasal ekonomisi, sporla ilgili ekonomik ve siyasal biçimlenmeleri, bu biçimlenmelerin tarihsel gelişimini, sporu üretimi ve üretim ilişkilerini, ilişkilerdeki karşılıklı bağları anlamlandırarak, sporu açıklamaya çalışır. Ekonomik süreçlerin başında, sporun iş olarak örgütleniş ve iş yapış biçimi; tekelci, kartelci veya oligopolistik yönelimi ve pratikleri; spordaki sınıfsal ve pazar yapısı; pazarlama ve satış politikaları gelir. Siyasal süreçler ise spor kuruluşlarının kendi içi ve dışıyla olan ilişkisindeki kendi politikaları ile sporun özel ve kamu yönetimiyle ilgilidir. Siyasal süreç sporun örgütlenme şeklini ve ilişkilerinde yasal çerçeveyi anlatır. Bu süreçte sadece yasal biçimlenmeler değil, aynı zamanda biçimlenme ve uygulamalardaki siyasal etki ve siyasal çatışma, dolayısıyla da sporda kazananlar ve kaybedenler konuları önem kazanır.

Sporun siyasal ekonomisi sadece yukarıdaki bağları kurmak ve incelemekle kalmaz; bunu yaparken siyasal ve ekonomik spor süreçleri için toplumsal bir bağlam sunar ve böylece sporun belli yerde ve zamandaki asıl doğasının anlaşılmasını sağlar.

Sporun siyasal ekonomisi aynı zamanda güçlü duygusallık yarattığı ve duygusal bağları harekete geçirdiği, ateşlediği ve sömürdüğü için seyirci davranışlarını açıklamak amacıyla, ideoloji, bilinç yönetimi, kültür ve sosyal-psikolojiyle de ilgilenmek zorundadır. Bu ilgi, eleştirel kültürelci yaklaşımların siyasal ekonomiyle kendilerini tamamlayıcı bir köprü kurması gerekliliğiyle daha da önem kazanmaktadır.

Sporun siyasal ekonomisinde, en geniş anlamıyla, kaynakların tayini ve kullanımı (ekonomi) ve kaynak tayin ve kullanımındaki hakların ve değerlerin belirlenmesi ve uygulanması (politikalar) üzerine eğilmek gerekir. Egemen yaklaşımlarda, toplumlarda haklar temel olarak vazgeçilmez haklar ve mülkiyet hakları olarak belirlenir. Vazgeçilmez olarak nitelenen (örneğin özgürlük, yaşama, temiz hava, eğitim görme vb.) haklar mülkiyet yapısı dışında tutulup ideolojik evrensellikle sunulur. Mülkiyet haklarına yasal düzenlemelerle yürütülen ve pazar aracıyla sahibinin isteğiyle el değiştiren bir karakter verilir. Böylece mülk elde etme (spor tesisi kurma veya satın alma, sporcu kiralama veya alma) ve kullanma ve de el değiştirme (mal ve sporcu satma) ilişkileri olağanlaştırılır. Olağanlaştırılmış mülkiyet yapısında, kurallar dışı ilişkiye girme cezai müeyyidelerle engellenir. Böylece kurallara karşı çıkma, karşı çıkanlar için risk doğurmaktadır. Mülkiyet haklarını belirleyen faktör, formal siyasal güç olarak görünür, fakat aslında bu siyasal güç pazar yapısından bağımsız ve onun üzerinde nesnel bir şekilde hareket eden ve özel yerine genel çıkarları ifade eden bir karaktere sahip değildir. Politik yapı, mülkiyet haklarının alınıp satıldığı pazar mekanizmasının ve çıkarlarının biçimlendirmesinden bağımsız olarak sunulan bir yapıdır. Gerçekte bu yapı mülkiyet biçiminin bir ürünüdür ve güç ilişkilerinin örgütsel-yasal şekli bağımsız bir yapının değil, pazar yapısına bağımlı bir yapının ifadesidir. Bu bağlamda spor kulübü bir mülkiyeti anlatır ve sporla ilişkili yasal ve profesyonel kurallar aracılığıyla mülkiyetteki haklar ve kullanımlar düzenlenir. Sporda mülkiyet yapısı hem pazar ilişkilerinin nasıl olduğunu gösterir hem de yasal ve ilişkisel düzenlemelerin çerçevesini çizer. Sporda pazar ve iş görme ilişkilerinin şekillenmesi ve uygulanması egemen pazar yapısının bir sonucudur; bu sonuç bağımsız ve nesnel bir siyasal irade olarak görünebilir, fakat değildir. Sporda mülkiyet öncelikle spor takımının kendisidir ve takım (ulusal-uluslararası) piyasalarda satılabilir. Bir spor takımı, sahiplerinin isteğine bağlı olarak alınıp satılabilen ticari bir organizasyondur. Bu organizasyonun mal varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında değeri üretim performansına göre değişen sporcular en görünenidir. Sporcu, sporda mülk sahiplerinin alıp sattığı bir emtiadır. Bu emtia insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür olarak nitelenen fakat ücretli kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar yapısında, sporcu ücret köleliği yanında, mutlak köleliğin de ilginç bir biçimi olarak ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen emeğin yanında, kişinin vücudunu kullanma (bedensel faaliyetler yapma) hakkına sahip olma ve bunu pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası yapma şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Pazar yapısındaki denge doğal bir değişmezliği ve düzenliliği anlatmaz: Bu denge belli bir zaman ve yerdeki mülkiyet yapısın ve ilişkilerinin egemenlik koşulunu anlatır. Pazardaki egemenlik yapıları değiştikçe, bu yapıların yasal ve ilişkisel özelikleri (denge) de yeniden biçimlenir. İlişkiler arttıkça ve karmaşıklaştıkça bu ilişkilerin yasal düzenlemesinde de sayısal ve niteliksel farklılıklar oluşturulur. Bu oluşturma kendiliğinden bir oluşum değildir, mülkiyet hakları üzerine yapılan güç mücadelelerinin bir sonucudur.

Sporu anlama ve anlamlandırma, eğlence, boş zaman etkinliği ve vücut ve ruh sağlığını geliştirme girişimi olarak bireysel alana indirgendiğinde; oldukça yetersiz açıklamalar ortaya çıkar. Sporu, spor kulübünün kendi iç dinamiğine bakarak da açıklamak yetersizdir; çünkü bu dar kalıbın içine sıkıştırma spor kulübü ve ilişkilerini düzenleyen, yaratan, biçimlendiren ve değiştiren yapıları, örgütlenmeleri ve güçleri ihmal eder ve doğru anlamlandırma ve açıklamalara ulaşmayı da büyük ölçüde engeller.

Sporu, şahane gösteriye, maç kazanma ve kaybetmeye, Televole'den geçerek vekaleten elde edilen seks ve dedikoduya, seyircilerin taşkınlığına, birbirine ve sporcuya dayak atması gibi alana sıkıştırmak ise duygusallıkları sömüren ve yöneten ideolojik bilinç yönetiminden öteye çok az geçer.

Sporun kapitalist mülkiyet yapıları ve ilişkileri içinde ele alınması gerekmektedir. Ekonomik anlamda pazarda kimin kime ne ödediği, neleri neden ve nasıl aldığı ve sattığı ve bu ilişkideki siyasallık, yani sporcuyu cezalandırma, ödüllendirme, spor takımı alıp satmaktan, kara para aklamaya, dış piyasadan kaliteli mal (yabancı sporcu) ithal etmeye kadar çeşitlenen pazar ve ücret politikaları sporun siyasal ekonomisinin önde gelen sorunsalını oluşturur.

Kapitalist sistemlerde ne ekonomik ne siyasal alan serbest bir pazar yapısına sahiptir. Serbest pazar, ekonomik, siyasal ve askeri güç kullanımıyla birlikte gelir ve ideolojik satıştan öte bir geçerliliğe sahip değildir. Örgütlü spor kapitalist mülkiyet yapısının bir parçasıdır ve sporda da serbest pazardan bahsetmek geçersizdir: Pazar örgütlülüğü anlatır ve örgütlülük de, mülkiyet yapısı ve ilişkileri ile güç uygulaması ve şekillenmesidir. Her pazarda olduğu gibi spor pazarı da diğer toplumsal örgütlenmelerin içinde, onlarla birlikte ve iç içedir; siyasal ve ekonomik kurumsal çevrenin dışında serbest bir karaktere sahip değildir.

Özellikle günümüzde yaygın olan “deregülasyon” ve “serbest piyasa ekonomisi” savıyla gelen ve serbest pazarı başkaları üzerine uygulayan ve kendileri üzerine uygulanması olasılığını ortadan kaldıranların ideolojik propagandasına göre, “devlet pazardan elini çekmelidir”. Bunun kapitalist üretim biçiminde geçerliliği yoktur, çünkü pazarlar hem mikro hem de makro anlamda siyasaldan ayrı olarak var değildir ve olamazlar. Mülkiyet yapısı ve ilişkilerinin düzenlenmesi kaçınılmazdır ve bu da işin ve ilişkinin tanımlanmasını, dolayısıyla politikaların saptanması ve yürütülmesini gerektirir. Örgüt içi mikro ve genel makro pazarlardaki tanımlamalar (mülkiyet hakları ve düzenlemeler) evrensel doğrulara ve nesnelliklere göre değil, mülkiyetin çıkar gereksinimlerine göre yapılır. Bu nedenle, kapitalist yapılarda tekniksel anlamda içsel etkinlik yaratılmaya çalışılır ve özellikle Türkiye’deki gibi yapılarda, toplumsal bakımdan etkin olmayan ve haksızlıkların egemen olduğu meşruluk krizindeki yapılar ortaya çıkar. Bu krizler, sporda örneğin Fenerbahçe Spor Kulübü Futbol Takımının 1999’daki performansı, takım yönetimi ve seyirci beklentileri arasında olan ilişki biçimleri gibi sonuçları beraberinde getirir. Elbette, krizlerle birlikte tanımlanmış düzeni sağlamak için, pazarla hiçbir ilişkisi kurulmayan, fakat aslında pazar mekanizmasının koruyucusu olan polis ve adli merciler işe sokulur. Fenerbahçeli oyunculara küfreden, saldıran ve döven seyirciler önceden tanımlanmış meşru ilişkiler çerçevesi dışına çıktıkları için yasal yaptırımlar ile yüz yüze gelirler. Pazardaki ilişkilerde meşrulaştırılmış tarzlar, egemenliğin de ifadeleridir. Bu egemenlik, spor kulüplerinde çalışanlar, sporcular ve bir haftalık gelirini bir maç seyretmek için harcayan taraftarlar arasındaki dengesiz güç yapısının, kaynakların haksız dağılımının ve etkinliğin değiştirilmesi için yükselen sesleri, "olmayan serbest pazara” tehdit olarak niteler. Aslında, serbest pazar, serbest olarak insan ve doğal kaynakların talanı, serbest olarak emeğin ve sporda çalışanların sömürüsü, serbest olarak fiyatların, biletlerin, ücretlerin ve sporcuyu oynatma veya satmanın olduğu bir egemenliği anlatır. Dikkat edilirse, serbest pazar ve sporda siyasetin olmadığı savlarıyla gelenler, bu kavramları kendi ekonomik çıkarları için siyasal anlamda kullanmaktadırlar.

III. Sporda Örgütsel Yapı ve Ürün: Temel İç ve Dış Çevre

Geçmişte spor yerel günlük hayatın belli zamanlarda düzenlenen ve yerel insanların toptan katıldığı organik bir parçasıydı. Bunun yanında, geçmişten beri, örneğin Roma İmparatorluğunda, arenalarda düzenlenen spor insanları yönetmede "ekmek ve sirk politikasının" önemli bir parçası olarak süregelmektedir. Sporun tarihsel gelişimi toplumlardaki üretim biçimi ve ilişkilerindeki değişimin özelliklerine göre olmuştur. Günümüzde spor, kapitalist pazarın en faal olduğu alanlardan biridir. Spor dış çevreden alınarak sermayenin mülkiyetindeki iç çevreye taşındı. Spor bireysel görünse bile bireyden ve cemaatin kontrolü ve gündeminden alınarak sermayenin yönetimi altına girdi. Sporun yapıldığı dış çevre kaldıysa (örneğin koşu yolları), o çevre de yeniden düzenlenerek spor yapanlara yönetimin bir ifadesi olarak sunuldu. Sokak futbolu düzensiz sokaktan alınarak, parklarda düzenlenen alanlara ve Türkiye gibi ülkelerde paralı "halı sahalara" taşındı. Böylece sporun ekonomisi, siyaseti ve kültürü değişime uğratılarak yeniden biçimlendirildi. Bu biçimlendirme eğlencenin ve boş zaman etkinliklerinin ekonomik, kültürel ve siyasal anlamlarda kolonileştirilmesinin önemli bir parçasıdır.

Sporun örgütlü eğlence olarak çıkışı ve gelişmesi hem siyasal yönetim hem de ekonomik amaçlara hizmet rolüyle ilişkilidir ve insanın toplu yaşamasıyla birlikte başlamıştır. Günümüze gelindiğinde spor siyasal ve ekonomik örgütlenmede oldukça karmaşık bir yapıya ulaşmıştır. Bu yapının anlaşılmasında ilk adımlardan biri formal özelliklerinin incelenmesidir.

Bir spor dalı olarak futbolda temel birim, futbol takımı biçiminde olan firmadır. Yasal olarak bu firma dernek olarak bile tanımlanmış olabilir. Firma, spor kulübü biçiminde şekillendirilmiştir. Bu temel birim kendi başına bir üretim yapamaz; maç/karşılaşma yapamaz; turnuva düzenleyemez. Dolayısıyla, futbolda üretim bir birimle yapılmaz birden fazla birimin katıldığı müsabaka biçiminde düzenlenen ilişkiyle yapılır. Dolayısıyla, futbol olgusu, birim içi ve birimler arasında rekabet şeklinde biçimlendirilmiş; örgütlü ortak ilişkiyle yapılan üretimin sonucudur. Birimler arası rekabet müsabaka şeklinde düzenlenmiştir. Lig ve özel maçlarla gerçekleştirilen bu ortak üretimle ticari bakımdan geçerli bir ürün üretilir.

Share:

Teknolojini getirdiği özgürlük üzerine: Cep telefonuya dolan ve boşalan cepler ve bilinçler

Bilim ve Utopya, Mayis 200, sayi 83, 1 s. 10-12

İrfan Erdoğan

1979’da Japonya ve 1983’de Amerika’da yaygınlaşmaya başlayan cep telefonları günümüzde kullandığımız iletişim araçlarının hemen hepsinde olduğu gibi orduların savaştaki iletişimini kolaylaştırmak için geliştirilmiş ve kullanılmıştır. Örneğin Motorola firması Birinci Dünya Savaşın’da müttefik ordular için taşınır telefon üretmiştir. Yakında cep telefonunun bilgisayar teknolojisiyle birleştirilmesi sonucu kullanıcılar cep telefonunu bilgisayar ve internet gibi kullanmaya başlayacaklardır. Cellular firma şebekeleri herkesin nerede olduğunu bilebilecek ve hareketlerini takip edebilecektir. Bunun ne denli önemli ve ciddi olduğunu anlamak için sadece sizin hareketinizi bilmek için örneğin pazarlama ve reklam firmaları gibi birçok firmanın milyonlarca dolar vermeye hazır olduğunu bilmek yeterlidir. Hele bizim her adımımızi takip etmek isteyen güç devletin polis gibi baskı organlarından biri olunca konu daha da ciddi bir durum alır. Bizi bir başka insana iletişim için bağlayan bir iletişim aracı yoluyla, bizim bilgimiz dışında bizim hakkımızda kimin ne bildiği ve bu bilenlerin bizden ne istediğini bilemeyeceğiz.

Ceple kişilerarası iletişim: Zaman ve yerin fethi

Yeni iletişim teknolojileri insanların oturma, yerleşme ve ilişki biçimlerini, iyi ve dogrunun ne olduğunu, insan olmanın ne demek olduğunu etkilemekte ve değiştirmektedir. Bunun da nedeni, teknolojik aracın doğasında değil, aracı biçimlendirme ve kullanmada araca yüklenen işlevlerde, yani aracın sosyal içinde yerleştirilmesinde yatar. Bu nedenle ki cep telefonu, iki kişinin sözlü iletişimden geçerek bag kurmasını gerçekleştiren basit bir araç ötesinde aracın kendinde olmayan niteliklere sahip kılınır.

İletişim aracı cep telefonu olunca, yer bakımından farklılaşmış kişiler arası iletişim biçimi vardır. Bu biçimde telefon telleriyle yere bağımlılık da ortadan kaldırılmıştır. Yere bağımlılık “kaplam alanı” içine sınırlanmıştır. Uydu kullanıldığında, bu sınır dünyanın her yerini içerecek biçimde genişler. Dolayısıyla, teknolojik araç kişiler arası sözlü iletişimde yüzyüzeliği gerektiren yer ve zamandaki aynılık zorunluluğunu, yerdeki aynılığı ortadan kaldırarak sözün söylenmesini gözle görünmeyen uzaklıklara taşımıştır. Yazılan mesajlarla zamanda aynılığı geciktirmiş, sonraya taşımıştır. Bu özelliklere bakarak, teknolojik araçların “yaptıkları” teknolojik belirleyicilik yaklaşımıyla efsaneleştirilerek mitler yaratılma yoluna gidilmiştir. Teknolojik belirleyicilik D. Bell ve McLuhan gibi kapitalizmin gözde entellektüelleri tarafından toplumsal yapıdan bireysel yapıya uzatılmış ve yeni teknolojilerin insanları, örneğin, özgürleştirdiği ileri sürülmüştür. Kapitalist bilinç yönetiminde her zaman yapıldığı gibi, insan veya birey denildiğinde her yerdeki her insan ve birey teknolojiyle birlikte özgürlükler elde eder. Teknolojiye bu tür yaklaşımla, teknoloji ve teknolojik arasındaki fark ortadan kaldırılır; mülkiyet ilişkileri bir kenara itilir; çep telefonu gibi teknolojik araçların üretimde biçimlendirilmesi, pazarlanması, kullanımı ve bütün bu süreçler sonucunda ortaya çıkan materyal ve materyal olmayan kazançların/faydaların bölüşümü ve anlamı “herkes-içinlik veya evrensellik” iddiaları içinde göz ardı edilir.

Kölelik sistemi ve hayatın gerçekleri

Günümüzde bilinç yönetiminden geçerek örgütlü ücretli/maaşlı kölelik faaliyetlerinin meşrulaştırılması ve desteklenmesi, bu faaliyetlerle özgürlüklerin ve demokrasinin özdeştirilmesiyle de yaygın bir şekilde yapılmaktadır. Mülkiyet yapıları içinde temel yaşam koşullarından yoksun bırakılmış büyük çoğunluk elbette kendi yeme, içme, giyme, barınma gibi temel gereksinimlerini elde edebilmek için kaynakları ellerinde tutanların belirlediği koşullarda çalışmak zorunda kaldıklarının bilincindedir. Fakat baskılar ve materyal ilişkilerin evrenselleştirilmesi sonucu, bu zorunluluk normalleştirilmiş zorunluğa dönüştürülür ve örgütlü kölelik sistemi ve teknolojik ilişkileri “hayatın gerçekleri” yapılır. Bu “hayatın gerçeklerinin” acı yanları feleğin ettiği, tatlı yanları ise demokrasi ve özgürlüğün ihsanları olarak görülür.

Tüketim özgürlüğü ve özgürlüğü tüketme

Mülkiyet yapılarında mülksüzler için oldukça “demokratik ve özgür” seçenekler sunulur: bunların en önde gelenleri, (a) vatan, millet, fırsat eşitliği, zenginlik gibi, sahip olmadığına hayali sahiplik iddiası, (b) Tanrı, din, gurur, erkeklik, cennet gibi materyal zenginlikleri alanların kölelerine bahşettigi dünyasal olmayan zenginliklere sahiplik ve (c) onların içtiğini içme, yediğini yeme, dediğini deme, giydiğini giyme hayalinden birini veya birkaçını gerçekleştirme… Günümüzde, uluslararası şirketlerin ve ortaklarının ideolojik savunuculuğunu yapan post-modern görüşlerin temel hareket noktası özellikle yukarıdaki üçüncü tür faaliyetlerdir. Bu faaliyetler materyal ve materyal olmayanı tüketmeyle ilgilidir ve post-modern demokrasinin çoğulculuk ve özgürlük iddiaları özellikle bu “tüketimden geçerek” sağlanan veya sağlanmaya çalışılan psikolojik doyumun vurgulandığı özgürlük ve demokrasidir. Dolayısıyla, Güneydoğu Anadolunun çölünde Kovboy şapkasıyla ne yaptığı, sevgisini, seksini, gelirini ve harcamalarını nereden sağladığı, kiminle neden konuştuğu belli olmayan ve erkekten kaçan bir kızın elindeki cep telefonuyla özgürlük satışı, tüketmenin ve tüketilebilenin demokrasiyi ve özgürlüğü belirlemesini ön plana çıkarmaktadır. O zaman ne kadar neyi tüketiyorsan o kadar ve o tür özgürsün; bu satın alınan ve aylık fatura ödemesine bağlı olan özgürlük, gerçekte özgürlüğü kapitalist pazardaki “öde ve kullan” biçimindeki mala dönüştürür. Cep telefonlarının faturasını yatırmayanlar veya kartı bitip de yenisini almayanlar için cep telefonuyla gelen özgürlük de bitmiştir. Dolayısıyla, tüketim özgürlüğü sermayenin biçimlendirdiği ve kontrol ettiği pazar özgürluğüdür.

Mankafaca yapay Tüketim

Cep telefonu, günümüzde egemen olan diğer popüler teknolojik araçlar gibi, kullanabilen insanlara “birbirine ulaşma” özgürlüğü sağlayan, fakat aynı zamanda bu özgürlüğün hem materyal hem de psikolojik bedelini kat kat ödeten bir yapının ürünüdür. Bu yapıda, cep telefonu, diğer popüler teknolojik araçlar gibi sürekli yenilenerek ve teşviklerle, insanlar tekrarlanan tüketimlere çekilir. Bu tüketimlerin önemli bir kısmı “beyinsizce veya aptalca tüketim” denen psikolojik hastalıklar temeline oturtulan yaratılmış yapay tüketimlerdir. Cep telefonuyla kendini özgür sanan kişilerin çoğu aslında, bağımsızlıktan çok bağımlılığının ve köleliğinin zincirini cep telefonu biçiminde yanında taşıyan ve özgürlük simgesi sanıp okşayan insanlardır. Bu okşayışın bedeli, kredi kartlarıyla da desteklenerek, insanların mankafaca tüketimden geçerek geleceklerinin ipotek altına alınmasını sağlar.

Popüler cep ve popüler bilinç

Cep telefonu ve benzeri teknolojik araçlara olan kölelikle gelen ilişkide cep telefonu kullanan en az iki tür grup vardır: (1) bu araçları üreten, dağıtan ve kullanımından kar sağlayan kişi ve endüstriler, gerçek anlamıyla iş ve kontrol gereksinimlerini sağlayanlar: Bu grup için cep telefonu ekonomik zenginliğin kazanılması, günlük işlerin yürütülmesi ve kontrol mekanizmalarının cep telefonu yoluyla kurulup uygulanması için oldukça fonksiyonel bir teknolojik üründür. (2) tüketici denen ve cep telefonunun kullanımından geçerek üzerlerinde ekonomik ve bilinçsel egemenlik kurulanlar: Bu insanlar için cep telefonu büyük ölçüde popüler olmanın, şimdiye ait olmanın, modayı takip etmenin, gösterinin ve benzeri psikolojik tatminlerin aracı işlevini görür. Bu işlevden geçerek, birinci grup amaçlarını kolayca gerçekleştirme olanağını bulur.

Cep telefonu gibi popüler olanın özgürlük, demokrasi ve ilerleme ile özdeştirilmesi, kitle üretim pazar ekonomisinin materyal ve ideolojik yapısının kendini en üstün ve en yeni olarak sunması ve bunun popüleri tüketenler için kabul edilmesindendir. Egemen popülerlik, tüketim, kullanma, biçimsellik ve görsellikle yapısallaşmışın kendine ve dışa dönerek “önemli kimlik” satışıdır. Popülerliğin özgürlüğünde, demokrasisinde, modasında ve ilericiliğinde, teknolojik yapının standartlaşmış bağnazlığı ve standartlaşmış tutuculuğu egemendir. Popülerliğin sürekli değişim ve yenileme süreci görünümünde olan özgürlük ve ilericilik karakteri, standartlara göre üretilip peryodik olarak tekrarlanan imajlar ve paketleme biçimiyle verdiği yenilik duygusundandır. Durmadan küçülen, renkleri değişen, hafızası artan, fiziksel görünüm tasarımı değişen, ödeme kolaylıkları sağlanan, farklı şekilde titreşen cep telefonları, durmadan aynı standartlarla yeniden üretilen müzik ve sanat, meclisteki çekişmeler, siyasetçilerin uluslararası şirketlerin Türkiye’deki ortaklarıyla yaptıklarının açılışlarında kurdeleler kesmesi, belli sürelerde seçimlerin olması, bazı sanatçı denen insanların kendini estetik ameliyalarla yenilemesi, popüler egemenliğin özgürlüğe, değişime ve yenilenmeye dayandığı imajını verir. Aslında, cep telefonunu alan ve yenileyenin özgürlüğü ve değişimi, doğallığın zamanla olan ilişkisinde, araç kullanan insanın, zamanı hükmetme adına dondurmaya çalışan ve bireyi özgürleştirme adına kölelştiren popülere ayak uydurma mücadelesidir. Bu mücadele, popüler kültürün kişiyi dışarı için kendine döndürerek satış yapan sömürgenliğini anlatır. Cep telefonuyla “birbiriyle bağlanan” ve özgürlük satan, duru sabunuyla tertemiz bir çevreye kavuşan, Coca Colayla midesini kafeinlerken kanser saçan Marlboro’sundan derin çekişlerle nikotinlenenin çağdaşlığı, ulus içi ve uluslararası büyük sermayelerin materyal ve ideolojik çıkarlarıyla örtüşen bir karaktere sahiptir: Kendinin sahip olmadığına, tüketim ve imajsal yollarla sahiplik taslayanın özgürlüğü ve çağdaşlığı. Daha kötüsü, kendi gibi tüketmeyenlere karşı üstünlük taslayan bu modern kölelerin birbirine karşı yarışı kapitalist çıkarlara hizmet eden psikolojik bir egemen hastalığın yaygınlığını işaret eder. Bu nedenle, en son marka cep telefonuyla cep telefonu olmayanı veya “en yeni” cep telefonuna sahip olmayanı ezmeye çalışan köle zincirini özgürlüğün simgesi sanıp sular. Böylece köle özgürlük ve demokrasi teraneleriyle kendi köleliğinin günlük yeniden-yaratılmasına istekle ve zevkle katılır.

Son sözler

Her evin oturma odasında en gözde yeri kaplayan, odadaki eşyaları ve insanların oturuş düzenini kible gibi kendine dündüren televizyon, aile içinde yer bakımından beraberken ilişkiyi ve kendi gündemi dışındaki iletişimi azaltır. “İnsanları birbirine bağladığı” (connecting people) reklamı yapılan cep telefonu, evdeki ve yanındaki insanı bırakıp uzakta olanla ilişkiyi mesajlarla ve sözlerle nicel olarak artırmaktadır. Odada oturmuş elinde cep telefonuyla mesaj yazan veya oyun oynayan insan yaratan cep telefonu, hangi insanı birbirine yakınlaştırıyor ve hangilerini birbirnden uzaklaştırıyor? Aile iletişimi, uyumu ve ilişkisini azaltan evimizdeki ve elimizdeki teknolojik araçlara cep telefonu da eklemnmiştir.

Fakat evdeki aile ve bireyi birbirinden uzaklaştıran yeni teknolojiler, öte yandan endüstriyel kontrolun ve yönetimin gerçekleştirilmesinde oldukça önemli işlevler görmektedir. Firma yönetimi yöneticilerini ve işçilerini istediği zaman ve istediği yerde cep telefonu sayesinde kullanma olasılığı elde etmişlerdir. Cep telefonuyla insanlara nerede oldukları sorulmadan nerede oldukları kolayca tesbit edilebilir duruma gelmektedir. Bu da elbette demokrasi denilen polis devletlerinde insanları takip etmek olasılığını artırmakta ve kolaylaştırmaktadır. Hele bir de kol saati gibi yaygınlaşan dep telefonuna gorüntü de eklendiğinde ve bu görüntü uyduya baglı şebekelerde kurulan denetim merkezlerinde kolayca denetlendiğinde, özgürlüğün kimin özgürlüğü ve ne için olduğu, kazanan ve kaybedenlerin kimler olduğu oldukça açığa çıkar.

Televizyondan farklı olarak cep televizyonu gibi teknolojik araçlar insanı aktif olarak iletişim ve ilişki surecine katarlar. Bu katmada en sinsi yan, biz kendimizi özgur karar verici sanısı ile kandırır ve daha iyi, daha ileri, daha demokrat, daha çağdaş insan oldugumuzu sanarız. Bu sanı her an istedigimiz kimseye bağlanabileceğimız gerçeğiyle desteklenir.
Share:

Müziğin ve toplumsalın üretimi: Müziğin siyasal ekonomisi, kültürü ve ideolojisi üzerinde araştırma gereği

Ve Müzik, Dergisi , 2000, 6: 8-17


Müziğin ve toplumsalın üretimi: Müziğin siyasal ekonomisi, kültürü ve ideolojisi.  

İrfan Erdoğan

Giriş

Müziğin incelenmesinde, üretimiyle başlayan şifrelenmiş içsel yapısından (nota düzeninden) başlayarak, dinleyicinin şifre çözümüne (müziği dinleyip anlamlandırmasına), belli bir yer ve zamandaki müziksel pratiklerin ele alınmasından tarihsel gelişimi üzerinde durmaya kadar çeşitlenen oldukça zengin ilgi odakları vardır. Bilimsel ilgi alanı olarak müzik, niteliksel ve niceliksel çeşitiliği yanında, akla gelebilen her sosyal bilim alanıyla ilgisi olan çok disiplinli bir karaktere sahiptir. Müziğin belli bir dönemde ve belli bir yerel veya ulusal çevrede üretim, dağıtım ve kullanım/tüketim biçimleri ve bu biçimlerin sonuçları, tarihsel, müziksel-yapısal, dilsel-yapısal, ideolojik, kültürel, ekonomik, siyasal ekonomik, antropolojik, sosyolojik, psikolojik, sosyal-psikolojik ve toplum yönetim politikaları açılarından ele alınıp incelenebilir. Bu makalede, müziğin kültür, ideoloji ve siyasal ekonomi yanları irdelenecek; günümüzde Türkiye´de müziğin incelenmesi gereken, fakat çoğunlukla ihmal edilmiş bu yanları hakkında kuramsal tartışma, varsayımlar ve araştırma soruları sunarak, bu noktalarda müzikle ilgili akademik araştırma yapılması yönünde katkıda bulunulmaya çalışılacaktır.

Egemenlik ve mücadelenin üretimi olarak müzik

Özellikle Cumhuriyet devriminden sonra radyonun kurulması ve ardından yaygınlaşması, yıllar sonra buna televizyonun katılmasıyla birlikte, Türkiye’de müzik sadece bir ulusal çevrenin ürettiği bir ürün konusu ötesine geçti ve bazılarına göre kültürel alışverişin, gelişmenin ve globalleşmenin göstergelerinden biri oldu. Fakat diğer bazılarına göre, sanat ve söylem olarak müzik, yerel/ulusal kültürü yok eden, marjinal duruma düşüren veya dönüşüme uğratan kültürel emperyalizm; endüstri ve emtia (pazarda satılan mal) olarak, ekonomik sömürü ve emperyalizm konuları içinde ele alınıp incelenmelidir.

Türkiye’de Ankara ve İstanbul radyolarının başlaması ve yabancı müziğin bu radyolarda tercih edilen müzik olarak yayın alanları içinde sunulmasıyla birlikte, yabancı müziğin Türk müziğiyle olan egemenlik ilişkisinde denge batı müziği yönünde özellikle kentlerde değişmeye başlamıştır. Elbette, bu gelişme kendi başına münferit bir karaktere sahip değildir; tam aksine batılılaşma yolundaki kültürel, siyasal ve ekonomik politikalar ile birlikte düşünüldüğünde, oldukça ciddi anlamlara sahiptir. Türk müziğinin belli türlerinin radyo’da ve sonra TRT’de yer verilmemesi, Müzik konservatuvarında Türk müziğinin dışlanması, bu politikayı güdenlerin ve uygulayan programcı ve konservatuar öğretim üyelerinin olması, ileriliği, çağını aşmışlığı, üstün zevk ve dile sahipliği göstermekten çok, kendi kimliğinden uzaklaşmış, kendini beğenmeyen, kimliğini kendini kendinden olmayanla özdeştirerek bulmaya çalışan düşünsel zavallılığı işaret eder. Bu düşünsel zavallılık (ya da kendini tanımayan ve kendine ve kendi gibilere baskı yapan kültürel psikopatlık), bu kişilerin egemen konumda olmaları ve Batı müziği endüstrisinin pazar çıkarlarına uygun ideolojik yapıyı benimsemeleri nedeniyle, ekonomik ve kültürel yapının kendine uygun müziksel üretim, dağıtım ve kullanımı gerçekleştirme olanaklarının ortadan kaldırılmasına önemli katkıda bulunmuştur. Bu anlamda, belki de, örneğin Ankara Radyo’su Türk müziğinin batının popüler müziği yanında marjinal duruma düşürülmesi sürecinde, Batının en önemli transfer-aracı rolünü oynamıştır; buna şimdi isimleri bile Türkçe olmayan televizyon kanalları katılmıştır. Konservatuarın eğitim politikasını düzenleyen ve bu düzenleyişteki biçim nedeniyle suçlanabilecek ve her tür kültürel negatif nitelemeyle tanımlanabilecek insanlar ve Türkçe müziği mırıldanmayı bile müziğe hakaret sayıp öğrenciyi susturan veya okuldan atan bazı öğretim görevlileri, güç ilişkilerinden geçerek sağlanan nesnelleştirilmiş-öznelliği (intersubjectivity) müziksel kalite olarak niteleyip, Anadolu kültürü ve ekonomisi üzerinde kurulan baskı ve egemenliğin ateşli savunucuları olmuşlardır. Bu durum incelenmesi gereken iki önemli yan ortaya çıkarmaktadır: Birincisi, müzikte Batının egemenlik kazanmasının tarihsel olarak ele alınıp ayrıntılı bir biçimde değerlendirilmesi gereğidir. İkincisi ise, Batı müziğinin Anadolu’da yaygınlaşmasını sağlayan ekonomik, sanatsal-kültürel ve siyasal güç yapısının tarihsel dönüşümü ve günümüzdeki durumunu araştırma gereğidir. Elbette, bu incelemelerde, kültürel üretimde egemen durumda olan ve aynı zamanda kendi kimliğini yitirip “onları kabul etmeyen başkalarının kimliklerine bürünenlerin” psikolojik durumları ve bu psikolojinin diğer insanlarda, müzik sevileri ve tercihlerinde, psikolojik davranış bozukluklarında ve müzik pazarı üzerindeki etkileri ve sonuçları da incelenmelidir. Ne yazık ki, iletişim medyalarında yansıtılan ve günlük yaşamda görülenler, Anadolu müziğinin üretim, dağıtım ve tüketim biçimlerinde güç, müziğin sahiliği (otantikliği), kendine özgülüğünü koruması ve kendine özgü gelişme sağlaması gibi koşullarının çok sınırlı bir hale getirildiği varsayımının doğruluğu yönündedir. Anadolu müziği hem üretim ve dağıtım hacmi, hem de kendi sanatsal ve araçsal özelliklerini koruma ve geliştirme bakımlarından egemenlik mücadelesini yitirmiş durumdadır. Nasıl ki Batının popüler kitle üretim teknolojilerinin ürünleri Anadolu’da egemen durumdaysa, aynı kitle üretim teknolojilerinin kültürel ürünü olan müzik de Anadolu’da egemen duruma getirilmiştir. Bu varsayımların incelenmesi ve bu varsayımlara bağlı olarak, egemenliğin sağlanması ve yitirilmesi ile ilgili tarihsel, yapısal ve ilişkisel faktörler ayrıntılı olarak ele alınıp araştırılmalıdır. Kazanmanın ve kaybetmenin koşullarını öğrenenler, alacakları ve uygulayacakları politikalarda başarılı olma şansına daha çok sahiptir.

Müzik ve ekonomik-politik bağı

Müzik kültürel bir üründür. Yazının olmadığı sözlü gelenekte, müziğin üretimi ve dağıtımı ancak insanın sahip olduğu doğal araçlar (beyin, bellek ve dil) yoluyla olmak zorundaydı. Dolayısıyla, bu tür sözlü gelenekte müzik mekan ve zamanda aynılık ve ikili veya gruptaki yüzyüzelik zorunlu bir gereksinimdi. Yazılı kültüre geçiş ve kayıt araçlarının geliştirilmesiyle, müzikte üretim materyalleşti; zaman ve yer bakımından aynılık sınırları kırıldı. Aynı zamanda bu sınırları kıran teknolojileri üretenler ve müzik üretimi için satın alanların egemenliliği kuruldu. Böylece, müzik müziği yapanın kendisinin ürettiği bir aracı kullanarak, düşünseli kurgulanmış sözle ifade ötesine taşındı: Müzik üretimi materyal bir üretim oldu. Günümüzde, müzik üretim endüstrisi en zengin endüstrilerden biridir. Müzik ekonomik bir emtiadır. Kullanım biçimi ve değeri psikolojik ve kültürel bir karakter taşımaktadır; fakat bu kullanımı teşvik eden ve yönlendiren endüstriler için müzik, emptia pazarında alışveriş değerine (exchange value) sahip olan bir maldır. Bu mal bir kaset veya CD gibi materyal taşıyıcılar içinde kullanım için şifrelenip yerleştirilmiştir. Kullanımın olabilmesi için bu şifreleri sese (ve görüntüye) dönüştüren şifre çözücü araçların satın alınması gerekir. Bu nedenle, emtialaştırılmış müzik, yaygın bir endüstriyel ürün ve yan ürün sistemi ortaya çıkartmıştır.

Müziğin emptia olması ve pazar yapısının gelişmesiyle birlikte müzik yazan, müziği söyleyen ve müziği dinleyen arasındaki ilişkiler de değişmiştir. Bu değişimin doğasının nasıl olduğu ve ne tür dönüşümlere uğradığı önemli inceleme konularından biridir. Müzikte emtia, üretim ve yabancılaşma ilişkisinde bağların nasıl kurulabileceği önemli bir inceleme alanıdır.

Müzik serbest pazar denen pazarda önemli bir konumda oturmaktadır. Bu müzik pazarının ne denli serbest olduğundan başlayarak, pazar yapısı (örneğin tekelleşme) ve işleyişinin (örneğin mülkiyet ilişkilerinin) inceleme altına alınması gerekmektedir.

Günümüzde müzik konusunu kapitalist üretim biçimi ve ilitkileri içinde ele almak gerekir. Bu ele alış sadece müziğin emptia oluşu değil aynı zamanda, müzikle ilgili kültürel kurumların ve örgütlenmelerin de aynı pazar yapısının bütünleşik bir parçası olmasından dolayıdır. Egemen ideolojileri ve kültürel ilişkileri destekleyen müzik üretimi bu pazar yapısının temel ürün biçimidir. Kendini alternatif ideolojik yaklaşımla tanımlayan müziğin bu pazar içinde, sadece kendi ideolojik yanlılarının dinlemesi ötesinde pazarlanması olasılığı ancak bu alternatif denilen veya öyle görünen tarzın aslında kapitalist düzenin üretim tarzına alternatif olmamasına bağlıdır. Örneğin Punk ve benzeri müziklerin burjuva orta sınıfı çocuklarının, bol cep harçlığı aldıkları baba ve analarına ve insanlar arası durağan dayanışmaya karşı küfürle kartıtlığı ve bu karşıtlığın giyme, yeme, içme, kullanma ve atmadan geçerek ifadesi kapitalist pazar için oldukça fonksiyoneldir. Yani, Punk ve benzeri müzikler sosyal direnişin müziği özelliğine çok az sahiptir. Bir kişinin (veya grubunun) müziği kendisi ve grubu için yazması, bunu hiçbir kapitalist firmayla anlaşmadan kendi olanaklarıyla, aracı kullanmaksızın yapması olanağı olabilir. Bu olanak ve yönelim genellikle küçük üretim firmalarının kurulmasına gidebilir. Bu firmalar (aynı Türkiye’de solcu yayın evlerindeki dönüşümde olduğu gibi) önce küçük-burjuva örgütlenme biçimini kopya ederler, ardından küçük-burjuva biçimine dönüşürler; ve sonra, büyüyenler dükkanlarında “best seller” müzik köşeleri açarak kapitalist pazarın bütünleşik bir parçası durumuna gelirler. Amaç artık, kitlesel kapsamda popüler müzik yapmak ve dağıtmak olur. Firma original ideolojik amaca hizmete devam edebilir; fakat pazarda tutunduğu ve kalıcılığı olasılığı anlaşıldığı andan itibaren, güçlü sermayeler için satın alınmaya hazır bir konuma gelir.

Müzik aynı zamanda iş dışı boş zamanın kolonileştirilmesi ve kapitalist tüketim yönünde yönetilmesi görevini gören en önemli araçlardan birisidir. Boş zamanın değerlendirilmesi ve bu değerlendirmede etkinlikler için gündemin belirlenmesi ve öneme göre sıralanması işinin kişinin kendi özgür seçimine bırakılmaması gereğinin ortaya çıkmasıyla birlikte müzik en etken yönlendirme aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Böylece hem müzik endüstrisi hem de diğer endüstriler pazar amaçlarını daha iyi gerçekleştirme olanaklarını elde etmektedirler.

Emptia ve Kültürel biçimleri

Araştırılması gereken en önemli konulardan biri de, Anadoludaki üretimin ve dağıtımın geliştirilmesi sürecinde kullanılan içeriklerin kültür ve ideolojiyle olan bağıdır. Bu bağlamda farklı kuramsal yaklaşımlar ve bu yaklaşımlara bağlı olarak gelen inceleme ve sonuç biçiımlendirmeleri vardır. Kapitalist pazar ideolojisine göre, diğer ürünlerde olduğu gibi müzikde de serbest piyasa halka istediğini vermektedir. Eleştirel görüşlere göre, halka istediğini verme yanıltıcı bir iddiadır; bir endüstriyel yapının ekonomik ve kültürel sömürüsünü ideolojik meşrulaştırma çabasıdır. Batıdan ithal edilen ve batıyı kopyalayan müzikle sadece ekonomik kazanç sağlanmamakta, aynı zamanda bu pazar yapısına uygun bir kültürel yapının oluşması ve gelişmesi gerçekleştirilmektedir. Batı, özellikle Amerikan müziğiyle birlikte, Amerikan tarzı yaşam ve dünya görüşü, zevk ve eğlence anlayışı Anadolu kültürü üzerine bindirilmiştir. Özellikle 1980lerin ortalarına kadar (konservatuvarın hala süren müzik eğitim politikası dahil) egemen müzik politikası, pratiklere bakıldığında, modernin getirilmesi ve geleneksel gerinin yok edilmesi biçimindeydi. Bu politikalar önemli ölçüde başarıya ulaştı. Fakat Anadolu halkının “maganda” müziği dinleme alışkanlıkları ve kültürel yapısı ortadan kalkmadı. Uluslararası şirketlerin egemenliğindeki yeni sömürü politikalarıyla bu sorun çözüldü. Bu politikalarla yerellik, özgürlük, demokratikleşme, çok seslilik, globalleşme vb gibi bilinç yönetimiyle, türban giyen, eskisi gibi yok edilmesi gereken bir geleneği temsil eden olarak sunulmaktan vazgeçildi; onun yerine yerel kültürel kimlikleri demokratik çoğulculuk içinde koruma propagandası yapılmaya başlandı. Bu sırada elbette, türbanlıya kalitenin Levi’s, Coca cola, McDonalds, Avrupa ve Amerika’nın beyaz eşyası, parfümleri ve kozmetik malları olduğu öğretildi. Yok ettikleri ortadan kalktı, fakat örneğin bağlamayı kaldıramayınca onun yanına, aynı müziksel sunumda kendi müzik araçlarını ekledi önce; sonra, bağlamayı ikinci plana itti; buna özgün müzik adı verilmesini başardı. Aynı anda vatan ve globalleşme sloganları atan ulusal sermaye, sermayenin vatanı olmadığını, uluslararası firmaların saldırıları karşısında devlete sığınmanın artık pek faydalı olmadığını pratikle çok daha iyi öğrendi. Bu bağlamlarda, Amerikan müzik pazarının ve bu pazarı destekleyen iç siyasal, ekonomik ve kültürel pazarın Turkiye’deki kültürel ve bilinç yönetimi politikaları hem tarihsel hem de belli bir zaman kesimindeki durum analiziyle incelenmesi gerekir. İnceleme sonuçlarının pazar yapısıyla ilişkilendirilmesi unutulmamalıdır. Çünkü popüler müziklerin kayıtlarla bütün düyaya yayılması ve klasik müzik CD’lerinin Amerika’da süpermarketler’da 3 dolara satılması, bu duruma “yüksek kültür ayak takımının pazarına” düştü diye şikayet edilmesi, kültürün ve bilincin ekonomik çıkarlar ve güç ilişkileri ile biçimlendirildiği ve yeniden biçimlendirildiğini anlatır. Bu anlatım, toplumsal üretimi ve pratikleri belirleyen başat faktörün kültür ve bilinç olmadığını, tam tersine, kültür ve bilinci de ekonomik yapıların belirlediğini ve geleneksel olarak süreni belirleyemediğinde, kendi çıkarına kullanımdan geçerek biçim değişikliğine uğrattığını gösterir. Egemen olan etken, kültür veya dilsel yapı değil, bu yapıyı biçimlendiren, biçimlendiremediğini yönlendiren ve kontrol eden materyal düzen ve ilişkiler yapısıdır. Müziksel kültür ve dille konuşan ve avunan insan, aynı zamanda bu konuşma ve avunmanın materyal ve ilişkisel bedelini de ödemek zorundadır. Dolayısıyla, müziksel kültür, kültür biçimleri, bu biçimlerin birbirleriyle ilişkisi, kültürel sömürü ve emperyalizm incelenmesi gereken önemli alanlardır. Fakat bu sırada, herşeyin bilinçle ve kültürle yönetildiği, anlatmayla olan eğitimden geçerek bilinçlendirmeyle ve kültürle, pazar mekanizmasının değişeceği savını sürme yanlışlığına düşmemek gerekir.

Kapitalist kültürü ve yapıyı eleştirme yerine kitle kültürünü eleştiren bir müzik, veya bireyselliği vurgulayan karşıtlık müziği, tutuldukları andan itibaren “ana akım” denen egemen yapının içine bütünleşmekte veya bütünleştirilmektedir. Neden “kitle kültürü” eleştirisi, müzikte “yüksek kültür” savunusuna dönüştürülmektedir? “Devrimci” denen müzik neden ya yok olmakta ya da kültürel marjinallik içine hapsedilmektedir? Neden “heavy metal, rap, rhythm and blues,” halk müzikleri ” gibi biçimler aşağı kültürellik olarak nitelenmektedir? Herhangi bir seviyedeki egemenlik düzeni ve ilişkilerine karşıtlığı ifade eden bir müziksel ifade biçimi (kültürel pratik) nasıl oluyor da egemen ekonomik yapının bir parçası olarak kendi kendisiyle çelişkiye düşüyor veya çelişki ortadan kaldırılıyor? Bu durumlar da inceleme için açık bir alandır.

Modern ve batılı bir düşünsel karaktere sahip olan uluslararası müzik üretim şirketleri ve İstanbuldaki işbirlikcileri veya taklitcileri nasıl oluyor da, kendi kültürel yapılarına uygun olmayan İbrahim Tatlıses ve benzerlerinin büyümesine kayıtsız kalıyorlar? Kayıtsız mı kalıyorlar? Sorun gene, dönüp dolaşıp pazar amaçları ve bu amaçların gerçekleştirilmesinde kültür ve ideolojinin yerine geliyor. Bir müziksel pratiği ve bunun temsil etttiği kültürü bir zaman veya çıktigında küçültme (marjinalleştirme), fakat sonradan kendi yapısı içınde fonksiyonel bir duruma getirme neden olmaktadır? Nasıl ouyor da, bu kültürelin müziksel ifadeleri dev firma kültürü içine dahil ediliyorlar? Bağımsız müzik yapımcılarının ve gruplarının, karşıt ürün kültürüne sahip olsalar bile, “isim” veya “marka” pratiğine bağlanma istemi nedendir ve bu bağlanmanın sonucu olan dönüşüm olasılıkları nelerdir? Isim ve marka firmalarla işbirliğini kabul etmeyen müzik üreticileri ve gruplarının kendi iddiları ötesinde kültürel, bilinç ve idelojik konumları ne? Yaşam olasılıkları ne? Kendi ideolojilerini nasıl müziksel ifadelerle yayabilirler? Bütün bunların incelenmesi gerekir.

Yeşil-pop gibi bir olgunun ortaya çıkması ve muhtemelen yakın bir gelecekte camilerdeki vaazların makamının, popülerleşen bazı tekkelerde Rock veya o zaman popüler olan müziksel vuruşlara dönüşmesi olasılığının ve bu dönüşümün nedenlerinin de incelenmesi gerekmektedir. Eğer “gavur icadı” diye batının teknolojik ifade araçlarını dün kullanmayanlar, bugün en yoğun kullananlar arasında ise, bunun nedenleri araştırımalıdır. Aynı zamanda, olasılıkla diğer dönüşümler üzerinde durulmalıdır.

Direnişin müziği ve Che Guevera gibi direnişin sembolleri kapitalist pazarın reklam-satış elemanı veya simgesi duruma nasıl ve neden düşürülmektedir. Popüler direniş türleriyle post-modern durum denilen durumuna övgü mü var? Müzikle sunulan direnmede kim nasıl kime karşı ve neden direnmektedir? Kırk yıl kadar öncesinde kulanılan direniş kültürünün hangi sloganları günümüzde hala kullanılmaktadır ve neden? Bu kullanımın, müziksel pratiğe yansıyanları dahil, günümüz mücadele ortamında anlamı ne? Sınıf bilinci çerçevesinde, tüketim kültürünü ve kendinden olmayanla kendini özdeştirerek kendine ve kendi sınıfına karşı düşmanlığı, tüketimi özgürlük ve demokrasinin ifadesi sanmayı eleştiren müziksel ürünlerin olasılıkları nelerdir ve bu olasılıklar nasıl güçlendirilebilir? Bunlar ve benzerleri ciddi bir şekilde araştırma bekleyen konulardır.

Müzik kültürü ve endüstrisi incelemek amacıyla birbirinden ayrılabilir; İncelemek amacıyla herhangi bir yanı seçilerek incelenebilir. Bu bilimsel girişim için oldukça normaldir. Fakat kültür ve endüstri birbirinden bağımsız iki varlık olarak ele alınırsa ciddi bilimsel yanlışlıklar ve yönlendirmeler ortaya çıkar. Benzer şekilde, eğer kültür ve kültürel pratikler ve özellikle müzik severlerin “zevkleri ve tercihleri” endüstriyi yönlendiren egemen faktörler olarak ele alınır ve kültür endüstrinin üzerine çökertilirse, ikinci önemli bir bilimsel hata yapılmış olunur. Müzik kültürü materyal üretimin ve bu üretimin materyal olmayan bilinç yönetimi mekanizmalarının ciddi bir oranda belirlediği ve yönettigi, bağımsız ve etken gorünen, fakat aslında bağımlı bir yapıdır. Kültürden geçerek olan direniş, egemen bir iş yapış biçimine karşı olan, ve bu iş yapış biçiminin (üretim tarzı ve ilişkilerinin) değişmesini arayan bir karşıtlıktır. Bu karşıtlığın var oluş nedeni, düşünce değil, var olan materyal ilişkiler düzenidir.

Müziksel yapının ve üretimin standartlaşması ve bunun hem endüstriyel yapıya gördüğü görev hem de sanat kavramına getirdiği dönüşüm oldukça önemli bir araştırma konusudur. Bir zamanlar sanatı sanat için mi yapıldığı tartışması vardı. Bu tartışmadaki dönüşüm (veya bu tartışmaya ekleme) şimdi mekaniksel ve elektronik üretimin sanat olup olmadığı; sanatın sanat mı, emptia mı yoksa ikisi mi olduğu yönünde olması gerekmektedir. İçerik ve stile ne olmaktadır?

Kuramsal alan

Müzikle ilgili kuramsal alandaki tartışmalar gene müziğin notasal yapısallığı ötesinde, özellikle siyasal ekonomi kuramları ve kültürel yaklaşımlar açısından ele alınmalıdır. Kuramsal tartışmalar özellikle müziğin sanat olması, standardlaşma, kültürel alışveriş mi yoksa kültürel emperyaliz mi, kültürün emptialaşması ve emtia fetişizmi, müzik endüstrisinin genel kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içindeki yeri gibi konuları içermektedir. Kuram yöntemle ve dolayısıyla sonuçlar ve sonuçların yorumuyla ilgili olduğu için oldukça önemlidir. Kuram aynı zamanda bilimsel alanda ideolojik egemenliğin bir yansımasıdır. Örneğin “kültürel gecikme” kuramıyla açıklanan kültürel ilişki ile “kültürel emperyalizm” kuramıyla açıklanan bir ilişki birbirinden taban tabana zıt bir farklılık gösterecektir. Bu nedenle, müzik alanı çok çeşitli bilimsel disiplini içine aldığı için, öncelikle müzik alanında önemli olan kuramların saptanması ve tartışılması gerekir. Bu da elbette, önce müzik incelemelerinin ilgi alanlarındaki temel kuramların üzerinde durulması, öğrenilmesi ve öğretilmesi gereğini ortaya çıkartır. Bu sırada kuram tartşmalarıyla birlikte, seçilen kuramsal çerçevelerden harekete ederek araştırmaların yapılması gerekmektedir.

Sonuç

Eğlence ve müzik elbette kapitalist kültür endüstrisinden çok daha önce vardı. Fakat bu endüstriyle birlikte eglence ve müzik hem ekonomik hem de kultürel egemenligin perçinlenmesinde ve pazar mekanizlamalarının ürün satışlarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasında önemli bir konuma getirildi. Müzikle ilgili araştırma sorunları kapitalist moral ve etiğin çok ötesinde, insanların yaşam biçimleri ve bu biçimlerin düzenlenmesiyle, özlüce toplumsal hayatın günlük üretimiyle ilgilidir.

Müzikle ilgili konular, sorunlar ve araştırma gereksinimleri ve yönelimleri, 1980’lerden beri birden bire hızlandırılan ve günümüzde çeşitli pozitif yüklemlerle değerlendirilen, bir ülkenin ihalelerle perakende satışla gerçekleştirilen topyekün satışın bütünleşik bir parçasıdır. Her inceleme sonucu, bilimsel (ve kültürel politikalarla ilgili) anlamlılığa erişebilmek için, bu genel varsayım ve bu genelden çıkartılan diğer varsayımlarla ilişkilendirmek zorundadır.

Elbette müzik okulları yukarıda tartışılan inceleme sorun ve konularında bilimsel araştırma girişimlerini artırmakla doğal olarak sorumludurlar. Fakat batının klasik müziğine İncil’e bağlanır gibi bağlanan okullar ve öğretim üyeleri için, ne yazık ki, bu sorumluluk, yaklaşımlarının doğası nedeniyle, söz konusu değildir; sorun onlar için batının kültürel transferinin görevsel olarak işleyişi ve bu işleyişe engel olabilercek müziksel ifadelerin dışlanarak veya yok sayılarak engellenmesi sorunudur. Elbette, yüksek kültür tütsüleriyle tütsülenen ve bu tütsüleri yaymayı görev bilen bu sorunlu insanlar ve sorunlarının da incelenmesi gerekir.

Yukarıdaki tartışmalardan açıkça görüleceği gibi, müzik eğitimi bir enstrümanın ustaca kullanımının öğretiminin çok ötesindedir. Benzer şekilde, müzikle ilgili araştırmaların müzik ve enstrümanlar tarihi, müziğin notasal yapısının incelenmesi ve karşılaştırmalar yapılması gibi betimleyici/tanımlayıcı seviyede kalmaması gerekir. Bu tür seviyedeki öğretim ve araştırma oldukça ilksel seviyede bocalamak demektir. Müziği insanın toplumsalı ve toplumsalda kendini üretim içinde anlamaya çalışmak gerekir. Bu da,kaçınılmaz olarak, müzik eğitimi ve akademik araştırmalarda müziğin siyasal ekonomisi, kültür ve ideoloji üzerinde durma gereğini ortaya çıkartır.

Kaynakça

Adorno, T. W. (1991). Culture industry reconsidered. In "The Culture Industry: Selected Essays on Mass Culture." London: Routledge.

Adorno, T.W. (1978). On the fetish-character in music and the regression of listening. In A. Arato & E. Gebhardt (Eds.) The essential Frankfurt School reader. New York:Urizen Books.

Adorno, Theodor W. (1991), The Culture Industry: Selected essays on mass culture, Routledge, London.

Allen, Jeanne (1985) "The Industrialization of Culture: The Case of the Player Piano." In The Critical Communications Review Vol 3.

Appadurai, Arjun, "Disjuncture and Difference in the Global Cultural Economy," Theory, Culture & Society 7 (1990): 295-310.

Berland, Jody (1991) "Free trade and Canadian music: level playing field or scorched earth" Cultrual Studies, October 5(3).

Bettig, Ronald V. (1996) Copyrighting Culture: The Political Economy of Intellectual Property. Boulder: Westview Press.

Chanan, Michael. (1981). The trajectory of western music or, as Mahler said, the music is not in the notes. Media, Culture and Society. 3, (3, July), 219-242.

Ewen, Stuart with Elizabeth Ewen (2nd, 1992) Channels of Desire: Mass Images and the Shaping of American Consiousness. Minneapolis, University of Minnesota Press.

Featherstone, Mike, "Global Culture: An Introduction," Theory, Culture & Society 7 (1990): 1-14.

Ferguson, Marjorie, "The Myth about Globalization," European Journal of Communication 7 (1992): 69-93.

Horkheimer, Max, & Adorno, Theodor W. (1972), ‘The Culture Industry’, in Dialectic of Enlightenment, Herder and Herder, New York.

Jay, Martin (1973), The Dialectical Imagination: A History of the Frankfurt School and the Institute of Social Research 1923–1950, Little, Brown; Boston.

Laing, Dave. (1986). "The music industry and the 'cultural imperialism' thesis." Media, Culture and Society. 8, (3, July), 331-341.

McLuhan, Marshall and Powers, Bruce (1993). The Global Village: Transformations in World Life and Media in the 21st Century. New York: Oxford University Press.

Meehan, Eileen R. (1986) *Conceptualizing Culture as Commodity: The Problem of Television*. Critical Studies in Mass Communication, 3(4): 448-457.

Michael Parenti, Make-Believe Media: The Politics of Entertainment. New York: St. Martin's, 1992.

Mosco, V. (1996). The political economy of communication. London: SAGE.

Rockwell, John, "The New Colossus: American Culture as Power Export," The New York Times, January 30, 1994: section 2.

Schiller, Herbert (1981). Who Knows: Information in the Age of the Fortune 500. Norwood, NJ: Ablex.

Schiller, Herbert I. (1972) "Madison Avenue Imperialism." In Richard L. Merritt (ed.) Communication in International Politics. Urbana, IL: University of Illinois Press, 318-338.

Schiller, Herbert I. (1989) Culture Inc.--The Corporate Takeover of Public Expression. New York: Oxford University Press.

Schlesinger, Philip, "Europe's Contradictory Communicative Space," Daedalus, March 22, 1994.

Smith, Anthony D., "Towards a Global Culture?," Theory, Culture & Society 7 (1990): 171-191.

Straubhaar, Joseph D., "Beyond Media Imperialism: Asymetrical Interdependence and Cultural Proximity, " Critical Studies in Mass Communications 8 (1991): 39-59.

Theberge, Paul (1991) "Musician's magmazines in the 1980s: the creation of a community and a consumer market." Cultural Studies, October 5(3)


Share:

PERİNÇEK'İN AYDIN METAFİZİĞİNE BİR BAKIŞ: AYDIN, SINIF, İDEOLOJİ, DEVRİM, VE ÜRETİM İLİŞKİLERİ BAĞI

irfan erdogan

Giriş

Bu yazı Doğu Perinçek’in Bilim ve Ütopya’da yayınlanan Aydın Metafizikleri sunumu ve “Aydın ve Kültür” yapıtından hareket ederek bazı kuramsal düşünceler, sorular ve sorunlar üzerinde duracaktır. Perinçek'in her iki sunumu da oldukça önemli bir konuyu işlemektedir. Benim Perinçek'in sunumlarını eleştirmem, kesinlikle hayatı boyu mücadele veren bir insanı küçültme anlamına değildir. Üretimimiz, kendimizi, karşıtımızı ve yakınımızı eleştiri bile olsa, materyali ve materyaldeki insan gerçeğini açıklamaya çalışmamız olduğu için büyük önem taşır: Devrimler tarihini yapan insan, materyal dünyasından edindiği fikirlerle hareket ederken, boyunsunma ve kölelik zincirinin halkalarını özgürlüklerin gül bahçesindeki demetler sanıp günlük bakım ve korumayla uğraşı yerine, zincirleri kırma mücadelesindeki insandır. Mücadele süreci ve gündeminde, egemen düzenin eleştirisi ve açıklanması öncelik taşırken, kendimizi ve benzerimizi eleştiri ve benzerimizden bize yöneltilen eleştiri oldukça önemlidir.

Üzerinde tartışacağım konunun her parçası birbiriyle iç içe ve yakından bağıntılı olduğu için, tekrarlamalar elbette olacaktır; Fakat her tekrarlama olarak görünen anlatımın kurmak istediği bağıntıya dikkat edilmesini öneririm.

Ayrıca, buradaki sunum ve tartışmalarım, kesinlikle evrensel ve değişmez doğrular olarak ele alınmamalıdır: Okuyucudan istediğim, benim tartışmalarımı kendi tecrübelediği yaşam gerçekleriyle karşılaştırarak değerlendirmektir. Bu değerlendirmede elbette, bazı tartışmalarım anlamlı gelirken bazıları ‘havada” kalabilir. Önemli olan, hiç birimizin gerçeklere sahip olmadığı ve sadece gerçeklere yaklaşmalar (veya uzaklaşmalar) olduğudur.

Kuramsal Temel

Sunacağım eleştirilerin geçerliliği, her eleştiride olduğu gibi, dayandığı kurama bağlıdır. Eğer "aydın" konusuna yaklaşımı aydının kafasının içine bakarak (özgürce aklını ve bilincini kullanarak karar veren akılla, bilinçle, aydın olmayla) başlarsak, bu yaklaşımın dayandığı felsefenin (veya bilimsel yaklaşımın) en anlamlı biçimiyle, (1) aydının ideolojik insan olduğu ve seçtiği ideolojiyle şu veya bu sınıfa ait olduğu; (2) işçilerin sınıf bilincine sahip olsa da olmasa da işçi sınıfına dahil olduğu, ve (3) aydının işçi sınıfının durumundan farklı olarak, üretim ilişkilerinden bağımsız olduğu gibi sonuçlar çıkarmak zorunda kalırız. Eğer bu yorumu idealist felsefenin bilim adamı yapıyorsa, kendi kuramı açısından doğru yorum yapmaktadır. Fakat sorun, yorumunda değil, dayandığı kuramda veya felsefededir. Eğer bu yorumu, kendini tarihsel materyalist incelemeyle özdeştiren biri yapıyorsa, o zaman, yapılan yorum yetersiz ve hatta yanlış yola sürükleyicidir. Bu durumda bu yorumu yapanın önünde iki seçenek vardır: Ya yorumunda ya da dayandığı kuramda (ya da her ikisinde) düzeltmeler yaparak ikisi arasında bir tutarlılık sağlamaktır.

Benim sunum-eleştirimin dayandığı kuram, her konuda olduğu gibi "aydın" konusunu da açıklamaya çalışırken, insanın kafa ölçüsü, eğitim seviyesi, aklı, bilinci veya aydınlığından işe başlamaz; Aklın, bilincin ve aydınlığın tanımlayıcısı, belirleyicisi ve bu aklı, bilinci taşıyan "aydını" pozisyonlandırarak ona "aydın" niteliği veren egemen mülkiyet ilişkileri düzeninden (materyal üretim biçiminden) başlar. İnsanın beyin ve bilincinden değil, bu beyni ve bilinci taşıyan toplumsal üretim faaliyetlerindeki insandan hareket eder. İnsan, "aklında ve aklıyla" değil, toplumda ve toplumdan geçerek insandır. Kullandığım kuramın temel hareket noktası budur. Bunun anlamı insanın kendini içinde bulduğu ve parçası olduğu örgütlü toplumsal koşulların tümüyle esiri olduğu asla değildir: Tam aksine bu koşulları yaratan insandır ve değiştiren de... insanlık tarihi insanın mücadelelerle insanlık koşullarını değiştirdiği ve bunu yaparken de aynı zamanda kendini değiştirdiği bir tarihtir.

Herşeyi yapan görünmez bir "irade" veya insanın ötesinde ve üzerindeki baş edilemez "feleğin çarkı" değil, insanın kendisidir. Dolayısıyla toplumsal koşulların boyunduruluğundaki insan hem bu boyunduruluğu üreten hem de değiştirendir. Bunu yaparken de kullandığı aklı, bilinci, becerisi ve "aydın olması," üretim ilişkileri dünyasının biçimlendirdiğidir; bu dünyada kazandıkları ve bu dünyaya tepkisidir. Bunun anlamı da, bilinci ve aydını yapan aydının aklı veya bilinçliliği değil, yaşadığı yaşamın aklı ve bilinçliliğidir.(Bu son cümle, eleştirimin "hipotezidir.")

Benim açıklamamın yanlış olduğu iddiasının geçerli olması için ya (1) kullandığım kuramın yetersizliği veya yanlış olduğu, ya da (2) açıklamamın kullandığımı belirttiğim kuramla bağıntısının çürük veya zayıf olduğu gösterilmelidir.

Tanımlama, İdeoloji ve Üretim Bağı

Elbette en başta aydının tanımlanması gerekir. Perinçek sunumlarında etraflı bir aydın tanımlaması ve tartışması yapmıştır. Kesinlikle aydın dediğimizde ne demek istediğimizi açıklayan bir tanımlama yapmamız gerekir, çünkü herkesin kafasındaki aydın aynı tanımlama çerçevesi içine girmeyebilir. Ayrıca, her tanımlamada olduğu gibi, aydının tanımlanmasında da belli bir kuramsal temel yatar. Tanımlama üzerine kurulan her sunum bu kuramsal temelin ve bu temelin yansıttığı ideolojik açıklamanın karakterlerini taşır. Bilimsel tanımlamanın incelemenin yönü, hipotezlerin\varsayımların öne sürülmesi, incelemelerle test edilmesi (test etmeyi ampirik araştırma içine çökertmeyelim, lütfen), araştırmanın yapılması ve sonuçların ve önerilerin sunulmasıyla olan "belirleyici" özelliği üzerinde durmak zorunludur.

Sunumumun özelliği nedeniyle, aydın tanımını, başlarken, belli bir resmi veya resmi olmayan eğitim sürecinden geçmiş, belli ideolojik üretim araçlarını kullanarak düşünsel üretim yapan insanlar olarak ele alacağım. Düşünsel üretim kavramını ise sembolsel anlatım olarak niteleyeceğim. Sembolsel anlatım, en genel anlamıyla, (silahlar dahil) belli iletişim araçlarını kullanarak yapılan sözle, yazıyla, görüntülerle ve araçlardan (örneğin F-16'lar ve füzelerden) geçerek yapılan açıklamalardır, böylece belli iletilerin (sevdiğimize sevdiğimizin ve anasını bellemek istediğimize, en "barışcıl ve eğlenceli" yolla hergün bize televizyon yoluyla yapıldığı gibi, anasını belleme) iletimidir. Üretimi bu sembolseli biçimlendirme ve sunma süreçleri olarak ele alacağım: Sembolsel Üretimle yaratılan ürün, dolayısıyla, örgütlü sosyal birimde belli örgütlü süreçlerden ve ilişkilerden geçerek ortaya konulan tüketime hazır bitmiş-üründür. Bu ürünün içeriği (sembolsel içeriği dahil) belli bir toplumsal üretim biçiminin karakterini taşır: Örneğin "aydın- ben" "İdeolojinin sonu" diye bir şey yazarım; Bir basımevi bunu basmayı kendi ekonomik ve ideolojik ölçülerine göre uygun bulur; Basımevindeki iş bölümü sürecinden geçerek yeni emekler kullanılarak kitap basılır (Genellikle ideolojik kıstası ekonomik kıstasın önüne alan, ideolojik yayını politika olarak ele alan sermayedir); Ardından dağıtım ve reklam süreçleri başlar. Devam etmeye gerek yok, gerisi belli... Bu süreçte ortaya çıkan ürün sosyal, ekonomik ve ideolojik karakterler taşır. Ürün "aydına" ve diğer emekcilere ödenen emek ücretiyle kapitalist sermayenin ticari malı olur. Hem aydın hem de emekçilerden kopartılır. Aydın ve emekçiler böylece ürüne 'yabancılaşır." Aydının ismi ve sembolsel içerik, ticari malın satışında olta ve yem biçimini alır. Aydınla ürünün bağdaştırılması sadece sembolselin içeriği seviyesinde kalır. Mallaştırılan sembolsele sahiplik kapitalist sermayenin olur. Bu ticari-mal ürün aydından çok, kapitalist üretim biçimini anlatır. Bu üretim biçimindeki süreçlerde aydın belli bir yer alır ve aydını gerçek anlamıyla tanımlayan sembolsel-ifadenin içeriği değil, materyal üretim ilişkileridir.

"Yer" kavramı yansız\nesnel değil, örgütlü bir pozisyonu ve bu pozisyonda üretim araçlarına olan mülkiyet ilişkilerini dile getirir.

Bilgi herhangibir ürün biçiminde sunulduğunda, ideolojisi ne olursa olsun, kapitalist pazarda belli bir değeri olan emtiadır. Sembolsel ifade aydının ideolojik kimliğini anlatır, üretimde aldığı yer ve materyal ilişkiler ise sosyal sınıfını gösterir. Sosyal sınıfıyla ideolojik kimliği arasındaki ilişki "bilinç" sorunudur. (Bilinç kavramını "farkında olma" olarak ele alıyorum ve kesinlikle resmi eğitimden geçerek kazanılan bilgiyle özdeştirmiyorum.) Ürünün içeriğinden çıkartılan İdeolojik kimlik her zaman aydının sosyal sınıfını yansıtmaz. Ürünün içeriği bize aydının ideolojik pozisyonu hakkında bilgi verir. Fakat ürün içeriğine bakarak yapılan sınıf saptaması, eğer yanlış değilse, yetersizdir, yoksuldur. Çünkü ürünün içeriği emtia’nın ideolojik karakterinin gösterir, fakat bize üretim ilişkileri hakkında bir bilgi vermez. İdeolojik içerik üretim ilişkilerinden kopuktur ve hatta gerçekleri tepetaklak yansıtabilir. Böylece, içerikle sınıf belirlemesi bizi kültürel incelemelerin, eleştirici semiyotikçilerin ve yapısalcıların alt-yapıyı ortadan kaldıran veya üst-yapının ideolojik belirleyiciliği içinde eriten yanılgısına veya eksikliğine götürür.

Üst-yapı sadece fikirlerin üretimini içermez, aynı zamanda ideolojik\üst-yapı üretimini yapan kurumlaşmayı ve örgütlü ilişkileri de içerir. Bundan daha önemli olarak, ideolojik üretim günlük toplumsal üretimin her yerinde ve anında yapılan ve yeniden-yapılandır. Aydınların yaptığı üst-yapı üretimi kapitalizmin fabrikalarında ve iş yerindeki egemenlik ve mücadelelerle üretilenin yanında hiç kalır.

Kuram ve Aydın İlişkisi

Kuram dünyayı sistemli bir biçimde anlama ve yorumlama tümüdür. Kuramı yaratan düşünce, düşünceyi taşıyan aydın insandan geçen, materyal ilişkiler gerçeğinin sembolsel betimlenmesidir. Egemen kuram materyal üretim biçiminin egemen gerçeklerini evrenselleştirerek ele alır;e devrim kuramı ise egemenliğe mücadeleci açıdan yaklaşır.

Kuramı yaratan “aydınlar” değildir; Kuram aydından geçerek, aydın tarafından sistemli bir anlatımla karakterini korur ve değişimlere uğrar. Bu karakterin de üretim ilişkileri gerçeğini olduğu gibi yansıttığı beklenemez. Bu, aydını “bağımsız” düşünürlükten çıkartırken, aynı zamanda, ideolojinin aydının kendinden geçerek anlamını ve amacını ilettiği pasif taşıyıcılıktan da kurtarır.

Aydın Nasıl İdealleştirilir?

Bu soruya,Perinçek yazısında oldukça somut örnekler vermiştir. Örnek olarak ele aldığı aydınların metafiziğini materyalist temelsizlikle anlamlı bir şekilde açıkladıktan sonra, bazı yerlerde aydına ve ideolojiye üretim ilişkilerinden bağımsızlık vererek yeni-Marksistlerin, özellikle son zamanlardaki bazı İngiliz yeni-marksist siyasal ekonomistlerin ve kültürelcilerin yaklaşım tarzını yansıtmaktadır.

Sınıfsal Konum Sorusu

"Aydınların sınıfsal konumlarını, işçi veya sermayedar gibi, üretim sürecindeki yerleri belirlemez."(Perinçek).

Perinçek'in bu yorumu aydına Marksist teoride "istisnai" bir yer tanımaktadır. Daha doğrusu, Marksist teoriye istisna getirmektedir. Bu yorumun aksine, hem işçinin, hem sermayedarın hem de aydının sınıfsal konumlarını belirleyen, tanımlamayla ilgili girişte açıkladığım gibi, öncelikle, toplumsal üretimde üretim araçlarına olan ilişkileridir.

Yukarıdaki cümleyle sunulan bir çeşit elitist-idealleştirme veya bir çeşit Althusserci yapısalcılık, hem aydını hem de ideolojiyi üretim sürecinin dışına taşıyıp, üstüne çıkarıp, ötesine götürüp, "ideolojik insan" yaparak, üretim ilişkileri temelinden ayırır ve soyutlar. (Gerçi, Perinçek, hem makalesinde hem de kitabında, “ideolojik insan” varsayımının aksine, yer yer materyal temele ağırlık veren tartışmalar sunmaktadır.) Perinçek’in aydının sınıfsal kimliğini belirleme ile ilgili tartışmalarında üst-yapıyı alt-yapı üzerine çökerten yorumu daha çok Perinçek’in aydını kendine göre üst-yapı faaliyetinden hareket ederek tanımlamasından kaynaklanmaktadır. Perinçek, kültürün idealleştirilmesinden bahsederken, siyasal kültürü (ideolojiyi) ekonomik yapısal temelden koparıp etken-bağımsızlık karakteri vererek, aydının elitist metafiziği yanılgısını bir başka biçimde yeniden-üretir. Bu tür yanılgı, zaman zaman hepimizin yaptığı ve kaçınmamız gereken bir yaklaşımdır. Aydını ürettiğinin içeriğiyle tanımlamak ötesine gidip, ürettiğiyle ilişkisine, üretiminde üretim araçlarıyla olan sahiplik ve kullanım ilişkisine, emeğine karşı kendine ödenenin, alın teri hırsızlığıyla elde edilenden ayrılan bir paydan çok, emeğiyle yarattığı değerle ilişkisine (=artık değerin ne olduğuna) bakmak gerekir. Aydın, örneğin yapıtının basımından % 10 pay alan yazar veya bilim adamı, emtia olan ürünüyle artık-değer yaratmıyor mu? Örneğin, yapıtın dağıtımı için % 30-40 alan sermayenin katkısı ve aldığı payın özelliği ne? Aydının ve ürününün üretiminde (biçimlenmesinde) bilinç ve kültür endüstrilerinin, ürününü sunmak için girdiği ticari, kültürel, sosyal ve siyasal ilişkilerin etkileri oldukça önemlidir.

Hizmet ve Sınıfa Aitlik Sorunu

Perincek'e göre: "Aydın hangi ideolojinin hizmetindeyse, o ideolojiye sahip olan sınıfın aydınıdır. Aydın ideolojisini belirlerken, sınıfını da belirlemiş olur." “Aydın ideoloji değiştirerek sınıfını da değiştirebilir.”

Önce aydına üretimden bağımsızlık veren ikinci cümledeki belirlemeyle başlayalım: Bu cümledeki varsayıma Perincek'in nerden ve nasıl vardığını anlayamadım; Çünkü böyle bir iddia, aydının materyal üretime özgür bir biçimde, kendi arzusu ve isteğiyle, istediği biçimde, kendi seçerek giren "süpermenliği" getirir ki bu oldukça sınırlı bir yorumdur. Perincek'in yazısına göre, en az iki tür süpermen var: Birincisi "aydın metafiziklerini" taşıyan liberal veya burjuva aydınları, diğeri de karşıt ideolojideki aydınlardır. Bu tür yoruma giden veya bu tür yorumu getiren neden, gene Perinçek’in aydını tanımlamasındaki kuramsal özellikte yatmaktadır. Bu tanımlama da aydına üst-yapı faaliyetlerinde çok özel bir yer vermektedir: ideolojinin üretimini yapan aydınının ürünün ideolojik içeriğini seçmesi yoluyla kendi ideolojisini ve sınıfını kendisinin “bilinçli”olarak belirlemesi...

Marks üst-yapının ekonomik tabandan kopup bağımsızlık kazanacağını değil, kendini bağımsız sanacağı sonucunu çıkarmıştır. Bu bağımsız sanmayı, bağımsızlık iddiası ve sunumunu da, geriye dönerek, üst-yapının üretim ilişkilerinde aldığı yerle açıklamıştır. Aydının kendi ideolojisinden geçerek sınıfını belirlemesi, Marks'ın "camera obscura" (mercekteki görüntü) örneğiyle açıkladığı gibi, gerçeğin tepetaklak edilmiş şekliyle yaklaşmaktır. Kısaca, aydının ideolojiden geçerek sınıfını bilinçli olarak belirlemesi yorumu, gerçekte, aydının kendini, ve dolayısıyla, toplumsal üretimi üreten ve yeniden-üreten materyal üretim ilişkilerinden geçerek tanımlamasını tersine çeviren yanılgıdır. Aydın kendi seçtiği ideolojisinden geçerek sınıfını belirlemez (ilk bakışta öyle görünür). Ideoloji ekmek ve sirk ve ücret politikalarından, baskı ve mücadelelerden ayrı bir şey değildir. Özgür olarak seçildiği sanılan ideoloji, materyal temelden gelen ve materyal temele destekleyici veya karşıt tepkiyi anlatır. Bu tepki de en soyut olan bir söz bile olsa, örgütlü materyalliktir. Herkesin sınıfı bu örgütlü materyallikle belirlenir.

Gelelim Perinçek'in yukarıdaki iki cümlesi arasındaki ideolojik temel ilişkisine: Perinçek'in yukarıdaki iki cümlesi, birbiriyle zıt iki yaklaşım tarzını anlatmaktadır. İkinci cümle, tartıştığım gibi, bir çeşit üst-yapıcılığı ifade eder. Birinci cümle, benim anladığım ve sunduğum anlama benzer ideoloji, sınıf ve aydın ilişkisini anlatmaktadır (Bu cümlenin üzerinde de biraz ilerde duracağım.) Dolayısıyla, her iki cümle birbirini tamamlama yerine birbirine ters görünmektedir. Aydının "hangi ideolojinin hizmetinde" olduğu, materyal ideolojik\kültürel ilişkiler temelini anlatır; Ve, bu faaliyeti nedeniyle, "o ideolojiye sahip olan sınıfın aydını" olması, belli materyal ilişkiler düzeninde aldığı sınıfsal yeri heceler. Bu yer de, aydının kendi bilinciyle veya bizim aydının sembolsel-anlatımına bakarak çıkarttığımız "bilinçle" uyum içinde olabilir veya "sahte-bilinci" yansıtabilir.

Aydının ideolojisini değiştirerek sınıfını değiştirmesi, onu bir materyal ilişkiler konumundan alıp bir diğerine yerleştiriyorsa, daha doğrusu aydının ürettiği ürünün üretim araçlarına sahip kılıyorsa veya kullanımla kendisi için “artık-değer” yaratabiliyorsa, o zaman bir sınıf değiştirmeden söz edebiliriz. Kendi ve diğer kölelerin zincirlerine sövgüyü terkedip övgülü öykü yakmaya başlayan aydın-sanatkar veya edebiyatçı-aydın, kendini bu hizmet değişimiyle bir başka sınıfa transfer etmez, edemez. Verilen ideolojik hizmet kapitaliste olunca, aydın “kapitalist sınıf için aydın” olabilir, fakat bu onun kapitalist sınıfa ait olduğunu, o sınıfın üyesi olduğunu anlatmaz. Kapitalist sınıfın üst-yapısına hizmet eden ücretli\maaşlı (veya ürününü satan) aydınla, alt-yapısına hizmet eden el-emekçisi nasıl oluyor da birini “istese de istemese de işçi sınıfından ”yaparken, diğerini yarattığı ürünün ideolojisine göre bu veya diğer sınıftan yapıyor? Aydının ürünü de, istese de istemese de, öyle kabul etse de etmese de, bir emtiadır (pazarda alınıp satılan maldır), ekonomik bir değere sahiptir ve mülkiyet ilişkilerine göre değer ve pay saptamaları yapılır.

Her insan gibi aydın da, Marks'ın popüler deyimiyle "insan kendini ifade ettiği gibidir." Bu ifade ediş de, ideolojiye (fikirlere) bağımsızlık veren ve daha kötüsü ekonomik alt yapı ile üst-yapı ilişkisini tersine çeviren Althusserci yapısalcı görüşteki gibi, "ideolojik aydının" düşünsel-aydınlığından kaynaklanan sözsellikten (ideolojik ifadeden) çok öte, günlük toplumsal üretim ilişkilerinde üretim araçlarıyla olan bağıyla gelen (ve bu ideolojik ifadeyi de belirleyen) kendisini anlatımdır. Dolayısiyle, bu anlatım kişinin "kendini ne sandığıyla" (bilinç ve sahte-bilinçle) sınırlanamaz, kesinlikle sınırlanmamalıdır. Bu sınırlamanın siyasal politika neticelerinden biri de, "döneklik" ve "dönekleri vurun" gibi fiziksel yok etmeyi meşrulaştırma veya "bilinçsizleri bilinçlendirme" ve "bilinçlenmeye" karşı direnince de "sınıf düşmanı ilan" etme vb.dir.

İdeolojik İnsan, Hizmet ve Mülkiyet İlişkisi Bağı

"İşçi bilinçli olsa da olmasa da işçidir. Kendiliğinden aydın olmaz. Aydın bilinçlidir. Aydını bilinci, ideolojisi belirler. Aydının bilincini ezen sınıflarda belirleyebilir, ezilen sınıflar da.(Perinçek)".

Perinçek'in bu cümlelerinde, aydının bilinçli olduğu anlatılırken, işçi sınıfının "bilinçsiz" veya "sahte bilinçteki" bir bölümü olduğu varsayılmakta, ve bu bilinçsizlerin veya sahte-bilinçtekilerin de işçi sınıfına dahil olduğu belirtilmektedir. "İşçinin bilinçli olsa da olmasa da işçi olması, G. Lukacs'ın yaptığı işçi sınıfı bilincinde olan işçi sınıfı (=kendisi-için var olan işçi sınıfı) ve işçi sınıfı bilincinde olmayan işçi sınıfı (kendiliğinden, işçi olması nedeniyle işçi sınıfı) ayırımını anımsatmaktadır. Marks'ta bu ayırım bir bakıma "sahte bilinç" kavramıyla anlamlandırılmıştır.

Benim marksist kuramı anlayışımda aydın diye ayrı bir "sosyal sınıf" yoktur. Aydın tanımlaması üretilen ürüne bakılarak yapılan bir gruplaştırmadır. Aynı şekilde üretilen ürüne bakılarak kaliteli emek işçisi, fabrika işçisi, büro işçisi, elektrik işçisi gibi birçok gruplaştırmalar yapılabilir. Sanat okulunu bitirmiş ve okuyarak kendini yetiştirmiş TEK'de sendikalı işçi olarak belli bir pozisyon alan Kadir ne olursa olsun işçidir. Fakat aynı zamanda dünyayı yorumlama kapasitesi bakımından birçok "aydın" denilen insandan çok daha aydındır. (Ben hem Amerika'da hem de Türkiye'de ne "aydınlar" gördüm! Boston Üniversitesinde birkaç komunistin El Salvador'da toplumda karışıklıklar yarattığını ballı ballı anlatan profesörden, Ankara'da Fen Fakültesinin büyük anfisinde toplanmış iletişimin en basit kuralına uymayı bile red eden, aynı anda konuşarak, bağırarak çağırarak karşıtlığını belirtmeye çalışan, karşıt olduğu önceden bir grup tarafından hazırlanmış öneriye karşı karşıtlığını ve karşı öneri getirmesini bilmeyen (veya buna yanaşmayan) "aydınlara" kadar, ne aydınlar! Fen fakültesi örneği gerçekte kuralların meşruluğu, yeniden-meşrulaştırma, başkaldırı ve boyunsunma psikolojisi açısından incelenmesi gereken bir konu.)

Hem TEK’deki Kadir’in bilincini, hem Perinçek'in "aydınının" bilincini, hem "bilinçli" veya "bilinçsiz" işçinin bilincini, üretim ilişkileri içinde, “ezen sınıflar da belirleyebilir ezilen sınıflar da” Bu bir. İkincisi, bu son cümlede de nedensellik pozisyonlandırması sorunu var: Aydının ve işcinin bilincini belirleyen "ezen sınıflar veya ezilen sınıflar" değildir, bu sınıfların egemenlik ve mücadele ilişkileri içinde birlikte yer aldığı mülkiyet ilişkilerinin özellikleri ve hergün yapılmasını gerekli kıldığı sonuçlarıdır. Eğer aydın "bilinçli"olarak önünde kendini "ezen veya ezilen sınıfla özdeştirme" seçeneğine sahipse (böyle faraziye edelim), işci sınıfı da kendini ayni özdeştirme seçeneğine sahiptir. İşçinin kendini kapitalist kültürel değerlerle özdeştirmesi "sahte bilinç" olurken ve işçiyi işçi olmaktan cıkartmıyorsa, bunun nedeni işçinin üretim ilişkileri içinde aldığı yer ve üretim araçlarına olan pozisyonudur. Aynı şekilde, üretim araçlarına sahip olmayan ve yaşamını beyin-el sermayesine bağlı olarak yürüten aydın da, kendini ne sanırsa sansın, kime hizmet ederse etsin, kapitalist sınıfa dahil değildir. Nasıl ki işçinin ürettiği ürün kapitalist karakter taşıyorsa (ve emek sömürüsünü temsil ediyorsa), aydının da kapitalist üretim süreçleri içinden geçerek ürettiği ürün, sembolsel içerikten bağımsız olarak, kapitalizmin (ve emek sömürüsünün) karakterini taşır. Aydının bitmiş-ürününün örneğin bir kitabının sembolsel-içeriğinin (yazdığı ve anlattığı şeylerin) kapitalist düzeni eleştirmesi veya o düzenin borazanlığını yapması, o aydını işçi sınıfının veya kapitalist sınıfın aydını yapar mı? Aydının kendini özdeştirdiği sınıfı ve ideolojiyi anlamada bu elbette önemli bir ölçektir. Fakat (anlaması çok daha kolay olduğu için borazanlık yapan aydını ele alalım:) Bu aydının bitmiş-ürünün içeriğindeki borazanlık, o aydının borazanlık yaptığını anlatır, fakat kesinlikle kapitalist sınıfın üyesi olduğunu anlatmaz. Hangi sınıfa aitliği neyin anlattığını tekrarlayıp duruyorum. Bir örnekle daha açık duruma getireyim: Eğer, bu borazanlık ürününü ortaya koyan Eczacıbaşı ailesinden biriyse, işte o zaman borazan (örneğin ideoloji) ve borazanı üfleyen (aydın-Eczacıbaşı) aynı sınıfa dahildir. Şimdi ismini hatırlamıyorum, fakat Amerika'nın zengin iş adamlarından (yakınlarda ölen) biri Lenin'den tut ölümüne kadar Sovyet liderlerinin "dostuydu." Bu adam ne denli iyi niyetli olursa olsun, hatta ideolojik bakımdan kendini 'komunist" olarak tanımlasın, bu onu kapitalist sınıftan alıp işçi sınıfının arasına koymaz. Çünkü kapitalist, işçi, işçi-aydın veya kapitalist-aydın üretim biçimi içinde mülkiyet ilişkileri gerçeğinde kimliklerini elde ederler. Evinde kölesi kendine hizmet ederken, kölelere özgürlük yazısı yazan Yunan filozofunu köleler sınıfına koymak, Marks'ın başında olduğu Uluslararası Çalışan İnsanlar Cemiyetinin ırkçı Abraham Lincoln'ü zenci-kölelere özgürlük arayan “işçi sınıfının çocuğu” diye nitelemesi gibi yanılgıdır (ya da siyasal övgüdür.).

"Peki kapitalistin çocuğu işçi sınıfının aydını olamaz mı? En iyi şekliyle “işçi sınıfı için aydın” olabilir. İşçi sınıfı gibi yaşamı (egemenliği ve mücadeleyi ve de günlük sonuçlarını) tecrübelemeyen, işçi sınıfının fiziksel çevresinde yaşamayan kimse işçi sınıfının aydını olmaktan uzaklaşır ve ya işçi sınıfı için aydın olur ya da “halk için” sloganlarıyla halkı soyanlar arasına katılır. (Not: İşçi sınıfı için aydın olmayı kesinlikle değersiz olarak nitelemiyorum. Değer yargısı kullanmadan açıklamaya çalışıyorum. Eğer değerlendirme gerekirse, elbette kapitalist pazarın artıklarına sarılıp kapitalizme övgü yakan bir aydınla, kapitalizmi eleştiren bir aydın, hangi sınıftan gelirse gelsin, kesinlikle bir tutulamaz.)

Aydın ya işçi sınıfının aydınıdır ya da değil. Örneğin ben işçi sınıfı için aydın olmaktan çok işçi sınıfının aydınıyım. Ben köylü-işçi sınıfının çocuğuyum, ekonomik üretim araçlarına sahiplikle ve artık-değerin üzerine yatarak yaşamımı sağlama biçiminde toplumsal üretim faaliyetlerine katılmamaktayım (istesem bile katılamam, çünkü materyal olanaklardan yoksunum ve materyal olanaklar da "gel beni al beni; sıkı sıkı sar beni" diye havada asılı olarak sahibini beklemiyor.) Bir üniversitede maaşlı kürek çeken profesör olsam bile, gene de, yukarda anlattığım nedenle, işçi sınıfına dahilim. Eğer işçi sınıfının ideolojisini savunuyorsam, zaten işçi sınıfındanım. Eğer sermayenin ideolojik savunusunu yapıyorsam, bu beni “sermaye sınıfının bir üyesi yapmaz, çünkü savunu özdeştirme, bir tutma, taraftar olmadır, aitlik koşullarını karşılamadıkça aitlik değildir. Aitlik koşullarını karşılamayan aitlik “Marlboro satın alıp tüttürerek, Amerikan’ın bir parçasına sahipliğe” benzer: Kölenin kölelik zicirini elinde tutan eli iştahla öperek etli kemik alması ve efendisinin karşıtlarına hırlaması gibidir.

işçi sınıfı "için" veya kapitalist sınıf "için" (lütfen için kavramına dikkat edin) aydın, kimin için olursa olsun, aynı zamanda kendi içindir. “Ezilenler içinlikte” eğer kendini kendinden olmayanla bir tutma varsa, bu bilinçli vazgeçmeyi anlatır, vazgeçmeler ve yeniden düzenlemeler mücadelesini ifade eder.

“İçinlik" gerçekte parçası olunmayana olan taraftarlıktır (mesela benim bir zamanlar Fenerbahçeli olmam ve fenerbahçe için tezahürat yapmam ve FB GS'yi yendiğinde GS'li mahalle arkadaşlarımı yenmeyle gelen egemenlik ifadeleriyle ezdiğim gibi: Sürekli ezilenin kendini ezenle özdeştirerek, böylece kendi gibi ezileni ezip ezmenin tadını tadması... (Erdogan, 1996). Bu içinlikte "için" olan, örneğin "işçi sınıfı için aydın," anlamı benim tanımlamamla "idealist elitizmdir." (İdealist kavramını burda, popüler anlamıyla kullanıyorum.) Devrimleri yapanlar kendileri için yaparlar ve bu "içinlik" kapitalist demokraside kapitalist sınıf içindir. Buna katılanlar ise bu "içinliğe"' katılımı ifade eder. Bu katılımın sonuçlarından belli ölçüde faydalanma vardır(katılımın ödülü): Örneğin burjuva devrimine katılan feodal köle emeğini satan özgür ücretli-köle olur. Kapitalist "için" olan aydına, kendini ifade kolaylıkları ve midesine bayram ettirme olanakları verilir.

Yok eğer, bu içinlik Erzincanlı polisin oğlu profesör olmuş maaşlı Mahmut'un kapitalist ideolojiyi yücelten faaliyetleriyle olan demokrasi ve özgürlük "içinlik" ise, bunun anlamı, Marks'ın tanımıyla "sahte bilinçtir". Bunun için örnekler vermeye gerek yok. Fakat bu tür içinliği, önceki 'idealist" içinlikle karşılaştırırsak ve idealist bir değerlendirme yaparsak, bu ikinci içinliğin aydınına, örneğin köpeklik ve benzeri çeşitli madalyalar takabiliriz. Birinci gruptakine ise değerli nitelemeler verebiliriz. Fakat unutmayalım, niyet'in ardına bakmak zorundayız, yoksa açıklamamız ya yetersiz ya da ciddi bir yanılgıyı temsil edebilir.

Bilinçli işçi sınıfı ve bilinçsiz veya sahte bilinçteki işçi sınıfı, her ikisi de, işçi sınıfıdır, fakat birinci grup günlük üretim ilişkilerinde kendi sınıf çıkarlarının bilincinde olandır; İkinci grup ise egemen ideolojinin inanmış-taşıyıcıları olabilir veya olmayabilir. Kapitalist sınıfın kiralayarak, birinci grubu ezdirmesine ve katletmesine arzuyla katılanlar ikinci grup içinden gelirler. Bilinçli işçi sınıfı grubunun (ve aydının) bilincini belirleyen, bu grubun (ve aydının) ideolojik insan olması değil, bu oluşumu ortaya çıkartan örgütlü üretim ilişkileri gerçeğidir. Hiçbir direniş göstermeyen protestoculara büyük kin ve nefretle saldıran polis bu üretim ilişkilerinin egemenlik gerçeğini anlatır. Aynı polis içinde yer alan ve bu nefreti ve kini taşımayan ve coplamaktan kaçınan kişi de aynı egemenliğin bir diğer gerçeğini yansıtır. Benzeri şekilde, saldırmayan fakat gözleyen polise saldıran protestocular “yanlış ağaca havlama” bilincini ifade ederler.

Aydın veya bilinçli işçi sınıfı veya "bilinçsizler" sınıf egemenliğinin örgütlerinde ve üretiminde birlikte yer alırlar. Örneğin, polis olarak örgütlü baskı ve meşrulaştırılmış terör faaliyeti örgütündeki her polis (veya üst kademelerde yer alan her "aydın") "zincirine vurulan maaşlı köle" değildir. Sınıf egemenliğinin polis denen baskı örgütündeki günlük üretim ilişkileri sadece egemen ilişkilerin egemen ideolojisini yeniden-üretmez, aynı zamanda mücadeleyi de üretir ve yeniler. Aksi taktirde ne devrim ne de toplumsal değişim olasılığı kalır (Althusserci yapısalcılığın ve Frankfurt okulunun, örneğin Mills’in ve Marcuse'nin yaklaşımın önemli eksikliklerinden biri de budur.)

Bilinçsizlik (veya sahte bilinç) kavramını çok iyi tanımlamak ve anlamak gerekir. Her insan, en küçük bir çocuk bile bilince sahiptir. Bilinç toplumsal insanın toplumsalı ve kendini toplumsaldan geçerek anlaması ve anlatımıdır. Bu anlatım da, işçi veya aydın olsun, insanın kendini içinde bulduğu örgütlü materyal ilişkiler gerçeğine olan tepki biçimleridir. Bu tepki biçimleri de toplumsal egemenlik ve mücadele koşullarından ne ayrı ne de bağımsızdır. Bilinçsiz (ve sahte bilinçte) olarak nitelenen işçi sınıfına dahil olan ve egemenliğin perçinlenmesi ve yürütülmesinde aktif veya potansiyel-aktif kullanılma yerine yerleştirilmiş kitlelerin bir kısmı, gerçekte, kendi çıkarlarıyla kendi sınıfının çıkarlarını özdeştirme yerine egemen pratikler ve egemen ideolojilerle gelen sınıfın çıkarlarının anlatıcısıdırlar. Yani, bilinçli veya sahte-bilinçli olunsun, ideolojiden kaçınılamaz: Her insan ideolojiktir. İdeolojinin sonunu ilan edenler (örneğin Bell, Huntington, onların kopyecileri "aydınlar" ve aydın olmayanlar) bile belli bir ideolojinin kendilerinden geçerek ifadesini dile getirmektedir.

Bilinç ve Örgütlü Mücadele

Perinçek’in belirttiği gibi, işçi sınıfının bilincinin “somut ifadesi, örgütlü sınıf mücadelesidir. Örgütlü sınıf mücadelesi dışardan önderlikle olunca, ta ki emekçilerin örgütte yönetici ve izleyici olarak katılımına kadar kısır kalmaya mahkumdur. Aydınların siyasal devrimi emekçilerin kendileri için katıldıkları toplumsal devrimler karakterini taşımadıkça, en iyi biçimleriyle bürokratik başarı ve sonunda bürokratik egemenlik ve değişime karşı direndiğinde de ya geri dönüşümle ya da yeni bir devrimle yüz yüze kalır.

Ezilen sınıflar onları ezen toplum içinde bilinçlenirler, toplum içinde örgütlenir ve mücadele verirler. Bilinç baskıcı egemenlik ve mücadele içindeki günlük yaşamın ve tecrübelerin bir ürünüdür. Bilinç anlatılarak “bilinçlendirmenin” çok ötesindedir; Ücretli\maaşlı köleliğin egemen ve mücadeleci bilinci anlatılmayla, göstermeyle, bilgilendirmeyle değil, yaşayarak anlamayla, görmeyle ve örgütlü sömürü ve baskı mekanizmaları çarkında yoğurulmayla oluşur, gelişir ve değişir. Kapitalist veya köşeyi dönme hırsızlığı peşindekiler için egemen düzen fırsatlar ve kolaylıklarla doludur. Onların bilinci vurgunla ve sömürüyle biçimlenir. Emekçilerin önünde emek-pazarındaki engellemeler, sömürülmeler ve alternatifsizlikler vardır. Emekçinin bilinci, aydınların önderliği ve “halkı sosyalizme kazandırıcı bilinçlendirme anlatımıyla” değil, alternatifsizlikler, baskılar, ezilmeler, seçeneksizlikteki umutlar ve umutsuzluklarla şekillenir, gelişir ve değişir. Örgütlenme ve örgütlü mücadele gereği ve olasılıkları da (kolaylık ve zorlukları) örgütlü egemenlik düzeni içinde bu düzene karşıt olarak engellenmeler ve baskılar altında oluşur ve büyür. “Öncüler” de bu oluşum ve büyüme sırasında ortaya çıkar. Dıştan (üsten dahil) gelen “öncülük” Amerikan dış yardımı gibi olmasa bile, Amerikan dış yardımı görevselliğine dönüşmeye yöneliktir. Bu tür öncülük mücadeleyi ve mücadeleciyi kendi kalıpları içine giren olarak tanımlar. Kendi örgütsel yapısı ve kalıpları içinde olmayan, örneğin, devrimci, demokrat, özgürlükçü, vatansever veya komunist değildir.

Bilincin üretimi, aydınların bilinç üretimi içine sıkıştırılamaz. Sıkıştırılırsa, hem elitizmdir hem de toplumsal üretimi yanlış değerlendirmedir. Bilinç üretimi genel toplumsal üretim içinde her an ve her yerde olur. Aydının bilinç üretimi işçi sınıfının bilincini üretmez; İşçi sınıfının bilinci günlük toplumsal yeniden-üretim süreçleri içinde, o sınıfın egemenlik ve mücadele ilişkilerinde girdigi faaliyetlerle ve faaliyetlerde üretilir. Aydının bilinç üretimi bu faaliyetlerin sadece bir tanesidir.

Hizmet, Özdeştirme ve Üretim Biçimi

Perincek'in "hangi sınıfın hizmetindeyse, o ideolojiye sahip olan sınıfın aydınıdır" anlatımını, eğer günlük üretiminin karakterinden hareket ederek anlamlandırırsak, o zaman karşımıza, aydını üretim ilişkilerinde üretim araçlarına olan ilişkisinde ve bu ilişki içinde aldığı yere göre değerlendirme tarzı çıkar. Sarayda etli-atıklarla beslenen tavlı "aydınlar" kendilerini Krallıkla özdeştirmeleriyle, Perinçek'in dediği gibi o sınıfın aydını olabilirler. Fakat "bilgi üretim araçlarına" sahip değildirler. Bilgiyi ve ideolojiyi üretebilmeleri akılları ve aydınlıkları (beyin ve el emekleri) ötesinde mülkiyet ilişkilerinin egemen karakterine bağımlıdır. Sarayın tavlı aydınları, işçi sınıfının "sahte bilinçteki" grupları gibi, kendilerinin dahil olmadıkları bir sınıfın özlemleri ve umutlarıyla, düşledikleri, kendilerinin olmayan küvette kendilerinin olmayan kayıkta kendilerinin olmayan kürekle, kendi karınlarını doyurmak için, başkaları için zevkle (veya içten öfkeyle kudurup dıştan öyle görünerek) kürek çekenlerdir. Üniversitelerde dirsek çürüten aydınlar, egemen düzenin resmi eğitimdeki üretim araçlarının hangisine sahipler? Sahip oldukları ve sahip olmadıkları bütünü içinde, sınıfsal yapıda nereye düşerler? Bu soruya bağımlı olarak (kesinlikle bu sorudan soyutlamaksızın) şu soruya cevap vermek gerekir: "Hocalar" ürettikleriyle (verdiği dersler, yazdığı kitaplar, ezdiği öğrenciler ve memurlar, kamu parasıyla beslenip kamunun çıkarına uygun veya karşıt falliyetleriyle) hangi sınıfa dahildirler? Bu soruya da cevabı, bu soruyu mülkiyet ilişkilerinden bağımsız olarak ele alarak verirsek, hataya düşme olanaklarımız oldukça artar. "Hizmet ettikleri sınıfa mı?" sorusu da, benzer biçimde, "hizmeti" üretim araçları ve mülkiyet ilişkileriyle anlamlandırarak cevaplandırılmalıdır: Marksist kitaplar basan kapitalist "aydın sermaye" yaptığı bu "hizmetle" kime hizmet ediyor ve hangi sınıfa dahil? Eğer "hizmeti" vurgulamaya çalıştığım bağdan koparırsak, o zaman oldukça çelişkili çıkmazlara düşeriz: Maaşlı-kölelikle aybaşını 1001'lik tesbih gibi çeken ve bu sırada kafası bozulup karısını, çoluğunu çocuğunu hırpalayan ve de hıncını günlük iş ilişkisinde ezebildiklerinden kat kat çıkararak rahatlamaya çalışan işçi, memur, öğretmen, hoca kitlelerinin "sahte bilinçteki" kısmı "hizmet ettikleri" sınıfa mı dahil?

İdeolojik Aydınının Bilinçli Sınıf Seçimi

Perinçek'in anlatımına göre, Aydın bilinçli olarak kendi sınıfını seçerken, işçi sınıfının insanı, "bilinçli olsa da olmasa da işçi sınıfına" dahildir...

Elbette burjuva aydınının "fikirleri üretim faaliyetleri" burjuvanın egemen materyal gündemini destekleyen ve meşrulaştıran egemen ideolojiyi yeniden-üretir. Bu üretim, bu üretimin olduğu ekonomik çıkar ilişkileri silsilesi içinde, burjuva aydınını burjuva aydını yapar. Fakat yukarda tartıştığım gibi, burjuva ideolojisini üretirken Çemişkezekli köylü Hüsnünün okuyup profesor olmuş aylığa talim eden aydın oğlu\kızı "seçtiği sınıfın" adamı\kadını mı? Ürettiğine ve bitmiş-ürüne bakarak yapılan özdeştirme, ürünün bize ideolojik pozisyonunu gösterir, fakat, bunu üreten ne sadece aydındır ne de aydının sınıfsal konumunu yeterince anlatır. Emeğin mülkiyet ilişkilerindeki durumu gibi "aydın emeğinin" durumu da bilincin ifadelerine bakarak saptanırsa, örneğin günümüzdeki kültürel-metin analizcilerinin düştüğü soyutlamaya ve giderek üründeki ve kullanımındaki niceliksel çeşitliliğe bakıp demokratik çoğulculuk (işçi sınıfı yerine, alt-gruplar, grup farklılıkları, çıkar farklılıkları) fikrini vurgulamaya başlarız. (Amerikan kültürel incelemeleri aydınları, Avusturalyalı J. Fiske bu kategori içine düşerler.)

Egemen ütopyalar egemenin korkularını ve düşlerini yarınlara taşır ve yarınları ona göre biçimlendirerek umutlarını gerçekleştirir; korkularını ve düşmanlarını yener; düşlerini tatmin eder.

Bilinçli\Bilinçsiz Seçim ve Yapısal baskı ve Gerçekler İlişkisi

Aydının burjuva ideolojisini mi yoksa mücadele ideolojisini mi seçmesi "alternatifi," ile işçi sınıfının mensubunun işçi sınıfının örgütlü mücadelesine aktif olarak katılma veya katılmama "seçimi" arasındaki fark birinin "aydın" olması ve diğerinin de "hanzo" olmasından değildir: "İdeolojik-insan aydının" seçimi ve kapitalistlerin İşçi sınıfının yarısını bir diğer yarısını kiralayarak (ve dolayısıyla bütün çalışanlar sınıfını) baskı, terör altında tutması ve gerektiğinde de "vatan, millet, demokrasi, özgürlük" adına katletmesi için kullanmaları, ideolojiden veya bilinçten değil, bu ideolojinin ve bilincin de çıkıp geldiği, insanları açlıkla, yoksunluk ve yoksullukla karşı karşıya bırakan, egemen bir düzenin örgütlü baskı ve terör yapısından ve bu yapının günlük işleyişinden dolayıdır (ücretli\maaşlı kölelik ve faaliyetler üretim biçiminden..) Bu terörist yapıda birbiriyle rekabete sokulmuş işçi sınfının önünde, günlük ekmeğini kazanma veya aç kalma seçeneği egemendir. "Aydın" denenler bu gerçekten bağımsız ve bu gerçeğin dışında değildir. Sömürüye ve kendi-sömürüsüne katılmaya alternatif ise, aktif mücadeledir ki bu da hem soğuk hem de sıcak savaşla sürekli vardır. (Yani soğuk savaş bitmedi, sınıf mücadelesinin verildiği iş yerinden eğlence yerine kadar her alanda, soğuk savaş bütün şiddetiyle devam etmektedir.) Ekmeğini kazanma (varlığını sürdürme ve rahat yaşam) ve mücadeleyi birlikte yürütme seçeneği belki burjuva aydını için daha az baskıcı ve ciddi olmayan sonuçlara gebedir; fakat işçi sınıfından biri için, günlük anlatımla "erkeklik, kahramanlık, fedakarlık üzerine fedakarlık" gerektirir.

Bu tartıştığım konuda da Marks'in "sahte bilinç" kavramına oldukça dikkatle yaklaşmamız gerekir. Eğer sınıf bilincini, kişinin taşıdığı bilinçle üretim ilişkisinde aldığı yer arasındaki uyum olarak tanımlarsak, o zaman, işçi sınıfının sınıf bilincini taşımayıp egemen materyal ve kültürel\ideolojik üretime katılan her işçi "sahte bilince" sahiptir. Bu elbette zincirine baskısız ve özgürce seçimle hayran olanın durumudur ki, bu durum ücretli\maaşlı kölelik sisteminin örgütlü baskı ve terör gerçeğinde oldukça uyumsuz bir iddiadır. İşçi sınıfının bir kısmının sahte bilinci (yani egemen ideolojiyi --egemen umutları, beklentileri, ilişkileri, çabaları, amaçları, düşleri -- kendi ideolojisi olarak benimsemesi) sistemin çaresiz bırakması, geçerli ve doğru yollar göstermesi, meşrulaştırdığı yolu izlemeyen güçsüzleri cezalandırması, insanın kendi fiziksel varlığını sürdürmesi ve mutluluğu için gerekli üretim araçlarından mülkiyet ilikşkileri içinde yoksun bırakılması, çaresiz ve yoksullaştırılmışın efendisine ve efendisinin gaspettiğine hayran edilmesi ve umutsuz umut verilmesiyle ilgilidir: Yılanla mücadele yerine, yılan olduğunu bile bile, yılana kurtarıcı olarak sarılma gibi... Bu da elbette yılanlaşma ve yılanlaştırma süreçlerinde, sarılanın da yılana bel bağlama ve yılan gibi olma düşlerini ve yılanlığını da "iyi ve arzu edilen model olarak" beraberinde getirir.

Kendiliğinden Aydın Olmaz; Kendiliğinden işçi de...

Kendiliğinden aydın olmaz (Perinçek).

Çok doğru. Fakat kendiliğinden işçi de olmaz. Aydını aydın ve işçiyi işçi yapan, belli üretim biçimindeki konumlarıyla gelen yapısal gerçeklerdir.

Aynı zamanda, aydının yorum kabiliyeti aydının üretim gereğidir, aksi taktirde aydın olamaz. (Bu tabi, egemen bürokratik geleneklerde her "aydın" için geçerli değildir: Basit nedensellik ilişkisini kuramayan veya bu ilişkiyi önceden-saptanmış kalıplara göre ezberleyip ileten "aydın biçimleri" az değil elbet. Kategorik ölçeklerle elde edilen ölçüler ve yüzdelerle tutumlar ve davranışlar arasında nedensellik ilişkisi kuran bir "bilimci" kullandığı pozitivist-ampirik okunun prensiplerine bile bir hakaret olarak durur.) İşçinin belli üretim için belli biçimde göz, beyin ve el koordinasyonuyla bir görevi yorumlaması ve bu görevle ilgili üretimi yapması işçinin kendini, kapitalisti ve katıldığı faaliyeti üretim gereğidir; aksi taktirde işçi olamaz. İşten atılır.

Aydını, kapitalisti ve işçiyi al, üretim ilişkilerini yeniden düzenle ve bu yeni-düzenlemede, örneğin bir makinenin düğmesine basarak işletme görevine yerleştir, adına da "düğmeye basan" koy. Ne kapitalistin kapitalistliği ne de aydının aydınlığı kalır. Her ikisi de "düğmeye basan" olur. New york kenti taksi şoförlüğü ve garsonluk yapan "aydınlarla" dolu. Bu taksi şoförlüğü yapan aydınlar üretim ilişkileri düzeninde koltuk kapmış aydınlardan daha mı az aydın? Hiç de değil. Fakat konu üretim ilişkilerinde alınan yerle (daha doğrusu üretim araçlarına olan ilişkiyle) ilgilidir. Şoför aydın ne denli aydın olursa olsun gene de şofördür; Daha kötüsü, kapitalist değerlendirmede, yarışı kaybetmiş biridir. Toplumsal üretim ilişkilerinde bu "aydınların" aldığı yer taksi şoforlüğü ve garsonluk nitelemesi içine girer. Hani aydını aydın yapan aydının bilinciydi? O zaman, aydın olmak için, örneğin devlet bürokrasisinin, Althusserci deyimle, ideolojik aygitı olan resmi eğitim sisteminde koltuk kapmak gerekir. Çünkü bu koltuk aydının aydınlığının kanıtı olarak çalışır. Ya da, istisna olarak "meşhurluk" tanımı içine giren, bilim ve medya alanında belli bir konuma gelmelidir.

Fikirler, beceri ve akıl gibi ussal şeyler kendi başlarına insanı ve tarihini yapamazlar. Kendini ve tarihi yapan fikirleri ve aklı taşıyan insandır. Bu insan da ne denli aydın ve ne denli haklı ve doğru olursa olsun, ne kendini ne de tarihi arzu ettiği biçimde yapabilir. Ancak belli tarihsel dönemin belli koşullarının belli ürünü olarak, bu koşulların egemenliği altında mücadele vererek yapabilir.

"Kendiliğinden aydın olmaz" anlatımının anlamı, "bilinçle, bilgiyle, ideolojiyle" değil, materyal ilişkilerle bağıntı kurularak açıklanmaya çalışılırsa, hem doğruya daha çok yaklaşmış hem de bir tür yeni-kafatasçılık olan elitizmden uzaklaşmış oluruz. (Gerçekte, Perincek, diğer aydınların yaklaşımını eleştirirken, bu aydınların bu bağdan yoksunluğunu çok iyi ortaya koymaktadır.)

Burjuva aydını, üretimde ve ilişkilerinde aldığı yerin verdiği asalak rahatlıkta liberal, Atatürkçü, ikinci veya beşinci Cumhuriyetçi, ve hatta Abdulhamidçi üretime girebilir ve hepside bu girişimleri sonucu belli bir ödül elde ederler. İşçi sınıfının "bilinçsiz hanzosu" (veya üniversite bitirmiş\bitirmemiş bilinçlisi) bu tür emek satışı olasılığından, emeğinin o anki kullanılan karakteri ve kendi yaşamını bile üretecek araçların elinden alınması nedeniyle yoksundur. Fakat bunun anlamı bu karakteri değiştiremeyeceği potansiyeline sahip olmadığı değildir: Emeğin karakterini değiştirmesi, akılla veya bilgiyle değil, egemen süreçlerin örgütlü yapısal engelleleri ve süzgeçleriyle ilgilidir. Bunların hepsinin değişmesi de üretim biçimindeki değişimle bağıntılıdır: Aydının üretim-ilişkileri üstünde oluşu "herkesin eşit" doğduğu peri masalından pek farklı değildir; çünkü herkes eşitsizlik içine doğar ve bu eşitsizlik içinde doğumuyla aldığı yere bağımlı olarak o anki sınıfı ve büyük ölçüde, gideceği yer ve ne olabileceği belirlenmiş olur. Kapitalizmin esnekliği, Etlikte doğup kazara "başarılı" olanların Gazi Osman Paşaya taşınmasına engel olmadığı gibi, geldiği sınıftan fiziksel-kopuşunu (uzaklaşmayı) teşvik ederek demokrasi, özgürlük ve fırsat eşitliğini, istisnaları kaide yaparak, ispatlar.

Yapıdaki Aydınlık, Koşullara-bağımlılık ve Başkaldırı

Burjuva veya Marksist aydının "kendi ideolojisini" belirlemesiyle işçi sınıfının bilinçsizinin "kendi ideolojisini" belirlemesi (yani toplumda deveran eden bir ideolojiyi benimsemesi) arasındaki farkı saptayan, birinin akıllı ve bilgili diğerinin beyinsiz ve cahil olması değildir dedik; İnsanın kendini içinde bulduğu ve bağımlı olduğu koşulların getirdiği yapısal niteliklerden ve bu niteliklerin belli insanlara sağladığı seçim kıtlığından ve bolluğundan, engellemeler ve kolaylaştırmalardan olduğunu belirttik. Bir adım daha ileri gidelim: Zincire vurulan ve zincirine vurulanların başkaldırı ve başkaldırmamaları da aynı biçimde koşullara-bağımlı-bilinçten dolayıdır; Başkaldıranın başının hemen kırıldığı yerde, ideolojinin sonu ilan edilir ve bu da oldukça doğru ve geçerli görünür.

Uluslar silahlı güçlerini ve Amerika filolarını süs olsun diye veya "dış düşmana" karşı mı tutuyor ve kullanıyor? Sadece kendi yaşamımız sırasındaki yakın tarihi ele alalım: Devletler kaç kez silahlı güçlerini (ordusunu ve polisini) dış düşmana karşı kullanmış ve kaç kez iç düşmanı katletmek ve sindirmek için? Silahlı kuvvetleri oluşturan kimler? Silahlı kuvvetlerdeki "aydınları" aydın yapan aydınlık mı yoksa örgütlü çıkar düzeninindeki pozisyonlandırma mı? Yasal düzenle ilgili "aydınlara" ve "aydınlığa" gelelim: Ulusların yasal sistemleri (örneğin ceza kanunları ve hapishaneleri) egemen sınıflar için kendi çıkarlarına göre kullanmak ve gerektiğinde çiğnemek, uydurmak için vardır; Ezilen sınıflar için ise, uymak için. Hapishaneler ülkelerin zenginliklerini soyan, doğayı yaşanmaz hale getiren, milyonlarca aç ve yoksul insan yaratan kaptalist ve kapitalist çocuklarıyla mı dolu yoksa kapitalizmin sonuçlarının belli insanlarıyla mı? Bunun nedeni yoksa, çalışan emekçi sınıfların katil ruhlu olmasından ve kapitalist ve aydınların ince ruhlu olmasından mı dersiniz?

İnsanı başkaldırıya veya boyunsunmaya iten bilinç, örgütlü bir üretim gerçeğinin bilincidir. Aydının ideolojik insan" olması bilinci de, ideolojinin kendisi gibi, bu üretim gerçeğinin bir parçasıdır. Eğer bu "bilinç" liderlerin eleştirilmemesini getiriyorsa, o zaman örneğin Devlet başkanını ve liderleri kendi arzuladığın biçimde eleştiremezsin. Eleştirirsen ne olur? Meşrulaştırılmış terör politikaları üzerinde "yasalca ve demokratikce" uygulanır: Devlete karşı suç işlemiş olursun ve hapsi boylarsın; Tabi eleştirini duyuracak ve iletecek iletişim aracı bulabilirsen. Eğer eleştirin iletişim aracında kapı-tutucuların egemen bilinciyle uyuşmuyursa, senden evvel, fikirlerin hapsi boylar, yani yayınlanmaz; Sen de hapse girmekten kurtulursun. Gerçekte sana kapı tutucular iyilik yapmış olur. Yoksa, Perincek ve Türkiye’nin doğru dürüst düşünen insanlarına yapıldığı gibi, hapishane yolunda mahkeme sık sık gitmek zorunda olduğun bir durak yapılır. Demokrasi cambazlığı, adalet sisteminin "bürokrat aydınlarının" "yasalara uyarak" veya gerektiğinde bükerek oynadığı egemenlik oyunudur. Burada da, ilk bakışta idealler, fikirler, ideolojiler yönetici ve yöneltici güç olarak görünür, fakat aslında, yasalar gibi yasa uygulayıcıları da mülkiyet ilişkilerinin yansımaları ve yansıtıcılarıdır.

ideolojik ve kültürel pratikler, özellikle "aydınların" üretim ilişkilerindeki fikirlerin üretimiyle materyal üretime katılmaları ve bu yolla materyal bölüşmedeki paylarını almaları, onlara kendilerinin, örneğin gazeteciler gibi, toplum üstünde, toplum ötesinde, topluma tepki gösteren "ideolojik insan" oldukları duygusunu verir. Bu duygu da, kendi doğrusundan başka doğru olduğunu kabul etmeyen aydin-liderler ve izleyiciler dünyasını destekler, ve bunlarla birlikte, örgütlü baskı ve meşrulaştırılmış işkenceler, terör ve katliamlar gelir.

Maddi ve manevi üretim ayırımı

Perinçek’e göre, “aydınlar kafa emekçileri gibi maddi üretime değil, manevi üretime katkıda bulunurlar.” Her iki üretim de “kimi zaman iç içedir.”

“Teori, doktrin, program, politika, roman, resim, heykel, beste, her türlü düşün ve sanat eseri” aynı anda maddi ve manevi değerlere sahiptir. Maddilik ve manevilik birbirinin tamamlayıcısıdır ve maneviliğin altında doğrudan veya dolaylı olarak daima maddilik yatar. Her ikisi de ne biçimde olurlarsa olsun (bilgi ve tecrübe dahil) pazarlanabilir ve pazarlanan emtiadır. Manevilik, tanrı dahil, alınan ve satılan mal durumundadır.

Kültür, İletişim ve Uygarlık

Kültür ve iletişim en geniş anlamıyla insanın kendini yaşamıyla anlatım biçimidir. Kültür iletişilen materyalliktir. Kültür materyal ve metafizik-yaşamın yapılış, yürütülüş, yeniden-yapılarak sürdürülüş şeklidir ve bu nedenle hem tutucu hem de değişken karakterlere sahiptir. İnsan çevresini ve kendini değiştirdikçe, aynı anda kültür ve iletişimlerini de yeniler, değişime uğratır.

Kültür nasıl ki insanın kendini günlük yaşam biçimleriyle anlatımıysa, uygarlık da benzer biçimde, bu anlatmaya, bu kültüre atfedilen toplam değerlendirmedir. Kültür insanın nasıl yaptığını işaret ederken, uygarlık bu yapışın yargılamasını yapar.

“Uygar insan” çağının egemen kültürelliğini (teknolojik, ideolojik yapış ve yeniden-yapış şekline) kendini ayarlamış ve onu yansıtan insandır. İnsan kültürü insanın kendini yapış biçimi olarak belli bir üretim biçimini anlatır. Uygarlık bu yapış biçimini bir kefeye doldurup belli değer yargısıyla anlamlandırır. Bu değer yargısı da nesnelleştirilmiş subjektifliktir ve çoğunlukla çıkıp geldiği teknolojik çağın ideolojisinin bağnazlığını taşır. Bu nedenle ki, örneğin kültür insanla başlatılmaz, uygarlık tarih öncesi (tarihin başlangıcı artık ne ölçüye göre alınıyorsa) yoktu denir. Bu deyiş elbette kültür ve uygarlığın tanımına bağlıdır. Benim tanımımda kültür, iletişim ve uygarlık insanla başlar ve insanların birlikteliğinde anlam ve gelişme sağlar. Egemen tarih, antropoloji, sosyoloji vb kitaplarında gördüğümüz “uygarlık” ve uygarlık karşılaştırması (safhalara ayrılarak değerlendirmesi) burjuva Batının kendini beğenmiş ırkçılığını dile getirir. “Uygarlık” neyi göğe çıkartır veya geçmişe ait olarak niteler ve ölçerse ölçsün, ölçüsündeki “...e görelik” (saklansa bile), uygarlık kavramının ideolojik egemenlik ve meşrulaştırma aracı olduğuna işaret eder. Kültür bir yapışı anlatırken, uygarlık kavramıyla yapılan iletişim bu yapışı anlamlandırdığında, nitelediğinde, belli bir konuma yerleştirerek ideolojik bir çerçeveleme içine hapseder. Bu hapsedişte, daima dünün (veya egemen olmayan başkasının) kültürü (a) geridir, (b) ilkeldir, (c) gerektiğinde romantikleştirilir, (d) her seferinde de, bugünün çağdaşlığı ve ileriliği önünde ezilir, anılır ve en iyi şekliyle duayla yeniden gömülerek, bugüne gelişimize ve bugüne şükredilir.

Kısaca kültür ve iletişim insanın nasıl olduğunu insanın kendine ve insana ifadesidir. Uygarlık kavramı ise daha çok bu ifadeyi yobazlıkla, ırkçılıkla, bağnazlıkla yeniden-anlatımdır.

Ulusal kültür ve Emekçilerin kültürü

Perinçek’in de belirttiği gibi, “İşçi sınıfı burjuvazi gibi mülk sahibi bir sınıf değildir; üretim araçlarından yoksundur; baskı altındadır. Bu nedenle kendi kültürünü serbestçe geliştirme olanaklarına sahip değildir.” Son cümledeki “serbestçe” sözünü vurgulamamız gerekir, çünkü emekçiler de engellenmeler ve baskıcı egemenlik koşulları altında kendi kültürlerini geliştirir, tutar ve değiştirirler. Bu kültür mücadeleci anlamda değişimci, devrimci kültürü ifade eder. Katılımcı anlamda ise, yoksul ve yoksun bırakılmışlığı, zincire vurulanın zincirine vuruluşunu işaret eder. Bu katılım ve vuruluş da, bu durumu belirleyen egemen üretim ilişki koşulları nedeniyle, daima dönüşmeye ve karşıtlığa açıktır ve de devrimci potansiyele sahiptir.

Ulusal kültür, sağduyu gibi evrensel doğru ve haklılık kılığında ve çoğunlukla egemenliğin kültürüdür. Ulusal kültür ideolojisi, elbette aydınlardan geçerek de yaratılır ve desteklenir. Burjuvazinin siyasal gücü ele geçirmeden önceki kültürü, feodal düzenin egemenliği altında mücadele veren ve egemenlik arayan kendi kültürüydü. Bu kültür ancak siyasal egemenliğin ele geçirilmesiyle meşrulaştırılmış bir ulusal kültür kılığına büründürülür. Örneğin Turkiye’deki “ulusal devir” Aynı zamanda ulusallık adı altında emperyalist pazara uyum sağlayarak “uygarlaşmaya” girmedir. Buradaki “uygarlaşma” yeni-koloni olmaya girişi öyküler.

Kültürün Coğrafik-politikası ve Marks'a Yapılan Haksızlık

Batı (gelişmiş) ve doğu (geleneksel) kültür ayırımı, Perincek'in de belirttiği gibi, batı kaynaklıdır. Bu ayırım Avrupa bilim adamlarının ırkçılığı ve "medeniyet götürme" adı altında yapılan sömürgeciliğin meşrulaştırılmasıyla ilgilidir: Hırsızın kendini haklı çıkarması gerek, aksi taktirde rahat edemez. Perincek epey örnekler veriyor ve okumayanlara okumalarını öneririm.

Daha Avrupa banyo yapmanın ne olduğunu bilmezken ve Fransız "düşünüsü" pis kokuları kapatmak için parfüm kültürünü doğudan ticaretle perçinlerken, Doğu medeniyeti banyo ve temizlik kültürüne sahipti. Avrupa medeniyetinin kendisinin olarak ilan ettiği hemen her değerli niteliğin kaynağı Orta Doğu ve Doğu olmuştur. Yani ticaret ve hırsızlık dün ve evvelki gün başlamamıştır.

Marks'ın "asya tipi üretim tarzı" örneği verilip, özellikle, Hindistan ve İrlanda hakkındaki "çelişkili yorumu" incelenerek, ırkçı olduğu (doğuya düşmanlığı) ve doğuyla ilgili cahilliği ileri sürülmüştür. Marks, İngiliz kolonicileri Irlanda’yı İngiliz pazarına "ucuz et ve yün" için üzerinde yaşayan insanları sürerek "kıra döndürdüğünü" belirtirken, Hindistan konusunda tamamiyle, farklı bir yorumla gelmektedir: İngilizlerin işgali Irlandanın kalkınmasını durdurmuş ve yüzlerce yıl geri atmıştır. Sürekli baskıyla irlanda yapay olarak son derece yoksullaştırılmış bir ülkeye çevirmiştir. Nasıl oluyorda, kolonicilik Hindistan’da "kalkınmanın materyal temellelerini atarken" (Marx, Kapital) veya " Ingiltere'nin Hindistanın yerel ekonomisini tahribini "devrimci" olarak nitelerken (Marks'in 1853'de Engels'e mektubu) , aynı süreç İrlanda’da "gelişmeyi bodurlaştırıyor ve yüzlerce yıl geri atıyor? (Marx). Bunun nedeni, Marks tarafından iki ülkenin üretim biçiminin oldukça farklı olarak nitelenmesinden dolayı mı? Fakat, nasıl oluyor da üretim biçiminin ve güçlerinin özelliğine göre belirlenen sosyal değişim kuramı, Hindistana gelince birden bire "değişmez toplum" biçimini alıyor? Buna cevap Marks’ın Asya tipi üretim biçiminin 'durgunluğu' veya "değişmezliği" yorumunda yatar. Marks ne Hindistan’ın ne de diğer Asya ülkelerinin ve kolonilerin devrimci potansiyeli ve olasılıkları üzerinde durmuştur. Kolonileri ele alışı genellikle kapitalist yayılmanın ve kapitalizmde oluşan devrim sürecindeki aldıkları yer ve önem sınırı içinde kalmıştır.

Tekelci kapitalizmin gelişmesi ve kapitalist Avrupa dışındaki ülkelerdeki durum, emperyalizm ve yeni-kolonilerle ilişkiler konusu Baran ve diğer yeni-Marksistler tarafindan ele alınıp işlenmiş ve Marks'in teorisi "azgelişmişlik" (ve bağımlılık) teorisiyle yeniden anlamlandırılmıştır.

Marks kapitalizmin Asya’ya etkisinin özelliği hakkında pek kapsamlı bir inceleme yapmamıştır. Marks Kapital'de "geri bölgelerin" talanını "ilkel birikim" sürecinin bir parçası olarak niteler. Öte yandan "Asya tipi despotluk" kavramı altındaki anlatımıyla, durgun, evrimci-olmayan sosyal biçimlerin (Mogolların, ilkel komün ekonomik biçimlerinin) tahribinin ancak dışardan kapitalistler tarafından olabileceğini belirtir. Marks kapitalizmin gelişmesiyle aynı zamanda kolonilerin değiştiğini anlatır. Örneğin demiryolunun, sonuçlarından birinin de, Hindistani kapitalist kalkınma yoluna koyacağı, "modern endüstri için öncü" olacağını söyler. Fakat bu süreçten kitlelerin fayda elde etmeyeceğini belirtir. Bu teorik bir önem taşır, çünkü, sosyal değişimin dıştan gelmesi veya içteki gelişmeyle (üretim tarzının değişmesiyle) olması konusu oldukça önemlidir. Foster-Carter'a göre (1974) Kapitalizmin tümüyle bir süreç veya süreçler kalıbı yerine, kapitalizmin kolonilerin sırtından kalkındığı eşit olmayanlar arasındaki ilişki olduğu, Marks'a tamamıyla yabancıydı. Marks'ın önünde üç yüzyıllık Latin Amerikan kalkınma tecrübesi vardı, fakat bunun üzerinde durmadı. Foster-Carter oldukça haksız, çünkü Latin Amerika veya Asya tecrübesi derin inceleme gerektirir; Marks her insan gibi, öncelikle, zamanında, kendi yaşadığı Avrupanın dünü ve bugününü anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bu çabası sırasında kapitalizmin kolonilere uzanışını, kapitalist merkezdeki oluşumlar açısından inceledi (Marks'in bu yaklaşımının Foster_carter'dan farklı bir değerlendirmesi için bknz: Leys, 1975).

Marks İngiltere’nin Hindistan’da çifte görev göreceğini belirtmiştir: Biri tahrip edici ve diğeri yeniden-yaratıcı\canlandırıcı; Eski Asya tipi toplumun yok edilişi ve Asyada Batı tipi toplumun temellerini atma... Marks'ın bu anlatımının anlamları: Sosyal değişimin toplumun kendi tarihsel tecrübelerinin belirlediği üretim biçimine göre biçimlenmesi ve gelişmesi üzerine, birden bire dıştan gelen bir "istilayla" yeni bir "materyal temel" çöküyor. Koloniciliğin attığı materyal temel o toplumun tarihsel gelişmesine dıştan müdahaledir. Marks bu müdahaleyi İrlanda için "gelişmeyi durdurma" olarak nitelerken, Hindistan için gelişmeci olarak nitelemektedir. Bu durum karşımıza, en az iki önemli kuramsal sorun ortaya çıkarır; Birincisi: ülkenin kendi tarihsel gelişiminin dıştan müdahaleyle hızlandırılması (kapitalist kalkınma ve dış yardım programları, politikaları ve sonuçlarını düşünün) veya safha atlatılmasıdır (=Avrupanın geçtiği tarihsel değişim yolundan geçmemesi anlamına) (Afrika ve Asyadaki sosyalist sistemleri düşünün). Bu durum (1) Marksist sosyal değişim teorisinin sadece kapitalist Avrupa tarihi için geçerliliğini ve onun dışında revizyonunu gerektirir ki, Baran'in azgelişmişlik ve Frank'ın bağımlılık teorileri bu revizyonculuğu yansıtır; (2) ya da Marksın evrimci-tek boyutlu, statik safhalardan geçen çizgisel sosyal değişim teorisi ortaya atmadığı, onun yerine üretim biçimlerinin tarihsel özelliklerine göre değişen çok-boyutlu bir değişim terorisi olduğunu kabul etmeyi getirir.

Aslında, Avrupa gelişim tarihinin evrenselliğini görüşü, Marksın kuramının dayandığı "üretim biçiminin toplumsal yapıyı ve üretim güçlerindeki değişimin sosyal değişimi belirlediği" görüşüyle çelişkilidir. Bu tartışmayı sündürürsek, çok-boyutlu gelişmeyi kabul etmek daha gerçekçi bir alternatif olarak ortaya çıkar.

Burada diğer bir sorun belirir: Marks'in kapitalizmin "kendi imajında bir dünya yaratması" ve "bütün eskiyi süpürüp atması" yorumunu nasıl değerlendireceğiz? Eğer tek-boyutlu çizgisel değişim modelini kabullenirsek, bu oldukça normal gelir ve hatta kapitalistleri dünyayı soyup soğana çevirip proleterleştirip "kapitalist safhaya doğru geliştirdikleri" ve aynı zamanda kendi kuyularını kazdıkları için alkışlamak gerekir. Yardım etsek daha iyi değil mi? Örneğin "işçi sendikaları kalkınmayı köstekleyen örgütlü engelleme girişimidir ve ayrıca işçi-aristokratları yaratmaktadır" deyip, dağıtılmasını savunsak daha verimli olmaz mı? Süreci hızlandırırız. Bu açıdan, kapitalizme ve imperyalizme direnmek, bu çizgisel-evrimcilikle çelişkiye düşmektir: Bir taraftan kapitalizmi ileri bir safha olarak tanımlarken, diğer taraftan gelişmesine tepki göstermek gericiliğin veya tutuculuğun ifadesi olmuyor mu? (Buna çare olarak, kapitalismin gerici bir safhaya girdiği yorumunu yaparız..)( Uyarı: Hem tek-boyutlu safhalar hem de çok-boyutlu değişim ayırımı, aslında, Marks'ın toplumu inceleme metodunda, bu metoda geri-dönüşümlü yaratılmış bir ayırımdır. Sonuç, metodun, benim yorumuma göre, yanıtlanmasıdır.)

Eğer çok-boyutlu değişim yanını benimsersek, o zaman "kapitalizmin kendi imajında bir dünya" yaratması ekonomik ve kültürel emperyalizm nitelemesini getirir ki bu daha gerçekçi görünür.

İkincisi: Tek boyutlu-değişim safhaları görüşü içinde, özellikle sosyalist devrimin gelişmiş avrupada olacağı ve diğerlerinin gelişme çizgisinde daha geride olduğu yorumunda, Marksist teorinin anglo-sakson ırkıçılığı yatar ve bu ırkçılıktan kurtarılması sorunu sırıtır (Ben gerçekte, bu tür yorumu, oldukça katı bir anlatım olarak nitelenmesi gerektiği görüşündeyim) . Çok boyutlulukta ise, ulusal bağımsızlık ve emperyalizmin tanımlanması ve Avrupa-Marksizminin iddia edilen ırkçılığına karşı karşı-ırkçılığın bu tanımlama içinde değerlendirilmesi gerekir. Yoksa, örneğin, Bosna'da elli yıldan fazla uygulanan bir "sosyalist egemen eğitim sistemi" kitleleri ırkçı politikalarla birbirine düşürme girişimlerinin başarılı olmasını engelleyemez.

Kültürün ve toplumsal yapının yerle (coğrafik yerleşim yeriyle) ilişkisi, doğal üretim kaynakları ve doğal koşullarla bağıntılıdır. Siyasal ve ideolojik jeopolitik, bu nedenle, ekonomik-jeopolitiğin tamamlayıcısıdır.

Hiristiyan ve islam kültürü ikilemi: Kimin Tanrıya daha yakın olduğu

Hıristiyanlığın hoşgörülü olduğu ve laiklik için elverişliliği, Perincek'in belirttiği gibi tabansız bir iddiadır. Hıristiyanlığın günümüzdeki hoşgörülü görünümü ve laikliğe karşı tutumu Hıristiyanlığın materyal temelle olan ilişkisi ve siyasal gücünü yitirişiyle ilişkilidir. Ayrıca, Hıristiyanlık hiçbir zaman Darvinci evrim teorisine ve Laikliğe karşı kendi çıkar mücadelesini vermekten geri durmamıştır. Amerikanın kalıcı siyasal gündemlerinden biri de "okullarda hangi kitapların okutulacağı, yaratılış ve evrim teorisi çatışması ve okullarda dua" konusudur. "İstenmeyen, zararlı" kitapları yakma sadece Türkiye'ye mahsus bir siyasal ifade biçimi değildir. Amerikanın kütüphanelerinde bazı kitaplar egemenliktedir ve diğer bazıları yoktur. Daha kötüsü, belli kitaplar kayıtlarda var göründüğü halde yoktur: Bulamazlar, nerde olduğu bilinmez. Cevap olarak da "rafta değil, muhtemelen kullanılıyor" karşıtını alırsın.

Günümüzde Hıristiyanlık kapitalist egemenlikle el-ele sömürüye katılırken, daima payını artırma çabasındadır. Bu çaba da günümüzün Makyavelci siyasal politikalarında, aforoz yerine, aforozsuzlukla satış ve kazanç gerektiği için hoş görülülük gelmiştir. Eğer İncil'e bakarsak, Hz. İsa (sadece bir kez Sinagog'da tüccarların tezgahlarını devirip, Tanrının evindeki alışverişe olan saldırgan tepkisi dışında) hoşgörü ve pasivizmi savunur. incilde yazılanla, incili kullanan örgütlü Hristiyanlık faaliyetleri oldukça farklıdır. Geçmişte, orta çağlarda Hristiyanlığın sadece "cadı" diye yakıp öldürdüğü kadın sayısının milyon üzerinde olduğu tahmin edilmektedir. Müslümanlıkta taşlanarak öldürülen kadın sayısı ne kadar acaba? Hristiyanlığın Feodal lordlarla ortaklaşa yaptığı soygun ve koloniciliği destekleyişleri sırasında katledilen insan sayısını hesabı yok. Müslümanlığı kullanarak "Allah yolunda cenk edip" fetihler yapan Arap ve Osmanlı imparatorluklarının katlettiklerinin sayısı da birkaç değil elbet.

Kimin tanrıya daha yakın olduğunu tanrıdan uzaklaşarak ispatlama yolundaki üstünlük yarışında Müslümanlık Hıristiyanlığın eline su bile dökemez: Tanrının takdis ettiği demokrasiyi korumak için sadece Atom bombasıyla bir anda öldürülenlerin sayısını düşünün. Hıristiyanlıkta "komşunu sev" denir. örneğin, sadece, ikinci dünya savaşında, Hıristiyanların aynı tanrıya dua ede ede, birbirinin evlerini başına yıkarak, bombalarla sevmesi sırasında 50 milyondan fazla Hıristiyan vakitlerinden önce yok edilmiştir. Daha dünkü İran-Irak savaşında, aynı Allahtan kendilerine yardım etmesi ve düşmanı helak etmesi duasıyla birbirine silahlarla din dersi veren müslümanlar Allaha ne denli yakındı dersiniz?

İyilik veya kötülük, ilerilik veya gerilik, doğruluk veya haklılık, kimin ve ne amaçla tanımladığına göre değişir. Hıristiyanlık cadı diye kadınları yakmada kendince haklıydı. Bugün "cadı bayramı" satışıyla ekonomik çıkar sağlayanlar da haklı. Ama "cadı" kılığındaki çocukları ve kadınları yakmıyorlar şimdi? Bugün oldukça "hoşgürülü". Homoseksüelliği titizlikle ele almakta, kadınlara insanca bakmakta ve hatta bürokrasisinde yükselme olanakları vermektedir. Bütün bunları, tarihleri örgütlü cinayet örnekleriyle dolu örgütlü din tüccarları arzuyla mı yapmaktadır? Elbette arzuyla yapmaktadır: Fakat bu arzuyu oluşturan "evrensel haklılık, iyilik, doğruluk" duygusu mu, yoksa, materyal dünyanın materyal ilişkilerindeki direnişler\mücadele mi? Tüccarlığın egemen pratikleri mücadelelerle biçimlenir ve değişime uğrar. (örneğin, Müslümanlıkta, kadınların hoca olacağını düşünebiliyor musunuz? Ben düşünüyorum, çünkü önümüzde, kadın katili Hıristiyanlığın günümüzdeki örneği var. İncilden "erkek şovenizmi ve seksizmle" ilgili terimler bile çıkartılmaktadır. Kuran'dan bu terimler ve tanımlamalar çıkartılırsa, Kuran kaç sayfaya düşer dersiniz? Buna cevap vermek içın, bağnazlığı ve yobazlığı, peşin fikirde olmayı, tembelliği veya yorgunluğu bırakıp, birgün oturup Kuran'ı okumayı herkese tavsiye ederim. Yani, kaç sayfa kalacağını da bulmayı benden beklemeyin.)

Doğunun Dinamizmi ve Sömürüye Karşı Mücadele Bağı

Doğunun dinamizmi, batının sömürüsüne karşı mücadelede de yatar; Sömürgeci ve emperyalist dünya yapısında bu red edilemeyecek bir gerçektir. Bu nedenle "devrimin doğuya kayışı" yorumu titizlikle ele alınmalıdır: Kapitalist avrupada devrim süreci durmamıştır ve temel çelişki ortadan kalkmamıştır. Devrimin doğuya kayışı ve Avrupa-merkezli teorileri çürütmesi iddiası, Marksist teoriyi de içine aldığı için oldukça kapsamlı bir genelleştirmedir. Ayrıca, Marxsist teorinin Avrupa merkezli olduğu tezine de dikkatle yaklaşmalıyız: 1882'de Engel's Kautsky'e yazdığı mektupta (Avineri, 1969) sosyalist devrimin önce Avrupaya ve Kuzey Amerikaya geleceği ve "yarı-uygar ülkelerin" bunu takip edeceğini "bağış olarak" ele aldığını belirtikten sonra, "yarı-uygar ülkelerin hangi sosyal ve siyasal safhalardan geçerek sosyalist örgütlenmeye ulaşacaklarına gelince, zannımca, bugün, sadece boş\esassız hipotezler ileri sürebiliriz" demiştir. Bunun ve özellikle toplumsal yapının ve değişimin üretim biçimleri ve güçlerindeki degişikliklere göre belirlendigi" tezinin anlamı birkaç paragraf sonra tartışacağım gelişme safhalarıyla ilgili tartışmamda belirttiğim gibi, marksist teorinin Avrupa merkezli olduğu (yani çıkış ve uygulama yerinin Avrupa olduğu ve devrimin önce kapitalist Kuzeyde olacağı) ve 20. yüzyıldaki tarihsel gelişmeler sonucu "doğuya kaydığı" yorumundan çok, değişimin nerede, nasıl ve ne zaman olacağının tarihsel koşullara göre çeşitlilik göstereceği olmalıdır. Çin devrimi doğuya kayıştan çok, Engels'in "bağış" olarak kabul ettiğimizi belirttiği tarihsel-kronolojik öncelik ve çizgisel safhacılığın yeniden gözden geçirilmesi gereğini yanıtlar.

Sosyalist karakteri taşımayan "kurtuluş savaşlarını" ve "cumhuriyet devrimlerini" ezilen dünyanın ayaklanması olarak nitelemede çok ileri gitmemek gerekir. Savaşlar ve devrimler kitlelerin çeşitli biçimlerde katılmaları ve\veya kullanılmalarıyla olmuştur. Bunun anlamı, belli özelliler olmadıkça, kendileri için kitlelerin kendi devrimlerini yaptıkları değildir. Çünkü belli "kurtuluş" savaşları ve "cumhuriyetler" ezilen dünyanın ayaklanmasına karşı sömürgeci\emperyalist dünyanın kendini koruma tedbirlerinin ifadelerini beraberinde getirmiştir: Bu devrimler ve cumhuriyetler batı kapitalist üretim biçiminin (teknolojisinin, siyasal yapısının, kültürel değerlerinin, ekonomik sisteminin) transferini içerirler: Asya veya Afrika tipi bir yapının üzerine oturtulan yeni-sömürgeciliğe geçişi temsil ederler.

Ayrıca kapitalist "merkezde" olmak veya olmamak mücadele konusunda niteliksel farklılıklar getirebilir, fakat merkezde emperyalist sömürüden etkilenen işçi sınıflarını, "merkez dışındaki'" işçi sınıflarından "sosyalizmin denemesine bile girişememişler" diye karşılaştırma yanlış yönlendiricidir. Bu Newyork'da SEIU (Hizmet İşçileri Sendikasının) başkanının yeni sözleşmeyi işçi kitlelerine sunarken, "Şikagodaki sendikalı işçiler sizin aldığınızın yarısını bile almıyor" diye karşılaştırmayla yaptığı meşrulaştırma ve satışa benzemektedir. Merkezle merkez dışındaki işçi sınıflarını benzeri karşılaştırmalar yanıltıcıdır. Bunun ne denli hatalı olduğunu sadece Amerikan işçi sınıfının mücadelesinin dünyaya yaptığı katkıya bakarsak anlarız. (Neo-marksizmin merkez-yan ikilemi 1970'lerden sonra geçerliliğini yitirmiştir. Bu neo-marksist görüşler ve görüşlerdeki değişimler için Amin, Emanuel, Frank, Wallerstein gibi isimlere bknz.)

Çin Halk Cumhuriyetinin günümüzdeki bir durumunu anlatarak, Perincek'in iyimserliğinin umut (hepimizin umudu) olduğunu belirtmeye çalışalım: Günümüzde, Amerikan halkının alışveriş yaptığı dükkanların hepsinde, rastgele on farklı eşya seç (ayakkabıdan gözlüğe kadar) ve nerde yapıldığına bak. En az üç tanesinin altında "Çinde yapılmış" yazılıdır. Bu olay son yıllarda başlamıştır. Amerikan emperyalizmi Çinde kendine sömürü ortakları bulmuştur ve Amerika'daki birçok tüketim mallarının Çinde yapılması (Firma Amerikan firması, yapan Çin emeği) bunun önemli bir göstergesidir. Çin Halk Cumhuriyetinin kapitalist dünya için üretim potansiyeli hem ucuz işçi hem de tüketici kitleler kaynağı olarak oldukça iştah açıcıdır. Bu potansiyelin Çin halkının kendi çıkarı için kullanabilmesi, Çin Halk Cumhuriyetindeki olmakta olan değişikliklerle biçimlenmektedir. Emperyalizmin ideolojik ve materyal saldırısı da bu sırada Çinde bulduğu ortaklarla oldukça yoğunlaşmıttır. Kısaca, Çin halkı dünya emperyalizminin sömürüsüne açılmış durumdadır ve bunun duracağı olasılığı yaygınlaşacağı olasılığı yanında geçerliliğini yitirmektedir. Bu gözlemimin yanlış olduğunu önümüzdeki yakın tarihin kanıtlmasıni arzu ederim.

İleri-Geri diyalektiği? Çoğumuzun Hatası

İleri-geri diyalektiği sömürgeciliğin ve yeni-sömürgeciliğin idelojisinin temel anlatımlarından biridir. 1960'lardaki "kalkınma teorilerinin" temel taşıdır; Kapitalist pazarın gerçeklerinde iflasa uğramış ve post-endüstrializm ve glo balleşme teorisi içinde değişime uğratılarak devam etmektedir.

Bu diyalektiği kalkınma teorilerine karşıt-olarak geliştirilen yeni-marksist "azgelişmişlik" (Baran) ve Bağımlılık teorisi (Frank) "dengesiz kalkınma" ve "az gelişmişliğin gelişimi" içinde anti-tez olarak ele almışlardır. Bu da özellikle "bağımlılık teoristlerini çoğunlukla teorik çıkmaza sokmuş ve 1970'lerin ortalarından itibaren teori revizyona uğramaya başlamış ve yeniden sınıf analizine ve ekonomik alış-veriş ve sermayenin (ham maddeler dahil) deveranı ve yapısı üzerine temel ağırlıklarını verme yerine üretim biçimine dönmeye yönelinmiştir.

1960'ların "merkez" ve "yan" ikilemiyle gelen "bağımlılık" teorileri ve onların günümüzdeki biçimlerinde de, merkezin engellediği ve "az gelişmişliği gelişitirdiği" görüşü yatar. Gelişmişlik, burjuva ideolojisinin öne sürdüğü şekilde ne kapitalizmle eşleştirilmeli ne de bizim savunduğumuz şekilde kapitalist safhadan geçerek sosyalizme ulaşma olarak çerçevelenmelidir (Sosyalist Asya ile kapitalist egemenliğindeki dünya arasındaki mücadele bu açıdan değerlendirilebilir.)

Toplum değişimini tek-çizgisel evrensel evrim süreci olarak ele aldığımızda, ilkel toplum yapısı-feodal toplum-yapısı-kapitalist toplum yapısı diye sıralanmış aşamalı bir saplantıyla karşılaşırız. Bu çizgisellikte, kapitalist üretim tarzı ileriyi temsil eder. Bu, üretim biçimlerindeki gelişme olarak ele alsak bile, gene de Anglo-sakson bağnazlık olarak nitelenebilir. Hele, bunun "sosyalist üretim biçimine geçişte zorunlu bir aşama olarak kullanılması (ki yanlışlığını iddia etmiyorum, Avrupa için red edilemez bir safhadır) bu bağnazlığı bir tür yobazlığa döndürmektedir. Ücretli-kölelik sistemi nasıl oluyor da mutlak-kölelik sisteminden daha ileri oluyor? Kronolojik tarihte sonradan geldiği için mi ya da mutlak-kölelik sistemine son vererek ücretli köleliği getirdiği için mi, yahutta fırsat eşitliği ve dikey-sınıf hareketliliği umutları verdiği ve bu umutları istisnalarla desteklediği için mi?

Benzer biçimde, az gelitmişlik, gelişmekte olan ve gelişme kavramları (benim üzerinde vurguladığım "geri-bırakılmışlık" kavramı dahil) kapitalist olma yolundaki kapitalist olmaya ulaşmamış bir noktayı anlatır (eğer açıkça, bu bağı kaldıracak bir açıklama getirmezsek.) Az gelişmişlik ve benzeri kavramlar belli bir hedefe ulaşamamayı ima eder. Bu hedef ne ve hedefi belirleyen kimler? Dünya Bankası ve IMF dünyasının tanımladığı hedef hiçbir zaman kendileri gibi olmaya izin verilmeyeceklere verilen kendileri gibi olma rüyalarıyla dolu bir hedeftir.

Aşağıda, hem üretim biçimi hem de üst-yapıyla ilgili sorularla okuyucuyu biraz daha kafa yormaya yöneltmeye çalışacağım: ilerilik, uygarlık, çağdaşlık neye göre? Kullanılan üretim teknolojilerine ve kitle üretimi ve kitlelerin yoksun ve yoksul bırakılması süreçlerine göre mi? Sömürgen "zengin" nasıl oluyor da ileriyi, iyiyi, gelişmişi, kalkınmışı temsil ediyor, ve bu sömürgenin, kanını emdiği yoksun bırakılmış insanlar geriyi, az gelişmişliği, gelenekselliği, dürtüsüzlüğü ve tembelliği temsil ediyor (=Weberci ve Yapısal fonksdiyonalizmin kalkınma ideolojisi)? En çok gelişmişi neden sömürünün kapsamı ve hızı belirliyor (=post-modernizm ve teknolojik determinizm)? Sümer veya Hitit uygarlıkları kapitalist uygarlıktan daha mı geri, daha mı aşağı? Geriliğin ölçüsü ne: Özel uçağı olmayan Hitit aristokratı özel uçağıyla boks maçı seyretmeye giden Trump denen Amerikalı kapitalistten geri mi yani? Fark zevk farkı mı dersiniz? Feodal aristokratlar burjuvaları aşağılık ve zevksiz mahluklar olarak nitelemişlerdir. Bu aşağılık duygusunu örtmek için kapitalistler "değeri" ve "sanatı" satın almayla kazanmaya çalışmışlardır: Sanatı parayla satın almak ve evine asmak "gelişmişliği" mi temsil ediyor? Neden kağnı teknolojisi ve nükleer enerji teknolojisi karşılaştırıldığında nükleer teknoloji "ileriyi ve gelişmişi" temsil ediyor? Avcılıkla geçinen göçebe "ilkel insan" günümüzün insanından daha mı geriydi: Neye göre geriydi? Tüfeklerle birkaç yılda buffaloların neslini tüketip Kızılderilileri yaşam kaynaklarından yoksun bırakarak ölüme mahkum etme ya da teslim alma ve kamplara tıkma teknoloji, anlayış ve politikalarına sahip olmadıkları için mi? Uçakla uçan insanın uygarlığı eşşekle veya deveyle seyahat eden uygarlıktan nasıl oluyor da "ileri" oluyor? Dünyayı tekrar tekrtar yok edebilecek savaş teknolojisine sahiplik nasıl oluyor da "modernliği" ve "ileriliği" temsil ediyor? Kimin için ve ne için ileriyi temsil ediyor?

Bu ve benzeri sorulara cevap, üretim biçimi ve insanlığın "gelişmesi" tarihinde, daha çok insanın yaşadığı çağın egemen güçlerinin kendini beğenmiş değerleriyle ilgilidir. Bir Hitit insanıyla bir Amerikan veya Alman insanını karşılaştırıp birinin ileriyi ve çağdaşı temsil ettiği diğerinin "ilkeli" veya "çağ dışılığı" temsil ettiğini iddia etmek, çağdaşlığın egemen kültürel yobazlığının ifadesinden öte gitmez.

Modern teknoloji her çağda o çağın koşullarına göre moderndir ve çağdaştır. O çağın koşulları içinde anlam bulur. Benzer şekilde, Amerikan veya Avrupanın kapitalist-sömürgen düzenlerini Türkiye veya Afrikanın ülkeleriyle karşılaştırıp, Afrikayı Az gelişmiş olarak nitelemek hem bu ırkçı\kültürel bağnazlığı anlatır hem de sömürüleni ve soyulanı sömürülüşünün ve soyuluşunun nedeni olarak gösterir. Benzer şekilde, kapitalist ülkeleri zengin ve soyulan ülkeleri kapital birikimi yapamayacak kadar yoksul ülke olarak ilan etmek de, emperyalist serüvenin ideolojik kılıflarından biridir. Fukaranın fukaralığı ve Afrikanın az gelişmişliği kendilerine rağmen kendileri üzerinde uygulanan sömürgeciliğin bir sonucudur.

Batı ve Doğu, Kuzey ve Güney ayırımı belki incemele ve sentez amacıyla yapılabilir. Fakat bunu yaparken ölçeklerin ne olduğu açıkça belirtilmelidir. Şimdiye kadar yapılan ayırımlarda, doğu ve batı ayırım ölçeği Anglo-sakson ırkçılığını ve sömürüsünü dile getirmiştir. İki batı iki doğu halklar ve sömürenler arasındaki iç ve ulusararası ayırım, iç ve uluslararası sınıflar arası işbirliği ve rekabet ayırımından farklı degil: Sömürücü sınıflar arasında çıkar işbirliği (ve payını artırma yarışı) vardır ve gittikçe de yoğun şebekeler halinde bütün dünyayı kaplamaktadır. İşçi sınıfları arasında henüz ne içte ne de uluslararasında yoğun bir örgütlü dayanışma ve mücadele politikası kurulmuştur. Aksine, burjuva milliyetciliğinin ırkçı körüklemesiyle düşmanlıklar yaratılıp tutulmaktadır. Amerikan ve Avrupa işci sınıfları dış ülkeleri soyan kapitalist sermayenin kendilerini soymadığından şikayet ederek yabancı işçilere ve diğer ülkelere düşman yapılmaktadır. İşçi sınıflarının ortak politika ve dayanışma çabalarının gelişmesi oldukça yavaş olmaktadır. Bunun en önde gelen nedeni de elbette ekonomik güç ve olanaklar kıtlığıdır. (Kesinlikle, Amerikan'ın trilyon-dolara sahip olan ve aç-kalma emekli maaşi-veren sendika örgütü AFL-CIO'sunun diğer ülkelere yaklaşımını olumlu olarak değerlendirmemeliyiz. AFL-CIO ile kesinlikle işbirliğine ve ilişkiye girilmemelidir. AFL-CIO, kapitalizmle ortaklığı ve işçi sınıfını soymayı temsil eder.)

Emperyalizm hangi ölçüye göre az gelişmişlik yaratıyor? Gelişmişlik nasıl oluyor da Batı kapitalizmi oluyor ve az gelişmişlik Batının soyduğu ülkeler oluyor? Nasıl oluyor da Hırsızlıkla tahterevallide zevk sürenler "gelişmiş" ve soydukları da "az gelişmiş" oluyor? Tarihi ve gerçekleri güçlüler yazıp sahip oldukları iletişim ve eğitim araçlarıyla yaydıklarından beri mi dersiniz? Günümüzde bir toplumsal birimin "kendi koşulları" ne kadar kendi koşulları karakterini taşımaktadır? "Kendi koşullarında" kendi tarihini yapması, günümüzde, emperyalist ve ortaklarının yarattığı koşulların egemenliğiyle mücadele anlamına gelmez mi?

Emperyalist Pazardan Kopma

Perinçek'in yeni-bağımlılık teoristlerinin bazılarının zamanımızdaki yaklaşımını yansıtan "emperyalizmden koparak" "demokratik toplum kurma" görüşü oldukça iyimser ve iyi niyetli bir görüş; Kapitalist pazarın egemenlik sürdüğü bir dünyada sosyalist yapıların (veya pazarın) yaşama olasılıkları nedir ve nasıl ayakta kalabilirler? Bu soruya cevaplar araştırmamız da gerekir. Çin Cumhuriyeti kapitalist pazara entegre edilmektedir ve Kastro Amerika'ya ambargoyu kaldırması için yalvarır bir duruma düşürülmüştür. Yeni dünyada yeni mücadele politikalarının acil bir biçimde geliştirilmesi zorunlu olmaktadır. Sovyetlerin çökertilmesi bunun ne denli acil olduğunun göstergelerinden biridir.

Türkiye’nin Batılılaşmasının Değerlendirilmesi

Perinçek'e göre "Kurtuluş savaşına kadar süren batılılaşma süreci, aslında bir sömürgeleşme sürecidir ve varacağı yere varmış, 1919'da ülkemiz işgal edilmiştir... Türkiye sömürgeleşmeye Kurtuluş savaşı ve Cumhuriyet devrimiyle yanıt verdi. Türkiye’nin genç burjuvazisi, emperyalist batıyı yenmek için, devrimci batının ideolojisini benimsedi."

Perinçek'in burjuva-demokratik devrimini övgücü yorumu oldukça "yumuşak," ve Marksist-evrimci geçişteki safhaların evrensel bakımdan olumlu bir değerlendirmesidir. Elbette, Kemalist devrim Anadolu tarihinde önemli bir aşamadır. Gene de biz bu yorumu biraz "sertlettirelim":

(1) Türkiye ne kurtuluş savaşına kadar ne de sonrasında doğrudan-sömürgelik tecrübesini yaşamadı;

(2) Devrimci batının ideolojisi marksist ideolojidir ve Türkiyenin genç lider ve yöneticileri bu ideolojiyi seçmedi; Fransız devrimi burjuva devrimini anlatır. Fransız devrimini örnek almak ancak bu tür devrimcilikle sınırlıdır.

(3) Cumhuriyet devrimi, aksine, Türkiyenin sömürgeleşme süreciyle birlikte gelişen komprador, burjuva ve büyük toprak sahipliği ilişkilerini değiştirme yerine, bu ilişkilerin temel taşı olduğu bir ekonomik düzeni meşrulaştıran ve destekleyen bir üşt yapı getirdi; Osmanlı devrinin İstanbul ve İzmir kompradorları kurtuluş savaşı sonunda Türk ekonomik tarihinden silinmedi, aksine daha da palazlandı.

(4) Anadolunun kurtuluş savaşı imperyalizmin istilasına karşı verilen bir bağımsızlık savaşıydı;

(5) Anadolu halkının bu silahlı mücadelede Osmanlı yönetiminin kabul ettiğine tepki gösterirken, savaşa Osmanlı düzenini yıkma ve padişahı defetme amaçlı olarak katıldığı varsayımı bu amaçla katılmadığı yanında daha geçersizdir;

(6) Avrupanın burjuva siyasal ve ekonomik sistemini transfer ederek Türkiyeyi batılılaştırmayı "kalkınma, ilerleme" olarak nitelemek "özel" bir devrimciliktir, ki adı da burjuva devrimciliğidir;

(7) Türkiyenin sömürgeleşmesi Cumhuriyet devrimiyle durmadı, (belki birkaç gün aksadı); O devrin İlk bağımsızlık savaşını kazanan Türkiye, aynı zamanda bu devrimle yeni-sömürgeleşmeye geçmeye ilk adım atan ülkelerin en başında yer almaya başladı (yani Turkiye sömürgeleşme sürecinde Kurtuluş savaşıyla "varacağı yere" varmadı; Bir sonun bugünkü özelliklerinin başlangıç dönemine girdi.);

(8) Kemalist devrim yarım kalmadı: Günümüzün Türkiyesi Kemalist devrim gibi devrimlerin ne olabileceğinin ve nereye varabileceğinin bir göstergesidir. (Tek eksikliği, ulusu kendi başına soyan ulusal büyük burjuvazinin olmaması, onun yerine Türkiyenin dünya imperyalistlerinin ortaklığında soyulması ve Anadolunun çalışan kitlelerinin alacağı kırıntıları imperyalist ülkelerin tüketicilerinin tüketmesi... Ne umuyorduk: Bağımsız Türkiye İmperyalist Cumhuriyeti mi? Bunu da Türk ortakçı ve otlakçı kapitalistlerinin denemediğini sanmayalım: Yeni Türk Cumhuriyetlerine Anadolu türk Cumhuriyetinin ticari ve siyasal yaklaşımını düşünün. Kıbrıs diye bir yerin ekonomisinin karakterine ne oldu? Anadolu halkının proleterleştirilip sosyalist devrime geçişini mi umuyorduk? Yakınmamız neye: Proleterleştirmeyi yapanlar "Bizim burjuvazimiz" olmadığı için mi (Sermayenin sahipliği, önemli yatırımların dış kaynaklı\ortaklı ve üretim politikalarının dış sermayelerin çıkarları doğrultusunda olması; ortak sömürüde, kısa dönemde yüksek kar politikalarının yoksulluğu daha da artırması; Kemalist devrimle umulan teknolojiyi alır ve kendimiz çalıştırır ve nimetlerini kendimiz cebimize atarız düşünün yerini, teknolojiyle birlikte o teknolojinin sahiplerinin de gelmesinin getirdiği ekonomik sonuçlar; İç pazarın kendi teknolojisini geliştirme ve kullanma hayalinin küçük burjuvazinin kabusuna döndürülmesi; siyasal bağımsızlığın "yardımlarla, "destekci rüşvetlerle," "danışmanlık ve ekonomik tavsiyeler denen uluslararası örgütlü şantaj faalieyetleri; uçup gitmesi; aratılan değerler )? Ulusal burjuvazi masalı emperyalist pazar gerçeğinde sıcakta kalan dondurma gibi eridi gitti. Tüh, be!)

(9) "Ulusal kapitalizm yolundan çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak hedefi" Avrupalı gibi olmayı hayallemedir: Avrupalı gibi giyinerek, yiyerek, içerek, tüketerek, Avrupalının kendisi için geliştirdiği teknolojiyi ve yapıları transfer ederek ulaşılabilecek nokta maymunun maymunluğuyla ulaşabileceği noktanın ötesine pek gitmez: Maymun farklılaşarak transfer edilen teknolojinin yapısının ve kültürünün maymunu olur!. Bu transferle bağımsızlık düşü de gülünçtür, çünkü transferle gelen yapılar belli çıkarların ifadesidir. Bu ifadenin de hecelediği kelime imperyalizm ve yeni-sömürge olmadır. Teknoloji ve teknoloji transferi hem teknolojiyle gelen yapılar hem de teknolojiyi getiren yapılar içinde anlamlandırılırsa, "aydının metafiziğine" düşmekten kaçınırız.

Cumhuriyetten Kaynaklanan Birikimler!

Cumhuriyet devrimiyle gelen ve özellikle 1950'deki değişimle gelişmesini hızlandıran "birikimler," milliyetçi eğitimin burjuva ırkıçılığı ve iç burjuva düzenine ve dış efendilerine karşı devrimci biçimlerde olmuştur. Yani Türkiye'deki devrimci birikim Cumhuriyet düzeninin egemen karakterine tepki olarak gelişmiştir, egemen karakterinden olumlu anlamda çıkıp gelmemiştir. Dediğim gibi, egemen karakterinden çıkıp gelen ırkçı milliyetcilik olmuştur. Abdulmahidcilik ve örgütlü dinin kendilerine göre "geri-devrimci" birikimleri de, Kemalist devrime karşıtlık olarak devam etmiştir. Cumhuriyetin resmi egitiminin faşist yönelimli milliyetçi olarak yetiştirdiği ve sonradan markiszme sarılanlar (özellikle 1930,1940 ve ellilerde doğanlar) hiçbir zaman bu güçlü "milliyetçilik" (veya ulusalcılık veya ne tür isim verirsek verelim) duygusundan kurtulamamıştır: Hiçbirimiz ne milliyetçi ne de marksist olarak doğduk. Fakat hemen hepimiz milliyetçi olarak biçimlendirildikten sonra değişime uğradık (Burada egemen bir karakterden bahsediyorum, istisnalardan değil). Faşist milliyetçilik, emperyalizmin alternatifleri baskı ve katliamlarla sindirmek amacıyla kullandığı cehaleti temsil ederken, marksistlerin ulus içindeki insanların insanca yaşamasını amaçlayan milliyetçiliği "vatan hainliği" olarak nitelendi. Bunu niteleyenler de, Perinçek'in tamamlanmadı dediği Cumhuriyetin egemen güçleriydi. Ayni güçler dünyaya utanmazlık örnekleri vererek fikir nedeniyle insanları suçlamaya devam etmektedir. Bu suçlamanın ne olduğunu tecrübeleriyle bilen Perinçek ve Türkiye’nin aydınları, gerçekte tamamlanmamış bir sosyal değişimin değil, yeni-sömürgeciliğe bütünleşmeyle tamamlanan bir değişimin sancılarını çekmektedir. Anadolu’nun acıları ve sancıları "bitmemiş bir devrimin" değil, emperyalist Batının dünya pazarıyla bütünleşerek yeni-sömürge oluşla 1990'larda tamamlanan bir devrimin sonucudur.

Kemalist Devrimin Aydınları

Kemalist devrimin aydınlarının değerlendirmesinde Perincek oldukça ulusalcı, sempatizan ve olumlu bir yorumla gelmektedir. Elbette, 1950lerin sonlarında boğazımı çelik gibi parmaklarıyla sıkıp bana "önce müslümanın, sonra Türküm" dedirten hocadan kurtulduktan sonra, "önce Türküm" diye gururla bağırdığımda Atatürk'ün kulaklarını çınlatıyor ve koltuklarını kabartıyordum.

Perinçek'in bu yorumuna karşı farklı değerlendirmeler vardır. Bunları sunalım:

(a) Tanzimatçılar, Jön Türkler ve onların devamı Kemalist devrimin aydınları o zamanın feodal düzenlerini birer birer yıkan Avrupa burjuva materyal ve ideolojik yapısının temsilcileridir.

(b) (Hatta) Abdulhamidcilerin "vatanı satışı" ile Cumhuriyetçilerin "toptan transferle vatanı satışa hazırlayışları" karşılaştırılarak, Abdulhamidciler ve İstanbul kompradorlarının "tüccarlıklarıyla", Batıyı "toptan" Anadolunun üstüne oturtan Batı-Cumhuriyetcilerinin "tüccarlıklarının" niteliksel değerlendirmeleri yapılarak, şimdiye kadar pek ulaşılmamış sonuçlara ulaşılabilinir. Osmanlılar, batının gelişmesi ve yenilgiden yenilgiye uğramalarına bağımlı olarak gelen zorunlu perakende satışıyla işe başladı ve İstanbul kompradorlarının palazlanmasıyla bu perakendecilik karlı tüccarlığa dönüştü. Özlüce, Cumhuriyetcilerin Batının "toptancı tüccar" temsilciliğinin değerlendirilmesi, ideolojik tutuma göre, (1) "ilericilik ve devrimcilik" olarak veya (2) bağımsızlık ve milliyetci burjuva devrimi olarak, ya da (3) Türkiyenin günümüzdeki durumuna gelmesine neden olan, Osmanlılar döneminde başlayan sömürgeleşme sürecine, Batının pazar sisteminin, siyasal ve kültürel kurumlarının transferi ve Batının yönetici sınıflarıyla Türkiyenin yönetici sınıfları arasındaki günümüzdeki duruma gelen ilişki biçimini kurarak, bağımsızlık ve modernleşme düşleriyle yeni-sömürgeleşmeye geçişin temelini atan ve ilk katını yapanlar olarak nitelenebilir.

(c) Rus imparatorluğunun egemen üretim biçimi hem burjuva hem de sosyalist aydınlar ve liderler üretti; Osmanlı imparatorluğu da benzeri üretimde bulunmadı mı? Feodal Rusya sosyalist bir siyasal yapı kurarken, Anadolu geri olduğu için mi kaçınılmaz olarak Batıya toptan satışın yapıldığı yer oldu? Anadolu insanı "biz sosyalist devrimi istemeyiz, kahrolsun sosyalizm, yaşasın Anglo-sakson şapkası ve parlemontosu" mu dedi de "ulusal bağımsızlık" devrimi ulusal satış devrimine dönüştü? Altı ok ulusal bağımsızlığı mı temsil eder yoksa transfer edilmiş kapitalist düzenin ideolojik sahtekarlığını mı (sahtekarlığı meşrulaştıma süreci içinde anlamlandıralım)? Kapitalizmin devletciliği kapitalist için olan devletciliktir. Kapitalizmin ulusalcılığı ulusu soymak için olan ulusalcılıktır. Kapitalistin ulusal bağımsızlık hikayeleri kapitalizmin soyduğu ekonomik birim dışındaki diğer kapitalistlere karşı kullandığı kalkanıdır. Dün yeni kurulan ve kapitalistleşmek isteyen Türkiye Cumhuriyetinin "dünyada sulh cihanda sulh" sloganı, milli-burjuva-kapitalist ideolojinin özgürlük haykırışıydı. Bugün, kapitalist iç ve emperyalist dünya düzenindeki sömürüde, "barış," rahatça ve sulh içinde soymayı anlatır ve başkaldıranları ise sulhu bozduğu için meşrulaştırılmış terörle susturmayı getirir: Emperyalist dünyadaki barış ve kardeşliğin anlamı budur. Bunu barışçı kardeşlerime bildiririm: "Artı-değerin" gaspedilişi bir yana, hunharca talanın olduğu yerlerdeki barış durumu, baskının ve terörün ezilenler üzerindeki egemenliğinin derecesini anlatır: Yani savaş durumunun özelliğini... Örgütlü soygun ve meşrulaştırılmış terorizmin "barışı," yaşam koşulları elinden alınan ve silahların gölgesinde igfal edilenle igfal eden arasındaki "barıştır." O zaman gerçek anlamıyla barışçı insanlar kimler? Noam Chomski’nin deyimiyle “patalojik hasta olmayanlar;” Daha açıkcası, bir kişinin bile yarın korkusuyla titremediği, sokaklarda yatmadığı, emeğinin sömürülüp yoksullaştırılarak ve yoksun bırakılarak insanlık haklarının elinden alınmadığı örgütlü yaşam koşullarını arayan ve özleyen insan "barışçı" insandır; Böyle bir toplumsal örgutlenme biçimi de barışçı örgütlenme biçimidir. İmperyalist ideoloji ve propagandanın "barış" çığırtkanlığını yapan "iyi niyetli" "barışsever" insanların ne demek istediğimi anlamasını umarım: İmeryalizm ve kapitalist devletler en son ne zaman "barışı" baskıyla, terörle, iç ve dış savaşla değil de "barışçıl yollarla" sağladılar? Kapitalizmin işyerindeki soğuk-savaş ve sinsi-terör nasıl olur da "barış ve beraberlik" anlamına gelebilir? Barış adına yapılan egemen hunharlık ve katliamlar, demokrasi ve özgürlük adına yapılanlar gibi ideolojik meşrulaştırmayı ifade eder. (Bu soğuk savaşın ve sinsi-terörün şiddetini ve çalışan insanların psikolojisine etkilerini, bunu tecrübelemeyen ve maaşlı koltuğunda bilim yapan burjuva veya hatta “Marksist” aydın bilemez. Baskıyı ve soğuk terörü her gün hissederek yaşamak gerek. Akademik çevrede bile bir burjuva veya “ilerici” aydınının bürokratik gaddarlığı karşışında çaresizlikle gözyaşı döken bir memur kadının, bu gözyaşlarının ne demek olduğunu, ne pozitivist bilimin ampirik metodu, ne de işçi\memur sınıfı olmayı işçi\memur olarak yaşamamış aydın-araştırmacının sınıfsal-niteliksel analizi açıklayabilir. Bir kişinin bile acı çekmesi veya çekmemesi önemlidir! Ne işçi ne de kapitalist sınıf, soyut bir varlığı ve tek bir insandan öteliği anlatır: Somut İnsanı anlatır.

(d) Perinçek'in Anadoluda "kapitalist devrimin tamamlanmaması" yorumu, Anadolu imperyalizmle mücadeleyi daha bitirmeden ulusallık karakterini yitirmeye başlayan bir "devrimi" Anadolunun tarihinde ileri bir aşama olarak kabul etmemizde yatar (Ya da sosyalizme kapitalist safhadan geçerek gidileceği görüşünde.). Anadolunun imperyalizmle mücadelesiyle bu mücadelenin belli bir anında liderliği ele alan Batı siyasal ve ticari kültürünün temsilcilerinin kurduğu rejimi özdeştirmemek gerekir. Anadolunun imperyalizmle mücadelesi bu dediğim andan itibaren daha da acılarla, baskılarla ve örgütlü terörle dolu bir biçime dönüştü. Bunun en canlı örneklerini şimdi yaşayan kuşaklar 1970'ler, 80'ler ve 90'larda tecrübeledikleriyle görmektedirler. Daha kötüsü yakın ufukta: Türkiye, geçiş dönemindeki, kıra bağlılıkla “kış azığını” sağlama ortadan kalktıkça ve uluslararası şirketler Avrupa’nın 19. Yüzyılda yaşadıgı sömürü koşullarıyla Anadolu’da palazlandıkça, Türk insanı çok daha zor durumlara düşecektir.

Ulusal Burjuva Merkezli Direnişin Olmaması?

Perincek'in "Türkiyede ulusal burjuvazi merkezli bir direnişin olmaması" yorumu, bu sonucun, Cumhuriyet devrimiyle başlayan yeni-sömürgeleşme sürecinin günüzdeki egemen karakterinden olduğu alternatif yorumunu aklam getirmektedir: Türkiye’nin büyük burjuvazisi Emperyalist dünya pazarının, yüzdeci ve entegral bir parçası durumundadır. Bu entegrasyon da yeni-sömürgeleşme sürecinde kurulup geliştirilen ekonomik ve siyasal ortaklıklarla bugünkü seviyesine ulaşmıştır. Türkiye gibi ülkelerde günümüzde, ulusal burjuvazi olarak nitelenebilecek ekonomik birim, bodur kalmaya mahkum edilmiş ve kafatascılık ve din tüccarlığına çare diye sarılarak satış yapan küçük burjuvazidir. Onlar da hızla artan bir şekilde büyüklerin mallarının sergileyicileri ve taşeronları olmaktan başka bir yol bulamayacaklar (Zaten öyle değiller mi?). Elbette büyükler, dikey ve yatay entegrasyon yoluyla bu olasılığı da ortadan kaldırmazlarsa... Küçük burjuvazi genellikle kalıcıdır, çünkü örgülenmemiş işgücünün hunharca sömürüldüğü alan olarak üretimde oldukça faydalı bir yer kaplar. Özellikle globalleşmedeki ‘yerelleşme” politikalarında, kar artırmada, bağımlı küçük firmalar önemli rol oynarlar.

Günümüzde ulusal merkezli direnişin yerine emperyalist ortaklığın önemli sonuçlarından biri de şudur: Anadoluda yaratılan artık-değerin önemli bir kısmının dışa gitmesi sonucu olarak, emperyalist dünya pazarındaki gelişmelerden Anadolu halkının faydalanması olasılığı, uluslararası şirketlerin ve ortaklarının açtıkları işyerlerinde ücretli köle olarak karın doyurma olanakları ötesinde, oldukça sınırlanmıştır. Hele bir de sendikalaşma işbirlikci sendikacılığa dönüştürüldüğünde, kölelik payı çok daha da azalacaktır. Aç kalmaktan daha iyi değil mi? Aç kalma Allahın verdiği kaderden (feleğin arzusundan) mı kaynaklanıyor, yoksa "ya ücretli\maaşlı kölelik ya aç kalma" özgürlüğü seçeneği veren "fırsat eşitliği" demokrasisinden mi?

Özlüce: Aydının hem metafiziği hem de tarihsel-materyalizmi, aydının ekmeğinin yoğuruluşunda ekmeğini yoğuruşudur.

İrfan erdoğan

New York

Nisan 15 1996

Kaynaklar



Weyl, N. (1979). Karl Marx, racist. New Rochelle, NY: Arlington house.

Harris, L. (1974). racisim and the materialist antropology of karl Marx. ithaca NY: Cornel university, thesis.

Krader, L. (1975). The asiatic mode of production: Sources, development and critique in the writings of Karl marx. Assen: Van gorcum.

Bottomore, T. (1973) (ed.) Karl marks. NJ: Prentice Hall.

Selsam, H. (1970). Dynamics of social change. NY: Internatioanl Publishers.

Marx, K. (1973) Grundrisse. New York: Vintage.

Marks, K.'ın Asya üretim tipi ve kolonicilikle ilgili görüşleri için, bknz; Capital, özellikle , Vol 1, bölüm 8, kısım 26, 31, ve 32; Hindistan'la ilgili gorüşleri içın: The East India Company_Its history and results makalesi; ve The Future results of British rule in India" makalesi.

Foster-Carter, A. (1974; 1985). The sociology of development. Lancashire: Causeway.

Erdogan, İ. (1996) Kölenin zincirine vuruluşu. (Yayınlanacak).

Erdogan, İ. (1997) Kapitalizm, Sürdürülebilir kalkınma ve iletisim. (Bitiş safhasında)

İhsanoglu, E. ve M. Kaçar (1995) (ed.). Çağını yakalayan Osmanlı: Osmanlı devletinde modern haberleşme ve ulaştırma teknikleri. Istanbul: Yıldız Matbaacılık. (Bu kitabı, Osmanlı satışının son yüzyılının örneklerini bilmek isteyenlere, özellikle iletişimcilere tavsiye ederim. Kuramsal temeli dışında, oldukça değerli bilgilerle dolu bir yapıt.)



Leys, C. (1975) Underdevelopment in kenya: Political economy of neo-colonialism. London: Heinemann.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...