ULUSLARARASI İLETİŞİM DÜZENİ

irfan erdogan

Birbirine bağıntılı ve birbiriyle iletişim içindeki dünya pazarında uluslararası sermayenin egemenliği daha da yaygınlaşmaktadır. Bu birbiriyle sığ iletişim şebekeleriyle bağıntılı egemen pazar yapısı (a) azami çıkar sağlama hesaplarını gerçekleştirir, (b) üretim faaliyetlerinin çeşidini ve amacını, (c) uzmanlaşma biçimini, derecesini ve nerde\hangi ülkede olacağını, (d) emek, mal ve diğer servisler için yapılacak harcamaların tarzını\şeklini saptar, (e) icatların ve yeniliklerin kapsamını ve yerini belirler.

İmperyalizm\imparatorluk iletişimsiz gerçekleşemez. İmperyalizm iletişimsiz asla yapamaz. İmperyalizmin\imparatorluğun bütün ekonomik ve siyasal örgütleri iletişim ağlarının kurulması ve sürekli kontrolu olmadan başarı sağlayamaz. Finans ve endüstriyel kapital iletişimsiz cansız bir yığın olarak kalır. Bu iletişimin bir parçası da kitle iletişim araçları sistemlerinin kurulması ve yürütülmesidir.

Milletlerarası ilişkiler sisteminde kitle iletişimi 1980'lerden beri ön planda rol oynamaya başlamıştır ve bu önemin daha da artacağı kesindir. Bunun en önde gelen nedenlerini şu şekilde özetleyebiliriz:

a. Milletlerarası ilişkilerde baskı ve terör yanında iknanın rolü büyük ölçüde artmaktadır.

b. Milletlerarası ticaret, rekabet ve mücadele gittikçe ypğunlaşmaktadır. Kitle üretiminin gereği olan kitleleri sürükleme politikası, kitle iletişim araçlarına uluslararası firmaların bağımlılığını sürekli artırmaktadır.

c. Milli ve milletlerarası özel ve devlet örgütlerinin amaçlarına ulaşmada kendileri için gerekli informasyon ve iletişim akımına ihtiyaçları hızla artmaktadır. Devlet sektörlerinde bile bürokratik uyuşukluk kıpırdanma zorunda kalmaktadır: Kompütürler, faxlar, tele-konferanslar uyuşuğu dürtüklemekte, rahatsız etmektedir.

d. İletişim teknolojisinin bilgi toplama, depolama ve dağıtmada hızla artan kapasitesinin kullanılmasının sağladığı faydaları göz ardı etmek yarışta geri kalmak demektir.

Bu düzende, uluslararası medya faaliyetlerine baktığımızda en azından birbiriyle bağıntılı dört ilişkinin olduğunu görürüz:

1. İletişim teknolojisi (=araçları) ve ilişkileri: Kaynakları, biçimi, üretimi ve teknoloji (=araç) transferi.

2. İletişim teknolojisinin örgütlenmesi (=medyanın örgütlenmesi) ve örgüt transferi: Örgütsel ve finans yapıları, yapı değişimleri, yapısal ilişkiler, örgütsel yapıların transferi.

3. İletişim teknolojisinin (=araçların) ürün üretimi ve dağıtımı: ürün\ileti biçimleri ve pazar ilişkileri.

4. İdeolojik destek: Günlük iletişim faaliyetlerini idealleştiren değerler sistemi, medya profesyonelizmi, profesyonel ideoloji, medya politikası.

Uluslararası media düzenindeki ilişkiler en az bu dört ana faaliyetleri alanında olur. Ülkeler arası ilişkilerde, özellikle tüketici durumdaki ülkenin gelişme karakterine ve durumuna göre, bunlardan bir veya ikisinin büyük ağırlık kazandığını görürüz. Örneğin Avrupa'da gelişmiş kapitalistler arasındaki ilişkilerde ağırlık software biçimlerinin akışındadır, çünkü bu ülkeler hardware'lerini\iletişim araçlarını kendileri üretirler ve bu bakımdan dünya pazarında rekabet halindedirler. İletişim sisteminin biçimlenme safhasında olan yerlerde ise, teknoloji, örgütlenme ve profesyonel ideolojinin transferi ön plandadır. Endüstrileşmiş kapitalist ülkelerde alt yapı oluşmuştur, yeleşmiştir, ilişkiler ve hatta tartışmalar üretilenin tüketimi ve içeriği üzerinde olur. Diğer ülkelerde ise, tartışmalar, eğer varsa, öncelikle sistem tartışmasıdır. Hatta software üzerindeki tartışmalar bile meşruluk ve ideoloji çatışmasıdır.

Uluslararası düzenin egemen güçlerinin entellektüelleri bu düzeni benim sunduğumdan tamamiyle farklı bir ışıkta sunarlar. Bunda da kendilerince haklıdırlar. Basit bir hırsızın bile hırsızlık yapabilmesi için kendi aklında kendi kendine bu yaptığını meşrulaştırması gerekir. Aksi taktirde hırsızlık yapamaz, yapsa bile suçluluk duyar ve yoksullar derneğine yardım eder, çocuk esirgeme kurumuna falan bağışlarda bulunur. Neticede, suçluluk duyan hırsız yakalanan hırsızdır. Eşini aldatan kadın\erkek ilkin korkunç derecede suçluluk hisseder. Fakat, eğer devam ederse, bu yaptığını meşrulaştıracak nedenler bularak kendini rahatlatır. Bunu da çoğunlukla suçu dışarıya yükleyerek yapar. İletişim düzenindeki egemen güçler de, benzer şekilde, yaptıklarını ticaret olarak yorumlar ve bu ticaret ahlakını evrensel ahlak olarak benimseyip satarlar. Böylece sadece rahatlamazlar, aynı zamanda, bu ilişkilerde kötü durumda olanları beceriksizlik ve yeteneksizlikle suçlarlar. Böylece, bir taşta birkaç kuş vururlar: Kendini meşrulaştırma, alternatifleri gayri-meşrulaştırma, ve düzende ezileni ezildiği için suçlama. Yani, meşrulaştırma, başkalarına bu dünyada cehennem hayatı yaşatan bir avuç insanın yaşam gereği, öyle mi? Herhalde, dünyayı sefilliğe mahkum eden bu azınlık, tanrının bizi tekmeleyip attığı bu dünyada, azıkları ellerinde tutup kıdım kıdım veren azık depocu-dağıtıcıları gibiler... Belki de bu nedenle "GOD bless Amerika\Tanrı Amerikayı takdis eder," diye, Amerikalılar ve onların ortakları dünyanın dört köşesinde insanları mal varlıklarından yoksun etmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Gerekirse gökten ateş yağdırıyorlar. Tanrı da onları takdis ediyor. Oh, ne iyi, ne güzel. Elleri dert görmesin, Allah razı olsun, keselerine bereket, füzelerine hareket, onlara kısmet, bize gasvet... Tanrı bile zenginin yanındaymış (Hiç alakası yok, cenneti tanrı fukaraya miras olarak bıraktı. Bu dünyada hüküm sürenlerse öbür dünyada cayır cayır yanacaklar. Ne maval değil mi?. Çaresizin kendini çaresizliğinde avutuşu bu: Buna maval demek, çaresizin tek umudunu da elinden almaya çalışan edepsizliktir!) İletişim bu, milletin ağzını zımbalayamayız. Bir zındık geçen gün tutturmuş "Tanrı eğer kullarını gözetseydi, Somaliye giderdi. Afrika'da falan aç ölen çocukları görünce, iştahı kaçıyormuş, onun için uzun senelerdir Hawai'de konaklamış. Alışveriş için de New York'a, bazen de Paris'e gidiyormuş. Söylentilere göre, arada bir, New York'ta aralarında bir iki türk zenginin de bulunduğu çok özel partilerde altın tepsiler içinde gelen kokainle kafa buluyormuş. Çoğunlukla hafta sonları çok bira içiyormuş. Bu nedenle, New York'da hafta sonları hep yağışlı geçiyormuş..." Çarpılmadan, susturdum zındığı. Sen NESİN dedim? AZİZ değilmiş. Tövbe etmesini söyledim. İşte böyle, düzende düzenler her zaman haklıdır. Bu nedenle, dünya iletişim düzenindeki düzücü dürzülerden ancak kendi çıkarlarına hizmet eden gerçeklerin geçerliliğini savunmadan başka birşey beklemek neayilik olmasa bile çok ayıp olur. Neyse, en son haberleri dinlediniz. Nasıldı? Ne mi yazar? Yazdığını yazar, ama eh, işte bir soralım dedik. Ben sunucunuz, kozmetik, giyim ve traş endüstrisinin canlı reklamcısı Cevriye Civelek. Ben diğer sunucunuz Murtaza Sesikalın. Sağlıcakla kalın. Yarın olacak cinayetleri, ölenleri ve öldürenleri, teröris avcılığını, yangınları, baloları, törenleri, 900-numarasını çevirip araba kazananları, siyasetcileri ve dedikoduları yarın anlatmak üzere... Ha, sakın unutmayın, hep bizi seyredin! En çok parayı ve hediyeyi veren biziz! Biz birinciyiz!

A. İLETİŞİM TEKNOLOJİSİ, İLİŞKİ VE POLİTİKASI [2]

İletişim teknolojisi iletişim üretmek için üretilen teknolojik araçlardır (Radyo, Tv, telefon, kamera, telgrafın telleri, tellere konan kuşlar ve kargalar gibi). Tv veya radyo Teknolojinin bir üründür, ifadesidir, teknoloji değildir. Teknoloji bu araçları üreten makine, emek, bilgi ve ilişki düzenidir. Tv araçlarını transfer etmeyle iletişim teknolojisinin transfer etmiş olmayız. İletişim teknolojisinin maddesel bir ürününü transfer etmiş oluruz. Radyo-tv vericisinin verdiği ve alıcısının aldığı, bu teknolojide ayrı bir safhayı ifade eder. Gerçi iletişim teknolojisi veya teknoloji transferi deyip duruyoruz ve denildiğini sık sık duyuyoruz. Bu gerçekte kendimizi ve başkalarını yanıltmacadır. iletişim teknolojisi asla transfer edilmez, edilmek istense bile engellenmeye çalışılır, kaçak olarak bunu yapan firma olursa cezalandırılır, ve hatta bu teknolojiyi kendin kurmaya kalksan bile rekabetle yok edemezlerse, bombalayamazlarsa, tüysüz tavuğa çevirirler. Transfer edilen teknolojinin kendisi değil teknolojinin ürünüdür. Tv bir teknoloji değil bir teknolojinin materyal ürünüdür, belli biçimdeki maddesel ifadesidir. Teknoloji transferi denildiğinde, kazara, gaflete kapılaraktan falan, iletişim teknolojisinin transferini anlıyorsak, bir pepsi içip genirerekten kendimize gelelim. Teknolojiyi sana kaptıracak göz var mı kapitalist sermayede.

Yani İletişim teknolojisi ve teknoloji transferi dediğimde, iletişim malzemesi (yemek pişirmede ve yemede kullanılan mutfak malzemesi gibi) anlayın ki, ne kendimizi ne de başkasını biz F-16 veya otomobil veya Televizyon falan üretiyoruz diye uyutalım. İletişim malzemelerine bir kaç yüz örnek verelim: Radyo ve tv vericileri, yükselticileri, acustik sistemleri, animasyon sistemleri, anons sistemleri, antenler ve parçaları, uydu dünya-Yayın istasyonu antenleri, alıcı ve verici tabaklar ve çanaklar, (çatal ve kaşık, şişe ve bardak), audio AMPS, AGC ve sınırlayıcılar, audio compressor'lar, video ve audio kontrol merkezleri, karıştırıcı (çorba değil tabi) ve kayıtcılar, monitor sistemleri, gürültü azaltıcılar, otomatik yayın sistemleri, blowers ve fans (ısıyı dağıtmak için, yoksa birkaç saat sonra aletler fırın gibi olur ve ardından da ekmek pişirmeye başlar), kameralar ve parçaları, pan ve tilt başlıkları, kamera tüpleri, projektörler, kapasitörler, coaxial kablolar, renk-bağlayıcılar, transformer'lar, modulatörler ve demodülatörler, digital imaj processörler, özel effect sistemleri, edit araçları ve sistemleri, film, film basıcılar, transfer araçları ve sistemleri, ışıklandırma araçları, filitreler, elektrik-hat koruma araç ve sistemleri, uydu görüntü araçları, matbaacılıkta gerekli mürekkepten kağıt kesme araçlarına kadar herşey... Listeye devam edersem Sevgi Hanım yeter gına geldi der ve makaslar. Ona bu zevki tattırmamak için duralım.

Yeni teknolojilerin gelişimi, biçimlenmesi gelişmiş kapitalist ülkelerde, genellikle Amerikan pazarında, oluşmaktadır. Amerika'nın en büyük rakibi Japonya'dır, ardından da Avrupa kapitalistleri gelir. Bu pazarlarda oluşup geliştikten ve biçimlendikten sonra, dünya pazarına yayılma başlar ve dünya bunu kopye eetmeye itilir. Bu yayılma da, gerçekte, teknolojinin yayılması olarak yutturulan ürünün yayılmasıdır. Örneğin SONY dünyanın en büyük iletişimle ilgili firmasıdır. SONY'nin üretim fabrikaları video, audio, Tv, VCR, CD player, kompütür ve parçaları, telefon gibi birçok teknolojik araç üretir ve pazarlarlar. SONY sana üretim teknolojisini satmaz, üretim teknolojisinin ürettiğini satar. iletişim teknolojisinin sosyal orijini kapitalist yapıların bir ifadesinden başka birşey değildir.

Özellikle ikinci dünya savaşından sonra geliştirilen teknoloji ve bu teknolojinin hardware'inin transferi, örgütlenmesi ve kurulup yürütülmesi, iki ön amaca sahiptir: (1) Düzenin sağladığı ekonomik imtiyazları tutmak ve sürdürmek, ve (2) bu imtiyazları sınırlayacak veya ortadan kaldıracak toplumsal değişimi engellemek... Bu engelleme çabası military'de yeni iletişim ve informasyon teknolojilerinin geliştirilmesini teşvik etti. Bu nedenle, örneğin Amerika'da, bütçeden orduya ayrılan büyük miktardaki paralarla, iletişim uyduları, kompütürler ve digital telekomunikasyon araçları geliştirildi, ordunun bürokrasisi büyüdü ve bu bürokrasi geliştirilen iletişim araçlarını casusluk, dikizleme ve sosyal kontrol için kullanmayı da artırdı.

Feza uydular tarafından çoplüğe döndürülmüs durumda. Bu uyduların % 80'den fazlası askeri amaçla ordadır. Gözetleme, haritalama, casusluk, askeri-haber toplama gibi işler görür. Birkaç sene sonra da ölür ve onun yerien başkaları yerleştirilir.

Amerikan dev firmaları yeni teknolojilerin, araştırma ve geliştirme faaliyetlerini ellerinde tutarlar. Başkalarının bu imtiyazı elde etmelerini engellemek için ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Bu alanda önde gelen firmalar Westinghouse, Western Union, AT&T, ITT, Bell telefon laboratuvarları, General Elektric, RCA, IBM gibilerdir. Bu tür firmaların araştırma ve geliştirme faaliyetlerini kendi kontrollarında tutma çabalarının en az üç nedeni vardır: (1) Rakip firmaların daha ekonomik, daha iyi ve daha yeni ürünleri geliştirmesine karşı halihazır kapital yatırımlarını korumak; (2) Rakiplerine karşı üstünlük olanağını elinde tutmak; (c) Gelişmeleri kendi kontrolları altında tutmak. Bu araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin egemen düzenin dev firmalarının elinde olması, yatırımlarına zarar getirmemek için kontrollu değişimi ve hatta tutuculuğu getirmektedir. Örneğin uçak endüstrisi hala 1960'ların teknolojisinin ürünü olan yolcu uçaklarını üretmektedir. Birçok uçak yaşlanmış durumdadır. Yaşlananlar da tabi diğer ülkelere kakalanmaktadır. Evimizdeki radyo ve televizyon teknolojik biçim bakımından senelerce öncesinin aynı radyosu ve televizyonu. Yenilikler bu teknolojik biçim üzerine yapılan eklemelerdir. Bu durumun en büyük nedeni çıkar\kar hesaplarıdır.

Teknolojinin gelişmesi kapitalist ekonomik güç merkezlerinin kararları, teşvikleri ve kabullerine bağlıdır. Bu teknolojiler belli amaç ve pratiklere göre geliştirilirler. Bu pratik ve amaçlar da teknolojinin merkezi olarak yer aldığı sosyal ihtiyaçlar, amaçlar ve pratikler olarak genel bilince kendini saplar.

Teknolojinin orijini ve gelişmesi gibi, teknolojinin nerde ve nasıl uygulanacağı da öyle kendiliğinde ve istatistiksel olasılığa bağlı olarak ortaya çıkmaz.

Hem sosyal orijin, hem geliştirilmesi ve hem de uygulanması bakımlarından teknoloji nütral değildir: Teknoloji sosyal bir yapıdır, ve bu yapı sosyal güç ilişkileri tarafından saptanır.Görünmez halk oyu ve halkın ihtiyacı veya bizim nahallelinin istediğine göre değil... Teknolojinin otonomus (=kendi kendini ortaya çıkartan, kendiliğinde oluşan) olduğunu ileri süren bilim kapitalizmin bilimidir. Teknoloji kendini öyle kendiliğinden ortaya çıkartan bir süreç değildir. Tam aksine, sosyal yapı tarafından biçimlenir, belirlenir. Bu nedenle, kapitalist teknoloji sosyal sorunlara aspirin gibi hazı çare getirecek bir yapıya sahip değildir: teknoloji sosyal çıkarların ifadesidir ve kontrol edenlere hizmet eder.

Teknolojinin kullanılması (profesyonalizm veya tüketici olarak kullanma) ile teknolojinin kontrolu genellikle karıştırılır. Profesyonelizm ve tüketim, makine ile insan arasındaki ilişkide, insanın makineye kendini adapte etmesini (nasıl kullanılacağını ve uygulanacağını öğrenmesini) sağlar. Bu teknolojinin kontrolu değildir. Teknolojiyi bilme ile anlama arasında büyük fark vardır. Basit bir örnekle başlayım: Çocuk bile televizyonu kapayıp açmayı öğrenir, resim çeker, uzaktan-kumandayı kullanmayı bilir. Ama teknolojiyi (tv'yi, fotograf makinesini, uzaktan kumanda aletini) anlamak değildir. Ben kompütürü iyi bilirim. DOS, Wodperfect, Excel, Windows, Harward Graphics ve benzeri programları iyi bilir ve kullanırım. Hatta bana bilmediğim bir programı bir saat falan içinde kullanmaya başlarım. Fakat bilmek ile anlamak arasında büyük fark vardır. Örneğin, bir kompütür programını kullanırken "error 720" diye bir mesajla karşılaştığımda, tek çare olarak bu programın teknik bölümüne telefon ederim, onlar da teknik olmayan bir dille bana yardım ederler. Enteresan birşey, benim gibiler telefon etttiğinde eğer gerçek programcı bulamazsa, nadiren probleme çare bulur. Özetle, benim bu teknolojiyi teknolojinin çerçevelediği kullanma sınırları dışında kontrol olanağım yoktur: Eğer bana kontrol olanağı verilse o zaman "yenisi çıktığı için eskisinin hükmü kalmadı" teknoloji biçimi yerine, eskinin üzerine kurulacak, eskiyi çöpe atmayacak bir sistem kurardım (o zaman, milyarlarca dolar kar etme olanağım elimden giderdi).

Gelelim teknolojinin bir başka ideolojik boyutuna: Nütrallik ve ahlak. Tutucu entellektüeller teknolojinin iyiyi ve kötüyü de beraberinde getirdiğini, bu nedenle önemli olanın uygulama olduğunu belirtirler: Yani örneğin silah iyi insanların elinde savunma aracıdır. Birçok savaş teknolojisinde geliştirilen ve kullanılan tahrip edici araçların sivil alanda "faydalı" uygulamalar bulur. Tutucu okulun bu tür sunuşu gerçekte, azrailin "benim tırpanım ot biçmek için de kullanılabilir, bak nasıl biçiyor otu" demesine benzer. Azrailin tırpanı can almak içindir. Bunu başka bir örtüye sokmak cinin şeytanlığıdır. Örneğin nükleer fizik ve savaş endüstrisinin ürünleri yok etmek, saldırmak içindir. Televizyon epey yararlı şeyler için kullanılabilir. Fakat "kullanılabilir" ile "kullanılmaktadır" sözü arasındaki fark, "gerçek" ile "olasılık" arasındaki fark gibidir: Burda olasılık ideolojik masallarla avundurma görevi görür. Tv. teknolojisi öncelikle belli sınıflara ticari ve siyasi "faydaları" için geliştirilmiştir ve kullanılmaktadır. Nutral olarak başka amaçlar için "kullanilabilirliliği" veya demokrasi ve özgürlüğün aracı olduğu iddiası, kırmızı şapkalı kızı yemeye hazırlanan kurdun büyük anne kılığına bürünmesine benzer. Dahası var: Hikayede kurdu avlayan avcıyı kurt kiralamış. hikayeyi anlatan bazen kırmızı şapkalı kız kılığına bazen de avcı kılığına giren kurt. Bilmiyor muydunuz?.

Newton'cu bilimde değer yargısızlık ve teknolojinin nütralliği, Adam Smith'in atomlaşmış-bireyciliğinde, August Compte'un sosyolojik pozitivizminde, B.F. Skinner'in davranış psikolojisinde, Herbert Spencer'in sosyal Darwinizminde, klasik ve yeni kolonicilikte, ırkçılıkta ve kitle tüketimi ideolojisinde kendisini yansıtır. Bu nütrallik ideolojisinin getirdiği mekaniksel bütün ve mekaniksel parça ilişkisi dünyasında, gerçekler bu mekaniksel süreçleri parçalarına ayırıp inceleyerek anlaşılabilir. Bu yaklaşım mekaniksel parçaları birleştirerek mekaniksel bir bütüne ulaşır. Yani parçalar eşittir bütün (parçalar = bütün). Böylece bütünün parçaların toplamından daha fazla olduğu, lafla söylense bile, red eder. Bu yaklaşımda "doğayı başetme, yenme, doğanın üstesinden gelme, doğayı kontrol" amaçlandığı söylenir, fakat uygulamalar öncelikle insanları kontrol yönünde kullanılır. Aksi taktirde, bilim ve kaynakların çoğunluğu savaş ve pazar kontrolu endüstrilerine gitmezdi. Ecza ve ilaç endüstrisi insanları hasta yapmazdı. Yiyecek teknolojisi insanları yiyeceksiz, giyecek teknolojisi insanları giyeceksiz bırakmazdı. Kimya teknolojisi, hastahaneler ve fabrikalar çevreyi yaşanmayacak hale getirmezdi. Kısaca, doğayı ve insanı kontrol yerine anlamaya çalışırdı. Kapitalist bilim "doğayı ve insanı anlamaya çalışıyorum" dediğinde bile amaç gerçekte ellerindeki gücün elden gitmemesini sağlamak için kontrol mekanizmaları kurmak veya geliştirmektir. İletişim teknolojisi buna en güzel örnektir. Bu teknoloji askeri güç sağlamada ve uygulamada etkenlik, ispiyonculuk, dikizleme, beyin şartlandırma ve kullanma, kültürel dominasyon, ekonomik sömürü ve Hollywood ve Madison Avenue imperyalizminin amaçlarını gerçekleştirme yönünde yapısallaştırılmış kontrol mekanizmalarını getirir.

Kısaca, sayın ve sevgili okuyucu, ve kardeşim Hüsnü; iletişim teknolojisinin nütral olduğu ve iyi veya kötü amçlarla kullanılabileceği iddiası doğru değildir: Egemen (sivil ve askeri) güç yapısı teknolojik araçların egemenlik ve sömürü için kullanılmasını garantiler, kaçınılmaz yapar. Yeni iletişim teknolojilerinin en önde gelen kullanılışı pazarlama, pazarlarda alt yapıyı sağlama ve geliştirme, ve ispiyonculuk-dikizlemedir. Kitle iletişimi bu kullanılışı gerçekleştirmede en önemli rolü oynar.

Amerika'da bu tür teknolojilerin gelişimi dünyadakinden farklı olur: Ta başından beri Amerika'da teknolojik araştırma ve geliştirme faaliyetleri military-sivil-endüstriyel komplex'in egemenliği altında yürütülmektedir. Yani, teknolojik araştırma ve geliştirme için özel teşebbüs firmalarının araştırma ve geliştirme bölümleri Pentagonla kontrat yaparak işe koyulurlar. Araştırmanın parası tavlı pentagon bütçesiyle halkın kesesinden çıkar. Araştırma'dan sonra teknoloji kurulur ve patent'ini o özel firma alır ve kârâ konar. Fıstık gibi bir iş değil mi? Araştırma masrafları halkın cebinden çıkıyor, ve geliştirilen teknoloji özel firmanın malı oluyor. Amerika'da hemen her iletişim araştırma ve geliştirme faaliyetleri, radyodan uydulara kadar bu egemen çerçeve içinde, savaş ve ispiyonculuk-dikizleme sanayisinin bir parçası olarak başlamış, geliştirilmiş ve ardından sivil kullanıma sunulmuştur.

Amerika'da dev iletişim firmaları iletişim teknolojisindeki değişimi araştırma geliştirme faaliyetlerini kendi tekellerinde tutarak yönlendirmeye çalışmışlardır. Bu yönlendirme de çoğunlukla var olanın tutulması ve ancak kaçınılmaz bir hale gelirse eklemeler yapılması şeklinde olmuştur. Radyo teknolojisi yayın yapmaya başlayalı 70 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, radyo teknolojisindeki değişim aynı teknolojik yapının yaygınlaştırılması yönünde geliştirilmesi olmuştur. Yenilik diye sunulanlar eskiyi destekleyen ve mükemmelleştirendir, değiştiren değil. İlk radyodan şimdiki Walkman'e, ilk gramafondan şimdiki CD'ye, ilk televizyondan şimdiki uydu yayınlarına kadar olan "iletişim devrimlerinin" devrimle hiçbir ilişkisi yoktur, aksine belli bir azınlık sınıfın diktatörlüğünün gelişiminin ifadeleridir. Devrim değil, pazarda yaygınlık ve etkenliği sağlayan, ve diktatörlüğü perçinleştiren eklemelerdir.

Değişimi kontrola en güzel Örneklerden biri kablo televizyon şebekelerinin gelişmesidir. Büyük firmalar kablo televizyonunu riskli ve karsız bir girişim olarak görüp, ırgalamadılar. Hatta yerel gelişmesini engellemeye bile çalışmadılar. Kablo tv firmaları şehirlerin dışında orta-hallilerin üzerindekilerin yaşadığı "suburb" ve kırsal alanlarda küçük firmalar halinde çalışmaya başladılar. Ayrıca bazı dağlık bölgelerde, sinyalleri almak olanağı yoktu, bu sorun kablo ile çözülmeye de başlandı. Duygulu antenler koyarak ve bunları kablolarla evlere bağlayarak işe koyuldular. Kısa zamanda, büyük endüstri bunu rekabet olarak görmeye başladı. Mahkemeler açıldı. Kongress ve FCC dev firmaları destekleyerek, bu küçük firmaları koruyacak bir yasasal-düzenlemeye\regulasyanon gitmedi. Rekabeti yok etmek ve kablo televizyonunu ortadan kaldırmak için AT&T, BELL sistem ve GE baskıya, şantaja ve tehdite başladı: Kablolar için direk kiralamayı redettiler, kablolar için yeri reddettiler, kontrat yaptıkları zaman kablo operatörlerine program yapmayı ve iki-yönlü iletişim servisi vermeyi yasakladılar. Bu Kablo tv'nin biçimlenmesini etkiledi, fakat yayılmasını durduramadı. Bunu üzerine büyük firmalar her zaman yaptıkların yaptılar: Yeni bir teknoloji, onlara rağmen, geliştirilir ve karlı olmaya başlar başlamaz, hemen, devletin yasasal kurumlarının da kolundan tutup çekerek, el atarlar: Büyük balık küçükken birden bire büyümeye başlayan balığı lüppedenek yutar. Bu olay alt yapımı çok para isteyen ve gelişme sırasında süper kar getirmeyen alanlarda epey olur. Sadece Amerika içine de sınırlanmamıştır. Süper kar getireceği görülen her alanda dünyanın her yerindeki özelleştirmelerin ve teknolojiyi yenilemelerin amacı budur. Meksika devletinin Telemeks kurumunu (bizim PTT gibi kurum) özelleştirmesinin gerekçesi zarar eden, eskimiş, köhne bir kurum olmasıydı. Özelleşince Amerikan, Fransız, Norveç ve diğer uluslar arası firmalar hemencecik leş kargası gibi atıldılar. Zaten Telemexs'in kuyusunu kazan onlardı. Türkiye de de zarar eden karlı-kamu-sektörüne yönelik aynı dolaplar dönmektedir.

Şimdi, kablo televizyonun büyük iletişim firmaları tarafından ele geçirilmiştir: Birkaçı tv ve radyo araçları üreticileri, gerisi iletişimdeki telefon firmaları, GE, GTE, Time\Warner, Chicago tribune gibi firmaların elindedir. Amerika'da nüfusun % 62'ye yakını kablo televizyon servisine abonedir. Bunda da, 1992'de ilk üç sırayı 9.5 milyon abone ile Telecommunication Inc., 6.9 milyon aboneyle Time Warner Cable, ve 2.8 milyonla Continental Cablevision çekiyordu. Time-Warner, Telecommunications Inc., Bell Atlantic, GTE şimdiden Kablodan milyarlar yapıyorlar. Bell Atlantik ve GTE 20 milyar dolarlık tavlı kablo işini geliştirmeye bakıyorlar. Yılda 65 milyarlık daha tavlı ev-telefonu işine ise Time-Warner gibi devler daha da sokulmak ve sıcak sıcak sarılmak girişimindeler. Şu anda, Amerikan kablo endüstrisinin en büyük düşmanı telefon firmalarıdır. Amerikada Mama\Ana Bell'in monopolisinin parçalanmasıyla ortaya çıkan yedi Bebek Bell yılda 82 milyar dolar elde etmektedirler. Kablo endüstrisi yaptığı sadece 21 milyar dolar civarındadır. Agustos 1993'de bir federal hakim telefon firmalarının kendi bölgelerinde kablo yayını işine girebileceklerine karar verdi. Eğer telefon firmaları kablo firmaları işine el atarlarsa, bundan en çok karlı çıkacak Hollywood olacaktır: Çünkü Hollywood program sağlayan kaynaktır. Her durumda, kablo yayını hızla gelişen ve değişen bir alandır. 1992'de Amerika tv sisteminde seyirci payının % 30 gibi önemli bir kısmına sahiptir.

Teknoloji transferi sadece iletişim üretmede kullanılacak bir makinenin bir yerden alınıp diğer bir yere götürülmesi gibi basit bir olay değildir. Transfer çeşitli soru ve sorunları beraberinde getirir: Fiziki çevredeki etkileri (denizlerin, göllerin, havanın, ormanların mahvedilmesi gibi), finansmanı, yönetim ve idaresi, toplumdaki yerinin ve görevinin yasal düzenlemesi, kullanılmasındaki profesyonelleşme, teknik eğitimi, bakımı, geliştirme olanakları gibi... teknoloji transferinde çok nadiren "tercihler" objektif toplumsal kıstaslara göre yapılır. Teknoloji transferi siyasal ve ekonomik politikaların ve bunların ardımdaki özel çıkarların çerçevesi içinde yapılır.

Günümüzde sermayenin dünyanın her köşesindeki hareketi ancak iletişim teknolojisinin geliştirilmesiyle başarı kazanabilir. İletişim teknolojisi modernleşmeden sermayenin hareketi hareket kabiliyetini kazanamaz. Ülkeler arası data-akımı, pazarlama, kapitalin el değişimi, para kurlarını hareketi, kontrat yapma ve yürütme, ürün design, kısa-zamanda iş yapma ve iletişimde bulunma gereği, firmalar arası ve firmanın çeşitli ülkelerdeki parçaları veya mümessilleri arasındaki iletişimin gerçekleşmesi, borsa bilgisi, yatırımlar, yatırımların yönetimi ve denetlenmesi, idari kararlar ancak telekomunikasyon, kompütür ve satellite arasındaki bağ, bu bağı hızlandıran digital iletim olmaksızın büyük engellerle karşılaşır. Kompütürler, uydular, digital telefon bağları, kablolar, fiber optik teknolojisi monopoli kapitalizmin damarlarını oluşturur. İletişim teknolojisi bu nedenle kapitalist ekonominin temel taşı durumuna gelmiştir ve gittikçe de artacak.

Amerikalılar teknoloji transferinde en çok korktuğu yabancıları kendi teknolojilerini çalmaları, kopyelemeleridir. Bu nedenle, ticari ispiyonaj ve yasaklanan maddeleri dış ülkelere satma büyük bir suç olarak nitlenir. Üretim teknolojisi bu nedenle itinayla korunur. Bu milliyetçilik değil, teknolojik egemenliği elde tutma mücadelesidir.

Amerika telekomunikasyon endüstrisinde dünyada en rekabetçi ve egemenliği elinde tutan ülkedir. AT&T dünya pazarlarının rakipsiz lideridir. AT&T'yi takip eden Northern Telecom, NEC, Siemens, Ericcson ve Alcatel'dir. AT&T'nin en büyük pazarlarından biri de, Güney Komşularıdır. Örneğin Meksiko, Türkiye gibi gibi ansızın değerli bir devlet adamı sayesinde (ne yutturmaca!), kamu sektörü olan telefon kurumunu (Telmex) özelleştirdi, ülkenin iletişim pazarını yabancı sermayeye 1990'dan beri daha da çok açtı. Bu gerçekte Amerikan firmalarının, Özellikle AT&T'nin Meksika'da senelerdir iş gören İsveç firması Ericsson ve Fransız firması Alcatel'ın pazar payına el atmadaki başarısıdır. Amerikanın Meksika'ya ihracatı 1991'de % 50'ye sıçradı ve 700 milyon dolara çıktı. Bugün, bu endüstri pazarında, Meksika, Kanada'dan sonra, Amerikanın ikinci telecom teknoloji ihraç ettiği ülkedir: % 12... Telemex'de % 10 sahiplik alan Southwestern Bell, Telmeks'in şebekesinin yenilemek için 1995'in sonuna kadar 8 milyar dolar harcamayı planlıyor. İkibin yılına ulaşıldığında, şebekelerin hepsi digital olacak ve bu şebekeye bağlı telefon sayısı 12 milyondan 35 milyona çıkacak. Fransız ve İsveç firmasından sonra şimdilik üçüncü yeri kaplamasına rağmen, AT&T muhtemelen teknolojik araçların, telefon ve fiber-optik kablo ve switching araçlarının çoğunu sağlayacak. Meksiko çok ucuz işgüçüne sahip olduğu için, uzakdoğu ve güney doğu Asyadan (Honghonk, Taiwan, Singapore gibi) birçok firmanın Meksiko'ya geleceği umulmaktadır. Şu an Meksika'da 2200'ün üzerinde Amerikan firması vardır.

Türkiye'de PTT, gerçi yasal tekele sahiptir, fakat network gelişimi için dışarıyla işbirliğine girdi; "Kur-çalıştır-transfer et" şeması altında PTT sistemi uluslararası firmalara terkedildi. PTT gelirlerin paylaşılması şemasını yürütür, fakat karlar araç\teknoloji-transfer edenle paylaşılır. Bu işbirliğinde büyük firmalara göz atalım: TELTAS (PTT % 40, Belçika'nın Bell telefon firmasıyla birlikte), NETAS (PTT % 49, Kanada'nın Norther Telecom firmasıyla), Türk telefon ( Yugaslavya İskra), Alman Siemens firmasının yerel işbirlikçi-üreticileri... Türkiye'deki selülor radyo sistemi Finlandiya'nın Nokia Mobira firması tarafından kurulmuştur. Videotext, Fransa'nın Teletel servisinin kopyesi olarak, TELEBİlGİ adı altında pazarlanmaktadır. PTT 1979'da Ankara'da uydu istasyonunu kurdu. INTELSAT ve EUTELSAT'ın üyesidir. Türkiye'de SMATV ve TVRO sinyal gönderme sistemlerinin gelişmesi son dört yılda hızla olmuştur ve yasasal sorunlarla yüzyüze gelmiştir. SMAT koymaya yerel idareler bile el atmıştır. PTT/nin BAYKOK ve TRAYKOK yoluyla evlere Tv sinyallerini göndererek pazara konma girişimi, karşı gelmelerden ve yasal gayri-meşruluktan çok, özel ellerde DBS (Direk yayın uydusu) ve SMATV'nın (Satellite master anten Tv), yani apartman bloklarına veya küçük bölgelere sinyal veren satellite çanakları yerleştirilmesiyle gücünü kaybetmiş ve gündemden çıkmıştır.

İletişim teknolojisinin (basın ve yayın araçları) üretimi ham maddeleri gerektirir. Ham madde akımı gelişmemişten gelişmişe doğru olur. Bu ham maddelerden en az sözü edilen ve en çok dert yaratan kağıt üretimi ve politikasıdır. Geri bırakılmış ülkelerin hemen hepsinde, Türk basınında olduğu gibi, en büyük sorunlardan biri de kağıt derdidir. Kağıt krizi petrol krizi gibidir. Birçok ülkede kağıt egemen güçler tarafından "istenmeyen" basın örgütlerine karşı şantaj olarak kullanılmıştır ve kullanılır. Kağıt yazılı iletişimin zorunlu aracıdır. Bugün dünyada sadece birkaç sayılı ülke kağıt üretimi yapar. Bu ülkeler de yüksel derecede endüstrileşmiş ülkelerdir. Kağıt için ham madde olarak orman gerektiğinden, kağıt konusu jeopolitik bir sorun olarak da kendini gösterir.

Dünyanın ormanlarının yarıdan çoğu endüstrileşmemiş ülkelerdedir. Bu ülkeler dünyanın kağıt talebinin sadece yüzde yedi ile dokuz arasını üretirler. Egemenlik dünyadaki talebin yarısına yakınını karşılayan Kuzey Amerika'nın (Kanada ve Amerika) elindedir. Avrupa % 25-30, Japonya % 10 kadarını sağlar.

Kağıt endüstrisi çok az sayıda ki dev uluslar arası firmalar tarafından kontrol edilir. Bu firmaların çoğu aynı zamanda basın (kitap dahil) endüstrisiyle yatay entegrasyon içindedirler, yani kağıt ve basım endüstrisi iç içe birbirine bağlıdırlar.

Bu dev firmalar sadece kendi ana ülkelerindeki ormanları kullanmakla kalmaz, aynı zamanda diğer ülkelerin bu ham maddesine el atarlar. Bu el atma da gittikçe artmaktadır, çünkü (a) kendi ülkelerindeki kaynaklar gittikçe tükenmekte ve talebi karşılayamaz duruma gelmektedir, (b) kendi ülkelerinde çevrecilerin mücadelesi sonucu çıkartılan anti-kirletme yasalarının onların önüne engeller koymaktadır, (c) tropik bölgelerde gerekli agaçların daha kısa sürede büyümesi sermaye için daha verimli ve caziptir, (d) bu ülkelerdeki işçilere verilen çok düşük ücret bu cazibe ve çekiciliği daha da artırır, (e) bu ülkelerde sendikalaşmanın olmaması veya sendikaların nadiren greve gitmeleri veya kolayca etkisiz hale getirilmeleri de buna bir ilavedir.

Kapitalist sermaye Kolombiya, Brazil, Şili, Arjantin ve Batı Afrika (özellikle Nigerya ve Gabon) gibi ormanı bol ülkelerde yatırım yapmaktadır. Bu yatırımları nasıl koruyacaksın? iki ana yolla: Kaba güç ve ideolojik\kültürel benzetişle...

Bu sermaye çoğunlukla "kalkınma" sloganlarıyla o ülkenin milli burjuvasisiyle birlikte bu ülkelerde iş yaparlar. Bu şekilde, örneğin Kolombiya'da kuzey Amerikan firmaları kağıt üretiminin yüzde seksenini kontrol ederler. Benzer kontrol Nigerya'da Rockefeller'in International paper firması, Fransız, Kanadalı ve Norveç firmaları kağıt üretimini ellerinde tutarlar. Fransız Guiana'da Fransız ve international Paper, Brazilya'da japonya dahil hemen her kapitalist ülkenin firmaları kağıt üretimini kontrol ederler. 1992'de Amerika'da en büyük kağıt firmalarının satışı şöyleydi: Intyernational Paper 13.6 milyar, Georgia Pacific 11.8 milyar, WeyerHauser 9.2 ve Kimberly-Klark 7.09 milyar dolardı.

İletişimin gerçekleşmesi için, iletişim teknolojisinin radyo-frekanslarını kullanması gerekir. Radyo frekansları hava yoluyla gönderilir. Frekansların dağıtımı\paylaşımı ve dalgaların kontrolu uluslararası ilişkilerdeki güç mücadelerinin olduğu ve tartışmaların eksik olmadığı bir alandır. Hemen her ülkede hava-yolu kamu malıdır. Bu malı kullananlar kamunun dışında hiçbir güç bunu kullanma hakkına sahip değildir, kullanma yasalarla düzenlenmiş ya kamu hakkıdır veya özel bir imtiyazdır. Örneğin, Türkiye'de hava-yolunu kullanma ve yayın yapma hakkı Anayasa ile Kamu kurumu olan TRT'ye verilmiştir. TRT'nin kamu malının kamunun temsilcisi olarak kullanmasına yasasal hak verilmiştir. korsan radyolar ve televizyonların yaptığı ne? Düpedüz korsanlık. Özel teşebbüsün halkın malı olan hava-yolunu da kendi özel çıkarları için bedavadan kullanması, kaba gücün galibiyetinin ve hırsızlığın bir diğer örneğidir. Özel teşebbüs halk değildir, özel teşebbüsün ticari özgürlüğü de halkın özgürlüğü değildir. halkın hava-yolunu kullanarak yayın yapan her özel teşebbüs sadece kullanma fiatını ödemekle yükümlü olmamalı, aynı zamanda kamu kurumlarına istedikleri zaman kamu yararına yapacakları her türlü yayının gerçekleşmesine olanak (stüdyo, mikrofon, teknik yardım, kısaca yayının gerçekleşmesi için gerekli her türlü olanaklar) sağlamak zorunda olmalıdırlar. Kablolu ve uydu yayınları da benzeri şekilde özel teşebbüsün toplumun mal varlığını ve zenginliklerini ve olanaklarını babalarının mali gibi bedavadan kullanmaları engellenmelidir. kapitalizm ve özgürlük mü? Ne kapitalizm ne de özgürlük bedavadır. Ne de gönlünün istediği şekilde at oynatmadır. Peki bunu özel teşebbüse yapacak güç nerde? Kafeste! Radyo frekansı kullanımıyla ilgili sayısız toplantılar, tartışmalar ve çeşitli anlaşmalar vardır. Dünya iletişim düzeninin tek taraflılığı, dengesizliği, ve egemenlik-bağımlılık ilişkilerinin getirdiği neticelerin bir diğer yansımasını da radyo-dalgalarının kullanımı ve frekansların bölüşümünde ve ikili ve milletlerarası anlaşmalarla düzenlenmesinde görürüz. İletişim için kaynakların ve araçların belli güçler tarafından kontrolu birçok ülkenin pratikte zorluklarla ve çıkmazla karşılaşmasına neden olmaktadır. Türkiye'ye dışardan yapılan televizyon yayınları gerçek anlamıyla Türkiye'nin iletişimde bağımsız iradesini ortadan kaldıran bir istiladır. Bir ülkenin kendi hava-yolunu ve iletişim kaynaklarını kendisinin özgürce karar vererek kullanmasına engel olan bir taarruzdur. Eğer bir uluslararası anlaşma bu tür istilaya karşı bir ülkenin aciz bırakılmasına neden oluyorsa, o yasa ülkenin bağımsızlığını tehlikeye düşürdüğü için otomatik olarak geçersiz olmalıdır. Dünya "meli ve malı'larla" dönmediği için, her türlü istilaya uğrarsın ve bunu engelleyemezsin. Güç ve çıkar meselesi yavrum, güç ve çıkar! Kimin gücü kime yeterse! Gerekirse yasalarla, gerekirse zoraki bir şekilde güçlü güçsüzün ağzına eder. Ederken de, güçsüz ağzını kapadığı için "özgürlüğü ve anlaşmaları baltalamakla" falan suçlar. Hemen her ülke kendi iletişim yasalarında frekans sorununu ele almış ve çözümlemeye çalışmıştır. Amerika'da 1927'de Radyo Act\yasası ve 1934 Federal Iletişim Yasası (FCC) ile frekanslar düzenlenip paylaşıldığında, paylaşmadan aslan payını alanlar aslanların aslanlarıydı. Sadece aslan olanlar bölgesel ve yerel, daha aslan olmamışlar (eğitimciler) UHF kanalını kaptılar. Yüksek güçlü yayın ve "clear-kanal" (50,000 Watt üzerindeki güçlü kanallar) networklerin eline geçti. Avrupa ülkeleri Amerika'ya nazaran küçük olduğu için radyo frekanslarını ve kanallarını kamu örgütü olarak kurulmuş olan radyo sistemlerinde dağıtımda zorluk çekmediler. uluslararası radyo yayınları propagandanın sesi olduğu için birçok ülkede parazitle (gürültü vererek) dinletilmesi engellendi. Fakat BBC, Voice of Amerika dünyaya yayın yapmaya devam ettiler. BBC habercilikte doğrulukla ün aldı. Sorunlar uydu ve kablo teknolojisinin gelişmesi ve görüntü yayınlarına başlamasıyla çıktı. Avrupa'da birden korsan yayınlar türedi. Kablo ve uydu yayınlarını alıp çözerek seyredebilmek ç n teknoloji kaçak sinyal-çözme kutuları ve uydulardan yayınları almak ç n yüksek güçte alıcı-çanaklar satılmaya başladı. Avrupa ülkeleri korsan ve kaçak teknoloji karşısında kendi yasalarını uygulayamaz duruma düştüler. İngiltere kendi ülkesindeki yeni teknolojilerle kuzey komşularından gelen yayınlarla yasaların çiğnenmesiyle uğraşırken, Almanlar aynı nedenle İngiltere'den gelen yayınlarda şikayet ediyorlardı. Almanlar Ingilizlerden şikayet ederken, kendi topraklarından Türkiye'ye ve diğer ülkelere korsan yayını yapan firmalara göz yumuyordu. Olay iletişimde patlak veren iletişim devriminden çok, iletişimde patlak veren "süper kar" olanaklarıdır. Bu nedenle son onbeş yıl çinde Avrupa'da patlamalar oldu, Avrupa ve Japon imperyalistleri daha çok pay almak için daha çok rekabetçi-katılma yolunu seçtiler. Bu da Amerikan imperyalizminin yediği pastaya güçlü rakip ve ortaklar çıkardı. Türkiye gibi ülkelerin işbirlikçi-sermayesi ise her önüne gelenle yatmayı ve cebini şişirmeyi artırdı. Geri bırakılmış ülkelerin her birinde birçok dış firmanın bulunmasının nedenlerinden biri de bu ülkelerin sözde-milli burjuvazisinin ayırım yapmadan önüne gelenle gerdeğe girmesindendir. Eh, teknoloji bu: Alış veriş meselesi!

Görünen gerçeğe ilk bakışta, teknolojinin hızla yenilendiğini ve değiştiğini ve bu hız karşısında teknolojik ilişkileri düzenleyen yasa ve kuralların bocaladığını, geride kaldığını ve sancılar çektiğini görürüz. Sancılar da kısa zamanda, yasasal değişikliklerle belli çıkarların egemenliği kazanması veya sürdürmesiyle dindirilir. Amerika'da genellikle, ticari teknoloji geliştikçe iletişim yasalarında sürekli değişiklikler yapılır. İletişim politikası iletişim endüstrisinin işlerini kolaylaştıracak şekilde biçimlendirilir. Bu biçim de benzeri şekilde Amerikanın uluslararası dış politikasında yansır. Bu politika da özgürlük ve demokrasi sloganlarıyla gelen ticaret serbestliğidir. Bu politika'da o denli ileri giderler ki, kendi kaidelerine diğerlerinin uymasını isterken , kendileri diğer ülkelerin aldıkları kararları hiçe sayarlar. Buna en yeni örnek Turner karton şebekesi TNT'sinin Avrupa pazarına girmesinde görebiliriz. TNT'nin girişine Fransa karşı çıktı. Fransız iletişim bakanı TNT'yi açıkça red etti ve Turner'in Avrupanın "hudutları olmayan tv" politikasını red etmesini, yani uydu ile Avrupa programlarını gösterilmesine karşı gelmesini önemli bir neden olarak gösterdi. Buna Fransa, Amerikanın "Yogi Bear" kartonunu diğer bir Amerikan kültürel ve ticari emperyalizmi olarak niteleyerek tepki gösterdi. TNT ise yayınların Amerikan malı olduğu için kültürel nedenlerle Avrupa birliğinin bu kaidesinden muaf tutulması gerektiğini belirtti. Almanya'da TNT ayrı bir mücadeleye girdi. TNT MGM film kütüphanesinin Almanca dili hakkı kontrolunu ARD'nin elinden almak için kamu yayın organı ARD'yi mahkemeye verdi. TNT MGM kütüphanesini satın aldı, fakat MGM'in 1980'deki Almanlarla yaptığı anlaşmaya göre ARD Almanca hakkına sahiptir. TNT kütüphaneye sahip fakat Almancalarını üretememektedir. Bu hakkı almaya çalışıyor. Şimdi Turner Cartoon\TNT İngiltere'de konakladı. Yayına başladığında aynı anda altı avrupa dilinde yayın yapacak. [3]

Bazen daha teknoloji tüketime sürülmeden önce politikaların saptanması yolunda girişimler başlar. Haklar saptanır ve kotalar ve hatta gümrük duvarları konur. Bu tür davranıştaki amaç, pazar kontrolunu bu yolla elde etmedir. Bu politika çoğunlukla rekabet tehditine ve çıkarlarını böylece sağlama arayışına bir cevaptır. Bu politikayı hemen her ülke ve özellikle geri bırakılmış ülkeler "milli çıkarları ve kültürü koruma" ve "yerli malı kullan ve iç pazarı destekle" sloganlarıyla seçerler. Bu politika Amerika'da bile Japon rekabeti karşısında özellikle son 10 yıl içinde Amerikan işçi sendikalarının sloganı oldu: İşsizliğin nedenini dış pazarın mallarını kullanma ve Amerikan malına bakmama olarak gösteren milliyetçi-faşist politika... Dışardan gelen mal kimin ki? Amerikanın ticaret açığı var, bu ithal edilen malların sahibi kim ki? Çoğu Amerikan sermayesinin ortak malı.

Digital uydu tv yayını daha girişim safhasında. Bu yolda Avrupa'da politika ortaklaşa girişimlerle bunu sağlamak yolunda saptanmaya çalışılmaktadır. Bu da suçlamalar ve kapalı kapı ardımdaki oyunlarla devam etmektedir. Örneğin Fransız pazarında egemen olan ödemeli-tv kanalı Kanal-Plus bu geliştirme girişimlerinde teknolojiyi paylaşmadığı veya diğer dev firmalarla birlikte çalışmadığı için suçlanmaktadır. Canal Plus iddiayı red ederek, Fransız textile ve İletişim Grubu Chargeurs ve Almanyada'ki Bertelsmann grubu, ve İspanya'daki Canal Plus ile birlikte digital televizyon geliştirmeyi önerdiklerini belirtti.

On seneden beri Japonya, Amerika ve Avrupa HDTV, Yüksek tanımlı televizyon (ekranı tarama sayısı çok fazla olduğu için yüksek kaliteli görüntüsü olan televizyon), üretimi peşindeler. Bu girişimde akıl almayacak kadar çok kar umulduğu için, bu yoldaki politika daha kitle üretimi bile yapılmadan saptanmıştır. (Japonya 1993'de bu tür televizyonları 8,000 dolara Japonya'da satıyordu. En ucuzu Sharp idi: 6,000 dolar. Bu fiatla en az yirmi tane normal renkli televizyon alırsın). Böylece belli güçler bu teknolojinin üretimi ve biçimlenmesini kendi kontrolları altına almaktadır. Buna benzer bir politikayı güçsüzler almaya kalksalar yandılar: Her yönden "sansür, gelişmeyi engelleme, özgürlüğe zincir vuruluyor" diye feryatlar duyulur. Neden, çünkü konu egemenlik konusudur, ve bu konuda da güçlünün borazanı güçsüzünkünü bastırır. Örnek vermeye gerek yok, çünkü Türkiye'de ve kamu çıkarının sağlanmasını ön planda tutan iletişim sistemlerine karşı ticari iletişim bunun gibi sloganlar ve politikayla gelir. Bugünün uluslarararası pazarında gümrük duvarları koyma ve bu duvarları koruyabilme için karar verici faktör uluslararası sermayenin çıkar hesaplarıdır. İkinci faktör ise iç sermayenin bunu gerektiren bir yapıya sahip olması gerekir. Eğer iç sermaye üretim yapacak teknolojiye, bilgiye ve tecrübeye sahip değilse, bu yönde de çaba harcama yerine dış sermayenin çobanı olmayı daha kolay ve verimli buluyorsa, gümrük politikası sadece Avrupa'dan falan bavullarında bir iki şey getiren işçileri yolma politikası olur. Düşün, yanımda getirdiğim kompütüre göz diken ve bundan vergi alan, rüşvet isteyen bir politika bu... Yanında birkaç şey getirme Koç ve Sabancı gibi büyük sermayenin çıkarlarına tehdit mi de sivil halka vergilerle engellemeler getiriliyor? Bu sahtekarlık ve adilik nasıl oluyor da gümrük politikası oluyor? Kimin gümrük politikası: Halkın mı yoksa belli azınlık bir grubun mu? Kim kime karşı ve neden korunuyor? Eğer ticari sektör istediğini ticari amaçlarla ülkeye sokuyorsa, halk ve işçi de kullanmak istediği her şeyi ülkeye gümrüksüz sokabilmelidir. Bu neden engellenir? İç pazarı teşvik, koruma düzenbazlığı mı bu? Hangi iç pazar? İç pazar diye birşey kaldı mı? Gümrük kapılarında bu bahanelerle yapılan halkı soyma politikası, güçsüçün politikaları saptamada hiç yeri olmadığının bir diğer göstergesidir. Biz de, örneğin 1960'larda Ortak Pazar'ın bizim iç endüstrimizi engelleyeceği ve bizi tarım ülkesi olarak bırakacağı gibi nedenler ileri sürerek, zaten-göbekten dışa bağlı milli-endüstri denilen soyguncu-ortakçıların çıkarlarını, farkında olmadan, milli şovenist solculuk hisleriyle savunmuştuk ve eminim çoğu solcular hala aynı teraneyi okuyaraktan ilericiliklerinde gericiliğe örnekler vermektedir. Egemen iletişim politikalarına karşı direniş çeşitli şekillerde kendini gösterir. İletişim alanında, politikayı saptamada en küçük bir etkenlikleri olmayan güçsüzler, kendi çıkarlarını korumak için tek çare olarak gayri-meşru yola başvururlar. Gayri-meşru yol egemen yasaların dişında kaldığı için gayri-meşrudur, yoksa objektif ve evrensel anlamda gayri meşru olmayabilir. Buna en klasik örnek, eskiden radyo sahipleri vergi verirdi. Millet bunu vermemek için radyolarını saklardı. Yeniye gelelim; Kopyecilik ve kopye-haklarının çiğnenmesi.. Bunu ticari amaçlarla bir örgüt yapıyorsa (örneğin başkasının bir kitabını korsanlıkla basıyorsa), bu ticari ahlak, rekabet ve kar anlayış düzeninin biçimini gösterir. Aynı şekilde, bir yabancının kitabını çevirip ona kendi ismini koyarak yayınlama da böyledir. Bu tür benim dediğim mücadele içine girmez, çünkü ben tüketicinin, egemen soygun karşısında gayri-meşru mücadelesinden bahsediyorum. Bu mücadele Amerika'da epey yaygındır, çünkü fiatlar çok yüksektir. Ne yazık ki bu tür mücadele yaygınlaştıkça, fiatlar daha da yükselir. Böylece ödeyen gene tüketici olur. En güzel örnek filmlerin, videoların ve kompütür softwarelerinin\programlarının kopyelenmesidir. Tüketici kitleler kısıtlamalara ve firmaların sahipliğine karşı başka türlü mücadele edip kazanamazlar. Ben paramı verip aldıktan sonra, o araç\software\program benim malımdır ve, kopyeleyip çoğaltarak ticaret yapmadıktan sonra, istediğim şekilde kullanırım. Düşün video seyredici\kaydedicim var ve bir filmi veya tv programını kaydetmeyeceğim. Kaydederim, hem de nasıl. Ben bu video aracına 300 doları süs için para vermedim. Hem seyretmek hem de kaydedip sonradan veya tekrar seyretmek için. Kompütür programlarına gelelim: Programların çoğu normal bir kişinin bir iki haftalık kazancını elinden alan fiattadır. O zaman tek çözüm, birkaç arkadaş bir olup bir tane alarak, kopyeleyip kullanmak. Veya tanıdık birinden kopyelemek. Microsoft'un sahibi Mr. Gates dünyanın en zengin adamları sırasında üçüncü sırada. Demek ki, milletin kopyelemesi bile, firmaların zenginlemesine engel olamıyor.

Tüketicilerin iletişim tüketim mallarını kopyelemeleri egemenin egemenliğini kösteklemediği gibi ona yardımda da bulunuyor: Türkiye'de birkaç sene evvel türkçe yazılım programı arıyordum. Yokmuş. Çok bozuldum. Bizde Amerika ve Avrupada ve Orta Doğu'da okumuş bir sürü kompütürcüler var ve popolarının sıkıp birkaç hafta oturup bir program bile yazmıyorlar diye köpürdüm. Bu ne tembellik!. Birkaç tanıştırıldığım programcı birinden aldığım cevap, benim yanlış olduğumu gösterdi: Oturup yazarsın. Sonra ne olur? Birkaç tane sattıktan sonra, kopyelemeyi-engelleyen kodlar kırılarak herkes birbirinden kopyelemeye başlar ve sen aç kalırsın. Bu nedenle kompütür programcıları ya kompütür firmalarında satıcı falan olarak çalışmakta ya da yabancı firmalar için dışarda çalışmaktalar. Gerçi bu, bir bahane olabilir. Fakat çok etken bir bahane. Çünkü bu nedenle içte programlar üretme yerine dışa bağımlılık desteklenmiş olur. Word Starı, Micro Soft Word'ü, Autocad'i yaygın şekilde millet kopye etmektedir. Netice? Bu firmalar, kopye sürecinin yarattığı engellemeler ve kolaylıklar sayesinde, egemenliklerini sürdürmektedirler. Aynı şey televizyon programlarında da olmaktadır. Kendi toplumsal gelenek ve anlayış çerçeven içinde kendi kültürel malını kendin üretme yerine, dış pazarın ucuza ve kolayca kopyelenen malları kullanılmaktadır. Böylece sadece ticari bağımlılık değil aynı zamanda kültürel bağımlılık da desteklenip sürdürülmektedir. Bir son söz: Kopyeleme hırsızlık olarak nitelenmektedir. Hırsızlık malını korumak isteyenin tanımladığı bir terimdir. Eğer malını korumak isteyen gerçekte bu malı hırsızların kurduğu ve meşrulaştırdığı bir hırsızlık düzeninde bu meşrulaştırılmış-hırsızlıkla elde ettiyse, bu malı tüketicinin kopyeleyerek "çalması" hırsızlık değil, kendine ait olanı bu yolla elde etmesidir. Eğer halkın adil olmayan bir düzende kendinden gaspedileni bu düzenin kaidelerine uymadan geri alıyorsa, bu ne günahtır, ne ayıptır, ne de hırsızlıktır. Gaspedileni geri almadır.

Teknolojik gelişmeler özellikle içinde bulunduğumuz yüzyılda egemen-düzenin egemen yasaları ve düzenlemeleri çerçevesinden önde gider. Bu nedenle, eğer sistemin gelenekleri ve işleyiş tarzı kısa zamanda ayarlamalar şeklinde gelişmediyse, aksine direnen bir biçimde geliştiyse, ticari-amaçlarla-biçimlendirilip geliştirilen iletişim teknolojilerine çelme takar. Tabi, bu çelme-takma, çelme takılanın iddiasıdır. Çelme takan, çelme taktığını değil, kamu yararını koruduğunu söyler. Bu durum İngiltere dahil, bütün Avrupa Ülkelerinde olmuştur ve olmakta devam etmektedir. Bizdeki bugünkü durum da böyledir. Tökezleyen ticari-teknoloji hemen kendini empoze etme yolları arar ve bulur da. Kamu çıkarına çalıştığını iddia eden iletişim sektörü bile, kendini bundan kurtaramaz.

Uluslararası ve ulus içi iletişim politikasında, özellikle suların bulandırılıp vurgunların vurulduğu Türkiye gibi ülkelerde, iki tür media politikası görürüz: Birincisi fiilen egemenliği elinde tutan sermayenin politikası, ve ikincisi sermayenin pazar gereksinmelerine ayak uyduramayan eski yasalara bağlı olarak iş görmeye çalışan yasal politikadır. Yasal politika, bazen kısa dönem başarılar sağlasa bile, eğer sermayenin ihtiyaçlarını sağlamayacak şekilde yeniden düzenlemelere, toplumun bazı sektörlerinin baskısıyla da, gidemiyorsa, pazar ilişkilerinin yeni gerçekleri önünde fiyaskoya uğrar.

Ortak pazar ülkeleri Amerikan kitle kültürü ürünlerine karşı kendi kültür ve endüstrilerini (kendi çıkarlarını) korumak için özellikle 1980'in ikinci yarısından beri hızlanan ortak girişimleri, Avrupa konseyindeki toplantılar genellikle Amerikan mallarına karşı hiçbir engelleyici çözüm getirememiştir. Kotalar genellikle çalışmamaktadır. Özellikle kota konusunda Ingiltere ile Fransa sürekli çatışma içindedir: Ingilizler kota koymaya karşılar. Bunun en büyük nedeni de Ingiltere iletişim endüstrisinin Amerika ile yakın çıkar ilişkisinden dolayıdır.

Ülkelerin media politikaları değişmemiştir. Bizde de olduğu gibi kamu medyasında bir sürü nutuklar dinlersin, bir sürü girişimler ve tedbirlerden söz edilir. Bunlar sadece siyasal nutuklardır. O kadar. Iletişim politikasında ne söylendiğine ve ne yazıldığına değil ne yapıldığına bakmak gerekir. Ne yapıldığına da bakarsak, media politikasında hakim olan sermayenin kılıcıdır. Kılıç kalkar iner, ve politikacılar konuşur Allah konuşur. Kısaca politikacılar yüzyıllardır yaptıklarını yaparlar: Söyledikleri ile yaptıkları arasında gece ile gündüz gibi fark vardır. Neden? Demokrasi olduğundan! Düşün, bir de demokrasi olmasa, n'olurdu! Birleşmiş Milletlerde ve birçok dünya iletişim politikasıyla ilgili toplantılar ve alınan kararlarda hakim olan gerçek büyük çoğunlukla bu politika gerçeğidir. Özellikle kamu iletişiminin hakim olduğu bizim gibi ülkelerde kamu iletişim politikasıyla, biçimsel iletişim düzeniyle, günlük pratikteki iletişim ve iletişim düzeni arasında çarpıcı farklar vardır. Politikalar birçok geri bırakılmış ülkede kamu gücünün kontrolundan fiilen çıkmış ve karmaşıklık olarak kendini sunan, fakat gerçekte sermayenin egemenliğinde olan bir duruma gelmiştir.



[1] Bak: Golding; Boyt-Barrett; Schiller; Williams; Tunstal; Murdock; Smythe.

[2] Bak: Golding; Boyt-Barrett; Schiller; Williams; Tunstal; Murdock; Smythe.

[3] Variety, eylül 20, 1993.



Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...