Kültür
ve İletişim, 2(2): 15-47, 1999
Eski Çağlar ve İlk İmparatorluklardaki
Egemen İletişim Biçimleri Üzerine Bir Değerlendirme
İrfan Erdoğan
Abstract
A Qualitative Evaluation
of Dominant Communication Modes in Ancient Ages and First Empires
The present qualitative research focuses on the
communication in the ancient ages emphasizing especially Anatolian region. The
basic approach of the research is critical of mainstream communication
tradition’s view of communication and
history therein (a) communication history becomes series of linear
technological “revolutions” for the
benefit of all human race, (b) communication artifacts of old ages bocome
symbols of civilisations, and (c) communication technologies are considered
influential sources of societal changes. Thus, technological structures and
technologies are presented neutral entitites belonging to every one in social
formation. Following an alternative path, the present research critically
discusses emeregence and functions of
communication modes in ancient social formations.
GİRİŞ
Sorun ve Kuramsal Çerçeve
İletişim genellikle Lasswellci
formülden hareket edilerek tanımlanıp incelenir. Bu tür incelemeler, insanın
örgütlü yaşamındaki baskın güç yapısı, egemenlik ve mücadele ilişkilerinden
yoksun bir karaktere sahiptir; iletişim anı ve süreci insan, tarih ve bu tarihe
egemen özelliğini veren toplumsal üretim biçiminden soyutlanır; iletişim, en
iyi biçimiyle sosyal ilişkideki “psikolojik bireye” indirgenir; buna “sosyal”
eklenir ve algılar, tutumlar, davranışlar ve inançlar bu mikro seviyedeki
görünümleriyle gözlemlenerek değerlendirilir ve sonuçlar çıkartılır. İletişim
tarihi, kronolojik çizgisel gelişimde, belli zamanlarda belli mucitler
tarafından icat edilen ve insanlığın tümüne mal edilen teknolojik araçların
tarihi olarak sunulur. Teknolojik araçlar, iletişimi ve iletişimdeki insanı
biçimlendiren egemen faktör yapılır. Karşılıklı görevsel bağımlılık içinde
yaşayan global bir dünya ve bu globalliğin post-modern düşünü ve yaşam biçimi
oluştuğunu ileri süren iddialarla, sahte\yanıltıcı nedensellik ilişkileri
kurulur. Bu iddialarda göz önüne alınmayan gerçeklerden en önde geleni, tarihin
ve iletişim araçlarının kendi başlarına hiçbir şey yapamayacaklarıdır;
geliştirdiği ve değiştirdiği teknolojisiyle tarihi yapan insandır (Marks, 1969);
Tarih insanın tarihi ve iletişim araçları da McLuhancı tanımlamadaki “insanın
beyninin” ve “elinin” uzantısının ötesinde toplumsal üretimin bütünleşik bir
parçasıdır. Kendi tarihini yapan insan, bu yapışı kendini içinde bulduğu
koşullara göre, bu koşulları koruyarak ve değiştirerek yapar. Dolayısıyla,
iletişim araçlarının “bağımsız” değişken olarak rol oynaması, tümüyle, bu
araçların insan ve örgütlü koşulları içinde yeniden ele alınıp, ona göre
yeniden değerlendirilmesi gerekir. Bu ele alış da, kaçınılmaz olarak, iletişim
araçlarının toplumsal üretim yapıları içinde değerlendirilmesini, örneğin
kapitalist yapılar inceleniyorsa, mülkiyet yapısı ve ilişkileri içinde
incelenmesini zorunlu kılar. İletişimin, örgütlü yaşamın toplumsal üretim
biçimi ve ilişkileri, egemenlik ve mücadele koşulları içinde incelenmesi ve
anlamlandırılması gerekir. Örneğin, İranlıların eski çağlarda ana-yollar boyu
kurdukları iletişim zinciri, İran toplum yapısının hükmettiği topraklarda
kurduğu dış-egemenlik iletişim sistemini anlatır. Hitit ve Sümerlerin yazıtları
Hitit ve Sümer medeniyetini anlatırken, aynı zamanda iç-egemenliğin iletişimini
heceler.
Schiller’in deyimiyle, teknoloji
sosyal inşadır ve, gerçi çoğu kez örgütlenmede ve gücün dağıtımında değişmelere
katkıda bulunur, fakat egemen sosyal güç sistemine hizmet eder (Schiller,
1976:51). İletişim medyası, ilk
kültürlerin sözlü geleneğinden, farklı yazma ve basma biçimlerinden geçerek
zamanımızdaki elektronik medyaya kadar, bütün sosyal örgütlenmelerin
çalışmalarının bütünleşik bir parçası olmuştur. Bir toplumu iletişim\tarih
perspektifinden anlamaya çalışmada, egemen medya doğal özellikleri bakımından
düşünülmelidir (İnnis, 1951). Fakat, bu düşünme, egemen medya tarafından
kullanılan biçimin değerlendirilmesiyle birlikte olmalı ve aynı zamanda,
iletişim (ve kültür) araştırması, egemen medyanın üretim ve örgütsel
çerçevesini çevreleyen ekonomiye dayandırılmalıdır.
Amaç ve Önem
Bu niteliksel inceleme, yukarıda
sunulan sorun ve kuramsal çerçeveden hareket ederek, eski çağlardaki egemenlik
iletişimi üzerinde durmaktadır. İncelemenin yapılmasının gerekçesi en azından
iki yanlıdır: Birincisi, bu kuramsal çerçeveyle, eski çağların (ve elbette
günümüzün) iletişiminin incelemesinin Türkiye’de yok denecek kadar az (örneğin,
Alemdar´ın 1981’deki incelemesi) olmasındandır. İkincisi ise, eskiyi sunan
yabancı incelemelerin büyük çoğunluğunun (a) iletişimi kronolojik icatlar
(iletişim devrimleri) silsilesi içinde alması ve herkese mal etmesi ötesine
geçilmesi ve (b) iletişim teknolojilerinin insan psikolojisi, toplum ve toplum
değişiminde belirleyici bir karaktere sahip olduğu anlatımlarının ötesine
geçilmesi gereğinden doğmaktadır. Bu bağlamda, bu incelemenin amacı eski
çağlardaki örgütlü insan yapılarındaki iletişimin, egemenlik yanına (egemen
iletişim biçimlerinin üretilmesine) ve egemenliğin iletişimine (egemenliği
meşrulaştıran ideolojik biçimlendirmelere)
eğilerek, ihmal edilmişe yönelmede Türkiye’de bir başlangıç yapmaktır.
İletişimin
İnsan Yaşamındaki konumu
İnsan kendi yaşamını nasıl ifade ediyorsa, odur: Ne
olduğu, bu nedenle, hem ne ürettiği hem de nasıl ürettiğiyle çakışır. Üretim
ise insanların birbiriyle ilişkisini önceden-varsayar (Marks, 1969:7, 8). İlişki ise ancak iletişimle olabilir.
Dolayısıyla, neyi nasıl ürettiğiyle kendini ifade eden insan, bu ifadeyi ancak
ve ancak iletişimle gerçekleştirebilir.
İnsan yaşamındaki
her şey, fiziksel varlığını, kendine bakma, dinlenme ve beslenmeyle sürdürme
biçimleri; kendini ve toplumu üretme araçları silsilesi; araç yapma ve kullanma
becerileri ve ustalığı; giysi; ev; örgütlenme; bilgi elde etme ve tutma;
fikirler; inançlar; iletişim biçimleri; iletişim araçları ve bunları kullanış
tarzları; hepsi de sürekli bir sosyal hareketin ve değişimin öğeleridir.
Dolayısıyla, iletişim, insanın yaptığı tarihsel sosyal gelişme süreçlerinin
fonksiyonudur: Değişim süreci içinde, sosyal gelişmenin belli bir anında o
zamana kadar geliştirilmiş teknolojik araçlar ve ilişkiler ya ortadan
kaldırılır ya da egemenlik ilişkileri içinde biçim ve pozisyon değişikliğine
uğrarlar (Erdoğan, 1997; Siegelaub, 1979:11; Engels, 1876).
İlk Yapılar
ve İletişimin başlangıcı: Sesten Diyaloga
İlk
topluluklar ve üretim
İlkel üretim biçimleri kendilerine
özgü çeşitlilikler gösterir. Marks Alman İdeolojisinde (1969:9-12) ve
Kapital’de (1973:471-514) bu biçimlerin ilkini orijinal kavimler veya doğal
toplumlar olarak nitelemiştir. İkinci grubu ise, kavimin başının üretimi
örgütlediği ve doğayı kullanımı kontrol ettiği akrabalık toplumu olarak
tanımlamıştır. Bu ilk sosyal biçimler sınıfsız, toplumsal kararların kolektif
olarak alındığı, devlet mekanizmasının olmadığı ve dolayısıyla toplumu örgütlü
baskıyla yönetme olanağının bulunmadığı, akrabalık ve küçük kavim ilişkisine
dayanan üretim tarzlarıydı. Toplumsal işbirliği (a) üretim araçlarının ortak
sahipliğine veya kullanımına; (b) bireyin kavmine ve birincil
gruba (aile ve akrabaya) doğal bağlılığına dayanıyordu. İnsan kendi temel gereksinmelerini doğadan (diğer insandan değil)
sağlamak için uğraştı. Yaşadığı dünya ile iletişiminde, insan, ihtiyaçlarına
cevapta, kendi çevresini yaratıcılığının materyalleşen gerçeği yaptı. Bu
yapışta, çalışarak çevresini yapay-değişime uğrattı. Yiyeceğini, giyeceğini ve
barınağını üretti. Bu dünyada ve dünya ile olma üretim ilişkisinde, insan kendi
gerçeğini ve bilinç yapısını da biçimlendirdi. Bu koşullarda insanlar arası
iletişim egemenlik veya dönüşüm biçiminde değil, özneler arasındaki diyalog
biçimindedir.
İlkin ilkliği ötesine geçişte, meyvelerin,
sebzelerin ve etin yiyecek olarak kullanılması ve ateşin insan yaşamına
görevsel araç olarak katılmasıyla, toplayıcılık, avcılık araçları ve iletişim
tarzları gelişmeye başladı. Ok ve yayın avlanma aracı olarak geliştirilmesiyle,
avlanma "modernleşti". Akarsuları takip ederek veya akarsular çevresinde
yerleşerek, göçebe ve yerleşik gruplar oluştu. Doğuda hayvanların
evcilleştirilmesi ve Batıda sulama ile yenilebilir bitkilerin ekilmesi, güneşte
kurutulmuş briketlerin ve taşların ev yapımında kullanılması yerleşik yaşamı
toprağa daha çok bağladı. Bu yeni üretimle, aynı anda, insanın kendini ve
süreçlerini anlatması gereği doğdu; kendiyle ve dış dünyayla ilişkisinin
iletişimi de bu üretimden çıkıp gelen yeni nitelikler kazandı.
İletişimin
İlk Çağı ve İlk Diller: İşaretler ve Sinyaller
Antropolojik verilerin yetersizliği
ve yorum farklılıkları gibi nedenlerle insanın dünyada ortaya çıkış tarihi
hakkında kesin bir bilgi yoktur. Günümüzde bu alanda yaratılış ve evrim kuramı
olmak üzere iki temel egemen yaklaşım (açıklama) biçimi vardır. Her iki yaklaşım
içindeki açıklamalar da belirgin ve apaçık gerçekler olarak kendini
göstermemektedir ve yetersiz kalmaktadır. Yaratılış kuramı metafizik olarak
nitelenir ve geçerliliği tümüyle sorgusuz inanmaya dayanır. Evrim teorisi
biyolojik dönüşüme dayanır ve kesin kanıtları da her zaman yoktur. Bazı durumda
kanıtlar “benzetmeler” ve bulguların kuramsal çerçeveye sokulmasından pek öteye
gitmemektedir. Evrimci açıklamaya göre, insanın ilk benzerleri Antropoid
Şebekler olarak 20-30 milyon yıl kadar önce dünyada görünmüşlerdir. Örneğin
Proconsul Africanus ve Kenyapithecus Africanus adı verilen yaratıkların 25
milyon yıl kadar önce ortaya çıktığı hesaplanmaktadır. Antropolojistler,
bulguları anlamlandırarak insanların gelişmesini “iki ayak üzerinde yürüyen” ve
sonra “elleriyle araç yapan ve aracı kullanan” Pekin İnsanı, Java insanı,
Neanderthal adamı, Cromagnon adamına doğru geliştiğini belirtirler.
İnsanın ne zaman dünyada
göründüğüyle birlikte, ïletişimin ne zaman başladığı sorusu gelir. Buna cevap
oldukça kesindir: İnsanın ortaya çıkışıyla birlikte insanın kendiyle ve
fiziksel çevresiyle iletişimi başlamıştır, çünkü insan biyolojik olarak yoğun
ve karmaşık bir iletişim ağından oluşmuştur. Bu biyolojik iletişim-bütünü aynı
zamanda “biyolojik-kendini” sürdürme çabası nedeniyle, zorunlu olarak
kendisiyle ve çevresiyle iletişimde bulunacaktır: Bu, varoluşun kaçınılmaz bir
kuralıdır. Bu iletişimin en başlangıç şekli belki de biyolojik yaşamını gerçekleştirme ve sürdürme
dürtülerinin ve duygularının egemen olduğu bir biçimdir: Örneğin, açtır ve bu
açlığı duyan insan, hem bu “açlığı duyma sürecinde” hem de “bu açlığı giderme
yollarını” arama ve bulmada kendi kendiyle ve dış dünyasıyla iletişime girer.
Aksi taktirde biyolojik varlığını sürdürme olasılığı ortadan kalkar. Bunun
anlamı oldukça açıktır: İletişim varoluşun zorunlu gereğidir.
İnsanların ne zaman ve neden birlikte yaşamaya
başladığı da kesin olarak belli değildir. “Ne zaman” ile ilgili sunumlar
antropolojik bulgularla tahmin edilir. “Neden birlikte yaşadıkları ise” insanın
kendi fiziksel yapısına ve çevre koşullarına bakarak açıklanır. Neden olarak
belirtilenlerin başında (a) insan bebeğini uzun zaman bakıma ihtiyaç olması ve
bu nedenle eşler arasında uzun seneler birlik gerekliliği varsayımı; ve (b) dış
tehlikelere karşı beraberliğe iten zorunluluk gelmektedir. (Childe, 1967:16),
Toplu yaşamla insanlar aralarında günlük faaliyetleri yürütebilmek için
amaçlarını, tecrübelerini, istemlerini, ilişkilerini kendilerine ve
kendileriyle birlikte olanlara “anlatmak” ve yürütmek zorundadır. Bu da ancak
kişiler arası iletişimin sağlanması ve geliştirilmesiyle gerçekleşebilir.
Dolayısıyla, birlikte yaşayan insanlar, birbirleri arasında kendilerini ve
yaşam süreçlerini açıklayan ve iletişen araçlar kullanmış ve anlam iletiminde bulunmuşlardır.
Her topluluk, bu nedenle kendi arasında, kendi yaşadıkları koşullara göre,
kendi “dilini” (sadece kelime ve sözcük kullanımı anlamına değil)
geliştirmiştir. Bu geliştirilen dil, o insan grubunun yaşam koşulları için
görevsellik taşır ve diğer gruplarda farklı dillerin gelişmesi olağandır.
İlk insanın ilişki ve iletişimde
kullandığı araçlar, doğada buldukları taşlar, ağaç parçaları ve kemikler gibi
doğa tarafından işlenmiş maddelerdir. Bu dönemi insanların doğadaki maddeleri
işleyerek materyal kültürlerini yaratmaları ve dolayısıyla toplumsal yapı
biçimlerinin gelişmesi ve değişmesi süreci başlamıştır. Bu süreçte, başlangıçta, doğadan kullanılan
maddelerin, örneğin yontarak, daha etkin bir şekilde kullanma amaçlı
biçimlendirilmesi gelmiştir.
İnsan iletişiminin gelişmesinde ilk
dönem\safha işaretler ve sinyaller çağı olarak adlandırılır. Bu çağda,
insan-öncesi varlıklar diğerleri gibi iletiştiler. Duyular ve sezgiler önemli
rol oynadı ve öğrenilmiş iletişim davranışı yoktu veya
minimum seviyedeydi. Hockett and Ascher (1968) ilk insanın iletişim biçimini, ilkel “çağırma” olarak nitelerler
ve Orta/Aşağı Miocene çağdaki ormanda ağaçta yaşayan insana benzeyen
yaratıklarla (proto-hominoids) başlatırlar. Hewes de, diğer uyaranlara cevap
olarak verilen, gönüllü istemin kontroluyla yapılmayan, bir
"duygusal" çağırma sistemiyle başlatır (Hewes, 1973). İletişimin vücut hareketi, itme ve dürtme, vücut
kokusundaki değişme gibi iletişimin diğer fiziksel yanları vardır. Bu
yanlarıyla birlikte, ilk iletişim biçimleri sessel, fiziksel ve jestseldi
(sözlü olmayan iletişim). İlk insanın kendi doğası ve insan çevresiyle
işaretlerle, oklarla, ağaç mızraklarla, taşlarla ve basit seslerle
gerçekleştirilen iletişim tarzı yer\uzay bakımından “aynı yerdeliğe” ve zaman bakımından ise “aynı andalığa”
bağımlıdır.
Konuşma ve Sözlü Dil
İnsan bütün duyularıyla iletişimde
bulunur, fakat, ses ile iletişim diğer duygular yanında daima en egemen
olandır. İnsan, süreçleri ve nesneleri ne denli bilirse bilsin yine de, bunu
anlatmaksızın tamamlanmış hissetmez. Sesin dile (kelimelerle söylemeye)
dönüşümü dil ve kulağın kullanımını gerektiren sözlü iletişimin temelidir.
Ses “olmayla” ilişkilidir, “oluşla” bağıntılıdır; çünkü sesin kendisi
olduğu anda, öncesi ve sonrasında, süregiden bir olayı anlatır. Ses zamanın içindedir ve zamana fiziksel olarak bağıntılıdır.
Örgütlü zaman ve mekanda ses ve sessizlik, başlayış ve son buluş, egemenlik ve
mücadele süreçlerinin sesi ve
sessizliğidir. Sessizlik veya sözsüzlük o anda ve yerdekinin sessizliği
ve son buluşudur: Yeni ve sürekli başlangıçlara başlayıştır.
Sesin kullanılarak anlamlar ileten
dil, bilinç kadar eskidir ve pratik bilinçtir; Dil, bilinç gibi, ancak diğer
insanlarla ilişki ihtiyacından, gerekliliğinden, yükselir (Marks, 1969:19).
İnsan iletişiminde, konuşma ve dilin başlangıcı ikinci çağ olarak nitelenir ve
insanların 100,000 yıl kadar önce konuşmayı kullandıkları tahmin edilmektedir.
Hockett ve Aschere göre (1968), “kapalı,
kaba çağırma sisteminden” kompleks ve açık dil sistemine gelişme, ilk insana
benzeyen yaratıklarn (proto-hominoids) bazılarının ağaçları terk etmeyi
zorlayan, ağaçların azalması ve açık alanların oluşması gibi, koşullarla
başlamıştır. İnsan-gibiyi insandan ayıran, toplumsal üretime dayanmadır. Engels (1876) ve benzerleri sosyal üretim temelinden
hareket ederek insan gelişmesinde iş\emek kuramını geliştirmişlerdir. Sosyal
üretimde, örneğin avlanma kolektif bir tarza dönüştü ve bu dönüşümde araç
kullanımı gelişti ve dil kullanımı gereksinimini artırdı. Ortak üretim ve yaşam
sürecinde insan diğeriyle üretim ilişkisinde anlamlandırmayı gittikçe açık bir
şekilde yapmaya başladı ve bu anlatımda sesin kullanımında artan farklılaşmayla
sözlü inşa gelişti.
Hewes’e göre (1973) araç yapımı ve
kullanımı görsel gösterme, izleme, demonstrasyon ve jestsel taklitle, sözsel
anlatıma gerek duyulmadan sağlanabilir. İnsanın yaptığı sosyal örgütlenme, alet
kullanımı ve kültür basit birkaçlıktan öte gelişince ve toplam 100 işareti
hafızada tutacak belleğin, ihtiyacı karşılayamaz duruma geldiği anla birlikte
sözsellik başladı.
Beraberlikte
Biz ve Benlik ve Diyalogun Oluşması
İnsanlar “kendi temel yaşam
gereklerini üretmeye başlayınca, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye
başlarlar (Marks, 1969:7). İnsanların birlikte yaşamaya başlamasının anlamı,
önceden sadece kendiyle ve kendi dışındaki fiziksel çevreyle, kendini sürdürmek
için mücadeleci ve egemenlik ilişkisi kuran insanın, ilişkisine ve ilişkisini
yürütmek için iletişimine önemli bir boyut daha katmasıdır. Diğer insan ve
insanlar bu katmayla birlikte ben’lik ve biz’lik oluşmaya başlar. Ben’i
biz ile aynı anda özdeşleştiren ve
ayıran insan, üretim ilişkileri sırasında “sen”
ve bizden olmayan dost veya düşman onları
yaratır. Bu yaratış, beyinsel faaliyetler ve düşünce ile değil, insanın
günlük yaşam tecrübelerinin us ile anlamlandırılmasıyla oluşur. İnsanın
başkalarıyla birlikte yaşamasıyla, kendi başınayken kullandığı kendiyle ve
dışıyla olan iletişimine, “kendine benzer başkasıyla” iletişimi katmak
zorunluluğu aynı anda ortaya çıkar. Üretim faaliyetleri sırasında ve
gelişmesinde diğer insanla(rla) ilişkisi çeşitlendikçe, bu başkalarıyla
iletişim de çeşitlenir.
İnsanın doğayla ve biz olarak benimsediği diğer insanlarla
ilk ilişkisinin eşitçil ve ortaklaşa şekilde biçimlenmesi, bu sırada işaretler
ve diğer sözsüz-anlatım yanında kelimelerin kullanılması ve dilin gelişmesiyle,
insan iletişiminin ilk önemli temel tarzı oluşur: Diyalog. Diyalog yüz yüzedir;
göze, ağıza ve kulağa bağımlıdır; zaman ölçüsü bakımından o anda olur. Diyalogda
eşitcil alışveriş, ortaklaşalık, anlayış
ve diğerlerinin ihtiyaçlarını düşünme vardır. Diyalogda insan
faaliyetleri yatay ilişki biçimi
çerçevesinde ortak amaçlıdır. Diyalogun sosyal matriksi güvenmeye, alçak
gönüllülüğe, sevgiye ve ortak eleştirici arayışa dayanır (Freire, 1973).
Diyalogun bu karakteri, diyalogun çıkıp geldiği ilkel toplumsal yapının üretim
biçiminin egemen özelliklerindendir (Siegelaub, 1979:13).
Diyalogun olduğu yüzyüze iletişimin
karakteri sosyal yapıya ve yapıdaki ilişkinin karakterlerine göre değişir.
Eşitcil ve dayanışmaya dayanan bir yapıda, aile içi ve dışı, aileler arası ve
diğer üretim birimleri arasındaki yüzsel iletişim simetrik veya simetriğe yakın
bir özellik gösterir. Yüz yüze iletişim ortaklaşmanın bir uzantısı olur.
Kültürün ve Eğitimin Yaratılması
Bir ağaç dalı ağaçtayken doğadır;
kesilip üzerinde çalışılarak dönüşüme uğratılıp değnek, mızrak, yay ve ok
yapıldığında, kültür ve kültürün ifadesi olur (Alemdar ve Erdoğan, 1994). İlk
üretim biçiminin kültüründe kullanılan mızrak, ok, yay ve çakmaktaşı gibi
üretim (ve iletişim) araçları vardır. Sözsellik veya sözlü kültür bu tür üretim biçiminin anlatımıdır. Bu
anlatımın yansıttığı ilişkide güçlü bir grup ve birliktelik duygusu vardır. Bu
birliktelikte, grup halinde olmakla varlıklarını sürdürebilmektedirler.
Ticaretin gelişmesiyle, üretim araçlarının alınıp satılmasıyla, kültüre ticari
kültür eklenir. Ticari kültürle birlikte ticari kültürün dili de gelişir. Bu
dil ticari pazarın yapısını yansıtır.
İlk biçimlerde insan, yaşamını
gerçekleştirmede öğrendiği ve yarattıklarını yeni nesillere göstermeyle
aktarması ilişki ve iletişimi, eğitimi yaratır. Bu eğitimle ileten, birikmiş
tecrübelerin sonuçlarının verilmesi ve yeni sonuçlar ve tecrübeler için temel
ve yol döşenmesidir. Bu yolla insan kendi yaşamı üzerinde kendi yaşamı için
kendi yaşamını kolaylaştırıcı araçlar ve yöntemler kullanır. Eğitim, bir
egemenliğin satışını yapan ve bu egemenliğe ücretli\maaşlı ve kölelik
arayışıyla birbiriyle yarış içindeki işsiz köleler yetiştiren örgütlü faaliyet
biçimine dönüşmesi kölelik biçimlerinin kurulmasıyla daha sonra olmuştur.
Kültürü yeni nesillere aktarma, sözle ve yaparak-göstererek yapıldığı kültürle,
egemen aktarmanın kayıtla yazarak olduğu kültürlerdeki ilişkiler önemli farklılıklar
gösterir.
İnsan tecrübelerinin, umutlarının,
korkularının materyal ilişkilerinin ve metafizik açıklamalarının yeni nesillere
aktarırken, aynı zamanda, değişimleri de yaratır ve yaşar. İnsanın tarih boyu
gösterdiği özelliklerden biri de, ihtiyaçlar artık ortadan kalktığı halde,
geçmiş ihtiyaçlarla biçimlenen bilinç ve davranış tarzının yeninin yanında
marjinal olarak kalması ve egemenin onun materyal ve ussal temelini silip süpürünceye kadar kendini
devam ettirmesi olmaktadır. Bu tür ilişki ve iletişimde, bir kenara itilen
“eski egemenin” egemenlik veya marjinalliğin ötesinde güç arayışının ifadeleri
vardır.
Diyalogun özelleşmesi ve dilde sınıflaşmanın oluşumu
Artı
Değer ve Sosyal Sınıflaşma
Ekonomik artı değer yaratıldığında,
kişiler arasında bu artı değerin kontrolü üzerindeki mücadeleler de oluştu.
M.Ö. 8 ile 4 bin yılları arasında klan\kavim ilişkileri artan iş bölümüyle
değişmeye başladı. Artı değer üretilmeye başlandı ve biriktirme olasılığı
ortaya çıktı. Artan işbölümü sonucu klan\kavim içinde ürün dağılımında
eşitsizlikler oluştu. Bunun sonucu olarak, siyasal güç herkesin çıkarına değil,
yaşlıların ve şeflerin çıkarlarını gerçekleştirme biçimine dönüşmeye başladı.
Savaşta esir alınanları öldürme yerine, köle olarak kullanma ekonomik kazanç bakımından
daha faydalı görünmeye başladı. Zenginliğin artması ve sosyal sınıfların
çıkmasıyla devlet sosyal kurum olarak belirdi ve gelişti. Mısır, Aztek, İnka ve
Çin imparatorluğu gibi "despot
imparatorluklar" değişime karşı güçlü direnişe sahiptiler ve yüzyıllarca
yıkılmadan varlıklarını sürdürdüler. (Berberoglu, 1994:38, 39).
Eski imparatorlukların üst
tabakasını asiller ve dini-liderler, orta sınıfları zanaatkarlar ve tüccarlar
oluşturuyordu. Alt tabaka işçiler, köylüler ve kölelerden meydana geliyordu.
Egemen kölelik biçimleri mutlak sahiplik-köleliği, borç-köleliği ve
ceza-köleliği şekillerindeydi. Örneğin, Hititlerde toplum şu sınıflara
ayrılmıştı: Özgür yönetici sınıf; yarı-özgürler; köleler ve göçmenler.
Sümerlerin şehir devletlerinden en önemlilerinden Ur III’te toplum üç farklı
sınıftan oluşuyordu: Özgür vatandaşlar, yarı-özgür köleler ve ev köleleri…
Eski imparatorluklarla birlikte
sadece maddeler üzerindeki kontrol ve mülkiyet gelmedi, aynı zamanda, buna
bağlı olarak, insanların insanlar üzerindeki sahipliği ve bu sahiplikteki dikey iletişim biçimi de oluştu. Bu dikey
iletişimde, kölenin benliği ismi elinden alınarak ve sadece istenen yapan bir
araç durumuna sokularak yok edildi. İlk Anadolu, Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hindistan imparatorlukları
köleliğin yaygın olduğu toplumlardı.
Diyalogun Sınıfsallaşması ve Monologun
Çıkışı
Eski Anadolu imparatorluklarının
yazıtlarında siyasal yönetimin monologu vardır. Komagene Krallığının Nemrut dağındaki kalıntılarında, bu
monologun metafizikleştirilen
ideolojisinin yapılaştırılmış ifadelerini buluruz.
Eski imparatorlukların kölelik
düzenine doğru olan gelişmesinde, sahiplik, üretim araçları ile emek gücü
üzerinde toplandı. Sosyal biçimlenmeler kendi üretip kendi kullanan veya
ortaklaşa üretip ortaklaşa tüketen yapısal biçimden, üretim araçlarına
sahipliğe ve güç yapısına göre biçimlenmiş üretim ilişkilerinde aldıkları yere
göre gruplaşan kademeler biçimine dönüştü. Üretim araçlarıyla farklılaşmış
ilişki, üretimden farklılaşmış pay demektir. İnsan tarihinde, yeni üretim güçlerinin (yeni araçları geliştiren
ve kullanan güçlerin) gelişmesi ve bunun üretim ilişkilerini değiştirmesiyle
yeni sınıflar oluştu ve sosyal biçimlenmeler değişime uğradı. Bu değişimle
birlikte iletişim biçimlenmeleri de değişti. Diyalog özel bir ilişki biçimi
içine çökertildi: Aynı veya benzer
sosyal statüye sahip olanlar arasında olmaya başladı. Sosyal
tabakalaşmada tabakalar arasında monolog ve tek yönlü baskıcı iletişim biçimi
gelişti. Bu biçim yasalar, kurallar, gelenekler, kaideler, adetler, dini
merasimlerdeki sessizlik, hürmet, susup-dinleme ve riayet etme ve korku ile
beslendi (Siegelaub, 1979:13). Tek yönlü monolog ve boyun sundurma ve boyun
sunma iletişim ilişkileri ekonomik mülkiyet ilişkilerinin açıklayıcısı ve
yansıtıcısı olarak belirdi ve gelişti. Eski imparatorlukların aynı sınıf
içindeki diyalogda ve sınıflar arası monologda sözsel iletişim egemendir. Bu
egemenliğe yazı sonradan eklenmiştir. Tarih boyu sözlü gelenek en eski, en
kalıcı ve en egemen biçim olmuştur. Sözlü gelenek, diyalogdan dikey ilişkideki
monologa kadar değişen biçimleriyle, Anadolu’da 20. Yüzyılın sonlarına kadar
egemen olarak kaldı. Aynı yerellikteki sözlü geleneğin yanında, gezginler ve
ozanlar bu geleneğin Anadolu’da zaman ve uzay içinde yayıcısıydı. Sözlü
gelenekle standartlaşmış yollarla deneyim ve bilgi, kayıt ve geri çağırma
(hatırlama) gereksinim vardı. Bu da, ancak efsaneler, öyküler, destanlar,
ağıtlar, ata sözleri, vecizeler, şiirler ve fıkralar insanlar arasında
ezberlenip sözlü olarak aktarılmasıyla mümkündü. Bu anlatım şekli zorunlu
olarak beraberliğin ve belli kültürel biçimlenmelerin sürdürülmesinde önemli
bir parçası oldu. Bu beraberlikte egemenlik ve mücadele koşulları tutma ve
değişim için yeniden üretildi. Sözlü gelenek büyük ölçüde yerel karaktere
sahipti, fakat bu yerellikte imparatorluğun egemen söylemleri de vardı.
Anadolu’nun sözlü geleneği Batı kültürünün kayıtlı ve görüntülü “hikaye
kurgulayıcılığı ve anlatıcılığıyla” marjinalleştirilinceye kadar egemen kaldı.
Sözlü iletişimle sadece “o
andalıkla” ilgili bir yaşam sürecini tamamlama gerçekleşmez, aynı zamanda sözlü
gelenekte insanların bellekleri kayıt yeri
olarak kullanılarak, nesilden nesile
aktarılanlar efendiliğin ve köleliğin, temsil edenin ve edilenin
konumları, insanlar arasındaki beraberliğin ve bu beraberliğin yapısının
desteklenmesinin önemli bir parçası olur. Sözlü gelenekle, elbette, sadece
diyalogun ve monologun materyal ve ideolojik yapısı desteklenmez; sözlü gelenek
aynı zamanda direnişin ve mücadelenin sürdürülmesinde görevseldir.
Üretim
İlişkilerinde Kayıt ve Yönetilenin Bilişi: Yazı ve Okuma
Yazıya Gereksinim ve Yazının Oluşumu
İlkel yapılarda nüfusun artışıyla
fiziksel ihtiyaçlar ve dolayısıyla yaşam gereklerini sağlamak için çevrenin
kontrolü ihtiyacı da arttı. Bu ihtiyaçlara cevap olarak araçlar ve silah için metal işleme, ev içi
el-işleri\dokuma, hayvanların evcilleştirilmesi, ve sonra yerleşik hayat
biçimini getiren tarım geldi. Yerleşik hayatın ve tarımın gelişmesiyle, hem
uzayda\mekanda kullanım arttı; hem de tekerlek
ve araba gibi araçlarda ve beceride\ustalıkta gelişmeler oldu. Bu gelişmelerin
sonucu üretim de arttı ve tarımsal artık ürün elde edildi. Bu, el işlerindeki
ve tarımdaki artık-ürün mübadelesini (exchange) ortaya çıkardı. Bu gelişmeyle aynı
zamanda iş bölümü ve kavim içinde sonunda köleliğe giden hiyerarşinin oluşması
gerçekleşti. Kavimler aralarında ilişkiye başladığında, emtiaların
mübadelesinden daha çok örgütlü sosyal biçimlerin ilk faaliyetleri olan
savaşlar geldi. Bu faaliyetler iletişimin yapılaştırılmasında yansıtıldı.
Tarımda ve el-işlerindeki gelişmelerle ve artan iş bölümüyle, artan uzmanlaşma
ve üretimle birlikte, mübadele sadece kavim\klan içinde genelleşmedi, aynı
zamanda dış ilişkilerde de arttı. Kavimler\klanlar ortak ilgi ve korunmak için
veya istila ve talanlarla birleşmeye başladı. Tarımın olduğu yerellikle
(köyle), el sanatının\zanaatın olduğu
yerellik (kasaba) arasında ayrılma arttı. Kasaba gelişmenin merkezi
olmaya başladı. Mübadelenin genelleşmesiyle, farklı insanlar, gruplar ve
kavimler arasında yakın ilişkiler kurulmaya başlandı. Bu ilişkilerle birlikle
bilginin, tecrübenin ve fikirlerin alışverişi de geldi. Bu gelişmeler sözlü
geleneği yetersiz kılan ihtiyaçları ortaya çıkardı. Sözselin şimdilik (zaman)
ve buradalık (uzay/mekan) bağımlılığı, bu yeni gelişmelerin getirdiği zaman ve
uzayla yeterince çakışmadı. Kayıt etme gerekliliği oluştu. Bu nedenlerle yazı
ve beraberinde gelen okuma gereğini ön plana getirdi. Gerçi okuma ve yazmanın
yayılması 21 yüzyılın eşiğinde bile yaygınlığa ulaşmadı, fakat başlangıcı, bu
gelişmelerin olduğu zamanımızdan 5000 yıl öncesine kadar uzanır (Siegelaub,
1979:14; Erdogan, 1997).
Yazılı iletişim çağı Asya’da, eski
Çin ve Amerika’da Maya ve Aztek uygarlıkları tarafından 5,000 yıl kadar önce
başlatıldı. Görsel-kayıtla iletişimin başlangıcı bundan çok daha önce,
mağaralarda ve kazılarda bulunan göstergelerine göre M.Ö. 45,000 yıl öncesine
kadar gitmektedir. Mağara duvarlarına resimler M.Ö. 35,000 yıllarında yapılmaya
başlanmıştır. Bunlara doğayı aynen yansıtan çizimler 14,000 yıllarında
görülmektedir.
İlk kayıt etme ihtiyacı ve yazı
kullanma mülk (ve köle) sahiplerinin mallarının ve alışverişlerinin kaydetmesi
ve hesabını tutmada başladı. Köleliğin ve kölelik imparatorluklarının
kurulmasıyla ekonomik ve siyasal yönetimde kullanımı başladı ve yaygınlaştı.
Yani, yazının çıkışı tümüyle ekonomik
temelliydi. Daha sonra siyasal yönetimin kurallarının ve komşularla yapılan
anlaşmaların kayıt edilmesinde, savaşta ve yasal dokümanlarda kullanıldı (Siegelaub,
1979). Elle işlenerek yapılan kayıtlar, aracı, amacı ve ürünüyle,
yöneticilerin, tüccarların, sahiplerin, lortların, asillerin, beylerin,
senatörlerin vb. mülkiyeti olarak kendini gösterdi. Diğer bir deyimle,
iletişim, taş, çamur tabletler, ağaç tabletler, papirüs ve hayvan derisi
üzerine işlenen yazının kullanılış biçiminde, ekonomik yönetimin ve siyasal
egemenliğin bir parçası olarak oluştu ve gelişti. Ekonomik gereksinmelerle
başlatılan ilk grafik yazı biçimleri, ardından imparatorlukların güç yapısının
ihtiyaçlarına adapte edildi. Yazının siyasal kullanımı kamu yönetiminin halkla
ilişkiler amaçlı girişimlerinde de görülmektedir: M.Ö. 1800’lerde tahıl
üretimini nasıl artıracaklarını anlatan Sümer Bültenleri bunun ilk örneğidir.
İlk imparatorluklarda tüccarların
saraya bir çalışan gibi bağımlı olmaları veya bağımsız olmaları zaman ve yer
bakımından farklılık göstermektedir. Örneğin, Sümerlerde (UR III) tüccarlar
“kraliyet ödeme listesinde” görünmemektedir ve mühürlerinde kraliyet temsiller
yoktur. Gerçi hesap dokümanları tüccarların sarayın acentacıları\ajanları
olarak hareket ettiklerini göstermektedir; fakat bu tüccarlar bürokrasinin
üyeleri veya sarayın basit işçileri değildi. Kapadokya ile M.Ö. 2000 yıllarında
ticaret yapan Asurlu tüccarlar temel olarak bağımsız tüccarlardı. Aynı yıllarda
Iran Körfezinde (Bahrain ile) ticaret yapan Sümerliler de bağımsız tüccarlardı.
Eski Babil’de (M.Ö. 2000-1600) de tüccarları saraya bağlayan bir delil yoktur;
bağımsızlardır. Hititlerde bağımsız tüccar olup olmadığı pek açık değil. Fakat
Hitit yasaları tüccarların haklarını koruyan kurallar getirmiştir. Bu
kuralların bazıları dış ülkedeki (örneğin Babil ve Ugaritteki) hakların
korunmasına da uzanmaktadır (Hoffman, 1997).
İlk kavimlerdeki sözlü geleneğin
yansıttığı ortak varoluş ve sürdürülebilirlilik, eski imparatorluklarda egemen
güç yapılarının hakimiyetlerini perçinleme ve sürdürme şekline dönüşür. Bu
durumda eski “ortak bilinç” sahte bilince dönüştürülmeye başlar; grup duygusu
egemenliğin mitlerden ve rituallerden, diğer günlük etkinliklerden geçerek
sağlanmasını gerçekleştirme biçimini alır. Bu durumda, siyasal, dinsel ve
ticari güçlerin bireyciliği (veya grup bilinci) kendi egemenlikleri için
örgütlenmiş grupsal çıkarlar duygusallığıdır. Kölelerin ve diğer egemenlik
altındakilerin birey olarak varoluşu bu egemenlik içindir ve kendi için
benliğinin gelişmesi egemen yapı içinde eritilmiş ve yok edilmiştir. Köle-insan
ve çalışan insan sadece ona sahip olan
efendisine, devlete ve örgütlü din gücüne hizmet için vardır. Bu egemenlikte
sözlü gelenekten geçerek kölenin zincirine vuruluşu, sözselliğin veya yazının
kendi yapısından kaynaklanmaz; onu zincire vuran koşul nedenlidir.
Eski
İmparatorluklarda Yazı Araçları
Eski imparatorluklarda yazı
araçları oldukça çeşitlilik gösterdi ve gelişmesi özellikle taşınabilme ve
işlenme kolaylığı ve kalıcılığı yönünde oldu. Mezopotamya’da M.Ö. 8000 -3100
arasında kayıt etme, hesap tutma ve muhasebe için jetonlar kullanıldı (Token
sistemi).
Sümerler M.Ö. 3500 yıllarında bilinen sembolün sesi belirlediği ilk yazıyı
kullandılar. Bu yazı Akadlar, Elamlılar, Babilliler, Asurlular, Hititler ve
Urartuların elinden geçerek değişikliğe uğratıldı ve Fenikelilerde fonetik dil
oldu. Fenikeliler kendi alfabelerini çivi yazısından yararlanarak
geliştirdiler. Sümerlerde yazının
başlamasıyla token sistemi gerileme devrine girdi.
Babillerde bulunan en eski yazıtlar, taş tabletlere
kazınarak işlenmiş ve her biri bir sözcük ya da düşünceyi temsil eden
işaretlerdir (ideograms). Daha sonra en yaygın yazıt aracı olarak tablet
şeklinde yapılan kil oldu. Ardından
ideogramlar çivi yazısının hecesel işaretlerine dönüştü. Fakat simgesel işaretlerin bir kısmı
varlıklarını sürdürdü ve bunlardan alfabetik sesleri simgeleyen başka işaretler
ortaya çıktı.
Mısırlılar M.Ö. 3100 yıllarında
hiyeroglifleri geliştirdiler ve alfabe tipine geçmediler. Bilgi tekeli taş
üzerine yazı ve hiyeroglifler merkezindeydi. Mısırlılar M.Ö. 2500 sıralarında
ana yazı aracı olarak taş ve ağaç yerine papirüs ve fırça kullanmaya
başladılar. Böylece yazıyla iletişim aracında uzay içinde “taşınabilirlilik”
kolaylığı sağlandı. Papirüs kütüphaneleri kuruldu. Yazı sanatının bu
gelişimiyle katiplik mesleği gelişti. Hiyeroglif önce gerçek objeleri anlattı,
ardından fikirler ve heceleri anlatmak için kullanıldı. Mısır yazısı M. Ö. iki
binlerin ikinci yarısında 24 sessiz
harfli alfabeden oluşan Fenike yazısının
gelişmesine model oldu. Bu alfabeden Sami oradan da Latin alfabesi
oluştu. Çinliler M.Ö. 1400’lerde kemik üzerine yazmaya başladı. Yunanlılar
M.Ö.1775’de fonetik alfabeyi aldılar ve M.Ö. 200 yılında hayvan derisinden
parşömeni geliştirdiler. M.S. 150'de ilk kez,
parşömen, yuvarlak rulo yapma yerine, kitap yapmak için sayfalar içine
katlandı. Çin’de, yazılı iletişim aracının geliştirilmesine tekstilden yapılan
kağıt eklendi. Tekstil parşömenden daha ucuz bir hammaddeydi ve bu da kağıt
üretimi fiyatlarını düşürdü. Sonradan, lambanın siyah isinden yapılan mürekkep
yazı biçimine yeni bir tarz kazandırdı. Çinliler Avrupalılardan bin yıl kadar
öncesinden kağıt kullanmaya başlamışlardır. Çinliler M.S. 105'de kağıt ve
mürekkep yapmaya başladılar. Araplar Semerkant'a kadar fetihlerle
ulaştıklarında, kağıt yapımını öğrendiler ve Afrika’ya ve Avrupa’ya doğru
yayıldıklarında kültür ve bilgilerini de, özellikle İspanya, İtalya ve
Fransa’ya yayıldı. Avrupa kağıt üretimine ancak 13. yüzyılda başladı.
Yazıların
içeriği, biçimi ve fonksiyonu
Yazının icadı “zamanı gelmiş olan
bir fikir” değil, fakat üretim koşullarının zorladığı bir yeniliktir. Yazının
içeriği kaçınılmaz olarak bu yeniliği arayan koşulların gereksinimini giderecek
görevi ve içeriği taşıyacaktır. Eski imparatorlukların yazı sistemleri o
zamanların kültürel ve mental dünyasını anlamada önemli rol oynadığı
belirtilir, fakat yazının gerçek önemi ekonomik, yönetim ve ticaret alanındaki
anlamında yatar. Tapınakların geniş kaynakları denetlemeleri gerekliydi;
gelirler hesaplanmalıydı; genişleyen kaynak temeli için tek bir kontrol
sağlanmalıydı.(Childe, 1967).
Eski İmparatorluklardan kullanılan
metinler oldukça çeşitlilik göstermektedir. Bunların çoğunluğunu siyasal
yönetim güçlerinin belgeleri oluşturmaktadır. Babil, Mezopotamya, Hitit ve Asur
krallarının yasaları siyasal ve ekonomik ilişkileri, kölelik ve mülkiyet
haklarını belirler ve düzenlerler.
Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarının yazıtlarındaki belgelerde memur
raporları, satın alma senetleri, vasiyetler, mübadele senetleri, kral
mektupları ve komşu uluslar arasındaki ilişiler, eski imparatorluk düzenlerinin
toplumsal yapısı ve ilişkileri hakkında bilgi verirler. Asurluların “Harran
Envanteri” adıyla anılan belgesinde, hayvanlar, sulama araçları ve köleleri de
içeren ve Asurluların sömürge topraklarını kapsayan bir liste sunar (Diakov ve
Kovalev, 1987). Hitit kroniklerinde olduğu gibi tarihsel metinler uluslararası egemenlik
ilişkilerini öykülerler.
Yazının ilk gereksinim duyulduğu ve
kullanıldığı alan ekonomik konum olduğu için, bu alandaki içerik, malın
hüviyeti, mülkiyetin belirlenmesi, imza, mal listesi, malın sınıflandırılması,
mübadelenin kaydı, hesap kaydı vb. biçimleri içerir. Yazının sonradan
siyasal\dini yönetimde kullanılmasıyla, ekonomik içeriğe siyasal yönetim
içeriği de eklenmiştir. Bu içerikleri Anadolu uygarlıklarından kalan yazıtlarda
(örneğin tabletlerde) oldukça bol görülür. İçerik egemenliğin kendini
ifadesidir ve egemenlik altındakinin sözü veya istemi yer almaz. Egemenlik
altındakilerin istemleri ve davranışları, bu yazıtlarda düzenlenir. Örneğin
Hammurabi (M. Ö. 1792-1750) yasaları Babil imparatorluğunun kölelik sistemini
yasal bir çerçeveye oturtmuştur. Hammurabi yasalarında amaç, örneğin egemen
kalabilmek için kölelikte köleliği adil gösteren adalet getirmekti (Erdoğan,
1997). Anadolu’nun eski uygarlıklarının “yazılı edebiyatı” güç merkezinin
kendini anlatımıdır.
İlk yazı, tablolar ve listelerle
grafik biçimindeydi ve temsil olarak konuşmanın değil kelimelerin temsiliydi.
Bu ilk yazılarda efsaneler, halk öyküleri veya edebi biçimlere rastlanmaz;
Babilon’un tapınaklarında ve saraylarında bulunanlar idari ve ekonomik
dokümanlardır (Goody, 1977). Sümer İmparatorluğunda geliştirilen en ilk yazı
ticari amaçlı yazıdır: taşınan mallara bağlanmış, malların hüviyetini
belirleyen ve kişisel mühürü taşıyan kil etiketler bu ilk yazı biçimlerini
temsil eder. Sonradan, kimlik belirlemede malları resimlerle temsil edilen
listeler ve gönderenlerin yazılı imzaları, faturalar, hesaplar, tarihler, malın
cinsi, iş adı ve çalışanların ismi, mühürler kullanılmaya başlandı. İsim ve
maddelerin detaylarını taşıyan tabletler yevmiye defterlerinin, mizanların ve
muhasebe defterlerinin gelişmesine önderlik etti. Bu tür yazı sistemi kamu
ekonomisi ve yönetimi ihtiyaçlarından yükselen bir temele dayanır. Dolayısıyla,
ilk yazı biçimleri gelişen bürokratik yapılarda ekonomik ve yönetim amaçlarla kullanılmıştır.
Siyasal yönetim alanında
imparatorluklar arasındaki anlaşmaların, üst zümreler arasındaki
mektuplar, imparatorluğun yönetimindeki
olaylar, yasalar, boşanma kuralları, yeminler, serbest bırakma kontratı, tarihi
olayları sıralayan yıllıklar, dini vahiyler, kronolojiler ve savaş hikayeleri
biçiminde gelişti. Bu gelişme bugün “tarih” dediğimiz kavramın başlangıcıdır.
Bunun yanında kelime listelerin, olayların listesinin uzantısı olarak ortaya
çıkması kategorileştirme ve bilginin gelişmesine önderlik etti (Goody, 1977).
Asurlular ülke içinde haberleşmeyi
ve askeri harekatı güvenlik altına almak için sürekli posta bağlantıları
kurmuşlar ve taş döşenmiş ulaşım-iletişim yolları yaptırmışlardı. Yazıtlar ve
kabartma kalıntılar kralların barış ve savaş zamanındaki yaşam öykülerini
(bahçe ve havuzlarını, eşlerini, ailelerini, kölelerini gösteren)
anlatmaktadır. Asur yazıtlarında da gene iç ve dış ilişkilerle ilgili yazıtlar
egemendir. Asur saraylarının alçak-kabartmalarında savaş tutsaklarının köleliğe
götürülmesi ve asillerin işkence edilmesi ve kralın av sahneleri anlatılır.
Egemenliğin bütünleşik bir parçası
olan örgütlü din, insanın yaşadığı
toplumsal koşulları meşru olarak görmesine ve benimsemesine daima önemli ve
baskıcı katkıda bulunmuştur. Örneğin, diğer dinlerde olduğu gibi, Sümer’de
yazıdan geçerek “Tanrının adaleti tercih ettiğini, fakat aynı zamanda
talihsizliği ve kötüyü de yarattığı” vurgulanır; “İnsan tanrının kullandığı
araçtır; yaşamının sonunda onu, genel olarak hazin bir yer olan alt dünyaya
yatırılırlar” (Wolkstein ve Kramer, 1983: 123, 124).
Eski imparatorluklardaki mülkiyet
ilişkileri aynı zamanda köle ve mal sayımı ve toprak ölçümü gibi gereksinmeler
için matematiğin gelişmesini de
getirdi. Zamanla yazı; bilim, muhasebe,
matematik ve astronomi için zorunlu araç oldu. Pozitivist bilimciler için, yazı
uygarlığın referans noktasıdır.
Yönetilenlerin Okumayı Öğrenme ve Yazmayı
Öğrenmeme Gereği
Halkın yazmayı öğrenmesine ihtiyaç
yoktur, çünkü halkın yazıyla iletişeceği hiçbir emir, vereceği ders veya
talimat, göndereceği ve hesabını tutacağı malı yoktur. Okumayı öğrenmek, yazma
üzerinde tekele sahip olan yönetim için görevseldir. Fakat yazıyı öğrenmeleri
yönetici güçler için karşı-görevselliğe sahiptir. Ayrıca yazmayı öğrenme,
yazının kendi biçimi nedeniyle de oldukça zordu: “Hiyeroglif, çivi yazısı, Hint
yazısı ve Çin’de geliştirilen yazının öğrenimi, yıllarca süren deneyimi
gerektiriyordu. Yazı ustaları bu yüzden toplumda ayrıcalıklı bir statü
kazanmıştı.” (Alemdar, 1981:16). Ancak Fenike alfabesiyle öğrenme çok daha
kolaylaştı. Çok sonra kağıdın çıkması ve yaygınlaşması ve örgün eğitimin
gelmesiyle okuma ve yazma da ulaşılabilir oldu. Fakat okuma veya yazmaya
herhangi bir nedenle gereksinme duyulmadıkça, aracın var ve kolayca erişilebilir
olması anlamını yitirir. Bunun en belirgin göstergesi 20. Yüzyılın ortalarında
Anadolu’daki okuma-yazma oranıdır. Televizyonun yayılmasıyla, cehaletin yazıyla
desteklenip yaygınlaştırılmasının yerini, görüntülü cahilleştirme ve yönetme
almıştır.
Yazma, aracı ve süreciyle, yazan ve
yazdıranla, egemenliğin mülkiyetinde olduğu için, örneğin, Anadolu’nun eski medeniyetlerinin on binlerce
yazılı tabletleri arasında, halkın yazıtları yoktur; bu yazıtların hepsi de imparatorluğun
yönetimi ve düzenlenişiyle ilgili yazıtlardır. Mezopotamya’da, Mısırda, Roma’da
ve Yunanistan’daki eski imparatorlukların yazılı kültürel kalıntılarının
sahipleri ve içeriklerinin hiçbiri ne halkındır, ne de halk tarafından kendi
için üretilmiştir. Yazılı iletişim, imparatorluklar içinde ve imparatorluklar
arasındaki siyasal ve ekonomik egemenlik ve kölelik ilişkilerinin
düzenlenişinin ve yürütülüşünün kaydı ve iletisidir. Yazılı iletişimin aracı, amacı, konusu, kullanılışı ve sonucu
imparatorluğun mülkiyet yapısını ve mülkiyet ilişkilerinin özelliklerini
anlatır.
Sözlü ve yazılı İlişkisi: Egemenlik ve anlatım biçimleri
Sözsel veya yazısal dil, sosyal ve
kolektiftir. Yazının ilk imparatorlukta kullanım biçiminden kolayca
anlaşılabileceği gibi, yazılı kelime, sözün yerini almamıştır. Fakat toplumsal
ilişki ve iletişim biçimine yeni bir boyut eklemiştir. Bu yeni boyutun önemi ve
kapsamı, gördüğü fonksiyonlarda yatar. Yazı elbette konuşmayı ortadan
kaldırmadı. Yazıyı kullananlar arasında, eski konuşma değişir ve söz yazının
sistematik biçimiyle sistematikleşir. Ticari ve siyasal-dinsel yönetenler ile
yönetilenler arasındaki dil\konuşma farkı hem içerik hem de nitelik bakımından
daha da artar. Egemenin dili egemenliğin üretimiyle uğraşırken, egemenlik
altındakilerin dili hem mücadele hem de istekli ve zorunlu boyun sununun ifade biçimlerini taşır.
Sözsellik, Ong’un deyimiyle (1986)
şimdiye bağlı şimdiki gerçek etkinliktir ve doğaldır; yazı ise ölü ve yapaydır.
Yazı insanın dışında ve insana yabancı bilinçli ve yansımacı bir biçimde belirlenmiş
bir teknolojik üründür. Yazılı kelimeler sesin (vekaleten) yerini alır; ta ki
içten veya dıştan okuma yoluyla tekrar sese dönüştürünceye kadar, bir yüzey
üzerindeki işaretlerdir (Ong, 1974:166). Eski imparatorluklarda, belli güçlerin
yönetim gereksinim ve amaçlarına hizmet eden yazı, beyine kayıt ve beyinde
hatırlama yoluyla tekrar çağırarak kullanmaya, daha güvenilir olan kayıt etmeyi
ve bu kayıtı sözselleştirerek (okuyarak)
hatırlamayı ekledi. Yazıyla, elbette, sadece insanın değil doğanın, zaman
ve yerin kontrolünü geliştirmenin bilimsel sistemliliğine doğru gidiş başlar.
Söz ve sözle iletişim herkes
tarafından ve herkes için vardır; fakat yazılı kelimeyi okumak çok az ve
üretmek ise sadece seçilmiş birkaçın mülkiyetinde ve kabiliyeti içindedir.
Sözlü iletişimle, en temel diyalog şekliyle, insanlar arasındaki ilişkiyi kurar
ve derinleştirir. Ses birey gruplarının bilinç ortaklığında kurulan gerçek
cemaatin biçimlenmesinde önceliğe sahiptir. Ses kişiyi dünyaya yerleştirir ve o
andalığı iletir (Ong, 1967:124, 129). Sözselliğe Ong’un verdiği karakter ancak,
diyalog koşullarında egemendir. Sözselliğin diyalog karakteri dikey iletişim
biçimi içinde karakter değiştirir ve sansür, yasal yasaklar, gelenekler ve
görenekler, görevler ve sorumluluklar adı altında gelen egemenlik ilişki
yapılarıyla, söz ortaklaşalığının anlatımından çıkartılır ve egemenliğin
gerçekleştirilmesi ve yürütülmesinin aracı olur.
Sözsellikte bellek dışında kayıt
yoktur. Yazılı kelime, bellek dışında kayıttan geçerek, kaydedildiği gibi,
hatırlamaya yardım eder. Bellek
toplumsal bireye aittir; yazılı kelime dışsaldır. Bu dışsallık yazıda araç ve
süreç olarak yazanı ve okuyanı üretimde ayırır; kullanımda ise araçtan ve okuma
sürecinden geçerek farklı zaman ve yerde, birbirinden soyutlanmış olarak
birleştirir.
Sözsellikte, belleklerdeki dışında,
yazılıda olduğu gibi geri dönüşlü bir tarih yoktur. Fakat bunun anlamı elbette,
o toplumun tarihten yoksunluğu değildir; fakat şimdiye sıkı sıkıya bağımlılığı;
dünü ve bugünü yaşamada aynı andalığıdır. Bu aynı andalıkta ses\söz işleyen
güç\iktidar kaynağıdır. Kişi ok ve yayı kullandığı gibi, kelimeleri de amaçları
gerçekleştirmek için kullanır. Bu amaç ilk kavimde grup temellidir; eski
imparatorluklarda ise grupların yerini grupların oluşturduğu sınıfsal yapılar
alır.
Sözsel toplumda konuşma nosyonu,
tanımlama dilinden çok, faaliyete\etkinliğe dayanır. Söylenenin unutulmaması
için çeşitli stratejiler geliştirilmiştir: Öyküler, törenler, ritueller ve
formüller hafızayı güçlendirme (mnemonics) üzerine kurulmuştur. Şiir, destan,
ağıt ve müziksellik, söylenenleri hatırlamayı kolaylaştıran ve söyleneni bir
yere yerleştiren ritmik ölçek içinde anahtar bir fonksiyona sahiptir.
Sözselde yüksek seviyede fazlalık
ve önceden örgütlenmiş parçaları birleştiren formüller vardır. Bu nedenle,
sözsel toplumda sözün yapısı analitik olma yerine ekleyicidir. Analitik
düşüncede, yüksek kategori alçak kategoriye tabi kılınır, Sözsellikte herhangi
bir açık hiyerarşi veya boyun eğme kalıbı olmaksızın basitçe ilaveler yapılır.
Belleğin anahtar rolü sözsel gelenekte büyük öneme sahiptir ve sözselin egemen
olduğu toplumlarda toplumu biçimlendirici etki yapar. Sözsel geleneğin toplumu,
geçmişin sürekli şimdiye katılmasıyla
dengeli-durgun (homeostatic) bir yapıya sahiptir. (Innis, 1951:31).
Toplum, enerjisinin çoğunu unutmamaya, geçmişi şimdide sürekli olarak yeniden
oynamaya doğru yönlendirir; Eşit derecede önemli olarak, konuşma\sözsel
faaliyettir ve konuşmanın olduğu yer ve şimdilikte orijinallik ve yaratıcılık
yeni hikayeler yaratmada değil, performansın veya iletişimin kalitesinde yatar.
Sözlü beyin\us öyküleyici anlatıma, listeler yerine, hikayelere doğru yönelir. Sözselde, tanımlayıcı ve
değerlendirici boyutlarıyla yansızlık değil bir görüş vardır: Dışlayıcı değil,
katıcı ve katılımcıdır; Küçük mekanlarda olur ve yüz yüze ilişkilerle insanları
birleştirir. Soyut yerine somut ve durumsaldır; dolayısıyla, bileni bilmeyenden ayırmayan tartışmacı veya
konuşmacıdır. Tartışmacılıkta egemenliğe karşı aktif mücadelecilik veya
karşılıklı katılımcı bağımlılık vardır. Konuşmacılıkta ise, konuşan ve dinleyen
arasındaki ilişkinin önceden belirlenmiş ve süregelene egemenlik karakteri ön
plana çıkar.
Sözlü gelenek ve bellek, halk için
yeterliydi, fakat ekonomi ve yönetim için artık yeterli değildi. Childe’nin
belirttiği gibi, ilk yazı halk arasında yaygın okuma-yazma yaratmaya yönelik
değildi. Uzmanların kullanım alanındaydı ve gittikçe artan karmaşık işbölümü,
büyüme, ve sosyal tabakalaşmaya uygundu. Hesapların\muhasebenin, tıp ve astronominin
koruyucuları olarak, katipler (ve yazılı iletişim) sınıf bölümünü ve yeni
elitist kültürün dışlayıcı doğasını sürdürdüler (Childe, 1986). Yazıyla, Innis’in terimiyle “bilgi
tekeliyle,” belli egemenliğin sağlanması ve sürdürülmesi perçinlendi.
Sözlü geleneğin önemli özelliği
sese, kulağa bağlı olması doğasından değil, bilgi tekelinin çıkmasını
engelleyen ve diyalog karakterindedir. Bilgi tekelini destekleyen iletişim
geleneği, örneğin yazı, baskıcı siyasal otoritenin, bölgesel yayılma, güç ve refahın
haklı olmayan dağılımına götürür (Innis, 1951). Tümüyle sözsel kültürün aksine,
eski imparatorluklarda, zaman yanlılık, Innis’e göre, bilgi tekeline sadece
onların sahip olduğu bir elit grubun (örneğin Mısır`da firavunlar ve
çevresinin, Babil`de rahiplerin ve orta çağa kadar uzanan Katolik Kilisesinin)
güçlü bir sınıf oluşturmasına izin veren hiyerarşik sosyal düzenlere önderlik
etti (Innis, 1951). Zaman yanlı, taşınamayan veya zor taşınan iletişim
teknolojisinin desteklediği toplum yapısı ve egemen üretim ve ilişkiler,
iletişimde olduğu kadar diğer üretim yapılarındaki mülkiyet yapıları nedeniyle,
hiyerarşik sınıflaşmayı oluşturur, yansıtır ve destekler. Elbette, Innis’in
atfettiği bu rol, daha çok, “ön belirleyici etken” değil, kolaylaştırıcı ara etken
olarak ele alınmalıdır. Yazı, kendi başına, baskıcı siyasal otorite ve
adaletsiz dağılıma götürmez; o otoritenin ve dağılımın bir parçası olarak, o
dağılım gerçekleştirici, sürdürücü ve meşrulaştırıcı görev görür. Sözün aksine,
yazı “kişiler arasında kişilerden geçen bir bellek” tutar. Soyut düşünceyi
kolaylaştırır\destekler ve böylece bilim ve matematiğin yükselmesine ve
mülkiyet ilişkilerinin özelliklerine göre belli tekelin gereksinimlerini
karşılamaya yardım eder. Bu “bellek” kayıt etme ve kayıtlardan faydalanarak,
politikaların gözden geçirilmesi, değerlendirilmesi, planlanması ve
uygulanmasında daha etken olma olasılıklarını ortaya çıkartır.
Jesuit Ong’un belirttiği gibi,
bütün söylemlerin ve ilişkilerin paradigmasının yazılı metin olduğunu düşünenler,
dillerin sadece çok küçük bir parçasının basıldığı ve basılacağı gerçeğiyle
yüzleşmelidir. Çoğu diller metinsiz yok oldular ve yok olmaktalar (Ong
1986:26). Dünyanın farklı yerlerinde ve farklı zamanlarında konuşulan dillerin
onda birinden azı yazılı biçim geliştirmiştir. Yazı geliştirmişler arasında
önemli literatür üretenlerin sayısı yüzün birazcık üzerindedir. (Harris 1986:
15).
İmparatorlukta
yer ve zamanda egemenlik ve İletişim şebekeleri
İletişim zaman ve yer içinde olur
ve zaman ve yerle kısıtlıdır. Yer ve zaman üzerindeki egemenlik örgütlü
yaşamdaki egemenlik ve mücadelenin zorunlu bir gereğidir. Aksi taktirde ne
Hitit, ne Sümer medeniyetleri kendilerini sürdürebilirler; ne Mısır’daki
piramitler inşa edilebilir; ne de günümüzdeki gibi yer ve zamanın kontrolünün
iş yerindeki yansımasını anlatan ücretli\maaşlı kölelik gerçekleşebilir. İmparatorlukların yönetiminde iletişimde
zaman ve yer oldukça önemlidir. Yeni, eski ve durağan koşullarla ilgili kararlar
ve uygulamalar için zaman ve yer oldukça belirleyicidir. Örneğin, zaman ve
yerle gelen zorlukları yenme amacıyla da iletişim araçları
geliştirilmiştir. Tekerleğin “icadı” ve kullanımı, taşıma ve ulaşımda
hayvanların kullanımı, avlanma ve savaş iletişiminde ok ve yayın kullanımı,
aynı zamanda, “ulaşmada” insanın elleriyle ve ayaklarıyla ulaşabileceği yer ve
zamanı kısaltmaktadır.
İnsanın kullandığı zamanın yer
bakımdan aynılığında zaman üzerinde kontrol gereği arka planda kalır. Fakat
imparatorlukların yönetiminde, zaman ve yere bağımlı olarak gecikme ve bu
gecikmeyle ciddi kontrol ve yönetim durumu ortaya çıkardığında, zaman üzerinde
mekana egemenlik kurarak kontrol sağlanmaya çalışılır. İmparatorluğun
yönetiminde bu gereksinme ciddi önem kazanır. İmparatorluklar arası siyasal ve
ekonomik ilişkiler ve bu ilişkilerde ticaret, savaş ve haber koşullarının
sağlanması ve geliştirilmesi önem kazanır. Bu gereksinmeler sonucu olarak
ekonomik ve siyasal altyapı (özellikle kara ve yolları) ve bu alt yapıyla
ilgili bakım, denetim, koruma ve geliştirme mekanizmaları ve bu mekanizmalarla
bütünleşik giden ve iletişimi hızlandıracak iletişim ağları kurulması gereği
ortaya çıkar. Bu ağları ilk imparatorlukların hepsinde çeşitli kapsamlarda
görürüz. Çin’den Hindistan’a; Hindistan’dan Mısır’a ve Anadolu’ya; Mısır’dan
Afrika’ya; Afrika’dan ve Anadolu’dan geçerek Avrupa’ya kadar uzanan geniş
alandaki imparatorlukların merkezlerinden geçen kervan ve savaş yolları
üzerinde çeşitli biçimlerde iletişim şebekeleri\ağları kurulmuştur.
Zaman ve yere egemenlikte, ilk çağlarda
(ve orta çağlarda) su ve kara yolu komşu ve uzak yerlerle yapılan savaş ve alış
veriş ilişkilerinde kullanılan egemen kullanım alanıydı. Eski imparatorlukların
su yolları hem üretim hem de ticari ve kontrol mekanizmalarının kurulması ve
geliştirilmesi için önemli roller oynamıştır. Suda kayıklar ve karada
evcilleştirilmiş eşek, at ve deve gibi
hayvanlar ve hayvanla çekilen arabalar\kağnılar taşıma ve iletme araçları
olarak kullanıldı (Childe,1986). Eşek ilk kullanılan hayvanlardandır. M.Ö. 3000
yıllarında Mısırda eşekten yararlanılıyordu ve kullanımı giderek
yaygınlaşmıştır. İletişimin ulaşma zamanının hızlandırmada at ve deve ve
koşucular kullanılmıştır. Öküz arabası ve eşeğin yerine atın önce M.Ö. 2000 yıllarında Asya’da, ve sonra Avrupa
ve Afrika’da, “çöl gemisi” denen devenin M.Ö. 1000 yıllarında çölde
kullanılması iletişimin hızını
artırmıştır (Alemdar, 1981).
Tekerlekli araçlar MÖ. 4000 yılı
sonunda kullanılmaya başlamış ve M.Ö. 1800’lerde parmaklıklı biçime dönüşmüş,
at kullanımıyla da hız artırılmıştır. Tekerlekli araçlar M.Ö. 2000 yıllarında
Mısır’dan Suriye’ye kadar uzanan geniş bir alanda kullanılıyordu (Alemdar,
1981). Elbette iletişim sadece bir
mesajın veya “bir anlamın iletimi” çerçevesinde olmadığı gibi, atın çektiği
tekerlekli araçlar da sadece ticari taşımayla sınırlı değildi; savaş ve barış
iletişiminde yaygın olarak kullanılıyordu. Kervan yolları, ipek ve baharat
yolları, imparatorluk yolları siyasal ve ticari egemenlik ilişki ve
iletişiminin sağlayıcılarıydı.
Kullanılan ulaşım ve iletişim
sistemleri zamanlarının koşularına göre oldukça hızlıydı: Bir kervan, Childe’in
belirttiğine göre, Suriye bozkırlarında günde 36-48 kilometre yol alabiliyordu
(Childe, 1974, quoted in Alemdar, 1981).
İletişim şebekeleri sadece elektrik
ve elektronik çağa ait değildir. Eski imparatorlukların hepsi, egemen oldukları
toprakları yönetimde yer ve zamanı daraltmak için oldukça yaygın ve
geliştirilmiş iletişim şebekelerine sahiptiler. Eski Çin Çu Hanedanı döneminde
yönetici sınıflar oldukça karmaşık bir iletişim şebekesi kullandılar. Eski
ticari yollar sürekli geliştirildi. Moğol Yuan Hanedanı, 4. yüzyılda, 1600
posta istasyonu, 70,000 çalışan ve 40,000 atıyla beş yol-şebekesi üzerinde
yaygın bir iletişim ağı kurmuştu. 18. yüzyıla ulaşıldığında, örneğin Rusya’nın
semaphone mesajları iki saatte 1,000 mil katediyordu (Mulgan, 1994:100.) Pers
(İran) İmparatorluğu M.Ö. 500’lerde Sus - Sard, Sus - Horasan ve Sus - Basra
Körfezi arasında ulaşım ve iletişim ağı kurdu (Ahamenid sistemi; Alemdar,
1981:19-22). İmparatorluğun posta şebekesi (ki elbette halkın mektubunu
taşımıyordu) atla bir günde gidilecek duraklama yerleriyle birleştirilen bir
şebeke sistemi oluşturuyordu.
Sonuç
Tarihsiz bilim
yoksunluk içindeki bilimdir. Karmaşık teknolojik gelişmeler, yapılar ve
ilişkiler, özellikle iletişim alanı, mümkün olduğu kadar bütünüyle anlaşılmak
istenirse, geçmişteki durumlarının bilinmesi gerekir. Bu da araştırma
zorunluluğu getirir.
Siyasal ve
ekonomik sistemlerin kurulması ve kontrolünde taşımanın ve iletişimin önemini
ancak tarih ve siyasal ekonomide özellikle Marksist ve Marksist etkili
yaklaşımlarda görmekteyiz. İlk imparatorlukların incelenmesini iletişim
açısından ele alan en önemli bilim adamı Kanadalı tarihçi ve siyasal ekonomist
H. Innis olmuştur: Innis’e göre, bilginin zaman ve mekan içinde yayılmasında
iletişim teknolojisinin önemli etkisi vardır; “mekan yanlı” medya, gücün
merkezileşmesini ve mekanın yerelleşmesi (decentralization) yerine yer üzerinde
kontrolü teşvik eder. İmparatorluklar dayandıkları iletişim kanallarını ve
medyasını kontrol yoluyla daima güçlerini tutma ve uzatmayı aradılar (Innis,
1951). Innis’te iletişim teknolojileri, diyalektik olarak, kullanımlarıyla hem
tekellerin gelişmesi hem de ona karşı gelme biçiminde görev görürler. Yeni enformasyon
ve iletişim teknolojileri bir toplum birimi içinde ve toplum birimleri
arasındaki dengesiz gelişme ötesinde değildir: Bu teknolojiler yeni coğrafi
farklılaşma ve eşitsizlik biçimleri ile yeni yersel\uzaysal yapılar ve
ilişkiler sunarlar. Ong, McLuhan, kültürel antropologlar ve tarihçiler
sözselliği ve yazıyı evrensel veya toplumsal tümce olarak ele almışlardır.
Sözsel ve yazısal gelişmede, Durkeim ve Weberci anlamda işbölümü ve sosyal
tabakalaşmaya vurgulanarak sınıfsal karakterler bir yana itilmiştir. Aslında,
ne sözsellik ne de yazısallık aynı derecede herkese mal edilebilir. Söz ve yazı
örgütlü insan ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır ve örgütlü yapının
karakterinin ötesinde evrensel nesnel bir görevselliğe sahip olamaz. Eğer
örgütlü yapı eski imparatorluklarda olduğu gibi yüksek derecede bir hiyerarşik
özelliğe sahipse, sözlü ve yazılı iletişim tarzları bu yapıyı yansıtır.
Söyleyenler, emir verenler ve dinleyip boyun sunarak yapanlar vardır. Yaratılan
egemen sözlü mitolojilerde anlatılanlar, bu hiyerarşik yapının kutlanışı ve
kutsayışıdır. Yaratılan mücadeleci mitolojiler ise çıkmazı ve çıkmazdaki
kurtuluş arayışını anlatır. Bu anlatım da Orta Çağda köylülerin tanrı adını
kullanarak, tanrı adına onları ezene baş kaldırıp tanrı adına katledilmelerine
benzemektedir: Kendini ezenle ortak olan tanrılara, alt tanrılara, tanrıçalara
kurtuluş için sığınmak…
Yazının
icadından binlerce yıl geçmesine rağmen,
Anadolu halkının ne yazmaya ne de okumaya gereksinimi olmuştur. Anadolu,
okur-yazarlığın kullanıldığı egemenlik altında kontrol edilmiştir. Yazının
gelmesiyle, eksi imparatorluklardaki (veya günümüz Anadolusundaki) insanların
“psikolojisinde,” kendini ve dünyayı anlamlandırmasında, yazının
doğasından gelen nedenlerle değişmeler
olmamıştır. Olamaz, çünkü çok büyük
çoğunluk için yazı günlük ilişkilerinde yoktur, orada değildir, elinin veya
beyninin bir uzantısı olarak kullanılmamaktadır. Orada olmayanı, fakat ekonomi,
siyasal ve dinsel yönetimde olanı, herkese genelleştiremeyiz. Genelleştirirsek,
ancak egemenliği gerçekleştirme, mitler yaratma ve yönetimde uygulama aracı
olarak niteleyebiliriz. Uygarlıkların farklı dönemlerinde kil, papirüs,
parşömen gibi çeşitli iletişim medyası baskın olmuştur. Her iletişim aracı
egemenliği belirli biçimdeki bilgi tekeli tipini destekler ve her yeni araç
kendi bilgi tekeliyle diğerinin yerini alır (Innis, 1951).
İletişimde güç,
söyleyene ve bu söze karşılık verilmesi olanağını sadece uyma ve boyun sunma
olarak biçimlendirene aittir. Baudrillard ve kültürelcilerin bazılarının
söyleminin aksine, bu güç sembolik ilişkilerin karakterinden çıkıp gelen bir
gerçekten çok daha öte, semboliği biçimlendiren mülkiyet ilişkilerinin kurduğu
egemenliği sürdürme mekanizmalarından kaynaklanır. Materyal hayatın günlük
üretiminde kölelik ilişkileri olmazsa, köleliğin dili ve söylemi de olmaz:
Köleliğin dilinin ve söyleminin oluşuyla (kültür ve ideolojiyle) kölelik
çıkmamış ve oluşmamıştır.
Dilin varlığı,
dilin özgürce kullanılacağı anlamına gelmez. Dil yansız, nesnel ve evrensel gerçeklerin
tanımlanmasını ve anlamlandırılmasını getirmez. Özellikle, toplumsal yaşam
içinde dilin kullanımı (neyin nasıl, ne koşulda kullanılıp kullanılmayacağının
belirlenmesi ve egemenliği) nesnelliğin
ve hatta kişinin kendisine göreliğin bile ötesine ve üstüne geçebilir. Kendini
Tanrıyı temsil eden krala, şeyhe, lidere adayan kişinin dili ve bu durumunu
anlamlandırması kendi-koşullarını değiştirme ve kendini kendi-koşullarıyla
kendi için anlamlandırma önüne ciddi engeller kor. Dilin görevi, bu durumda, egemenin
çıkarları ve dünya görüşü çerçevesi içinde hapsedilmiştir. Bu hapsedilmede,
elbette bu dili kullanan insanın sadece alternatifleri kapatan zorlamayla değil
aynı zamanda katılmayla hapsedilişi vardır.
Gabriel Josipocivi’nin belirttiği gibi, dilin kullanmak, başkaları
tarafından işlenmiş-yaratılmış bir aracı kullanmaktır. Tümüyle sadece kişisel
dilde anlatılamaz. “Bütün diller yabancı dillerdir... Hiçbir zaman benim dilim
değildir, çünkü BEN için bir dil yoktur. Biz halihazırda kullanılan dilin anlaşmalı
zorunlulukları içine doğarız. Bireyler bu anlaşmayı kıramaz. (Josipovici, 1982:
71-2).
İletişim
teknolojisi üretiminden kullanım süreçlerine kadar toplumsal üretimin
bütünlüğünde yapılaşır. Yazı teknolojisinin ve iletişiminin ilk
imparatorluklarda yapılaşması “kültürel” olarak nitelenen “düşünsel” tarafından
değil; ekonomik olarak nitelenen materyallik tarafından belirlenmiştir. Bu
belirlenmeyle birlikte, yazı geleneği eski toplumların önce ekonomik ve sonra
siyasal\dinsel güç merkezlerinde konumlanmış ve güç yapılarının kontrol ve
yönetim gereksinmelerine cevap vermiştir.
İletişim
incelemelerinin, ilkten çağdaşa kadar çeşitli toplumsal biçimler ve bu
biçimlerdeki egemen iletişim yapıları örnekleri üzerine daha fazla eğilmeleri
gerekir. Bu süreçte cevap aranması gereken önemli soruların başında
“toplumların neden yapısal değişme uğradıkları” gelir. Bu soru, iletişim üretim
biçimiyle birlikte toplumsal üretim biçimleri arasındaki geçişi açıklama
sorunlarıyla ilgilidir. Bu da, toplumsal ve iletişim yapılarının siyasal
ekonomisi ve tarihine eğilmeyi gerektirir. Birinci soruya bağlı olarak gelen
ikinci önemli soru, insanın kendini ve toplumunu anlamlandırması ve bu
anlamlandırmanın değişimiyle ilgilidir: Neden düşünce tarzları zaman ve mekan içinde farklılaşmaya\değişikliğe uğrar? Bu
ikinci soru, bilinç, fikirler ve ideolojiyi açıklama sorunlarıyla ilgilidir ve
1990’lara gelindiğinde birinciden çok daha problemli bir sorun biçimine
dönüşmüştür (Benzeri sorular için bk. Jhally, Schiller, Garnham, Murdock,
Marks). Bu iki temel soruya cevap aramada, özellikle ikinci soruyla ilgili
“akademik uzmanlaşmanın” getirdiği ve bilinçli olarak yapılan akademik dilde
uzman fetişleştirme sonucunda da, cevaplardan çok daha fazla sorunlarla
karşılaşılmaktadır.
Elbette bu
incelemenin değerlendirmelerinin genelliğinin ötesine geçip, kendi toplumumuzda
ve tarihimizdeki özel konumları ve iletişim yapılarını ele alıp incelemek
gereği vardır. Bu gereksinme Türkiye’de kendimizi anlama zamanının çoktan
gelmesi ve bunun acilliği karşısında, daha da ciddi bir önem kazanmaktadır.
KAYNAKÇA
Alemdar, K. (1981). Türkiye’de Çağdaş
Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri. Ankara:
AITIA.
Berberoglu, B. (1994). Class structure and
social transformation. Westport, Conn:Praeger.
Childe, V. G. (1951). Man Makes Himself. N.Y.: New American Library.
Childe, V. G. (1967). What Happened in
History, NY: Pelican Books.
Childe, V. G. (1971). Doğunun Prehistoryası. Ankara: TTK.
Childe, V. G. (1974). Tarihte Neler Oldu. Ankara: Odak Yayınları.
Classen, C. (1993). Worlds of Sense:
Exploring the Senses in History and Across Cultures. London: Routledge.
Cohen, M. (1970). Language: Its Structure and
Evolution, Paris: Imperiemere Nationale.
Diakov, V. ve Kovalev, S. (1987). İlkçağ
Tarihi. Ankara:V Yayınları.
Engels, F. (1876). Labour in the Transition
From Ape to Man. In Marks, K. And F. Engels,
(1972). The Origins of Family, Private Property and the State. London: Lawrence & Wishart.
Engels, F. (1975). Labour in the Transition
From Ape to Man, NY:International Publishers.
Erdoğan, İ. (1997). İletişim, Egemenlik,
Mücadeleye Giriş. Ankara; Imge.
Erdogan. İ, (1997a). İnsanın Zincirine
Vuruluşu. Ankara: Doruk.
Goody, J. (1987).: The Interface between the
Written and the Oral. Cambridge: Cambridge
University Press.
Goody, J. (1977). The Domestication of the
Savage Mind. Cambridge: Cambridge University
Press.
Harris, R. (1986). The Origin of Writing. La Salle, IL: Open Court.
Hewes, G.W. (1973). "Primate Communication and
the Gestural Theory of Language," Current Anthropology, 4 (1-2).
Hockett C.F. & R. Ascher (1968). The
Human Revolution, In M.F.A. Montagu (ed)
Culture: Man's Adaptive Dimension. New York:
Oxford University Press.
Hoffman, A. (1997). The Laws of the Hittites;
A Critical Edition. Leiden: E. J. Brill.
Innis, H. A. (1951). Bias of Communication. Toronto: University of Toronto Press.
Innis, H. A. (1972). Empire and Communication. Toronto: University of Toronto Press.
Jhally, S. (1993). “Communications and the
Materialist Conception of History: Marx, Innis and Technology”.
Continuum: The Australian Journal of Media & Culture, (7) 1.
Josipovici, G. (1982). Writing and the Body. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Lecercle, J. (1990). The Violence of Language. London: Routledge.
Marx, K. (1973). Capital Vol. I. NY:İnternational Publishers.
Marx, K. and Engels. F. (1969 ). German
Ideology. N.Y.: International Publishers.
Mulgan, G. J. (1994). The Dynamics of
Electronic Networks. In Polity Reader (ed.) The
Polity Reader in Cultural Theory. London:
Polity Press.
McLuhan, M. (1962). Gutenberg Galaxy. Toronto: University of Toronto Press.
McLuhan, M. (1964). Understanding the Media. NY: Signet.
Morris, S. (1992). Taking Ancient Mythology
Economically. Leiden: E. J. Brill.
Morris, S. (1995). Economic Structures of
Antiquity. Wesport, Conn: Greenwood Press.
Ong, Walter (1986). Writing is a Technology
that Restructures Thought. In Baumann, G.
(Ed.) The Written Word: Literacy
in Transition.
Oxford: Oxford University Press.
Ong, W. (1974). The History and The Future of
Verbal Media. In Silverstein, A. (ed.)
Human Communication: Theoretical Explorations.
NewYork: John Wiley & Sons, pp.165-184.
Schiller, H. (1976). Communication and
Cultural Domination. White Plains, NY:
International Arts and Sciences Press.
Siegelaub, S. (1979). A Communication on
Communication. In Mattelart, A. and S.
Siegelaub (eds.) Communication
and Class Struggle, Vol. I. N.Y.:
International General, pp. 11-22.
Williams, R. (1974). Television: Technology
and Cultural Form. London: Fontana.
Wolkstein, D. & Kramer, S. (1983). Inanna:
Queen of Heaven and Earth. NY: Harper &
Row.