CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:

Diktatörlüğün Medyası



Diktatörlüğün Medyası: Maddi yoksunlaştırmanın düşünsel ve duygusal yoksullaştırmayla desteklenmesi

İrfan Erdoğan, Ankara, 2018

 

sahte imaj imparatorluğu  araştırma kitapları no.1:

DİKTATÖRLÜĞÜN MEDYASI

İrfan Erdoğan
Bu kitap, vicdanı kirli, bilinci çarpık ve amacı kötü insanımsıların egemen olduğu dünyadaki medyada insanlık için mücadele veren, bu nedenle baskı altında olan, dışlanan, ezilen, hapse atılan, işkence edilen ve öldürülen dürüst profesyonellere ithaf edildi. İyi ki varsınız.

 Bu kitap ve bu kitabın ikincisi olan “Televizyon haberleri: Kirletilmiş ruhun günlük gıdası” dahil tüm kitaplarımın gelirlerinin tamamı iletişim alanında okuyan yoksul öğrencilere burs veren İrfan Erdoğan Yardım Vakfına bağışlanacaktır. (NOT: Vakıf olmadı; ama burs veriliyor)

İÇİNDEKİLER

BÖLÜM I. SORUN, KONU VE KAPSAM       .......................................  9
Öncelikle Bilinmesi Gerekenler ve Sorunlar         ........................... 9
Araştırılan Konu, Anlamı ve Önemi        ........................................ 14

BÖLÜM II. YÖNTEM       ..................................................................... 19
Medyayı Anlamak      ..................................................................... 19
İlgili Kavramlar Hakkında        ........................................................ 23
Gerçek: Var mı, Yok mu Yoksa Kafamızın içinde mi?           .. 28
Gerçek, Medya Gerçeği, Evrensel Gerçek ve Kültür          .... 30
Pozitif Düşünme ve Bardak Yarı Dolu/Boş           .................. 34
Komplo Teorisi: Saldırıyla Savunma        .............................. 40
Medya      …………………................................................... .43
İmparatorluk ve Diktatörlük............................................. 44
Diktatörlüğün Medyası..................................................... 44
Medya Sahipliği veya Sahipleri....................................... 45
Medya Profesyonelleri...................................................... 45
Ürün ve Bitmiş/Son Ürün................................................. 46
Üretim ve Yeniden Üretim................................................ 46
Diğer Kavramlar…............................................................ 47
Temel Süreçler.......................................................................... 48
Tasarım, Kapsam, Kaynak ve Veri Toplama.................. 48
Analiz ve Değerlendirme.................................................. 50

BÖLÜM III. MADDİ YAPI: ÜRETİM VE ÜRETİM İLİŞKİLER.       ..... 51
Temel Bilgiler............................................................................ 51
Toplumsal Birim, Birim içi ve Birimlerarası Yapı ve İlişkiler      51
Toplumlar Arası Yapılar ve Yapısal İlişkiler................... 53
Ulusal ve Uluslararası Yapısal İlişkiler ve Medyanın Rolü          56
Aracı Fetişleştirme: Devrim Yapan Medya..................... 68
Üretim için Örgütlenme: Yapı, Değişim ve Transfer............ 69
Örgüt ve Örgütlenme: Genel Özellikleri......................... 69
Medyada Örgütlenme: Temel Yapılar ve İlişkiler.......... 72
Gelişme: Basit yapılardan Tekelci Yapı ve İlişkilere..... 74
Örgüt Yapılarının Transferi: Transfer Bitmedi mi?....... 76
Türkiye: Devlet Tekeli Bitti, Yaşasın Özel Tekeller....... 79
Üretim Yapma: İşin Örgütlenmesi ve Üretim İlişkileri.......... 84
Maddi Üretim Kaynakları ve Kullanımı........................... 86
Doğanın kullanımı....................................................................... 87
Teknolojik bilgi ve araç üretimi: Herkes için?......................... 88
İş bölümü ve emeğin kullanılması............................................. 89
Yönetici Sınıf, Yönetilenler ve Medyayı Yönetenler...... 94
Profesyoneller, Pratikleri ve İdeolojileri......................... 96
Fikir İşçileri ve Bilgi Emekçileri..................................... 101
Örgüt içi İlişkiler: Emek ve Ücret Politikaları............... 109
Ücret Politikaları ve İş İlişkileri...................................... 111
Örgütün Dış Çevresiyle Olan Üretim Bağları............... 117
Dağıtım: Ürün Transferi ve Kültür Emperyalizmi................ 123
Dağıtım: Ürünleri Tüketim İçin Dolaşıma Sokma................ 126
Tüketim: İzleyiciler Sadece Tüketici mi?............................. 128
Tüketim: Medyada Üretim Tüketimle Olur........................... 131

BÖLÜM IV. MADDİ OLMAYAN YAPI: İÇERİK VE ÜRETİMİ        ... 133
İçerik Üretiminde Temel süreçler......................................... 133
İçerikte Temsil ve Temsilin Karakteri................................... 135
İçerik ve Üretiminde Nesnellik ve Yandaşlık....................... 140
İçerik Üretimi ve Sosyal Sorumluluk.................................... 143
İçerik Üretimiyle Halka İstediğini Verme.............................. 145
İçerikle Halkın Gözü, Kulağı ve Dili Olma............................ 150
İçeriğin Üretimine Medya Sahiplerinin Karışmaması......... 154
İçeriğin Etkisi: Yazar Öldü, Yaşasın Tüketici-Kral!............. 156
Medyayla Üretilenler.............................................................. 161
Medyayla İçeriği Taşıyan Maddelere Gereksinim       Üretilir     162
Medyayla Mesaj Üretilir.................................................. 162
Medyayla Anlam Üretilir................................................. 163
Medyayla Geri Besleme Üretilir: Ne Amaçla ve Kimin İçin?       164
Medyayla İzleyici Üretilir................................................ 167 
Medyayla Düşünce, Duygu, Duyarlılık, Vicdan, ilgi,............. 
          İnanç, Beklenti, Tercih ve Davranışlar Üretilir..... 170
Medyayla Sahte Bilinç, Aitlik ve Çarpık Kimlikler  Üretilir      172

BÖLÜM V. YAPISAL İLİŞKİLER VE MEDYADA ÖZGÜRLÜK:.        ........  
   KİMDEN VE NE İÇİN?............................................................. 185
Medya Örgütü Kurabilme Özgürlüğü................................... 187
Üretim Yapabilme: Ticaret ve İletişim Özgürlüğü............... 188
Konu Seçme, Kaynak ve İçerik ile İlgili Özgürlükler.......... 189
Özgürlüğün Gaspı: Özgürlük Var, Beni Eleştiremezsin!... 190
Tekel ve İfade Özgürlüğü: Kurulan Sahte Bağ.................... 191
Tekel, Demokratik Çoğulculuk ve Özgürlük........................ 196

BÖLÜM VI. YAPISAL İLİŞKİLER:           .....................................................
   SORUNLAR, DENETİM VE ÇÖZÜMLER............................... 201
Mekanın/yerin Örgütlenmesiyle Kurulan Kontrol............... 207
Zamanın Örgütlenmesiyle Kurulan Kontrol........................ 209
Teknolojik Bilgi ve Araç Kontrolü........................................ 209
Üretim Yapabilmeyi Kontrol ve Engelleme.......................... 210
Üretimin İçeriğinin Kontrolü.................................................. 211
İçeriğin Kontrolü: Medyada şiddeti ne yapacağız?  .... 212
İçeriğin Kontrolü: Akıllı İşaretler. .................................. 214
Sahiplik ve İçeriğe Karışma........................................... 218
Özdenetim: Sahibin İçimizdeki Sesi............................. 220
Özdenetim Kuruluşları: “Minareye Kılıfı Okşama”   ..... 223
Dilde Egemenlik: Kendine Malederek Sağlanan Kontrol 225
Dilde egemenlik: Popülism, propaganda ve dönüştürme           228
Dilde Anlaşılmazlığın Büyüsüyle Sömürüyü Destekleme           231
Medya Etiğiyle Kontrol: Belirlenmesi ve Doğası.           ............ 233
Normatif Etiğin İşlevi: Kaçış ve destek........................ 237
Etiğin Konusu: Ne ve Kimler Belirler............................ 237
Profesyonel ve İzleyici Etiği.......................................... 238
Medya Etiğinde Rızaya ve Gönüllülüğe Dayanma.  ..... 238
Medya Etik Politikası ve Çözümleri  .............................. 239
Ürün Çöplüğü, Etik Sorunları ve Sosyal Sorumluluk.         ........ 239
Empatiyle çözüm diye kontrol       .............................................. 241
Ürün Dağıtım Safhasında Kontrol       ........................................ 242
Ürün Kullanımında Kontrol       ................................................... 244
Güç ve İletişim Politikalarıyla Kontrol        .................................. 247
Örgütler Arası İlişkilerle Gelen Kontrol         ............................... 253
Ulusal Seviyede Kontrol: Devlet, Yasalar         ........................... 254
Sansür: Devletin Traş Makinesi......................................... 257
Sansür Gitti, Yaşasın Çağdaş Kontrol Mekanizmaları....... 260
Sahtekarlık ve Sindirme: Algoritms, Trols,  dayılanma, Bots         261
Nefret Söylemiyle Kontrol: Bizi Kışkırtma, Onları Sindirme           262
Doğrunun Yerine Geçen Sahte Haber Yayma                 ............. 263
Kaynağı Gayri-meşrulaştırma: Hedeften Koparma                  ..... 263
Hedef Gösterme ve Öldürme: Sıra Sana Gelebilir!                  ..... 264
Klişeli Kontrol: Stereotiplerle Bilme ve Saldırı                     .......... 265
Yanlış Varsayımlar ve Geçersiz Zorunlu Koşullar                    ...... 266
Katarak ve Dışlayarak kontrol: Biz, Onlar ve Ötekileştirme    ....... 267
Uluslararası Seviyede Kontrol         .............................................. 271

BÖLÜM VII. ÜRÜN DAĞITIMI VE TÜKETİMİ            ............................ 275
Teknolojik Araçların Tüketimi............................................... 275
Medya Ürünlerinin Tüketimi.................................................. 275
İzleyicilerin Tüketimi.............................................................. 275
Doğayı Tüketme: Ekosistem Talanı ve Katliamı................. 276

BÖLÜM VIII. SONUÇ VE ÖNERİLER               ...................................... 281
Yumuşak eldivenliye karşı güçlü yönetim Sarmalı   ............ 283
Toplumsal Üretim ve Üretime Katma................................... 287
Yeni ve Eski Medyanın Bu Yapıdaki Yeri............................. 288
Yapan Aktörün Yerinde Edilmesi ......................................... 290
Televizyonun İnsanların Hayat Tarzını Değiştirmesi   .......... 291
İçeriğin Karakterinin Oluşması............................................. 292
Etik ve Siyasal İdealler, Verimlilik ve Karlılık   ...................... 292
Özgür Birey, İyiler ve Kötüler..........................  ...................... 293
Bireysel ve Örgütlü Çıkar ve İçerik.................  ...................... 293
İletişim Araçlarıyla Gelen Katılımcı Demokrasi vesaire.     .... 294
Medyada Sunulan Çözümler: Kötünün Yaptığını Yap!      ...... 295
Hırsız Hırsızdan Çalabilir................................................. ...... 296
İçeriklerde Teorik Tutarlılık........................................   ........... 297
Gelecek Araştırmalar İçin.........................................  ............. 297

KAYNAKÇA              ................................................................................ 299

Kitabın dağıtımı büyük olasılıkla "Kırmızı Kedi " tarafından yapılacaktır. (Sonuç: Yardım vakfın vergiden muaf olması için en az 550 bin lira sermaye isteyen bir devlet yapısı içinde iş gören bir "büyük" sermayeden kendi kitabını bastıran birinin kitabını dağıtma işini kabul etmesi de doğal olarak, kapitalist çıkar mantığına aykırı düşse bile, beklenemezmiş; gerçek deneyimle öğreniyoruz). 

BAŞLARKEN
Günümüzde, üretim araçlarını ve ilişkilerini kontrol eden kapitalist güçler ekonomik, siyasal ve kültürel alanlarda küresel egemenliği büyük çoğunlukla kurmuş durumdalar. Bu egemenliği, ev ve iş ortamlarından uluslararası ortamlara kadar yaşamın her alanında oluşturdukları ve yürüttükleri örgütlü faaliyetlerle gerçekleştirmektedirler. Bu faaliyetler yoluyla teknolojik araçların üretimi ve kullanımını, tüm toplumsal üretimin ve tüketimin amaçlarını, mekanlarını, zamanlarını ve içeriklerini örgütlemekte ve kontrol etmektedirler.
Kapitalist sistemin maddi üretiminin yürütülmesi ve bu amaçla örgütlü kontrol mekanizmalarının kurulup çalıştırılması ve geliştirilmesi işi, sadece kapitalist firmaların iş yerinde kurdukları egemenlikle sağlanmaz ve sağlanamaz; çünkü kapitalist düzenin kitleler tarafından desteklenmesi ve kendi sömürülerine rızayla katılmasının sağlanması, sadece kitlelerin elinden kendilerini üretme ve gereksinimlerini karşılama olanaklarını almakla ve yaşamak için kapitalistin belirlediği koşullarda çalışmak zorunda bırakmakla olsaydı, kapitalist sistemin kendini pazarlama, kamu oyu yaratma ve rıza üretimi gibi dertleri olmazdı. İşsiz bırakılan ve çoğu asgari ücretle çalışan insanların, yaşadıkları koşulu kader veya tesadüf, meşru, normal ve evrensel gerçek olarak görmesinin, maddi olanaklardan yoksun ama “manevi değerlerle zenginleştirilmiş yoksulluklarına ve yoksunluklarına” umutla sarılmasının, başkaldırıyı düşünmemesinin, düşündüğünde suçlu hissetmesinin, tüm engelleyici mekanizmalara rağmen birileri “demokrasi, özgürlük ve insan hakları” falan isteyerek başkaldırırsa, onlara düşman olmasının ve “vatan hainleri” gibi suçlamalarla saldırmasının sağlanması gerekir. Ancak bunlar sağlanırsa, kapitalist sınıf ve onların yönetim işini yapan yöneticilerin yürüttüğü sistem sürdürülebilir. İşte bu bağlamda biliş ve davranış yönetimi yapan (sosyalleşme denen biçimlendirmeyi sağlayan) örgütlü yapılar devreye girer. Bu yapıların başında, örgütlü inanç tüccarlarının binlerce yıldır başarıyla yaptığı ve hala yapmaya devam ettiği “maddi olarak soyulan ve yoksullaştırılan insanların manevi olarak da soyulmasını ve yoksullaştırılmasını” sağlama ve sürdürme işini başarıyla yapan medya ve ilgili endüstrilerdeki profesyoneller gelir: Düzenin sahiplerinin sesi olan ücretli serbest-kölelerin oluşturduğu beyin iğfal şebekesi.
Orta çağda Avrupa topraklarının üçte birine sahip olan kilise, insanları maddi olarak soyma işini manevi soygunla desteklerken, feodalizmin yıkılmasıyla bu toprakları kapitalistlere kaptırdı; ama “inanç sömürüsüyle kitleleri yönlendirerek ve rahatlatarak kapitalistleri de rahatlatma görevini” yapmaya devam etti. Tüm örgütlü dinler inanç sömürüsüyle on binlerce yıldır her tür kölelik sistemini ve katliamların yönetici parçası olarak sürdürdükleri işlerini günümüzde sahip oldukları medya kanallarıyla sürdürmektedirler. İnternet dahil yeni ve eski medya kanallarının diğer bir kısmını ise seks, moda, müzik ve spor kanalları oluşturmaktadır. Diğer medya kanalları ise  yaygın medya dediğimiz ve insanların büyük çoğunun kullandığı kanalları içermektedir. Tüm bu kanalların görevi ekonomik, siyasal ve kültürel yapılar ve ilişkiler için bilme, bilinç, duyarlılık, duygu, ilgi, beklenti, tercih ve davranış yönetimi işini yapmaktır. Bu yönetimden geçerek, medya hem kendi örgütlü sömürü yapısının hem de kendisinin varlığının nedeni olan kapitalist ve kapitalistimsi düzenin sürdürebilirliğini sağlar. 
Elinizdeki bu kitap, medyada üretilenlerin içeriklerinin biliş/düşünce, duygu, inanç ve davranış ekme bağlamlarında incelenmesi için hazırlandı. Genel olarak medyanın ve özel olarak televizyonun içeriklerinin doğasını ele aldı ve her gün 24 saat pompalanan kurnazca “paketlenmiş-ürünlerle”, bizi “belli siyasal, ekonomik ve kültürel çıkarlar için işlevsel insan olma” yönünde yoğuran örgütlü biliş yönetimi pratiklerinin doğasını açıkladı.
Bu kitapla, hiç değilse, duygu ve ilgilerinizde biraz rahatsızlık ve vicdanınızda hafif sızlamalar yarattıysam, ne mutlu bana (ve size).
İrfan Erdoğan, Prof. Dr.       Ankara, Ağustos 2018

BÖLÜM I

SORUN, KONU VE KAPSAM

Öncelikle Bilinmesi Gerekenler ve Sorunlar

Bu kitapta sunulan her şeye katılmanızı beklemiyorum. Hoşunuza gitmeyen bir şeylere rastlayınca, egemen hastalığın bize yaptırdığını yapmayalım: Birkaç şey yanlış diye, doğruları katletmeyelim.
Bizden farklı düşüncede ve inançta olanları dinlemek, bizden olanı (veya öyle sandığımızı) dinlemekten çok daha fazla şeyler kazandırır.
Bu kitap gibi bir incelemenin önsözünü/girişini ve sorun sunumunu okumamak demek, yazarın kurduğu ve kullandığı bağlamaların temelini atlamak ve sonraki sunulanları yanlış anlama olasılığını artırmak demektir. Ayrıca, ben sunumumda, size doğru (veya yanlış) gelen bir şeyler yazarım, ardından da “yukarıda yazılanlar geçersizdir (veya sınırlı geçerliliğe sahiptir) derim.” Eğer bu kısımlardan birini atlarsanız, yanlışı doğru olarak kabul ettiğim yanlış-sonucuna varma olasılığı artar.
Medya profesyonelleri, bizim düşündüğümüz gibi düşünmeyebilir; istediğimiz ve sevdiğimiz şekilde yazmayabilir ve program yapmayabilir; hükümetin borazanı veya sevmediğimiz ve bölücü dediğimiz grupların görüşlerini savunuyor olabilir; para ve güç için onurunu satarak sunduğu medya içerikleriyle topluma kötülükler yapıyor olabilir. Profesyonellik birini öldürürken, “bu kişisel değil” diyen bir kiralık katilliğin duyarlılığı biçiminde olabilir. Biz medya yoluyla insanlığa yapılan her tür kötülüğü ve sonuçlarını açıklayabiliriz ve tartışabiliriz. Hatta açıklamamızı, benim yaptığım gibi çok sert bir dille de yapabiliriz. Medya profesyonellerinin çoğunluğu on binlerce yıldır insanları kölelik koşullarında yaşatan iblisin çocuklarına hizmet ediyor olabilir. Bu profesyoneller ne denli kötü insanımsılar olurlarsa olsunlar, asla hapsedilerek veya öldürülerek yaşam ve ifade özgürlükleri elinden alınarak cezalandırılmamalıdır.[1] Düşüncenin yazarak, söyleyerek veya medyada kurgulayarak ifade edilmesi, asla bir insanın tutuklanması, hapsedilmesi, kaçırılması veya öldürülmesi için bir neden olamaz; ama on binlerce yıldır olmaktadır. O zaman sorun ne? Sorun düşüncenin ifadesi değil; sorun düşüncenin ifadesinden rahatsız olanların meşrulaştırdığı baskı ve hunharlıkla yönetme biçimidir. Türkiye’de 2012-2016 yılları arası sekiz gazeteci öldürüldü. Öldürenler ister bireysel olsun isterse devlet terörünün bir parçası olsun fark etmez, yaratılmış bir egemenlik koşulunun tetikçileridir ve asıl sorumlular bu koşulu yaratan ve sürdürenlerdir.
Kendim için özgürlük istiyorsam, bu istediğim özgürlüğü herkes için de istemeliyim; aksi takdirde özgürlükten bahsedemeyiz; bahsedersek, gasp edilmiş özgürlükler üzerine kurulmuş egemenliği savunuruz.
Yazdıklarımı okurken, lütfen şu iki şeyi yapmayım: (1) 21. yüzyılın önemli insanlık sorunlarından biri de özün görüntüye ve tarza/üsluba kurban edilmesidir: Benim nasıl söylediğim (üslubum, ifade biçimim) üzerine odaklanıp, asıl söylediğimi hasıraltı etmeyin. Yani, ne dediğime bakın, nasıl dediğime değil, çünkü sorun ne dediğimdir; nasıl dediğim değil (nasıl dediğimi ayrıca tartışabiliriz). (2) Bizlere yoğun bir şekilde işlenmiş olan ve bilgiçlik taslatan şu çarpıtma işine de girmeyin: Sorunu “bireysel özgürlüklere müdahale” saçmalığına taşımayın: Önce sorunu kendi yaşamınızla ilişkilendirerek anlamaya çalışın. Soruna odaklanın. Sonra da, sahibinizin sesi olan sesinizle gerçeği ve iyiyi savunduğunuzu sanarak, bizi maddi ve manevi yönlerden yoksul bırakanları savunmak için “bireysel özgürlüklere müdahale” konusuna girecekseniz, girin; ama afaki saçmalıkları bırakıp, özgürlükleri somut ilişkisel ve olanaklar koşulları içinde ele alın, o zaman gerçeği görme olasılığı artar.
 Bu ve benzeri çarpık duyarlılıkların ve çarpıtmaların egemenliğini insanlara işleyenlerin başında “nesnellik taslayan akademisyenimsiler ve medya profesyonelleri gelir: Buna biliş yönetiminde, kurnaz bir şekilde, “özün” “biçime” kurban edilmesi denir. Çözüm olarak da steril (= kısır, “insanımsı” gibi niteleme sıfatlarından arınmış) akademik dil kullanma egemen yapılmıştır. Bize bu kurnaz uyduruyu uzun zamandan beri yutturmaktalar. Şöyle olsa çok daha doğru ve geçerli olurdu: “İnsanımsılık” gibi kavramların kullanmasına neden olacak karakterde profesyonel pratikler yapılmasaydı, bu tür nitelemeler ortaya çıkmazdı. Ne hoş ve kurnazca değil mi?: İnsanımsılar insanımsılıklarını yapacak, biz de bu insanımsılara “insanımsılar” demeyeceğiz ve yaptıklarının insanımsılık olduğunu açıklamayacağız; böylece nesnellik ve uygun dil kullanımı patikasını takip ederek insanımsılar kervanına katılacağız.
Yukarıdakine benzer bir diğer sorun da, asıl öznenin (yapan kişinin) yerine özne olmayanı yerleştirerek, yapanı gizleme ve görünmez yapmadır. Örneğin, asıl yapan yerine “medya” kavramını kullanma böyledir. Bu kullanımda, “medya etki yapar”, “internet katılımcı demokrasi getirir”, “medya bilgilendirir”. Medya bunların hiçbirini yapmaz ve yapamaz, çünkü medya canlı değildir; medya karar veren veya karar verilmişe göre üretim yapan, dağıtan, kullanan, atan, etkileyen ve etkilenen “aktif aktör” olamaz. İyiyi ve kötüyü yapanlar, medya denen örgütlü yapıları kuranlar ve o örgütlü yapılarda (veya o örgütlü yapılar için) üretim yapanlardır. Yani, maddi olmayan üretimi yapanlar, çeşitli örgütlenmelerde çeşitli konumlarda üretimin doğasına (neyin nerede nasıl ne kadar üretileceğine, içeriğinin neden ve nasıl doldurulacağına, nerelere neden ve nasıl dağıtılacağına) karar veren profesyonel kişilerdir. Bunlara biz, örneğin gazeteci, televizyoncu, dizi yapımcısı, film yapımcısı, yazar, reklamcı ve programcı diyoruz.
Bize öğretilen düşünceye göre, bir bilim insanı, öznel düşüncelerini, ilgilerini, duygularını, duyarlılıklarını, inançlarını, ideolojisini, tercih ve tutumlarını, yaptığı incelemeye, sorduğu sorulara, analizlere, sonuçlara ve değerlendirmelere katmaz. Bu çok hoş bir söz; ama saçmalamadır, çünkü böyle bir insan olamaz. Bu tür sözlere bilimsellik kılıfı giydiren hocalarımıza da çok rastlarız. Hocalarımızın “kendini toplumun dışında tutup, topluma nesnel bir gözle bakma” diye bir şey olamaz diyebilmesi için, söz ile ilişkisel gerçekler arasında bağ kurabilmesi gerekir. Bu tür güzel sözlere, belli çıkarları gerçekleştirmeyi amaçlayan taraftarlığı gizleyen “bilim insanı kılığındaki akademisyenimsilerin” ve medya profesyonellerinin yaptıklarını aklayan kalpazanlık denir. Bir bilim insanı veya medya profesyoneli, düşünceleriyle, duygularıyla, duyarlılıklarıyla, inançlarıyla ve davranışlarıyla vardır; bunlardan kendini sıyıramaz; ancak sıyırıyormuş rolü yaparak yalan söyler ve buna da nesnellik der.
Genel bağlamda en temel ve önde gelen sorun, tarih boyu insanımsıların egemenliği altında süregetirilen çeşitli kölelik koşullarının, toplumsal pratikler ve bu pratiklerin günlük ilişkilerde sürekli yeniden üretilmesi yoluyla yaygınlaştırılarak oluşturulmuş ve geliştirilmiş olan insanlık durumudur: Özlüce, 21. yüzyılın çok yönlü teolojik ve laik sömürüyü kullanan güçlerin yönetimi altındaki insanlık durumu…
Medya bağlamında en temel sorun: İnsan olabilme sorunudur. Bunu araştırmanın sonucundan hareket ederek açıklayayım: Bu incelemenin bulguları, var olan değerli bilgi birikimi ve kendi bilgilerim medya profesyonellerinin ürettiği ürünlerin insana ve insanlığa büyük kötülük yaptığını göstermektedir. Bu durum, sorunun ve gerçeğin en önemli, en üzücü ve en çarpıcı yanıdır.
 “Beyin yönetimi yoluyla insanların bilişleri, bilinçleri, inançları, duyguları, duyarlılıkları, vicdanları ve davranışları, endüstriyel ve siyasal güçlerin amaçlarına uygun bir biçimde şekillendirilmektedir” sözü, bu sorunu sadece özetler. Bu özetin altında, amaçlı beyin biçimlendirmenin içeriğinin doğasının baskıları, hunharlıkları, katliamları, insanın kendisinin sömürüsüne arzuyla katılmasını ve tarih boyu kitlelerin birbirini katletmesini getiren karaktere sahip olduğu gerçeği yatar.
Bunu yapanların belli güç konumundaki insanlar olduğunu söylersek, onları da insan kategorisine koyup, insanlığa haksızlık etmiş oluruz. Hayvan da diyemeyiz, çünkü milyonlarca yıldır hayvanlar dünyada yaşıyor; ama örneğin, önce, eski Rus ajanına ve kızına “Putin sinir gazıyla suikast yaptırdı” diyerek, Esad kimyasal silah kullandı iddiasıyla Suriye’ye saldırmayı meşrulaştırarak, 1950’lerden beri Latin Amerika’da, Asya’da ve Afrika’da milyonlarca insanın ölümüne neden olan planlı katliamları hiçbir hayvan yapmadı. Bunu ancak görünüşüyle insan olan insanımsılar yapar.[2]
Ben bu kitapta medya profesyonellerinin ürettikleri içeriklerin işlediği bilmeyi, bilişleri, duyguları, duyarlılıkları, inançları, ilgileri, tercihleri ve davranışları ele aldım. Bulduğum sonuçlar yeni değil: medya profesyonellerinin eğlence, demokrasi, özgürlük, vatan ve millet gibi kılıflar altında insanlığa yaptıkları kötülükler.
Eğer sadece herhangi bir okuyucuysan, önerim şu: Lütfen, bırak, ilgili medya profesyonelleri savunsun kendilerini. Yazdıklarım sana yanlış geliyorsa, yanlış duyarlılıklarla yanlış birilerini savunma yerine, neden sana yanlış geldiğini araştır. Bırak, biliş yönetimi işini yapanlar kendilerini savunsunlar; sen değil.
Eğer medya profesyoneliysen, sen insanca, dürüstçe, toplumsal sorumluluk içinde üretim yapıyorsan, benim yazdıklarımdan alınmana ve gocunmana gerek yok; hele “biz” diyerek, savunulmaması gereken kişileri savunmana hiç gerek yok. Mesleği bu hale getirenleri “biz” diye savunmak, bazı polislerin “zenci olduğu” için birini öldüren polisi “meslektaş” diye korumasından daha kötüdür: O polis bir kişiyi öldürme nedeniyle suçludur. Ama medya profesyonelleri her gün yaptıklarından ve yapmadıklarından dolayı tüm insanlığa karşı sorumludur.

Araştırılan Konu, Anlamı ve Önemi

Tarih boyu insanları köleleştiren, insanca yaşam koşullarını ellerinden alıp onları yoksul, yoksun ve dertlerle dolu sefil bir hayata mahkum eden insanımsıların yarattığı ve sürdürdüğü insanlık durumu, birbiriyle iç içe olan iki örgütlü yapı kümesi tarafından sağlanmaktadır:
(1) Meşrulaştırılmış baskı, gasp ve katliamların yürütüldüğü maddi ilişkiler yapıları: Bu yapılar kavim, cemaat ve devlet gibi isimler verilen örgütlü yapılar ve bu yapıları oluşturan ekonomik, siyasal ve kültürel alanlardaki alt-örgütlenmelerden oluşur.
(2) Bu maddi ilişkiler yapılarına işlevsel olan düşünsel çevreyi üreten maddi-olmayan yapılar: Bu yapılar; bilme, biliş, bilinç, inanç, duygu, duyarlılık, vicdan, ilgi, beklenti, tercih ve davranış yönetimi işlerini gerçekleştirme görevini yaparlar. Bu yönetim yoluyla hem baskı, gasp ve katliamlar meşrulaştırılır hem de yapısal ilişkilerin ve örgütlü pratiklerin kabullenilmesi ve benimsenmesi sağlanır. Resmi eğitimden medyaya kadar çeşitlenen bu örgütlü yönetimler; kendi ve egemen çıkarlar için güce, baskıya, sindirmeye, teröre, cezalandırmaya ve gerektiğinde de öldürmeye dayanan pratikleri ve yapıları meşrulaştırma, destekleme, sürdürme ve yaygınlaştırma işini görürler.
Eğer bu sağlama işi insanların büyük çoğunluğu arasında başarıyla gerçekleştirilmiş olmasaydı, örneğin ilkokulda okuduğumuz tarih kitapları savaşlar ve katliamlarla dolu olmazdı; hiç kimse egemen güçlerin savaşlarını, kendi savaşları olarak görüp, savaşa (kendi gibilerini öldürmeye ve kendi gibiler tarafından öldürülmeye) gitmezdi. Örneğin, “Orta Doğudaki savaşlara, şirket sahipleri ve onların yüksek maaşlı yöneticileri gitsin; bana ne!” derdi. Böylece tarihin kanlı katilleri katliamlarını yapacak kimse bulamadıkları için, muhtemelen ucunda ölüm olduğu için, ayda birkaç bin dolara savaşacak paralı askerler veya elli yüz liraya ölmeye hazır “teröristler” bulamayarak çok zor durumda kalırlardı. (Dünyada her ülkede milyonlarca işsizler ordusunun tutulması bu tür sorunları da çözmektedir). Ama tarih boyu süregetirilen insanlık koşulunda, ne yazık ki, kitleler, insanlık taslayan katil ruhlu yönetici kadrolar için birbirini öldürme ve öldürülme işini arzuyla ve zevkle yapmaya devam etmektedirler. Uzuv kesip takı yapma, talan, kız ve kadınları savaş ganimeti köle olarak alma ve satma ve ırza geçme gibi olanaklar da elde ederek güçlü olmanın ne demek olduğunu yaşayarak (ve ölerek ve öldürerek) tatmaktadırlar. Bilmem sorunun ne denli ciddi, üzücü, çok yönlü ve toplumda her şeyle ilintili olduğunu anlatabildim mi?
Günümüzde, maddi yapıları ve ilişkileri doğrulayan, meşrulaştıran, haklı çıkaran, yücelten, evrenselleştiren, doğallaştıran örgütlü yapıların en başında, “”medya” denen yeni ve eski kitle iletişimi örgütleri gelir. Bu örgütler, teolojinin on binlerce yıldır yaptıklarını, onları kıskandıracak kapsamda, yoğunlukta, çeşitte ve etkiyle yapmaktadırlar. 
İşte bu inceleme, medya denen örgütlü yapılardan geçerek yapılan maddi olmayan üretimin doğasını araştırmak için yapıldı.
Bu tür örgütlenmelerde de, tarih boyu, bu işi yapanların egemen güçlerin çıkarlarını gözetmelerini garanti altına almak için çeşitli kontrol mekanizmaları kurulmuş ve uygulanmıştır. Her alanda olduğu gibi, maddi olmayan üretimin yapıldığı alanlarda da hem egemenliklerin üretilmesine katkıda bulunanlar hem de bu egemenliklere karşı mücadele edenler olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Bu araştırma, sadece egemenliği üreten medyayı incelemek için tasarlandı.
……………………

 BÖLÜM II

YÖNTEM

Bu kitapta sunulan analizler, Türkiye’deki yaygın televizyon kanalları incelenerek ve buna var olan bilgi birikimi ve 50 yıllık medya izlemeyle edinilenler eklenerek, televizyon örneğiyle, medya ilgili genel bulgular, irdelemeler ve sonuçlar sunuldu.
Elinizdeki kitap aslında, bu araştırma serisinin bulgu ve sonuçlar kısmı olan en son parçasıdır. Birinci kitap olarak sunarak, normal yöntembilimsel akış sırasını değiştirdim. Bunu amaçlı olarak yaptım, çünkü böylece okuyucunun serinin diğer kitaplarındaki bulgu, analiz ve sonuç sunumlarını okurken, hem bu birinci kitaptaki irdelemelerimin soruşturmasını hem de kendi sonuçlarını ve değerlendirmesini hep birlikte kendisinin yapmasının daha verimli olacağını düşündüm.

Medyayı Anlamak

Medyayı anlama girişimleri iletişim alanında çalışanlar, iletişim alanında olmamasına rağmen medya ile ilgilenen sosyal bilimciler ve, ne yazık ki iletişim alanını bir şekilde işgal etmiş olan (çoğu iletişimin ne olduğunu anlama gibi bir ilgisi olmayan, ama iletişimle ilgili ahkam kesen) kimseler tarafından yapılmaktadır.
Medyayı bilimsel anlama işi araştırmalardan geçerek yapılır ve temel olarak birkaç ana tema üzerinde durur. Bunlardan birincisi medyanın siyasal ekonomisini içeren kapsamlı örgütlü yapı, üretim, üretim ilişkileri, dağıtım ve faydaların bölüşümü üzerinde duran araştırmalardan, Amerikan ana akım sosyolojisine dayanan yapısal-işlevselci araştırmalara kadar büyük çeşitlilik gösterir.
İkincisi medya ürün içeriklerinin üzerine eğilen ve sosyolojide (ve palazlanan göstergebilimde) var olan kuramsal yaklaşımların belli bir kısmına dayanan incelemelerdir. İçeriğin analizine eğilen bu açıklamalar önemli birkaç kuramsal çerçeveler dışında, özellikle iletişim alanında da post-yapısalcı, post-modernist, post-Marksist ve benzeri yaklaşımların doğasını bilmeden taklide kalkanların yaptıkları ve “söylem analizi” ve “gösterge-bilimsel analiz” diye isimlendirdikleri, ama söylem ve gösterge-bilimsel analizi bilenleri çileden çıkartacak kadar keyfi, tutarsız, anlamsız ve geçersiz açıklamalar ötesine ender olarak geçerler.
Üçüncüsü ise, izleyici/okuyucu/dinleyici üzerine eğilen ve hemen hepsi izleyici tercihleriyle ilgili dağılımlar ve değişkenler arası ilişkiler (correlations) üzerinde duran araştırmalardır. Bu izleyici araştırmalarının önemli bir kısmı, “etki” üzerinde dururlar. Ne yazık ki, etki araştırmaları “nedensellik tasarımı” gerektirdiği halde, benim hayatım boyu okuduğum, gözden geçirdiğim, hakem olarak incelediğim yabancı ve Türkçe makalelerin çok büyük çoğunluğu böyle bir tasarımdan yoksundur; dolayısıyla geçersiz araştırmalardır. Etkinin varlığını reddeden “aktif izleyici” teziyle gelen araştırmalar, iletişim alanındaki araştırmaların büyük çoğunluğunu oluşturur. Aktif-izleyici teziyle yapılan araştırmalara, 1980’lerde artan bir şekilde sözde-alternatif olarak sunulan ve çoğu “yazarın ölümü” iddiasına dayanan (aslında aktif izleyici tezinin kurnaz kopyası olan) “alımlama” araştırmaları eklendi. [3] Bu ve benzeri sözde-eleştirel ve sözde-alternatif yaklaşımlar, kapitalizme işlevsel olan kontrollü alternatiflerdir. Bu kontrollü alternatifler yoluyla kapitalist-endüstriyel yapılar, örneğin, ürettikleri insanın psikolojik ve düşünsel yaşamına zararlı ürünlerden sorumlu tutulmayı gayri-meşrulaştırdılar. [4]
Bu tür araştırmaların çoğunun geçersiz olmasının önde gelen nedeni geçerli bir kuramsal temele dayanmaması, geçerli gerekçelerle araştırmalarını inşa etmemesi ve yeterli yöntem ve analiz bilgisinden yoksun olmasıdır. Böyle olunca, yapılan açıklama ne denli içsel tutarlılığa ve sisteme sahip olsa bile geçersiz olacağını açıkça göstermektedir. Örneğin, başlangıç noktası, pozitivistlerin yaptığı gibi, “karısını döven erkek” olduğunda veya burjuva feministlerin yaptığı gibi, “karısını döven erkek” pratiğini toplumsal-tarihsel düzenin ilişkiler yapısına bağlama yerine, tüm erkekleri hedef alan “erkek egemenliğine” bağlandığında, bir örgütlü ilişkiler dünyasının getirdiği sonuçlar başlangıç olarak alındığı için, teori teoriden çok var olan yapıyı meşrulaştıran ideolojik çarpıtma olur; bulgular ve sonuçlar da bu çarpıtmanın devamı olur: Teorik gerekçe, sonuçla, örneğin “baş ağrısı” ile başlarsa, baş ağrısı hareket noktası olarak alındığı için, üretilebilecek en iyi çözüm “aspirin” olur ki bu da nedenlerle uğraşmadığı ve nedenleri değiştirmediği için çözüm değildir. Bu nedenle ki, örneğin kadın sorununa, “en iyi erkek ölü erkektir” veya “iş yerlerinde nicel eşitlik” gibi kadını ve çocukları hunharca sömüren üretim tarzı ve ilişkilerini meşrulaştıran çözümler üretilir.
Medyayı anlamak, birbirinden sadece incelemek için ayırdığımız (soyutladığımız), bir bütünleşik yapıyı oluşturan iki öğeyi ve onları oluşturan alt-öğeleri anlamayı içerir: (1) Medyanın maddi yapısı ve (2) Maddi olmayan ürün yapısı.
Özlüce, medyayı anlamak maddi ve maddi olmayan bağlamlarda şunları anlamayı içerir:
·        Kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin doğası
·        Kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içinde iletişim araçları denen ve bunların içinde (eski ve yeni) “medya denen örgütlerin yapısal oluşumu ve gelişiminin doğası
·        Örgüt yapıları arasındaki farklar ve ilişkiler
·        Bir ülke içindeki ve ülkeler arasında medya ile üretim yapmak için gerekli araç ve gereçlerin üretim ve dağıtımının doğası
·        Ülke içi ve ülkeler arası medya ürünlerinin (programların, dergilerin, sinema filmlerinin) üretimi ve dağıtımının doğası
·        Medyada örgütlü üretimin nasıl örgütlendiği, medyada üretim ilişkilerinin nasıl düzenlendiği, üretim yapan kadroların oluşturduğu iş bölümünün nasıl şekillendirildiği; medya üretimi sonucundan yaratılan maddi faydaların nasıl bölüşüldüğü, bu emek sömürüsü yapısının sömürüyü nasıl sürdürdüğü
·        (Medya profesyonellerinin) düşünsel sermayesinin kapitalistin mülkiyetinde olması: Maddi sermayeyi ve üretimi kontrol edenlerin düşünsel sermayeyi ve üretimi de kontrol etmeleri.
·        Profesyonel pratiklerin ve profesyonel ideolojilerin oluşumu, gelişmesi ve ülke içi ve ülkeler arasında dağıtımı
·        İçeriğin ve profesyonel pratiklerin kontrol biçimleri; amaçları ve sonuçları; örneğin sansürün, oto-sansürün ve basın/medya özgürlüğünün tarihsel gelişmesi ve günümüzdeki durumu
·        Medya ürün üretim pratikleri; içeriklerin oluşturulması; içeriğe yüklenenlerin amaçları ve aranan sonuçlar; yansızlık, yandaşlık, tarafsızlık, tarafların adil temsiliyle denge, dürüstlük, etik, ideolojik propaganda, biliş ve davranış yönetimi
·        Mücadele eden profesyoneller; mücadelenin oluşması ve gelişmesi; günümüzdeki durumu.
·        Karşıtlık sergileyen üretimin engellenme yolları: mali engeller, işten atma, hapse atma, bir daha iş bulmasını engelleme, gerektiğinde öldürme.
·        Ürünlerin yaygın dolaşıma sokulması; nedenleri ve sonuçları.
·        Egemen ekonomik, siyasal ve kültürel çerçeveler dışına düşen ve karşıtlık sergileyen program, film, dergi ve kitap gibi ürünlerin dağıtımının çeşitli mekanizmalarla engellenmesi; bunun aranan ve ortaya çıkan sonuçları.
·        İzleyici, dinleyici, okuyucu ve seyirci gibi isimlerle adlandırılan[5] insanların medya ile yapılan üretimde aldıkları (yerleştirildikleri) konumların neler olduğu; bu konumlarda insanların yaşadıkları maddi ve maddi olmayan koşulların doğası; medyada çalışanların yaşadığı yabancılaştırma (yabancılaşma değil, çünkü kendiliğinden olmuyor); nedenleri ve sonuçları;
·        Medya/yazar/programcı/yapımcı ile izleyici ilişkisinin gerçek ve çarpıtılmış doğası; izleyicilere atfedilen uyduruların amaçları ve sonuçları; yazarın ölümünün endüstriyel çıkarları destekleme ve endüstrileri sorumluluktan kurtarma gibi sonuçları.
·        İzleyicilerin iletişim üretim ve kendini ifade etme olanaklarından mahrum bırakılması: iletişim üretmek için araçlara erişimden yoksunluk; tüm olumsuzlukları bireylere yükleyerek kurban edilmişin bir kez daha kurban edilmesi; “erişim” sorununun, ürünlere ve cep telefonuna ve internete sahip olmaya indirgenerek çarpıtılması; tüm bunların amaçları ve sonuçları.
Bu listeyi alt ve daha alt bölümlere ayırarak çoğaltabiliriz.
Bu kitapta, medyayı anlamak için yapılan araştırmada, önce maddi yapı ve ardından da maddi olmayan (düşünsel) yapı irdelendi.

İlgili Kavramlar Hakkında

Kavramlar ilgili olduğu şey hakkında inşa edilmiş düşünsel birimlerdir. O şeyi isimlendirmeden başlayarak genel veya herhangi bir özelliğini açıklar. Kavramlar, günlük yaşam içinde oluşan gereksinimler sonucunda toplumlar içinde oluşmuş ve oluşturulmuştur. Günümüzde, kavram üretme, kavramların içini yeniden doldurma yoluyla biliş ve davranış yönetimi işiyle para kazanan şirketler ve (gizli) devlet kurumları vardır. Dolayısıyla, her kavram insan pratiğinin ve düşünsel yaşamının geçerli veya doğru ifadesi değildir. Oluşturulmuş olanların bazıları, açıklamak istediklerini yeterince veya tümüyle doğru açıklarken, bazıları da, tam aksine, gerçeklerin yerine geçen ve birilerinin ilişkisel çıkarını meşrulaştıran yanlış açıklamalardır. Dolayısıyla, bir kavramın doğru veya yanlış olduğunu belirleyen şey, o kavrama bizim veya birilerinin yanlış veya doğru demesi değildir; kavramın tanımladığı ve açıkladığını geçerli olarak tanımlaması ve açıklamasıdır.
Araştırma sunumlarının olduğu ikinci ve üçüncü kitaplarda, verilere dayanarak gerekli sunumları yaptım. Değerlendirmeleri de yine verilere dayanarak yaptım. Bu kitapta, hem araştırmanın verilerine, hem bu alandaki bilgi birikimine hem de kendi deneyimlerime dayanarak değerlendirmeler ve sonuçlar sundum. Bu değerlendirmeler ve sonuçlarda, gerekli niteleme sıfatlarını, argo veya kaba veya bilimin diline yakışmıyor gibi hiç bir kaygı duymadan kullandım.
Bu kitapta, “insanımsı", “akademisyenimsi” ve “vicdanı kirli” gibi bazı kavramlar kullandım. Bu kavramları asla kötülemek ve benzeri nedenlerle kullanmadım. Bu kavramları kullandım, çünkü “insan” dediğimizde çeşitli ölçütlere göre birçok insan alt-grupları vardır. Ne demek istediğimi bu kavramlardan birini açıklayarak belirteyim (bu açıklama tüm benzeri kavramlar için de geçerlidir); İnsanımsı kavramı, insan gibi, insana benzeyen ama insan olmayı belirleyen değerler bağlamında bu değerlerin çoğunu veya önemli bir kısmını taşımayanlar için oluşturduğum bir kategoridir.
“Saçmalık” ve benzeri kavramları ise, geçersiz, tutarsız, mantıksız, irrasyonel, temelsiz ifadeleri gruplandırmada kullandım. “Uyduru” gibi kavramları ise, sadece “doğru olmayan” değil, aynı zamanda bilerek, kasıtlı olarak üretilmiş geçersiz inşalar için kullandım.
“Ahmaklık, mankafalık” gibi kavramlar, asla “biyolojik özürlü olmayı” ifade etmek için kullanılmadı; sosyalleşmeye gelen “bilişin” bir alt-grubu olarak kullanıldı. Bu ikincisi bir “özür” değil, oluşturulmuş bir bilişsel durumdur ve değişebilir.
Sosyal bilimin dili, kimya gibi anlayabilmek için öğrenilmesi gereken birçok özel kodları (restricted codes) olan bir dil değildir. Elbette, akademisyenimsilerin yaptıklarından biri de, kendilerini üstün ve farklı göstermek için, sınırlı-kodlar üreterek anlaşılmazlık sağlamışlardır. Tarih boyu insanların günlük örgütlü yaşam pratiklerinde en yoğun olan sömürü, yalakalık, (meşrulaştırılmış) gasp, hırsızlık, dolandırıcılık ve soygun, gibi kavramları asla kullanmazlar. Bütün “kaba, argo, olumsuz ve uygun olmayan” kavramlardan ve özellikle “sosyal sınıf, sınıf çatışması, kapitalist egemenlik, şirket ve devlet terörü” gibi “kötülük yayan” anlatılardan arındırarak, bölücü ve ayırıcı kötü mikroplardan falan temizlenmiş ve kısırlaştırılmış bir dil kullanılır. Bu kullanımla bilimsel ciddilik ve nesnellik taşlanır. Elbette, biçimin ve neyin nasıl söylendiğinin, özün ve gerçeğin yerine geçirildi ortamlarda, bu tür sahtekârlık ve iki yüzlülük geçerlilik kazanır. Her kavram ilişkisel veya düşünsel, inançsal ve duygusal olanlarla ilişkilidir. Örneğin “yalaka” kavramı belli özelliklere sahip ilişki kuranı anlatır. Yalakalık olan bir ilişkiyi hangi kavramla anlatacağız? Kibarlıkla gizlenmeye çalışılan kötü niyetli bir ilişkiye “sinsilik” demeyelim de ne diyelim. Belki de, bu tür ilişkilerin bol olduğu sosyal bilimler ortamında, bu tür ilişkiler incelenmediği için, diğer bir deyimle incelenen koşulda ya kaba ve uygunsuz kavramları gerektiren ilişkisel yapılar olmadığı için veya bu yapılar incelenmek için ele alınmadığı için, kullanılmamaktadır.
Sosyal bilimlerin akademisyenleri ve akademisyenimsileri 1892 yılında, Chicago Üniversitesi’nde kurulan Sosyoloji bölümünde takip edilen bilimsel ilgiyi ve bu ilginin dilini aynı kurnazlığın kibarlığıyla geliştirmeye devam etmektedirler. Bu üniversitede sosyologlar, o yıllarda her yıl binlerce grevin olmasına veya çalışanların günde sekiz saat çalışma hakkı almak için verdikleri mücadelelere, dört işçi liderinin asıldığı Haymark olayına, yirmi beş işçinin federal askerler tarafından katledilmesine, 2000 kadar grevcinin kapitalistin yöneticilerinin kiraladığı güvenlik görevlileri tarafından kamyonlara doldurulup çöle götürülmesi, birkaçının köprüden sallandırılarak asılması ve geri dönerlerse onların da başına aynısının geleceği tehdidini savurduktan sonra bırakıp gidilmesine, ve insanca çalışma koşulları talep eden grevcilerin sürekli kanlı yöntemlerle bastırılmasına ilgisiz kaldılar. Ormanda seller, yangınlar, facialar var, sosyal bilimciler ormanın özelleştirilmesi, şirketlerin verimliliği, çalışanlarda firma aitliği yaratma gibi konular üzerinde duruyorlar. Daha kötüsü, günümüzde tüm sosyal bilimlerde yoğun bir şekilde yapıldığı gibi, etnik grupların Chicago’daki hayatı nasıl anlamlandırdıkları üzerinde durdular (günümüzde “bireyin gündelik hayatta kendini ifadesi” üzerine yoğunlaşma gibi); toplumsal olaylardan çok, firma ekonomisinin yönetim ve düzenlenmesi ile ilgilendiler (günümüzde sosyal bilimlerin en çok ilgilendiği ve tezlerin büyük çoğunluğunun yapıldığı gibi) (Thernburn, 1976:239). Chicago Üniversitesi Rockefeller'in parası ile kurulmuştu. Journal of Sociology bu üniversitede yayınlanmaya başladığında, "Amerika'nın en büyük hırsızı tarafından kurulan bir eğitim kurumu" ile sosyolojinin ilişkisini yeren sayısız kızgın mektup aldılar. Yayıncı bu mektuplara "yansız/tarafsız bilimsellik" dilinin sahtekarlığıyla karşılık verdi: "Biz endüstriyel örgütlenmenin hırsızlık olduğu varsayımına ve ilerleme olduğu karşı-varsayımına karşıyız. Son gerçek şüphesiz bu iki aşırı ucun arasında bir yerde yatıyor: Yani, bölümleri adil kişiler tarafından yönetilen, doğru ilkelerle denetlenen ve sınırlanan iyileştirilmiş örgütlenme, ilerlemiş bir toplumsal koşula işaret edecektir" (Thernburn,1976:237) (Özellikle son cümle sosyolojinin (a) neleri olumsuz ve meşruluk dışı ilan ettiğini ve bunu yaparken de ciddi şekilde söyleneni çarpıttığını ve (b) neleri meşru ve üzerinde odaklanması gereken olarak merkeze aldığını ve bu merkez üzerinden çalıştığını gösterir. [6] Ona gelen mektuplar Amerikalılar tarafından dünyanın en büyük hırsızı olan Rockefeller ile olan bağlarını eleştiriyor. Bu sözü çarpıtırken, farkında olmadan bilinç altına ittiği bir gerçeği de sunuyor (ve aşırı uç olarak niteliyor): endüstriyel örgütlenmenin hırsızlık olduğu. Hırsızlık nitelemesini “aşırı uç” olarak nitelemek demek, tümüyle geçersiz olduğunu söylemektir (yani Amerika’nın kitlelerinin adamı hırsız olarak nitelemesi geçersizdir. Neden? Çünkü serbest teşebbüsün geliri nasıl olur da hırsızlık olur? O zaman, benim kavramımı kullanalım: meşrulaştırılmış gasp diyelim). Bu birincisi, gayri meşrulaştırma, geçersiz ilan etme, değersizleştirmedir. Gelelim ikinciye: İkinci olarak sosyal bilimlerin, o zamandan beri, nelerin üzerinde odaklandığını ve bu odaklanmanın sosyal bilimlere hakaret olarak durduğunu ve elbette sosyal bilimlerin ne tür öznel çıkarların hizmetinde olduğunu gösterir. O zaman merkeze alınan konular ve ilgiler (ve günümüzdekiler) aynı, hatta çarpıtılmış nedensellik halkaları da aynı. Dikkat edersek, bireyden başlayarak (mikro seviyeden başlayarak) makro seviyeye doğru giden nedensellik bağları kuruluyor: “adil kişiler”, “doğru ilkeler” “yönetim ve denetim”, “iyileştirilmiş örgütlenme”, ilerlemiş bir toplumsal koşul. Bu tür sosyolojide (ve sosyal bilimde), neden Rockefeller’e hırsız denildiği (yani örgütlü sömürüyü yapan güçler), örgütlü güç, örgütlü baskı ve örgütlü çıkar ilişkileri yok. Olmadığı için de, sosyoloji )ve sosyal bilimler) günümüzdeki durumunda.
Bu kitapta, bilimin diline uymuyor veya, genel ahlak ilkelerine uymuyor gibi safsatalar bir kenara itildi, ve mümkün olduğu kadar gündelik dil kullanılmaya çalışıldı. Anlaşılması zor olan ve anlaşılmayan kavramlar kullanmak zorunda kalındığında, açıklamalar getirildi. Benim derdim, tarafsızlık veya nesnellik değil, bunun nedeni nesnellik iddiasının büyük ölçüde geçersizliği yanında, benim örgütlü öznel çıkarların değil de genel çıkarların yanında olmamdır.
Şunun kesinlikle bilinmesi gerekir: Genel çıkarlar bir tarafta öznel çıkarlar diğer tarafta, birbirinden ayrı ve birbirine her koşulda zıt iki şey olarak durmazlar. Her ikisi de ilişkisel bir bütünü oluştururlar. Bu bütün o kurumun, şirketin, ailenin, toplumun veya dünyanın ne tür bir dünya olduğunu gösterir. İkisi aynı zamanda, ilişkisel yapılar içinde birbirine zıt olarak dururlar; bu zıtlık birbirinden kopukluğu, ayrışmayı değil, o ilişkisel yapılardaki yaşamın doğasını ve bu doğadaki egemenlikleri ve mücadeleleri gösterir. İlişkisel olduğu için, örneğin bir örgütlü yapıyı kullanarak kendi öznel çıkarını veya bir grubun öznel çıkarını mı geliştirmek demek, o yapılardaki diğer insanları mağdur ve yoksun bırakmak demektir, çünkü öznel çıkarla sağlanan faydalar arttıkça (sömürünün, baskının, diktatörlüğün kapsamı arttıkça), genelin sağladığı faydalar kaçınılmaz olarak azalacaktır. Toplumdan geçerek öznel çıkarını gerçekleştirme ile toplumu kullanarak çıkarını gerçekleştirme arasındaki fark, dayanışma ve paylaşma ile sömürü ve mahrum bırakma farkıdır.
Benim derdim, insan olma çabamda insan olma çabasında olanlara kendini, toplumu ve örgütlü ilişkiler dünyasını, “herkesin kendine göre bir gerçeği vardır” gibi kurnaz ve işlevsel saçmalıkların ötesine geçerek, açıklamaya çalışmaktır.

Gerçek: Var mı, Yok mu Yoksa Kafamızın içinde mi?

Bu inceleme boyu en çok kullandığım kavramlardan biri de “gerçek” kavramıdır. Eğer sahtenin, yalanın, siyasal cambazlığın, uydurunun, sömürgenin, baskıcının, işsizlik, yoksunluk ve yoksulluklar yaratan terör yapılarının “ne mal olduğu” birileri tarafından sergilenirse, harekete geçirilen çamur atmaların ve bilimsellik taslayan geçersiz iddiaların başında, “gerçek diye bir şey olamaz” veya “herkesin kendine göre bir gerçeği vardır” gibi cehalete-bilgiçlik taslatan şahane uydurular gelir. Hatta kendilerini eleştirel olarak niteleyen ve sunanlar bile, örneğin “gerçek anlatılamaz” gibi somuttan soyutlanmış hoş ve boş ifadeler kullanırlar. Geçerli görünen bu kurnaz ve sinsi soyutlamaları somuta bağlarsak, karşımıza, gerçeğin olduğu ve gerçeğin anlatılabileceği çıkar. Örneğin, belli bir zamanda ve belli bir yerde bir trafik kazasında beş kişi öldü ve on kişi yaralandıysa, “beş kişi öldü ve on kişi yaralandı” diye haber verdiğimizde, ölenlerin ve yaralananların sayısı bağlamında gerçeği anlatmış oluruz. Televizyonda “bugün 240 çete veya 150 Türk askeri öldürüldü” diye haber verilirse, belli amaçlar, kaygılar ve de hesaplar doğrultusunda, yalan söylenmiş olur. Her iki örnekte de “karşılaştırılacak bir gerçek” vardır; dolayısıyla gerçeği bilebiliriz. Bu gerçek herkese göre değişmez; “dışarıda olmayan, kafamızın içinde olan bir gerçek” de değildir. Soyutu hayallenme yerine ve soyutu insanın günlük yaşamındaki somut yaşam koşullarıyla ve ilişkileriyle çarpık bir şekilde ilişkilendirip “etkili ve mistikleştiren söylemlerle şahane uydurular üretme peşinde koşma yerine, somut gerçeği anlama, anlatma ve açıklama peşinde gidersek, gerçi maddi olarak zengin olma olasılığımız azalır, ama hem insan olarak zengin olma hem de insan gerçeğini yakalama olasılığımız artar.
Şu genel gerçeği hepimiz hissederiz, deneyimleriz, biliriz: Dünyada (ve evrende) her şey, belli koşullar altında aynı kalırken, belli koşullar altında değişir. Koşullar da değişir. Dolayısıyla her şey değişir. Ama bu değişim ve görelik (izafiyet, bir şeye göre) anlayışını insan yaşamı ve ilişkisiyle bağıntılı her şeye uygulamaya başladığınızda, anlamlı açıklama yerini zırvalamaya kadar uzanan geçersizlikler alır. Bir örnekle başlayalım: “Her şey değişir ve hiçbir şey incelenmeye ve anlatılmaya başlandığı andan itibaren aynı değildir” Bu görüş, sadece bir ontolojik soyut genel gerçek olarak geçerlidir. Ama, eğer her şey her anki hareketini ve varlığının her anki doğasını belirli kalıplar ve yönelimler göstermeksizin bağımsız ve ilintisiz bir şekilde yapıyor olsaydı, yeniden-üretimler ve değişimler hiçbir nedensellik bağına bağlı olmadan tesadüfi olarak oluyor olsaydı, zaten ne bilgi birikimi ne de bilim olabilirdi. Aynı nehirdeki balıkların yaşamsal amaçlı hareketi her an değişiyor olsaydı, balıkçılar nerede, ne zaman ve nasıl avlanacakları hakkında tutarlı ve geçerli bilgi birikimine sahip olamazdı; insanlar tarih ve kültür yapamazdı; post-modernizm gibi şahane uydurularla, küresel pazarın çıkarı için bilinç yönetimi de yapamazdı. Televizyon haberleri ve diğer programları hakkında, yapılan araştırmaların, yeni de olsa eski de olsa topladığı ve değerlendirdiği bilgilerin hiçbir anlamı olmazdı, çünkü “bugün dün değil.” Bugünün “dün olmadığını” biliyoruz. Ama bir şey daha da biliyoruz, “bugünkü sen, dünden bağımsız olarak ortaya çıkmadın.” Balıkçılar örneğinde olduğu gibi, dün bugün veya bugün dün değil, ama dünden bugüne taşınan benzerlikler, aynılıklar, ortaklıklar ve nedensellik bağları vardır. Caddenin ıslak olduğunu görüp, “aaa, yağmur yağmış” diye sonuç çıkarmak, caddeyi biraz evvel Belediyenin araçları suladığı için, yanlış nedensellik bağı kurup sonuç çıkarmaktır. Ama bu ne gerçeğin kişiye göre değiştiğini ne de gerçeğin olmadığını kanıtlar. Hele, kapitalist bir pazarın özel mülkiyet yapısının ve ilişkilerinin propagandasını ve bilinç yönetimini yapan televizyon gibi bir örgütlü üretim faaliyetinde, bu aynılıklar ve ortaklıklar, birbiri üzerine inşa edilen ve geliştirilen aynılık ve ortaklıklardır. Dolayısıyla, televizyon kanalı ve programların içeriğindeki farklılıklar, örneğin, televizyon kanalı sayısına göre değişmez; internetin gelmesiyle, televizyoncular programlarındaki içeriklerinin ideolojik ve çıkar gerçekleştirme amaçlarını terk etmezler, değiştirmezler: İnternetle birlikte, kuşu yolmanın 1001 yoluna, yeni bir tanesi –internet yoluyla yolma—eklenir. İnternetin gelişiyle, kapitalist sınıf diktatörlüğü, katılımcı demokrasiye dönüşmez, kitleleri daha yoğun bir şekilde katan diktatörlük olarak gelişir. Değişim yönetici sınıflara hizmet edenlerin çıkar, biliş ve vicdan yapılarının doğasına/karakterine göre gelebileceği için, medyada profesyonel pratiklerin düşünsel yapılarında anlamlı değişim olma olasılığı çok azdır. [7]
 ABD televizyonlarında bakanlarıyla toplantı yapan Trump’ın “şimdi dua edeceğiz” demesi ve toplantıya getirdiği bir din adamının yönetiminde dua edilmesi ve bunun çeşitli ideolojik propaganda çerçeveleri içinde medyada sunulması veya Türkiye gibi ülkelerin medyasında her kanalda dizilerden haberlere kadar her programda Allah’ın adının abdestli abdestsiz herkes tarafından bol bol kullanılması, bize çok şeyler anlatır. Türbanın siyasal ifade olması ve bluejean’in olmaması, Batı tarzı egemenliğin hem ekonomik hem de siyasal ifadesi olan bluejean’i siyaset dışı ifade olarak benimsetmesi nedeniyledir. Tüm bu ve benzeri kullanımlar, tesadüfi ve ilintisiz değildir ve bugünün geçmiş ile aynı veya çok farklı olduğunu da anlatmaz. On binlerce yılın egemenlik ve mücadelelerinin günümüz koşullarındaki ifadeleri olduğunu ve günümüzde nasıl kullanıldığını anlatır.

Gerçek, Medya Gerçeği, Evrensel Gerçek ve Evrensel Kültür

Gerçek kavramıyla başlayalım: “Gerçek kişiye göre değişir; herkesin kendine göre gerçekleri vardır” sözü yaratılmış cehaleti ve cahilce-bilgiçlik taslatmayı anlatır. Dünyanın yuvarlak olduğu, belli koşullarda yağmur yağdığı, marangozluğun bir meslek olduğu, asgari ücret politikalarının olduğu gibi binlerce örnek bize yukarıdaki saçmalığın geçersiz olduğunu gösterir. “Pizzayı dönere tercih etmek” herkesin kendine göre gerçeği olduğunu ve özgürlüğü anlatmaz; bizim tarafımızdan belirlenmeyen ürünler arasında yapılan tercihi anlatır; tercih özgürlüğümüzün bize sunulanlarla sınırlı olduğunu anlatır. Bir reklam panosunda, bir genç kız, moda endüstrilerinin yarattığı mevsimlik sürüleşmeyi “kendi tarzımı kendim yaratırım” diyerek bireysel tercih gibi sunmaktadır. Bu tür sunumlar, bilgiçlik taslayan cehaleti yaratarak, gerçeğin yerine, endüstriyel maymunluğun ve sürüleşmenin ikame etmeyi anlatır. Elbette kişinin kendi öznel gerçekleri vardır; bunlar kişiye özgü gerçeklerdir. Sonuç: Saçmalıklara inanmadan önce, gerçek denildiğinde “neden bahsediyoruz?” sorusunu ve ardından da “neye göre gerçek” olduğu sorusunu sorarsak, bilgiçlik-taslatan cehaleti yaratan ve sürdürenlerin oyuncağı olmayız.
“Medya gerçeği” dediğimizde, önce ne demek istediğimizi somutlaştırmamız gerekir: eğer medyanın içerik üretiminden geçerek yarattığı gerçek demek istiyorsan, o zaman medya gerçeği demek, medya profesyonellerinin inşa edip kurguladığı gerçek demektir. Eğer medya sermayesinin veya medya profesyonellerinin veya medya çalışanların gerçeği demek istiyorsak, o zaman ona göre tanımlamamızı ve açıklamamızı yapmamız gerek.
Yukarıdaki okuduklarınızı aklınıza getirerek, şu soruyu sorun: Gerçeği/doğruyu ne tanımlar? Normal yanıt: gerçeği belirleyen öğeler tanımlar. Çok doğru. Ama insan yaşamında ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkisel bağlamlardaki gerçekleri ne tanımlar? Normal yanıt, yukarıda belirttiğime paralel olan açıklamadır. Peki, bu açıklama ne kadar geçerlidir? Tanımlamanın ve açıklamanın, tanımlanan ve açıklanan ile ne ölçüde örtüştüğüne bağlıdır. Bizim konumuz medya profesyonellerinin ürettiği ürünlerin içerikleri olduğu için, bu içerikler ile tanımlanan (temsil edilen) gerçeğin ne ölçüde tanımlanan veya açıklanan gerçekle örtüştüğü, tanımlamanın ve açıklamanın ne kadar geçerli, doğru ve çarpıtılmamış olduğunu gösterir. Bunu bilmek için de “açıklanan gerçeğin ne olduğunu” bilmemiz gerekir ki bunu da çoğu kez bilemeyiz; bilemediğimiz için çoğu kez en büyük hatalardan birini yaparak, beynimizde biçimlendirilmişlere müracaat ederiz. Sonuç ne olur? Medyada sunulanın doğru veya yanlış olduğuna sadece ve sadece beynimize işlemiş olanlara (inançlarımıza, tutumlarımıza, görüşlerimize, duygularımıza ve duyarlılıklarımıza) başvurarak karar veririz. Bu ne demektir? Büyük çoğunlukla Pavlov’un sosyalleşmiş köpeği gibi karar vermemiz demektir: Açıkçası; eğer büyük çoğunlukla değilse genellikle egemen ilişkiler yapılarının baskın (ve kontrol ettikleri alternatif yapıların) bilişlerine, düşüncelerine, duygularına, duyarlılıklarına ve inançlarına uygun karar vermek demektir. Bu her zaman yanlış mıdır? Duruma göre değişir; ama çalışma, iş ilişkileri, demokrasi, özgürlük ve kadın hakları gibi örneklerde, çok büyük çoğunlukla yanlıştır. Ne bağlamda yanlıştır? Eğer içinde bulunduğun koşulun, örneğin emeğiyle çalışan biriysen –buna kendi dükkanında kendisi çalışan da dahildir-- veya böyle birinin çocuğuysan, tümüyle yanlış olma olasılığı yüzde yüze yakındır. Eğer orta seviyede kapitalistsen veya onun çocuğuysan, alt seviyedekilerden önde ve üst seviyedekilerden çok çok geride olacaksın yukarıdaki söylediğim bağlamlarda. Bu da bize ekonomi, siyaset, kültürde olduğu gibi ilişkisel gerçekleri ve doğruları tanımlayanın güç ve çıkar olduğunu gösterir. Örneğin, medya haberlerindeki gerçekleri tanımlayan, gerçeklerin kendisinin özellikleri değildir; medya profesyonellerinin örgütlü yapılar içindeki kendi-çıkar-hesaplarıyla şekillendirilmiş düşünceleri, ideolojileri, duyguları, duyarlılıkları ve inançlarıdır. Bu bağlamda medya gerçeği medyada kurgulanan gerçektir.
Gelelim evrensel gerçeğe: Yerçekimi bir evrensel gerçek değildir, çünkü dünyadaki koşullarda vardır. Evrensel gerçek demek, tüm evrende geçerli olan demektir. O zaman bir şeyin evrensel gerçek olabilmesi için, bizim evrensel dediğimizin ne olduğunu ve koşullarını bilmemiz gerek. Bu koşulları da bilmediğimiz için, hiçbir şeyi evrensel olarak niteleyemeyiz. ”Ayda yerçekimi yok” dediğimizde evrensel bir gerçekten değil, Aya ait bir gerçekten bahsediyoruz. Ama biz, bilmediğimiz evrende her şeyin bir şekilde değiştiğini ve öldüğünü varsayarız ve “insan ölür” dediğimizde evrensel bir gerçeği ifade ederiz. Ama eğer varsayımımız geçersiz ise, o zaman varsayıma dayalı sonucumuz da geçersiz olur. Fakat alışkanlıkla nedeniyle, dünyada geçerli olanları evrensel olarak niteleriz.
İşçilerin kapitalizmde sömürüldüğü “evrensel bir gerçektir, eğer evrende sadece biz yaşıyorsak. Bağımsızlık, özgürlük mücadelesi de öyle. Ama bu genelleştirme ciddi şekilde bizi yanlış yönlere götürebilir: Her bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin ortak yanları olabileceği gibi, ortak olmayan yanları da olabilir. Sermayenin feodalizme ve feodalizmin ortağı örgütlü dine karşı özgürlük mücadelesi, feodalizmdeki köle, yarı köle ve köylülerin özgürlük mücadelesi değildir, çünkü sermayenin feodal sistemden özgürlüğü, feodal sistemi yıkarak kapitalist sistemi kurmasıyla gerçekleşmiştir ve kapitalistlerin feodalizmi yıkmasında kitlelerin de “özgürlük” adına yıkma işinin gerçekleştirilmesinde ölerek ve öldürerek baş rolü oynaması, sadece mutlak kölelikten serbest köleliğe geçmesini beraberinde getirmiştir: Yani mutlak kölelikten kurtulmuş; özgür, işsiz ve kendi varlığını sürdürmeden yoksun bırakılmış bir kölelikle yüz yüze gelmiştir; ölmemek için kapitalistlerin belirlediği koşullarda yaşamaya mahkum edilmiş bir köleliğe geçiş olmuştur.
 Evrensel (siyasal, ekonomik ve toplumsal) kültüre gelince durum ciddi ölçüde değişir. Kültür dediğimizde, belli yer ve zamanda insanların kendilerini (örneğin örgütlenme, sığınak yapma, yemek yeme, ürün üretme, evlenme, boşanma, özlüce günlük yaşamını sürekli üretme ve üreme ilişkilerinde kendilerini) ifade etme tarzıdır/biçimidir. Herkes dünyanın her yerinde yemek yer, ama yemeği hazırlama biçiminden yeme biçimine kadar tüm aşamalarda benzerlikler ve farklılıklar kaçınılmazdır. Buna bir de yemek yeme amacını doğal amaç bağlamı ötesinde (örneğin gösteriş, güç gösterisi ve statü gibi bağlamlarda) düşündüğümüzde, bırakın evrenseli, küresel kültürden bahsetmek bile geçersizdir. “Sömürü” tüm dünyada insanlık tarihinin süregelen bir gerçeğidir. Ama gerçek ile kültürü karıştırmayalım: sömürü tarihsel ve küresel bir gerçektir; ama sömürü kültürü küresel değildir; küresel bir sömürü vardır, ama sömürünün doğası ve sömürü ilişkileri ortaklıklara ve farklılıklara sahip olduğu için, küresel bir sömürü kültüründen bahsedemeyiz. Benzer şekilde, “evrensel hukuki düzenlemeler” veya “insan hakları evrensel beyannamesi” diye bir şeyler ortaya atılabilir, ama bunlar ne insan gerçeğini anlatır ne de evrensel/küresel bağlamda yaşanan kültürü anlatır. Dünyanın her yerinde herkesin Coca Cola içmesi, kültürel emperyalizm denen evrensel/küresel bir gerçeği anlatır, ama evrensel kültürü değil. Özel çıkarı ve ilişkileri ve onları temsil eden ürün tüketimini “evrensel/küresel kültür” diye nitelemek, ideolojik bilinç ekme işinde yapılan “evrenselleştirmedir.” Böylece benimsenmesi çok daha kolay olur.

Pozitif Düşünme ve Bardak Yarı Dolu/Boş

Okullarda ve medyada yoğun bir şekilde pompalanan, (a) cehaleti besleyen, (b) benim gibi insanların sunduklarını geçersiz göstermek için kullanılan, (c) kaderciliği destekleyen, (ç) sorunların çözümlerini kurnazca işlenmiş ahmaklıklar o kadar çok ki.[8]
 Bunlardan iki tanesi üzerinde duracağım, çünkü bu kitapta benim yazdıklarıma karşı saldırılardan biri de, benim medya düşmanı olduğum ve negatif/olumsuz olduğum olacaktır.
 “Pozitif düşün ve pozitif ol” ile işlenen bilgiçlik taslayan ahmaklıkta (ve bilgiçlik taslatan kurnazlıkta), insanın sorunları ve sorunlara çözümleri “düşünceye ve bireysel davranışa” indirgenir. İnsanın ilgisi ve dikkati kendi iç dünyasına çevrilerek, asıl sorumlular ve çözümler hasıraltı edilir.
Örneklerle açıklayalım:
(a)   Bize öğretilen somuttan-soyutlanmış-ahmaklığı işleyen bilişe göre, bardağın yarısı boş diyen, olumsuz/negatif/kötümser, oluyor; dolu diyen de olumlu/iyimser oluyor. Yani, bize deniyor ki, “elinde ne varsa onunla yetin, haline dua et, bardak boş da olabilirdi, şikayet etme”. Bu tümüyle geçersiz, ama beyin ve davranış yönetiminde işlevsel bir uydurudur; çünkü “bardağın yarısı boş” dedikten sonra ve kendi içinden de “şunu doldurayım” diyen biri kötümser, olumsuz, negatif mi yoksa yüksek motivasyonu olan pozitif mi oluyor? Yanıt vereyim, bardağı doldurmaya çalışırsa, toplumda kitlelerin çalışarak yarattığı pastadan birilerinin aldığı aslan payı azalır. O zaman, ona “bardak yarı dolu de, iyimser ve pozitif ol, Tanrıya dua et” düşünce ve davranış tarzı benimsettirilir, böylece pastayı kapan ve ona da kırıntıları verenlerin payı tehlikeye düşmez.
(b)   Bardağın yarısı dolu dediğinde, “Ah, dolu ne iyi” (asgari ücret veriyorlar, ah ne iyi, Allah razı olsun) diye düşünürsen, pozitif oluyorsun. “Bardağım yarı dolu, peynir bile alamıyorum,  asgari ücretle beni sömürüyorlar dediğinde”, dolu demene rağmen, negatifsin. Bu kurnazlıktaki oyunu anladık herhalde, ama yine de bir örnek verelim: “ne lan bu, bardağın yarısı dolu; yetmez be, bunu tümüyle doldurmam gerek” diyenin başarı olabilme koşullarından biri de, “bardağın yarısı dolu, ne iyi, Allah’ın iyi kuluyum ki bana bu yarı dolu bardağı bahşetti” diyen “iyimser, olumlu, pozitif enayilerin” çok sayıda olmasıdır. İşte bu tür işlevsel ahmaklıkları, bilgiçlik taslayan cehaleti ve saçmalıkları insanların beyinlerine ekmek için de resmi özel ve devlet okullarının, üniversitelerin ve medyanın olması gerekir. Allah razı olsun onlara, onlar olmasa biz nasıl cahil olabilirdik ki? (banyonun dolapları endüstriyel kimyasal zehirlerle doldurulmuş bir anneye/gence neden banyon böyle zehirlerle, pardon özgür tercihlerle dolu diye soralım mı?)
(c)   “Pozitif düşünün, gülümseyin, mutlu olun ve mutlu görünün, olumsuz düşünmeyin, şikayet etmeyin, olumsuz yazmayın” gibi propagandayla gelen kurnazlıkta hem sahtekar ve iki yüzlü olma körüklenir hem de pozitif düşünmeyle ve pozitif olmayla her şeyin üstesinde gelineceği ve sorunların çözüleceği umudu verilir. Yani, hem kendini hem de başkalarını kandırmaya dayalı bir kendiyle ilişki ve diğerleriyle ilişki dünyası inşa edilir.
(d)   Bu düşüncedeki iki-yüzlülüğü –tatlılıkla, gülümseyerek, negatif olmayarak, sinirlenmeyerek, pozitif gibi görünerek-- en iyi şekilde uygulayanlar üst-kademedeki güçlülerdir, başarılı yöneticilerdir. Sen bu ikiyüzlülüğü ancak yakınlarına karşı kullanabilirsin, ama güçlülere karşı kullanamazsın, çünkü bunu bireysel olarak gerçekleştirebilme olanaklarına sahip değilsin. Dolayısıyla, güç ilişkisinin olduğu ortamda, güçsüzün pozitif düşünmesi, negatif sözden ve davranıştan kaçınması demek kendi sömürüsüne ve ezilmesine arzuyla katılması demektir.
(e)   Pozitif düşünmede, “asgari ücretle anam ağlıyor” dersen, hele “hunharca sömürülüyorum” dersen, olmaz, çünkü bu seni mutsuz eder. O zaman nasıl düşüneceksin “vay beee, millet işsiz güçsüz, aç sefil, benim işim ve maaşım var” diye düşünüp, “oynama şıkıdım şıkıdım” diye şarkı söyleyene nispet edercesine şıkıdım şıkıdım oynarsın. Bak oynuyorsun, ne kadar mutlusun, yüzün mutluluktan parlıyor, sıhhatin de arttı. Devam et böyle, niye kendini mutsuz edesin ki! Affedersin ama benim mutsuzluğumun, rahatsızlığımın, sorunlarımın nedeni benim kendim olabilmem için elimde olanakların olması ve bu olanakları kullanmayarak veya kötü kullanarak kendim için maddi ve düşünsel yoksulluk yaratmam gerekir. Benim mutsuzluğumun ve sorunlarımın kaynağı günlük yaşamdaki ilişkisel koşullarda karşılaştığım haksızlıklar, kullanmalar, hak ettiğimin verilmemesi, dışlamalar, yoksul ve yoksun bırakmalardır. Ha, elbette, dizilerdeki bütün ekonomik sorunlarını halletmiş ve günlük yaşam ilişkilerini gösteriş, çekememe, kıskançlık, intikam, şantaj, ikiyüzlülük ve dalavere gibi sosyo-psikolojik hastalıklar üzerine kuran ve yürütenlerin mutluluğu ve mutsuzluğunun kaynağı, temel olarak (hak eden) birilerine (kötü) bir şeyler yapma veya (iyi bir şey) yapmamadır: Yaparsa mutludur; yapamazsa mutsuz.   
(f)    “Pozitif düşünüyorsun, ama hala başarısızsın. Neden?” diye sorarlar. On binlerce yıldır tavuğu yolmanın on binlerce yolunu geliştirenler buna da yanıt verirler: Başarısızsın, çünkü hala şüphelerin var. Tümüyle pozitif değilsin; hala irfan erdoğan gibi negatif birilerinin birazcık da olsa doğru söylediği kuşkusu taşıyorsun. Kurtul kuşkularından, özgür ol. Tüm negatif olan her şeyi at!. Dikkat edilirse, bu örnekte de olduğu gibi, pozitif düşün diyenler, asla senin düşünmeni istemiyorlar, çünkü düşünen insan her tür pisliğin egemen olduğu koşulları yaratanlar için tehlikedir. Bu nedenle, “pozitif düşünüyorum ama hala başarısızım” denildiğinde, yanıt olarak “yüzde yüz inan, asla en küçük bir şüphe taşıma” denir (düşünmeyi bırak; inan; soruşturma). “Tanrı dışında kimseye kulluk etme” diyenler bile halifelikle/krallıkla tebasına/kullarına sahip olarak, ya tanrının aracılığını yaparlar (Eski-Mısırda olduğu gibi yarı-tanrı) olurlar ya da tanrının yerine geçerler. Vatan yapıp satanlar, “otur” diye emreder, kullar “oturur”, “kalk” der, kullar kalkarlar. “Neden oturmalıyım veya kalkmalıyım” gibi bir düşünce olasılığı, o kendini adamışlar ve düşünceyi ve vicdanı askıya almışlar için ortadan kaldırılmıştır. “Otur” diyenlerin, bir bildiği var ki, otur diyor; benim yapacağım da, oturmak. Bu oturtanlar ve süründürenler iyi insanlardır. Benim gibiler ise kötü insanlardır.
(g)   Neden benim gibi insanlar kötüdür? Önde gelen nedeni vereyim: Birileri çıkıp soruşturursa veya doğruları söylerse, onların bir şekilde “geçersiz” ilan edilmesi gerekir. Bunun en iyi yollarından biri de, “durmadan eleştiriyor; bu kadar da olumsuz ve negatif olunmaz ki, sivri dilli” gibi kulp takmalara başvurmaktır. Çarpık duyarlılıkların ve ilgilerin yaygın olduğu ortamlarda, örneğin, sömürgene sömürgen dediğin için, dikkatler sömürgenden alınıp “senin sivri dilli üslubuna” çevrilerek, bilişlerin, duyarlılıkların ve ilgilerin yönetimi işinde bir taşta birkaç kuş birden vurulur: (1) Üzerinde durulması gereken hasır altı edilir, (2) asıl üzerinde durulması gereken özün yerine, üslup ve söyleme tarzı (ve vücut dili saçmalığı) getirilir. (3) Kötü insanların egemen olduğu bu sakat akademik ve aydın ortamında, ne söylediğin bir kenara itilerek, söyleme tarzın nedeniyle, sen ve söylediğin değersizleştirilirsiniz.
(h)   Başta da belirttim. Ben eleştirmiyorum. Var olan ne ise onu sunuyor ve bu sunumda, bizim düşüncelerimizi ve duygularımızı kirletenlere, hem düşünceyle yanıt veriyorum hem de dürüst ve vicdanlı insan duygularıyla yaptıkları pisliklere karşı isyan ediyorum.
(i)     Ne zamandan beri gerçeği söyleyenler “eleştirel” diye değersizleştiriliyor ve önemsizleştiriliyor ve gerçeğin yerine sahteyi yerleştirenler ve onların savunucularının sahte-gerçekleri meşrulaştıran açıklamaları gerçeği temsil ediyor? Yanıt: Gerçeğin, iyinin ve doğrunun giysilerini giyenlerin dünyayı yönettiğinden beri.
(j)     Kötüye kötü ve suçluya suçlu olduğunu söylemek veya doğruyu ve gerçeği söylemek ne zamandan beri negatiflik ve olumsuzluk ve kötümserlik oldu? Yanıt: Kötüler ve suçlular hem maddi hem de manevi üretim araçlarını kontrol ettiğinde beri.
(k)   “Pozitif düşünce pozitif dünya yaratır” gibi saçmalıklara yanıt basit: Hepimiz pozitif olarak bin yıl düşünelim: Çevre talanı yok! Kadın ve çocuk sömürüsü yok! Savaş yok! Yoksulluk yok! Baş belası Köroğlu gibiler yok! deyip duralım. Bunlar yok mu olur?
(l)     Pozitif düşün, yaşam kaliteni yükselt!. Bu tür pozitif düşünme, yaşam kalitesinin insanların büyük çoğunluğu için ortadan kaldırıldığı bir dünyada, kendini hayaller ve ruhlar ve de ayinler dünyasında kandırarak kafayı yemişlik seviyesine yükseltme ötesine gidemez. Propagandası yapılan bu türdeki pozitif düşünce, pozitif soygunun ve insanımsılığın sürdürülmesine yarar. Sürekli olumlama yoluyla, yaşam ve koşullar üzerinde düşüncesini yansıtmayı engellediği için, farkında olmayı da ortadan kaldırır.
(m)  “Pozitif düşünme, iyi ve faydalı sonuçlar beklediğin bir mental tutumdur. Pozitif düşünce enerji yaratan ve enerjiyi gerçeğe dönüştüren bir süreçtir” deniyor. Düşünce ile beynin içinde yaratılan enerjiyi gerçeğe dönüştürme demek, beyninde uydurduğunu gerçek sanmak, dolayısıyla gerçek dünyadan kopup hayal dünyasında yaşamak demektir, en iyi biçimiyle.
(n)   Eğer pozitif tutumlar ve pozitif kelimeler ve ifadeler medya profesyonellerinin çoğunun pislik üretmesini engelleyen bir enerji yaysaydı, hiç durmaz, pozitif bir şekilde medyanın bizim/halkın gözü ve kulağı olduğu, kötü hükümeti denetleyerek demokrasiyi geliştirdiği laf ebeliği kervanına ben de katılırdım. Ama tarihsel gerçekler bize şunu gösteriyor: Bu tür pozitiflik medyayı değiştirmedi; ama pozitiflik sahtekarlığını özel olarak uygulayanların bazıları, iyi ödüllendiriliyorlar.
(o)   “Pozitif düşünmek için beynini seni güçlü ve mutlu hissettirecek kelimelerle doldur”. Valla doldurdum doldurmasına da, işe yaramadı, aynı kaldım. Belki de mutsuzluk, sömürü, emekli maaşımın azlığı ve fasulyenin kilosunun 19 lira olması gibi negatif kavramaları bir türlü kafamdan atamadığımdan başarısızım. Kafamdan onları bir atsam, emekli maaşım belki de üç misline fırlar; fasulyenin kilosu bir liraya düşer; eşim beni daha çok sever. O zaman ne yapmak gerek? Pozitif düşünme eğitimi veren meşhur Guru Şırlatana mı gitsem acaba?
(p)   Guru dedi ki, “mutlu olmayı hak ediyorum” ve “sevilmeyi hak ediyorum” sözüne inan ve durmadan tekrarla. Yaptım ama şu fasulyenin fiyatı var ya, manyak mıdır nedir, bir türlü kafamdan çıkmıyor. Ekşi mayalı ekmeği de severim; kilosu 6.5 lira. Şimdi onu alır yersem; ama yanına yiyecek gerek; fasulye mesela? Olmuyor işte. Pozitif düşünemiyorum. “Sevilmeyi hak ediyorum” diye her saniye tekrarlayarak, üniversitede dört yıl dolaşıp durdu. Bişi olmadı. Hasan şanslıydı, çünkü ona “Hasan seninle iki yıldır çıkıyoruz; baktım ki senin ne araban olacak ne de evin. Bu nedenle “good by” diyen çıktı. Hasan sonradan “evim ve arabam olmadan sevilmeyi hak ediyorum” diye tekrarlamaya başlamış olmalı ki hemen eş buldu; eşi ev ve araba istemediği için evsiz ve arabasız bir samanlıkta iki çocuk ve bir kediyle hayatlarını mutlu bir şekilde sürdürüyorlar.
(q)   Pozitiflik sahtekarlığı, bireye kendini suçlamasını işlerken, kullandığı taktiklerden biri de şudur: Yanlış giden şeyler ve başarısızlıklar için kendine kendini affettiğini tekrarla. “Başarısızlığım için, kendimi affediyorum” dedim 1000 kez, ama o kurnaz, ikiyüzlü ve kullanıcı kaltağın bana yaptığı çirkeflik düşüncesini atamıyorum kafamdan. 
(r)    Dahası var: Başarısızlığı bir fırsat olarak düşün. “Helal olsun işten atıldım, şimdi işsiz olma fırsatı yakaladım. Onu değerlendireyim” diye alay eden İrfan gibi asla düşünme. Onun yerine, işini kaybettiğinde, bunu kendi işyerini açmak veya üniversiteye geri dönmek için bir fırsat olarak düşün. “Fırsatlar sanki havada asılı” ve “gel beni al gel beni al” diye el sallıyor. Dinleme bu sözü, her iş açan sermayeyle mi açıyor! Sermayeye falan ihtiyacın yok, yeter ki başarısızlığı fırsat olarak düşün.  
Yoksul bırakılan kitleleri tehlikesiz hale getirme yollarından bazıları da onları kendilerine döndürmek, kendi iç dünyasına hapsetmek, gerçeği düşünme ve hayal etme yerine, gerçek sandığı sahte hayalleri düşlemesini sağlamaktır. Bu yollardan biri de pozitif düşünürsen, pozitif düşünmeyi yaşam tarzı yaparsan sorunların erir gider, sıhhatli görünürsün, mutluluk hissedersin, yaşamda anlam bulursun gibi birçok maddi-olmayan “değerli” şeylerle yönlendirmedir. Bu taktikle, insanların maddi sorunlarını örgütlü ilişkiler düzenine bağlayıp tek çare olarak örgütlenmeyi veya sendika gibi örgütlü yapılara girmeyi seçmeleri engellenmeye çalışılır. Bunun için de sadece düşünceleri ve ilgileri, egemen yapılar ve çıkarlar için tehlikeli olmayan, tam aksine çok faydalı olan şeylere kaydırılır. Bu kaydırma “pozitif ol” ile başlayan kendi içine döndürüp sorunu ve çözümü kendinde bulmaya çalışmadan başlayarak, egemen güçlerin sömürüsüne karşı mücadele edenleri sorumlu göstererek onlara karşı düşmanlık işlemeye kadar çeşitlenir.

Komplo Teorisi: Saldırıyla Savunma

Komplo kavramı üzerinde de durdum, çünkü medyada sunulanların içeriğinin analizleriyle elde edilen sonuçlar ve değerlendirmeler, birilerinin çıkarına ve kendine hizmet eden gerçek olmayan gerçeğine aykırı düştüğü için, yazar “medya düşmanı” olarak ilandan başlayarak “komplo teorisi sunuyor” iddiasına kadar çeşitlenen saldırılarla geçersiz gösterilmeye çalışılır. Benim bu tür ve benzeri saldırı-uydurulara karşı iki önerim var:
(1) Medya profesyoneliyseniz kendiniz veya sizi savunan akademisyenimsilere rica edin, örneğin yaptığınız haberlerin veya dizilerin içeriğini ayrıntılı olarak “ne tür bilişler ve davranışlar sunuyor? (size uygun kavram kullanmak için, ekiyor veya işliyor demiyorum, sunuyor diyorum) gibi araştırma sorularıyla incelesinler (bunun için araştırma tasarımı hazırlama ve inceleme yapmayı bilmek gerekir); bakalım ne sonuçlarla karşılaşacaksınız. Daha önce yazılmış birçok uyduru dışında, bütün dünyadaki medya içeriğini ciddi biçimde inceleyen araştırmacıların vardığı sonucu tek bir cümleyle özetleyebiliriz: Yaygın medyanın halkın gözü, kulağı, vicdanı ve sesi olduğu geçersiz bir iddiadır; medya kendinin ait olduğu güç ve çıkar yapılarının bütünleşik bir parçasıdır. Bu gerçeği her dürüst gazeteci ve diğer medya mensupları çok iyi bilir.
(2) Ben incelememde, test etmek veya kanıtlamak için, herhangi bir komplo teorisi hipotezi sunmadım; keşfedici tasarım ile (exploratory design) inceleme yaptım. Eğer incelememin sonucunda medyada toplumun geniş kitlelerine yönelik yaygın ve yoğun bir biliş ve davranış yönetimi uygulandığı ortaya çıktıysa, bu sonuç, benim medyaya karşı komplo teorisiyle düşmanlık yaptığımı anlatmaz, medyanın geniş kitlelerin bilişlerini, ilgilerini, duygularını, düşüncelerini, inançlarını, duyarlılıklarını, tercihlerini ve davranışlarını egemen yapıların ve öznel çıkarların arzu ettiği yönde biçimlendirme amaçlarıyla iş yaptığını gösterir. Bu işi de sinsi bir şekilde demokrasi, özgürlük, laiklik, din, iman, insan hakları, demokrasi vatan ve millet gibi söylemlerle yapıyorsa, medya profesyonelleri insanlara hem komplo uygulamaktadır hem de kapsamlı bir komplonun medya ayağını oluşturmaktadır.
Herman ve Chomsky (1988, xii), “bu kitapta sunduğumuz medyayla ilgili eleştirilerimizin düzenin yorumcuları tarafından komplo teorisi diye sunularak atılması, sadece kurtulmak için bir bahanedir; Biz kitle iletişimi performansını açıklamak için hiçbir komplo hipotezi kullanmayız” diyerek, benim yukarıda belirttiğim durumu açıklamaktadır. 
Bu kavram günlük ilişkilerde, televizyon programlarında, medyadaki bazı tartışmalarda, doğruyu söyleyeni yanlışlamak için kullanılmaktadır. Doğruyu yapan birilerine yanlış yaptığı söylenirse, “komplo teorisini bırak” diye saldırmaz; savunacaksa veya saldıracaksa, doğru yaptığını düşündüğüyle ilgili öğeleri açıklayarak gelir. Günlük hayatı komplo kurmalar ile geçen birine, komplocu olduğu söylediğinde, tüm geçerli göstergeler onun komplocu olduğunu gösterdiği için, gerçeklere dayanan kanıtlarla/göstergelerle savunu yapamaz; bu nedenle, önünde olan birkaç seçeneği kullanır: kişinin karakterine saldırıyla yapılan ve siyasette her gün bol bol kullanılan “karakter/kişilik katli” ve olumsuz nitelemelere başvurarak çamur atmaya başlar.
Komplo teorisi de, çamur atmada kullanılan akademisyenimsilerin (ve ne dediğini bilmeyenlerin) kullandığı klişelerden biridir. Komplo teorisinin kendisi geçerli olsun veya olmasın hiç fark etmez; karşı tarafın açıklamalarını geçersiz kılmak için, “komplo teorisini bırak” demek yeterlidir, çünkü sizin açıklamalarınıza verilen bu yanıt, sizin açıklamalarınızın “her yerde komplo arayan kafayı yemiş birinin” açıklamaları olduğunu söylemektedir. Size bir anda on gol attı. Neden? Çünkü dinleyicilerin muhtemelen çoğu sizin “normalleştirilmiş anormallik” dediğinizi, normal olarak görenlerden oluşmaktadır veya normalleştirilmişten bir çıkarı vardır: Her ay evine bedavadan erzak geliyordur ya da eski-Maocu ’dur ama ayda 20.000 lira ve bedava uçak biletleri vs ile kapitalist patronlarının çıkarlarını savunduğu için ödüllendiriliyordur; işte o erzakla ve bol maaşla gelen materyal ilişkiler yapısının bilişi, anormali normalleştirir.[9]
Komplo teorisi, komplo kuranların, komplo kurduklarını açıklayanları geçersiz göstermek için, bu açıklamaların komplo teorisi olduğunu ileri sürerek ortaya attıkları kurnazca bir saldırıdır. Bu saldırı özellikle Marizime ve Marksa karşı yapılır. İlginç olan, Karl Marks komplo teorisini eleştiren ilk kişilerden biridir. Öte yandan, Marksizm’i komplo teorisi diye geçersiz ilan edenlerin en sevgili dedesi Adam Smith, (2007, Book I. ch x) teorisinin en merkezinde komplo teorisi hipoteziyle gelir: “aynı ticaretteki kişiler, hatta şenlik ve eğlence için bile, ender olarak toplanırlar; fakat konuşmaları halkla/kamuya karşı komplo yapma ile biter.”

Medya

Medya kavramı İngilizceden transfer edilmiş ve dünyada yaygın olarak kullanılan kavramlardan biridir. İletişim alanında “Medya”, “bir şeyi ileten araç, ileten aracı, aracılayan” anlamında kullanılan “Medium” kavramının çoğuludur. Media hem çoğul hem de tekil anlamda da sık sık kullanılmaktadır. Tekil anlamda, bir iletişim örgütünü anlatır.[10] Çoğul anlamda, teknolojiyle aracılanmış örgütlü biliş ve davranış yönetimi işi yapan örgütlü yapıları (kitle iletişim sistemini) anlatır. Bu örgütlü yapılar öncelikle gazete, dergi, radyo, televizyon, sinema ve internet gibi isimler altında toplanan, devlet kurumlarının sahipliğindeki istisnalar dışında, hemen hepsi özel şirketler biçiminde örgütlenmiş kar amaçlı yapılardır.
İçimize işlenmiş biliş yönetimiyle gelen alışkanlıklar nedeniyle, hep özne olarak “medya” kavramını kullanıyoruz. Bu incelemede, eğer açıkça, medya kavramını “medya” anlamında kullanmadıysam, “medya” kavramını özne olarak gördüğünüzde, “medya profesyonelleri” (ve onların ipini elinde tutan medya sahipleri ve onların diğer alanlardaki ortakları) anlamında kullandığımı hatırlayın, lütfen.

İmparatorluk ve Diktatörlük

Bu kavram, bir imparator/kral ve çevresindeki asiller grubunun yönettiği siyasal ve ekonomik birim anlamına gelir. Ama, örneğin Amerikan İmparatorluğu dediğimizde, biz bir kral tarafından değil, bir sınıf tarafından yürütülen ve sadece sınırları çizilmiş bir coğrafya üzerinde (ülke içinde) değil aynı zamanda ülke dışında kurulmuş ve yürütülen egemenlikten bahsediyoruz. Dolayısıyla, imparatorluk, bu kitapta, sadece bir imparatorun ve asillerin yönettiği bir yapı değil, aynı zamanda bir sınıfın yönettiği yapı anlamında kullanıldı. Bu sınıfın yönetimi de diktatörlük olarak nitelendi. Dolayısıyla, örneğin Amerika kapitalist sınıf egemenliğine dayanan bir diktatörlüktür ve küresel sömürü yapan bir kapitalist imparatorluktur. İngiltere de, en tepede bir aile hanedanlığının olduğu ve kapitalist sınıfın egemenliğindeki bir imparatorluk ve diktatörlüktür. Cumhurbaşkanı veya başbakan gibi isimlendirmeler, diktatörlüğün yönetimindeki bürokratik seviyelerdir. Kapitalist siyasal sistemde siyasal kadrolar, kapitalist sınıf için yönetim işini yaparlar. Bu kadroların en tepesinde olan biri, Hitler’in yaptığı gibi, kapitalist sınıfa çok daha verimli hizmet etmek için, tek adam rejimini kurabilir; ama o sistem hala kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerine dayanan sınıf egemenliğini anlatır.

Diktatörlüğün Medyası

Diktatörlüğün medyası deyimini kullanmadan önce, “imparatorluğun medyası” diye düşünmüştüm. Bu incelemede, diktatörlüğün medyası sözcüğü, kapitalist sınıfın veya küresel sömürü yapan kapitalist sınıfların ve onlarla işbirliğinde olan yerel egemen yapıların çıkarlarına hizmet eden medya anlamında kullanıldı. Böylece, medyanın halk için değil, bir sınıf diktatörlüğünün çıkarları için var olduğu anlatılmaya çalışıldı.

Medya Sahipliği veya Sahipleri

Bireysel tek bir kişinin sahipliğinden, aile ve farklı sermayenin ortaklığına kadar çeşitlenen sahiplikleri içeren biçimde kullanıldı.

Medya Profesyonelleri

Medyada içerik üretimini yapan, örneğin gazeteci gibi uzman kişileri ifade eder. Bu kişiler bir şirkette çalışan gazeteciler veya program yapımcıları olabileceği gibi, bir kitap veya film senaryosu yazarı da olabilir. Medya profesyonelleri, aynı zamanda, medya için, örneğin dizi gibi programları yapan ve medyaya satan/kiralayan bir şirkette de çalışıyor olabilir. Hatta kendisi hem medyaya hizmet veren şirketin sahibi hem de medya profesyoneli olabilir.
Dolayısıyla, medya profesyonelleri, teknolojiyle aracılanmış iletişim üretenleri içerdiği için, hem yaptıkları işin türü hem de yaptıkları işte öncelikle hangi güçlere hizmet ettikleri bağlamında “kimlikleri” nedeniyle nicel ve nitel farklılıklar gösterirler.
Bu araştırmada ortaya çıkan medya profesyonelliği, bazı istisnalar dışında, çıkarlarını kapitalist sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmekten geçerek sağlamayı seçmiş profesyonellerin pratiğini anlatır. Dikkat: Kapitalist bir medya şirketinde çalışmak kendi başına medya profesyonelini “efendilerinin sesi” yapmaz; ürettiği iletişim ürünlerinin karakteri (doğası) yapar. Günümüzdeki egemen medya profesyonelleri dediğimde ne demek istediğimi şöyle açıklayayım: Django Unchained (2012) (Zincirsiz) filminde köle sahibinin gözde kölesi olan zenciyi (Stephen) düşünün; bu zenci, ona sağladığı rahat yaşamın karşılığında köle sahibinin her tür çıkarını gerçekleştirmek için ölümü bile göze alacak kadar soğukkanlı bir zalimdir. Medya profesyonellerinin çoğu Stephen’e benzer; sadece birkaç çok ciddi farkları vardır: Kapitalizmin ücretli köleliğinde, bol ücretli/maaşlı köleler, kendilerine daha çok para veren bir başka efendiye tereddüt etmeden giderler; çünkü onur ve vicdanlar, güç ve para ile alınıp satılır; bu durum, egemen ilişki düzeninde normalleştirilmiştir. Tam aksine, mutlak köleliğin imtiyazlı kölesi Stephen çok sadık bir köledir; kalleşlik, ikiyüzlülük, döneklik ve kaypaklık gibi bir kişiliğe sahip değildir, eline fırsat geçse bile. 

Ürün ve Bitmiş/Son Ürün

“Ürün” bir sürecin sonunda ortaya çıkan neyse odur. Buna aynı zamanda, bitmiş/son ürün de denir. Eğer tek bir süreç yerine süreçler silsilesi varsa (ki medyada böyledir), o zaman birden fazla ürün ortaya çıkar. Teknolojiyle aracılanmış iletişim bağlamında ürün demek, teknolojik süreçlerden geçerek oluşturulmuş olan her şey demektir: okuduğumuz bir kitap, gazete veya dergi; dinlediğimiz bir müzik; bir radyo konuşması; bir televizyon programı; bir sinema filmidir. “Mesaj” bir bitmiş üründür.
Ürün, bu incelemenin gruplandırma ölçütüne göre, maddi ve maddi olmayan olarak ikiye ayrıldı.
Maddi ürün, somut olan (elle tutulan, gözle görülen), cep telefonu veya USB gibi bir araçtır.
 Maddi ürün diğer bir maddi ürünü veya ürünün parçalarını üreten/oluşturan bir teknolojik araç olabilir: Bilgisayar bir üründür; hard disk ve anakart da birer üründür; ama bilgisayarı oluşturan ürünlerdir. Hard diski ve anakartı üreten araçlar ve onları üreten araçlar ve onları üreten araçlar vardır. Dolayısıyla, her aracın ürettiği araç bir üründür.
DVD, USB, telefon kablosu veya internet kablosu, iletişimin içeriğinin taşıyan “taşıyıcı ürünlerdir. Bu örnekte görüldüğü gibi, DVD ve USB gibi taşıyıcı bir maddi ürün vardır. Bir de bu ürünün taşıdığı “düşünsel içerik” vardır: Buna maddi olmayan ürün denir.
Maddi olmayan ürün soyut olandır; örneğin düşünceyle, duyguyla, inançla ilgili olandır; maddi ürünü düşünsel olarak (örneğin ona isim ve değerler atayarak) temsil edendir. Beyin doğal ve maddi olandır. Beynin içinde kaydedilmiş olanlar maddi olmayandır.
Her ürün, aynı zamanda taşıdığı karakterler nedeniyle, sosyolojik, sosyoekonomik, ekonomik, siyasal veya kültürel bir üründür.

Üretim ve Yeniden Üretim

Teknolojiyle aracılanmış iletişimin olabilmesi için öncelikle “iletişimsel içeriği taşıyan ürünün” üretilmesi gerekir. Örneğin bir müzik, tartışma veya haber programının yapılması, üretimdir.
Yeniden üretim, üretimin tekrar tekrar yapılmasıdır. Yeniden-üretim aynı-şeyin sürekli tekrar tekrar üretimi olabileceği gibi, farklılaştırılmış, yenilenmiş, geliştirilmiş olarak üretimi de olabilir.
Bir üretim, birden fazla amaçlar taşıyabilir. Tek bir amaç için üretilmiş bir ürün, birden fazla amaca hizmet edebilir. Belli bir amaç için üretilen bir ürün beklenmedik veya istenmeyen sonuçlar getirebilir ve beklenmedik amaçlara hizmet edebilir. Hatta planlanan amaca hizmet etmeyebilir; tam aksi düşüncede olanların amaçlarına hizmet edebilir. Bunu medyanın ürettikleri ile ilgili bölümde, medyanın birden çok şeyler ürettiğini ve yeniden ürettiğini ayrıntılı olarak göreceğiz.

Diğer Kavramlar

Yukarıdaki açıklamalara bağlı olarak, bu incelemede, örneğin “okuma” ve “sosyal medya” gibi kavramları kesinlikle kullanmadım; çünkü bu tür kavramlar kurnazca üretilmiş, dolaşıma sokulmuş ve yoğun kullanımla egemen yapılmış, bilime ve bilmeye hakaret olarak duran bilinç yönetimi kavramları karakterini taşırlar. Ne demek istediğimi somutlaştırayım: Son zamanlarda “okuma” kavramı, okuma gibi bir eyleme “anlamayı” da katan bir biçimde kullanılmaktadır. Bu tür kullanım yüzeydekini ve görüneni gerçek yapan ve bir egemenliği anlatır: “Okuma” bir iletişimsel eylemdir; “anlamak” ise okuma eylemi sırasında okunanları (enformasyonu) süreçten geçirerek “anlamayı” içerir. Annem “dua okurdu,” ama “anlamazdı”. Benim Kuram kitabındaki birçok cümleyi, öğrenciler “okur” ama anlamaz. Okuma gibi bir iletişimsel eylem bu tür iletişimin gerçekleşmesi için zorunlu koşuldur, ama asla ne iletişimin kendisidir ne de “anlamadır”.

Sosyal medya” gibi kavramlar, bilimsel gruplandırmanın en temel kurallarını çiğneyen ve bilgiçlik taslayan cehaleti yaratmayı ve bunda da başarıyı anlatır. Diğer medyayı geçersiz kılarak, önemsizleştirerek, dışlayarak, sosyal dışına iterek, baskıcı ilan ederek ve geçmişe ait olarak göstererek, internete sahte imajlar, sahte işlevler ve sahte özellikler yüklenmektedir. Ama ne yazık ki, bu kavram ve birçokları tüm dünyada yaygın dolaşıma sokularak yaygın kabul görmeleri sağlanmıştır. Hepimiz kullanıyoruz, kullanmama olasılığı sıfıra indirilmiştir: İşte buna (meşrulaştırılmış) egemenlik denir.

İdeoloji kavramını çok ender olarak kullandım, çünkü ideoloji kavramı, hem siyasal anlam içine hem de sadece “düşünceler” içine sıkıştırılmış bir kavramdır. Bu nedenle, medya endüstrilerinin içerik üretiminden geçerek yaptıklarını açıklamada çok yetersiz kalmaktadır. Ne yazık ki, medya içerik üretiminde yapılanları tek bir kelime ile, örneğin ideoloji, düşünce, beyin yönetim, bilinç yönetimi, biliş yönetimi ile ifade etmek gerçeğin ne denli kapsamlı ve ürkütücü olduğunu anlatamamaktadır. Bu nedenle, ben bazen düşünce, bazen biliş yönetimi kavramlarını kullandım; ama her kelimeyle demek istediğim aslında, medyanın bilme, bilgi, biliş, bilinç, inanç, duygu, düşünce, duyarlılık, vicdan, ilgi, tercih, aitlik, kimlik, algı, tutum, değer ve davranış (ve aklıma gelmeyen diğer maddi olmayanların) yönetimi yaptığıdır. Bu kitap boyu, bu kavramlardan birine rastladığınızda, yukarıda saydıklarımın hepsini demek istiyorum, eğer sadece o kavrama özel olarak kullanmadıysam.

Temel Süreçler

…………….



[1] İnsanımsı kavramını, tarih boyu insan dahil tüm canlılara ve doğadaki her şeye zarar veren ve, ne yazık ki, tarih boyu insan toplumlarında egemenlik kurmuş olan ve beyinleri “başkalarını ezme, yoksun bırakma, insanların yaşadıkları yeri istila etme, haraca bağlama ve sömürme hastalığı taşıyan, “insan gibi görünen” ve yokluklarında dünyanın canlı ve cansız tüm varlıklarının “tümüyle yok edilme tehlikesini atlattıkları” için rahat nefes alacağı “çok tehlikeli mahluklar” anlamında kullandım.
[2] Düşmanlıkları körükleyen “siyasal örgüt sözcülerinin” kinlerini kusarken yüzlerindeki ve gözlerindeki ifadeye bakın, bu profesyonellerin dünyaya kötülük yapmak için gelmiş olan iğrenç mahluklar (iyilik meleği kılığında dolaşan iblisin temsilcileri) olduğunu görürsün. Birkaçının gözlerindeki ifade hep aynıdır: soğuk, ölü ve ifadesiz bakışlar. Bu insanımsılar insanlığın düşünsel ve maddi koşullarını biçimlendirenler ve onların kibar efendileridir. Kendilerini tam tersi olarak pazarladıkları ve bunda da başarılı oldukları için, pisliklerini, iğrençliklerini, katil ruhlarını ve vicdansız vicdanlarını ötekileştirdiklerine (düşmana) yansıtarak –yani ötekileri kötü olarak göstererek--, hem rahatlarlar hem de kendilerini insanlığı ve doğayı mahvetme sorumluluğundan arındırırlar. Örneğin, feodal mutlak köleliğin kapitalist serbest-köleliğe dönüştürülmesini insanlığın özgürlüğü olarak sunarlar. Daha kötüsü kendilerine işlevsel olan, ama aslında başkaları için yok ettikleri (özgürlük, demokrasi, insan hakları, kadın hakları gibi) insanlık için güzel olan her şeyi kendilerine mal ederler. Medya da bu tür kötü yaratıklarla dolu. Üniversiteler dahil diğer örgütlü yapılar da bu türlerle dolu. Bu türler saldırmak için çamur attıklarında, araştırılsın, deliller toplansın, yapan belirlensin, sonra ceza neyse o ceza uluslararası ilgili kuruluşlar tarafından verilsin; hatta saldıracaksanız, ondan sonra saldırın sözlerini de bir kenara iterler; aynı zamanda, bunu söyleyenleri terör yanlısı olarak ilan ederler. Özellikle üç emperyalist gücün baş-iblisleri, biz biliyoruz, derler ve kanıt uydururlar. Doğru, baş-iblisler kimin yaptırdığını kesinlikle biliyorlardır: Kendileri. Neden? Çünkü tüm “olası yapma nedenleri” çoğu kez kendilerini işaret eder ve tüm “olası yapmama nedenleri” de saldırılan tarafı. Olayları takip eden dürüst bir insanın baş-iblislerin ve sözcülerinin ve onların medyadaki temsilcilerinin iddialarının geçerli olduğu olasılığını bile düşünmesi için, gerçek anlamda ahmak olması gerekir.
[3] Düşünelim biraz: Kapitalist yapıların sözcülüğünü yapanlar “kod çözme” kavramıyla gelmişler. Kendilerini alternatif görüş olarak sunanlar ise, “kod çözme” kavramını alıp, yerine “çözümleme” “veya “yapı yıkma ve inşa etme/kurma” kavramalarını ikame etmişler. Birisi constructivist diğeri de (semiotics bağlamında, Amerikan structuralism değil) yapısalcı açıklamalarla gelse de, ikisi de bireyin anlama ve anlam vermede öznelliği üzerine inşa edilmiştir: her ikisinde de izleyici kendince anlam veren aktif öznedir. Dolayısıyla “kod çözme” ve “alımlamada yapı yıkma ve yeniden-inşa” arasındaki fark, birincisi kapitalist düzeni severek savunur. İkincisi ise, kapitalist düzenden rahatsızdır, ama anlamlı mücadele ve risk almayı gerektiren bir alternatifi seçmez; onun yerine, kapitalist düşünce dünyası içinde kontrollü alternatif olarak yer alan ve kapitalizme farklı bir konumdan (yani sinsice) destek sağlayan –anlamlı alternatifleri yok etme, gayri-meşrulaştırma, marjinalleştirme işini yapan—alternatifi seçerek kendini rahatlatır.   
[4] Endüstriyel yapılar her tür zehri üretebilir; ama tüm sorumluluk, örneğin, sigara içen bireye yüklenir, zehri üretenlere değil. Bilgiçlik-taslayanlar ise onlara ezberletileni (örneğin, sporda siyaset olmaz, her şey ekonomi değildir, herkesin düşüncesi farklıdır gibi sayısız geçersiz klişeleri) sürekli tekrarlar. Uyuşturucu madde satıcısının “kimseyi zorlamıyoruz, içmesinler/izlemesinler” diye kendini haklı çıkarmasını, ağzında sigarayla söyleyen bilgiçlik taslayan cahilin zararı çoğu kez kendinedir; ama alımlama veya aktif izleyici tezini savunan bilgiçlik taslayan akademisyenimsinin zararı toplum için çok ciddidir.   
[5]  “İzleyici” kavramını, her türlü medyayı kullanan insanlar olarak anlayın lütfen, eğer özel olarak televizyon veya film izleme olarak kullanmadıysam.
[6] Üzücü olan bir gerçek de, insanların bilişlerinin ve davranışlarının, baskılar ve çaresizliklerle de desteklenen koşullarda, nasıl kendi çıkarların aykırı olduğudur. Bir örnek şudur: Rockefeller ailesi, West Virginia denilen ve Amerika’nın üçüncü dünyası olarak nitelenen, çöpçü olmak için bile ilişki ve rüşvet verilen bir eyalette/ülkede, her seçimde seçimi kazanırlar. Sosyologlar neden bunu incelemezler? Çünkü o sefirleştirilmiş kitlelerden alacakları bir şey, sağlayacakları bir çıkar yok; ayrıca bunu yapan akademisyene kapılar birden bire kapanmaya başlar: Cebinden vurup, hayat boyu her gün öldürürler.
[7] Yönetici sınıf dediğimde, tek bir ülkedeki kapitalist sınıftan bahsediyorum. Yönetici sınıflar dediğimde ise, dünyada ülkelerdeki kapitalist sınıftan. Ayrıca kapitalist sınıfı da, homojen tek bir grup olarak değil; üretim araçlarına sahip olan, dolayısıyla, başkası için ücretle/maaşla çalışmak gibi bir kaygısı olmayanlar demek istiyorum. Ayrıca, birey olarak somut bir kapitalisti de düşman falan ilan etmek gibi bir saçmalık da sunmuyorum. Ben doğuştan kapitalist olsaydım, böyle bir kitabı yazma gibi bir bilince sahip olma olasılığım sıfıra yakın olurdu. En iyi şekliyle, hayırseverlik oynardım, eğer oynarsam. Kaç tane F. Engels çıktı ki?
[8] Ahmaklık bir bilişsel koşuldur; hepimizin büyülenerek soruşturmadan kabul ettiği birçok şeyin hepsi veya bir kısmı bize işlenmiş “yönetme, yönlendirme ve kontrol etme” işlevleri görürler. Eminim ben de, ancak aklıma gelirse veya duyarsam soruşturacağım, geçerliliğini asla soruşturmadığım birçok “tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” gibi geçersiz doğrulara sahibim.   
[9] Erzakı alan kişide bu biliş, maddi yardımla gelen minnettarlık gibi duygusal bağ yaratır. Bol maaş alanda ise, daha çok para verene hizmete hemen hazır olan parasal bağ yaratır. Başka birine duygusal bağ ile bağlanana, sen daha fazla erzak verirsen büyük olasılıkla, suçlu hissedeceği için, sana oy vermez. Diğeri para için her şeyi yapar; hatta hem senin paranı alır hem de öbür taraf için casusluk yaparak ondan da para alabilir.
[10] “Örgüt” kavramı kurumları, şirketleri ve toplumda aileden başlayarak her tür örgütlü yapıyı anlatır. Paranoid ve hasta ruhluların egemen olduğu siyasal yapılarda, “örgüt” kavramı, bilime hakaret olarak duran bir sınırlamayla, “devleti yıkmayı amaçlayan” olarak tanımlanır. Bir örgütü gayri meşru veya meşru yapan, o örgütün amaçlarının ve faaliyetlerinin doğasıdır. İnsan öldürmeye veya insanları yoksulluğa ve açlığa mahkum eden bir örgüt veya örgütlü yapı, meşru olamaz; sadece güç ilişkileri yoluyla “meşrulaştırılmış” olur ki, bu da meşrulaştırılmış gayrimeşruluktur. Her tür diktatörlük ve diktatörlüğün ekonomik ve siyasal yapıları ve yasaları meşruluğunu insanları sindirmeden, baskıdan ve katliama kadar giden güç uygulamalarından alırlar; bu nedenle meşru değildirler. Peki, bu diktatörlükler, “halkın büyük çoğunluğunun oyunu alıyorsa, bu meşruluk kazandırmaz mı? Halkın yüzde yüzü bir meşrulaştırılmış sömürü, baskı, yoksun ve yoksul bırakma sistemini desteklese bile, asla meşru bir sistem olamaz, çünkü diktatörlüğü (veya demokrasiyi) belirleyen, kalkın oyu veya rızası değildir. Bir sistemin meşruluğunu belirleyen faktörler, güç uygulaması, güçlülerin minarelere kılıf hazırlaması, bu kılıfların üniversitelerde ve medyada sürekli çeşitli biçimlerde ince ince yeniden örülmesi, kendilerinin-sömürülmesine ve başkalarının sömürülmesine ve bastırılmasına canı gönülden herkesin veya çok büyük çoğunluğun katılması değildir. Belirleyen faktörler diktatörlüğün/demokrasinin taşıdığı yapısal ve ilişkisel özellikler ve getirdiği sonuçlardır. Bu nedenle ki, dünyayı ve insanlığı felakete ve yok etmeye doğru götüren kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinin süregetirilen doğası, hunhar bir sınıf diktatörlüğünü anlatır.

Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...