CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:

Karl Marx'ı anlamak


Teori Dergisi, sayı 340, s. 12-25,  2018

Karl Marx’ı anlamak:
uydurular ve gerçekler

Prof. Dr. İrfan Erdoğan



 Sağcısından solcu geçinenine kadar birçok akademisyen, aydın ve yazar, dikkat çekmekten ün kazanmaya kadar çeşitlenen nedenlerle Marx’ı (veya Marksizmi) eleştirmiş veya ona saldırmıştır.
Bu makale, Karl Marx’ın görüşlerinin kasıtlı ve kasıtsız olarak yanlış sunulması ve yoğun dolaşıma sokulmasıyla yaratılan sahte imajları, yanlış bilgileri, cehalete bilgiçlik taslatan geçersiz klişeleri ve yaygın görüşlerin geçersiz veya sınırlı açıklamaları, Marx’ın kendi görüşleriyle açıklamak için hazırlandı. Temel amaç, uyduruları ayrıntılı olarak sunarak ve çürüterek bir savunu yapmak değil; sahtenin gerçeğin yerini almasıyla, kötünün egemenliğinin desteklendiği bir dünyada, kendimizi, yaşamı ve toplumu doğru anlama ve doğru çözüm yolları üretme çabalarına katkıda bulunmaktır. Bir makalede çok kapsamlı bir konuyu sunmak imkânsız olduğu için, Marx’ı anlamak için önemli olan gerçekleri sunmaya çalıştım.

Marx’dan kurtulmanın “şahane-uyduruk” yolu

Kapitalizmin kırıntılarından bir şeyler kapmak için, önce “düşmanı öldü veya geçersiz” ilan ederek efendilerinin dikkatini çekmek ve olası ödülünü almak isteyen herkesin temel iddiası şudur: Marx öldü, çünkü Marksizm artık modern toplumun karmaşıklığını açıklayacak kapasiteye ve karaktere sahip değildir. Kim sahip o zaman? İnsanı merkezden edip, onun yerine sömürgenlerin endüstriyel çıkarlarını, dili, söylemi ve egemenliğin dışlıklarını yansıtan, bireysel ifadeleri merkeze yerleştiren ve eleştirellik taslayan, başka bir şey söyleyemedikleri için benim gibilerin tutucu olduğunu iddia edecek kadar bilişsel dumura uğramış ve vicdanları kirlenmiş kültürelciler, yapısalcılar, söylemciler ve Post-Marksizm dâhil, “post” ve “ist” eki ile gelenler mi? Tüm bu kişiler ve görüşleri, her kentte ışıklarla ve renklerle çekici hale getirilmiş büyük AVM’leri akla getiriyor. AVM’ler ve benzerleri iş dışı (boş) zamanın sömürgeleştirilmesinin, düşüncelerin, davranışların, duyguların, duyarlılıkların, ilgilerin, tercihlerin, sevilerin, eğlencenin ve her tür gereksinimlerin giderildiği küresel yerelliğin çoğulcu ve kamusal görünen örgütlü özel alanlarıdır. Bu çoklu alanlara insanlar çekilerek hem sunulanlarla dinlenme, eğlenme ve kendini yenileme zamanı kontrol altına alınır hem de sermayeye ve sermayenin sistemine işlevsel olmayan alternatif faaliyetler ya ortadan kaldırılır ya da ortadan kaldırılamazsa değersizleştirilir, önemsizleştirilir, marjinalleştirilir. AVM gibi alanlar “serbest kölelerin” ─eğer bu kavramı okuduğunda rahatsızlık hissediyorsan, duyarlılıklarının kimin ve neyin için işlevsel olduğunu ve kimliğini yakından gözden geçirmeni öneririm─ işyerindeki sömürülmesinin iş dışı uzantısı ve tamamlayıcısıdır. Kitleleri AVM’lere çekerek kontrol gereksinimlerini ve amaçlarını gerçekleştiren kapitalist ekonomik ve siyasal pazarda, bu pazarı farklı kılıflarla destekleyen akademisyenlerin ve aydınların gezindiği, satış ve alışveriş yaptığı AVM’ler de vardır ─gerçi sosyal bilimlerdeki profesörlerin önemli bir kısmının böyle bir ilgi ve kaygısı yoktur─. Üniversitelerdeki kütüphanelerde ve dershanelerde sunulanlardan, kitaplar dâhil her tür medyada sunulanlara kadar çeşitlenen içeriklerle satış yapılan bu sanal ve gerçek AVM’ler, tikelleştirilmiş, özelleştirilmiş “marka” olan insanlar ve dükkânlarla doludur. Sayısız kültüreller, yapısallar, postlar ve istler ile “özelleştirilmiş çokluktaki” bu AVM’lerde gezinir, eğlenir ve alışveriş yapar. Bu akademik satış, alışveriş, gezinti ve temaşa dünyasında hem akademisyen ve aydın hem de zevkle gezinti yapanlar büyülenmiştir, rahattır; onun anlamadan yiyip, anlamadan kolayca hazmetmesi için güzelce paketlenmiş olanlar arasından huşu içinde, korku ve kaygı duymadan seçebilirler; çünkü hepsi de “büyük teorilerinden” (grand narratives) ve özellikle “Marksist özcülükten” ve “herkesi köle yapmak isteyen sınıf genelleştirmesinden” arındırılmış, temizlenmiş, güzelce paketlenmiş ve yaygın dolaşıma sokulmuş “küresel evrenselin” özel parçalarıdır. Bu AVM’ler hem yaptıkları işin doğası nedeniyle yaşamak için çalışmayı seçme yerine, para kazanmak için çalışan, bu nedenle insanlıklarını ve kimliklerini pazarda her gün satan akademisyenlerin ve medya profesyonelleri dâhil aydınların güvenli sığınağıdır; hem de ücretli/maaşlı serbest köleleri ve onların öğrenci olan çocuklarını Marx gibi tehlikeli kaynaklardan ve alışverişlerden korur. Bu sığınaklar hem akademisyenleri ve aydınları hem de sistemi zor durumda bırakmayan ve kendilerinin de çoğu kez anlamadığı huşu veren “söylemlerle ve alımlamalarla ” (discources ve receptions) doldurulmuştur. Tüm bu yaklaşımların “eleştirellik” giysisiyle gelenleri, sistemle barışık olmayan, ama anlamlı alternatiflerden de uzak durarak yaşamını riske sokmadan ün, güç ve rahat yaşam sürme olasılığını artırırlar. Bunlar, değersizleştirmek, önemsizleştirmek ve geçersizleştirmek için gerçek alternatiflerin üstüne çökertilen ve egemen yapılara işlevsel olan “kontrollü karşıtlığı” ifade ederler. Bu üretilen pislikler, kitlelerin yönetiminde çok işlevsel olduğu için çok değerli pisliklerdir. Marx bunları “teslik” olarak niteler; ama aslında asla teslik olamazlar, çünkü teslik, hayvan dışkılarının toplandığı yerdir ve bu dışlıklar bahçelerde gübre, tandırda ve fırında yakacak olarak kullanıldığı için çok faydalıydı.

“Büyük teorilerin geçersizliğinden” kendilerini arındırmış günümüzdeki (post)alternatif ve (post)eleştirel teoriler ve bu teorilerin dolaşıma sokulduğu yerler, aynı AVM içinde birbiriyle rekabet eden dükkânlar ve birbiriyle gösteriş yarışında olan tüketiciler gibi, düşman olmayan düşmana (Marx’a) karşı yönlendirilmiş ilgilerin ve dikkatlerin, düşüncelerin ve davranışların serbestçe bir araya geldiği mekânlardır. Bu teori ve araştırma çokluğunda, hem yazarlar hem de okurlar saatlerini, günlerini, aylarını ve hayatlarını geçirirler. Hocalar, yazarlar ve çizerler grupları bundan memnundurlar, çünkü ödüllerini almaktadırlar. Okurlar ve öğrenciler ise, işlenmiş bilişleriyle, duyarlılıklarıyla, duygularıyla ve ilgileriyle esir alınmışlardır, tükenmişlerdir; başka bir şeye ilgiye ne zamanları, ne güçleri ve istekleri kalmıştır. Bu teorilerin, araştırmaların ve yapıtların yazarının ve okurunun “yüzüklerin efendisindeki yüzüklerin kardeşliğiyle” ve “söylemlerin derin anlamları” ile olan alıştırılmış bağımlılıkları vardır. Bu bağımlılıklar, Türkiye’deki işsizlik, yoksulluk, ücret politikaları ve iş koşulları gibi “karşılaştırılacak bir nesnel gerçeğe veya ölçüte sahip olmadığını düşündükleri” “…e göre değişen gerçekler” ile ilgilenmeyi anlamsız ve gereksiz kılar.

Marx geçersiz: Kurtulalım ondan!

İdealist felsefenin ve onun çağdaş türevlerinin, sayısını kendilerinin bile bilmedikleri nicel çokluk ve nitel yoksunluktaki teorileri, yaklaşımları, paradigmaları ve tezleri ile kendilerini meşrulaştırmak için yaptıkları işlerden en önde geleni, Marx’ın yanlış olduğunu anlatmak olmuştur. İdealizmle kendilerini özdeştirmeyen, ama idealizmin dirilmesini ve günümüzde yaygın bir şekilde egemen olmasını sağlayan, özellikle teolojiye, hermeneutics ve relativizme dayanan, “post” ekiyle gelen yaklaşımlar, alternatif, ilerici, çağdaş gibi sahte-giysilerle, Marx’ın kısmen veya tümüyle geçersiz olduğunu anlatarak bu kervana katıldılar. Örneğin, Foucault, çoğu kültürelcilerin ve yapısalcıların da yaptığı gibi, 1970’in sonlarına doğru, geçmiş toplumların tarihinin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu söyleyen Marx’ın doğru olduğunu belirtmiştir. Ardından da, kendi yaklaşımı doğrultusunda sunduğu gerekçelerle, örneğin Marksistlerin ve Marksist ekonomistlerin çağdaş siyasal hayatın çoklu mücadelelerini anlayacak kapasite göstermediklerini iddia etmiş ve bu mücadeleleri anlayabilmek için siyasal düşünceyi kontrol eden bir doktrin olan Marksizmden kurtulunması gerektiğini öne sürmüştür.

Marx’ın teorisi ve bu teorinin bilme yöntemine yanlış ve geçersiz demek için, örneğin, “gerçek yoktur, gerçeğe ulaşamayız”, “gerçek o denli değişken ve görecedir ki, genelleştirme olasılığı yoktur”, “gerçek kafamızın içindedir, dış bir gerçek yoktur”, “gerçeğe ancak duyularımızla ve pozitivist empirik deneylerle ulaşabiliriz ” gibi yaklaşımlar gerekir ki bu da kendi yaklaşımını, diğer yaklaşımı geçersiz ilan ederek meşrulaştırmayı anlatır.

Marx’ın teorisi ve yöntemi oldukça açık ve yukarıda belirttiklerimle karşılaştırıldığında hepsinden çok daha anlamlı ve geçerlidir, çünkü insanı, toplumu ve yaşamı anlamak istiyorsak, en geçerli yol insana, topluma ve yaşama bakmaktır. Marx bunu çok net bir şekilde açıklıyor: “Yaşayan insana ulaşmak için, biz, insanın düşündüğünden, düşlediğinden veya insanın düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve hikâye edildiğinden başlayarak yola çıkmayız. Biz gerçek, etkin insandan başlayarak yola çıkarız.” Yani, insanı, toplumu ve tarihini anlamanın ilk koşulu, yapılacak analizin, düşünceyi, inancı, ideolojiyi, söylemi, şirketi, devleti veya dili değil, örgütlü yapılar ve ilişkiler içindeki insanı merkeze alması gerekir: İnsanların kendilerini nasıl ürettiğidir (üretim tarzı ve ilişkileridir).

Marx’ın ekonomik indirgemeci olduğu

Alt ve üst yapı kavramları çok tartışılan ve yanlış anlaşılmış (ya da yanlış sunulmuş) kavramlardır. Ekonomik indirgemecilik iddiasına göre, Marx’a göre düşünceler (üst-yapı) maddi olanın (alt-yapının) yansımasıdır (yani üst-yapı, alt-yapı tarafından belirlenir).

Üstyapıya (örneğin düşünceye veya yasal yapıya) bağımsızlık vermek demek, düşünceyi, aklı veya dili “aktif aktör” olarak ele alan ve insanı merkezden eden idealist felsefenin eski ve yeni yaklaşımlarından birini benimsemektir. Tersine, altyapının (yani materyal koşulların) her şeyi belirlediğini söylemek, insanı, kendini içinde bulduğu koşulların “pasif yeniden-üreticisi” olarak nitelemek demektir. Her ikisi de yetersizdir ve yanlış yönlendiricidir.

Ekonomik belirleyicilik, indirgemecilik veya teknolojik belirleyicilik/determinizm gibi görüşler, Marx’ın görüşleri değildir. Engels, bu tür görüşün geçersiz olduğunu 1890’da açıkça şöyle belirtir:

“Tarihte en belirleyici/hayatî öğe gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Bundan fazla ne ben ne de Marx bir şey ileri sürmedik. Dolayısıyla, eğer birisi bunu “ekonomik öğe tek belirleyicidir” diye döndürürse, bu önermeyi anlamsız, soyut, saçma bir söze dönüştürür…. Tüm öğeler arasında karşılıklı bir ilişki vardır.”[1]

Maddi yaşam ve düşünsel üretim bağı

Hem ekonomik indirmecilik iddiasının geçersizliğini hem de Marx’ın düşünsel ve maddi yaşam bağını nasıl kurduğunu açıklayalım: Marx’a göre, kendi maddi geçinme araçlarını/olanaklarını üreten insanlar, aynı zamanda, hem kendi gerçek maddi yaşamlarını üretirler hem de maddi yaşamlarının düşünselini (bilgilerini, duygularını inançlarını, beklentilerini, ideolojilerini vb.) üretirler.

Marx için, materyal ve düşünsel üretim birbirinden bağımsız iki ayrı şey değildir. Birbirinden bağımsız “ekonomi” ile “düşünce/ideoloji” ilişkisi de değildir. Sosyal varlık ile sosyal bilinç ilişkisidir. Sosyal varlık (insan) aynı zamanda sosyal bilinci de taşıyandır.

Marx’a göre, yaşamı üretim biçimi, kişilerin basitçe fiziksel varlıklarını (maddi hayatlarını) yeniden üretme olarak (basit ekonomik faaliyet olarak) anlaşılmamalıdır. Üretim biçimi, insanların neyi nasıl yaptıklarını ve kendilerini bu yapışla nasıl maddi ve düşünsel olarak yeniden ürettiklerini ifade eder (yeniden üretim, aynısının tekrar tekrar üretimi değildir, öyle olsaydı gelişme olmazdı). Şekli ne olursa olsun, toplum, insanların karşılıklı etkinliklerinin ürünüdür. Bir insan kendiliğinden, kendi varlığıyla köle veya vatandaş değildir. Köle ya da yurttaş olma, kişiler arası toplumsal bir şekilde belirlenmiş bir ilişkidir. İnsan ancak toplum içinde ve toplum içinden geçerek köledir. Kölelik ve vatandaşlık ilişkideki sosyal özelliği anlatır. Bu; işçi, köylü, kapitalist, bakkal, hırsız, zengin, fakir, ev sahibi ve kiracı için de aynıdır. Toplumdaki belli ilişkiler sonucu ortaya çıkan oluşumlar (yoksulluk, zenginlik, işsizlik, evsizlik, açlık), bu durumu ortaya çıkaran ilişki yapılarının değişmesiyle değişir, ortadan kalkmasıyla ortadan kalkar.[2]

İnsanın varlığını belirleyen düşüncesi/bilinci değildir. İnsanın sosyal varlığı, bilincini belirler[3]: Televizyonda bir dizinin olması (dizinin düşünülmesi ve üretilmesi), televizyon denen örgütlü yapının ve yapısal ilişkilerin varlığını ve bu örgütlü yapının varlığının nedeni olan toplumsal yapının olması ve bu yapılarda koşulların “dizi yapma” (içsel veya dışsal nedenlerle) gereksinimini düşündürmesi gerekir. Düşünceler, maddi yaşam koşulu ve bu koşuldaki düşünceler, duygular, duyarlılıklar, inançlar üzerine düşünen insan tarafından inşa edilir; yok/olmayan üzerine inşa edilemez; var olandan hareket ederek olmayanın tasarımı yapılabilir. Olmayanı, ancak olandan hareket ederek düşünebiliriz.

Düşünceler, ideolojiler, söylemler hiçbir şey yapamaz, çünkü “yapan özne” değildirler; yapan özne, düşünceleri ve ideolojileri taşıyan insandır.

“Her şey ekonomi değil, ekonomik indirgemecilik yapmayalım” diyen kurnazların ve buna inanarak, bu örgütlü kurnazlığın sözcülüğünü ve savunusunu “bilgiçlik taslayan cehaleti yeniden üreterek” yapanların iddialarının aksine, dünyayı düşünceler, duygular, inançlar, ideolojiler, söylemler veya dil yönetmez. Dünyanın yönetiminin temelinde düşünceler, ideolojiler, inançlar, duygular değil, düşünceleri, inançları, duyguları ve ideolojileri kullanarak maddi üretim yapan ve üretilen zenginlikleri paylaşan bir üretim tarzının ve bu tarzın ilişkilerinin aktörü olan insan vardır.

Marx’ın teknolojik determinist olduğu

Marx’ın görüşünde, “teknoloji” demek teknolojik araçlar demek değildir; makro bağlamda toplum yapısı demektir. Dolayısıyla, bu iddia geçersizdir.

Ayrıca Marx’ın görüşüne göre, teknolojik araçlar devrim yapamaz, çünkü örgütlü yapılar içinde düşünen ve karar vererek harekete geçen aktörler insanlardır. Devrimi devrim düşüncesiyle, diliyle, söylemiyle, kullandığı araçlarla ve pratiğiyle hareket eden canlı insanlar yapar.

 

Toplumsal değişim tarihinin belli bir çizgiyi takip etmesi

Marx, tüm toplumların Avrupa’daki gibi feodalizmden kapitalizme geçerek dönüşüme uğrayacağı görüşünü reddeder. Kendi çalışmasının batı kapitalizminin feodalizmden geliştiğini betimlediğini anlatan Marx, bu geçersiz düşünceyi şöyle açıklar:

“Batı Avrupa kapitalizminin tarihsel gelişim özetini, kendilerini hangi koşulda bulurlarsa bulsunlar tüm ülkelerin kaderlerinin önceden belirlenmiş evrensel tarihsel-felsefi gelişme teorisine dönüştürülmemelidir… Bu görüş, aynı anda beni haddinden fazla onurlandırır ve bana haddinden fazla hakaret eder.”[4]

Bireyler ve üretim

Marx, üretimi de sadece materyal hayatın üretimi (ekonomik üretim) değil, aynı zamanda emeğin, fikirlerin, bireyin kendisinin, dinsel adetlerin vb. üretimi olarak ele almaktadır. Marx bu üretimin de insanlar arası ilişkiden/iletişimden geçerek geliştiğini belirtir: “Her bireyin üretimi bütün diğer bireylerin üretimine bağlıdır ve bireyin ürününün kendi hayatının gereksinimlerine dönüştürmesi, benzer şekilde, tüm diğerlerinin tüketimine bağlıdır.[5]

Bireylerin karşılıklı ve her yönlü bağımlılığı, bireylerin sosyal bağını şekillendirir. Bu sosyal bağ değişim değerinde ifade edilir. Değişim değeriyle her bireyin kendi faaliyeti (ilişkisi, iletişimi) veya ürünü, kendisi için bir faaliyet ve ürün olur.

Birey genel bir ürün üretmelidir. Bu genel ürün parayla ifade edilen değişim değeridir. Her bireyin, diğer bireylerin faaliyetleri üzerinde veya sosyal zenginlik üzerinde uyguladığı güç, kendinde değişim değerinin (paranın) sahibi olarak var olur. Birey sosyal gücünü ve topluma bağını cebinde taşır. Faaliyet ve faaliyetin ürünü, bireysel ifadesi ve şekli ne olursa olsun fark etmez, daima değişim değeridir.

Değişim değeri de, içinde bütün bireysellik ve özelliğin reddedildiği ve yok olduğu bir genelliktir. Bu durum, (örneğin eski Anadolu köylerinde olduğu gibi) birey veya ailenin veya topluluğun bir ferdinin kendisini doğrudan ve doğal olarak üretmesinden çok farklıdır. Kapitalist yapıda ürünün sosyal biçimi kadar, faaliyetin sosyal karakteri ve bireylerin üretimdeki payı yabancı ve nesnel bir şey olarak görünür. Bireyleri “birbirine ilişkide” olarak değil, “ilişkilere boyun sunma” olarak karşı karşıya getirir. Değişim değerinde, kişiler arasındaki sosyal bağ, şeyler arasındaki sosyal ilişkiye dönüşür.

Değişim aracının sahip olduğu sosyal güç ile bireyleri birbirine bağlayan topluluğun gücü birbirine zıt bir ilişki içindedir: Değişim aracının gücü arttıkça, topluluğun gücü azalır. Her birey bir “şey” şeklinde sosyal güce sahip olur. Bireysel ürünleri veya faaliyetleri değişim değerine, paraya dönüştürme zorunluluğu ve böylece nesnel şekilde kendi sosyal güçlerine sahip olmaları ve sosyal güçlerini göstermeleri iki şeyi kanıtlar: Artık bireyler sadece toplum içinde toplum için üretirler. Üretim doğrudan bir şekilde sosyal değildir; birlikten doğan bir şey değildir. Bireyler sosyal üretim altında toplanmıştır. Sosyal üretim onların dışında, “onların kaderi” olarak var olmaktadır. İnsanlar arasında üretim ve tüketimdeki genel bağ ve karşılıklı bağımlılık, tüketiciler ve üreticilerin birbirine ilgisizliği ve bağımsızlığı ile birlikte artar. Bu çelişki krizlere götürür. Bu yabancılaşmanın gelişmesiyle birlikte, bunun üstesinden gelmek için çabalar da gelir: Bireylerin diğer bireylerin faaliyetleri hakkında enformasyon elde ettiği ve kendi faaliyetlerini ona göre ayarlamaya çalıştığı kurumlar çıkar. Aynı zamanda iletişim araçları/yolları da gelişir.[6]

Üretim ve yabancılaşma

Marx’a göre, kapitalist üretim tarzı ve ilişkileri içinde insanlar birden fazla yabancılaşma deneyimlerler: (a) İş alanındaki yabancılaşmada insan ürettiği nesneden yabancılaşır. Mallar/emtialar insan emeğinin yabancılaşmış ürünleridir. Üretilen nesneden yabancılaşma, özel mülkiyet ilişkilerine dayalı üretim süreci ve faaliyetinin bir sonucudur. (b) İnsan üretim sürecinden yabancılaşır: Neyin nerede, hangi koşulda, ne amaç ve sonuçlarla üretileceğine karar verme gücünden insanın tümüyle yoksun bırakılması; iş koşullarının tümüyle insanın dışında, ona rağmen belirlenmesi. (c) Ürün üretildikten sonra, ücret vererek üretilenden ve zenginlikten emeğin yoksun bırakılmasıyla gelen yabancılaşma; (ç) Kaynaklarla bağ kuran paranın, özü ve değeri tanımlaması ve tapılan amaç haline gelmesiyle oluşan yabancılaşma (d) Kendini gerçekleştirememe nedeniyle veya üretim tarzının getirdiği materyal ve bilişsel egemenlik altında biçimlenmiş kendiyle, kendi kendinden yabancılaşma. (e) Diğer insanlardan yabancılaşma: İnsanın işine, işinin ürününe ve kendisine olan ilişkisinde gerçek olan, aynı zamanda diğer insanlarla olan ilişkisinde de gerçektir.

Dağıtımın “üretileni tüketiciye ulaştırma” içine indirgenmesi

Günümüzde dağıtım kavramı, mal ve hizmetlerin kullanım/tüketim safhasına ulaştırma olarak ele alınır. Dağıtım sorunları şirketin pazara ulaşma ve yayılma sorunları olarak düşünülür. Bu tür kısır anlatıda, “paylaşım” (zenginliğin yaratılması ve bölüşümü) yoktur.

Marx için, dağıtımı sadece ürünlerin dağıtımı olarak ele almak çok basit ve yüzeyde bir yaklaşımdır. Dağıtım, üretim ve tüketim arasına girer; dağıtımla bireyin üründeki payı belirlenir. Alışverişle/mübadele ile zaten bölüşülmüş paylar bireysel gereksinimlere göre daha da bölünür. Tüketimle, ürün, bireyin gereksiniminde kullanılan ve kullanımla bu gereksinimi gideren nesne olur. Faiz ve kâr dağıtım tarzlarıdır ve bu dağıtım tarzının ön kabulü sermayenin üretim aracı olduğudur. Faiz ve kâr, benzer şekilde, sermayenin yeniden üretim biçimleridir.[7]

Dağıtım tarzı ve ilişkileri (dağıtımın yapısı) tümüyle üretimin yapısı tarafından belirlenir.
Dağıtım, ürünlerin dağıtımı olmadan önce, (1) üretimin enstrümanlarının dağıtımıdır; (2) toplumun üyelerinin farklı türdeki üretimlerde dağıtımıdır. Ürünlerin dağıtımı sadece bu dağıtımın (üretimin yapısının) bir neticesidir.

Tüketicinin üretimi belirlediği uydurusu

Yaygın öğretiye göre, tüketimin karakteri (talep) üretimin özelliklerini (arzı) belirler. Dolayısıyla, tüketim tüm süreci yeniden başlatan bitiş noktası olarak düşünülür.

Marx için, üretimi, dağıtımı, mübadeleyi/alışverişi ve tüketimi birbirinden bağımsız, ayrı şeyler olarak düşünmek yanlıştır. Üretim ve tüketim aynı anda olur: Üretirken tüketiriz ve tüketirken üretiriz. Marx bu ilişkiyi şöyle sunar: Üretim eylemi, dolayısıyla, her anında bir tüketim eylemidir. Tüketim de o an olan üretimdir. Birey, üretimde sadece kendi yeteneklerini geliştirmez aynı zamanda harcar, üretim eyleminde kullanır. Üretirken, üretim araçlarının eskimesi, tüketimdir. Benzer şekilde, hammadde, kullanım sonucu tüketilir. Üretim, tüketimi aracılar (yani üretim, tüketimin maddesini yaratır, bu madde olmaksızın, tüketimin tüketeceği nesne olmaz). Aynı zamanda, tüketim de üretimi aracılar: Tüketim yoksa üretim de yoktur, çünkü üretimin bir anlamı kalmayacaktır.

Marx’a göre, tüketim üretimi iki şekilde üretir: Birincisi: Bir ürün tüketilirse (kullanılırsa) gerçek üründür. Bir ürüne “bitiş dokunuşunu” (son fırçayı) tüketim verir. Ürün, aktif nesne için (insan için), nesne olarak üretimdir. İkincisi: Tüketim, yeni üretim için gereksinim, neden, dürtü yaratır. Üretim ise, tüketim için materyal ve nesneyi sağlar. Bu bağlamda, üretim tüketimi yaratır, üretir. Üretim tüketim için sadece nesne yaratmaz, aynı zamanda, tüketime üretimin özelliğini, karakterini, bitmiş halini verir. Açlık açlıktır. Ama çatal ve kaşıkla yenen pişmiş etle açlığın doyurulması, elle yenen çiğ etle doyurulan ile aynı değildir. Dolayısıyla, üretim sadece nesneyi üretmez, aynı zamanda tüketim tarzını da üretir. Böylece, üretim tüketiciyi de üretir. Ayrıca, üretim gereksinim için materyali sağlamaz, aynı zamanda materyal için gereksinimi de sağlar. Bu yolla, üretim özne için nesneyi yaratmaz, aynı zamanda nesne için özneyi de yaratır (yani, üretim hem maddeyi üretir hem de tüketiciyi). Dolayısıyla, üretim (1) tüketim için materyali yaratarak, (2) tüketimin tarzını belirleyerek ve (3) ürünü yaratarak tüketimi üretir.[8]

Alışveriş: Son safha?

Marx için, alışveriş, ürünün doğrudan tüketim için el değiştirdiği son safhada üretimden bağımsız ve ilgisiz görünür. Aslında alışveriş, ürünü bitirme ve doğrudan tüketim için uygun hale getirme yoludur. Bu çerçevede, alışveriş, üretimin kendi içindeki bir faaliyettir. Alışverişin yoğunluğu, uzantısı ve tarzı (nasıl yapıldığı) üretimin yapısı ve gelişmesi tarafından belirlenir.

Marx, incelemelerinde üretimin, dağıtımın, alışverişin ve tüketimin aynı şey olduğu sonucuna ulaşmadıklarını, bunların bir bütünün içindeki farklılıklar olduğunu (bir bütünün üyeleri olduğunu) belirtir: Üretim, sadece kendisi üzerinde değil, aynı zamanda diğer anlar üzerinde de baştan egemendir. Süreç, yeniden başlamak için daima üretime geri döner. Belli bir üretim, belli bir tüketimi, dağıtımı ve alışverişi belirler. Dağıtımdaki değişim, üretimi değiştirir. Tüketim gereksinimleri üretimi belirler. Farklı anlar (üretim, dağıtım, alışveriş ve tüketim) arasında karşılıklı ortak ilişkiler vardır.

 

Sivil toplum ve özgür devlet

Marx için toplumsal yapı ve devlet sürekli belli maddi sınırlar, varsayımlar ve koşullar altında aktif olan gerçek insanların yaşam süreçlerinden çıkarak gelişir. Devlet, topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir; aksine, gelişmenin belli bir evresinde oluşan toplumun ürünüdür. Devletin varlığının nedeni, birbiriyle çatışan sınıfların olmasıdır. Sınıf düşmanlığını denetleyen devlet, normal olarak ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın kontrolündedir. Egemen sınıf, devlete sahip olmakla, ezilen sınıfın sömürüsünde ve aşağıda tutulmasında yeni araçlara ve olanaklara da sahip olur. Eski devlet, her şeyin ötesinde, kölelik koşullarını garantileyen köle sahiplerinin devletiydi. Feodal devlet, köylü serfleri ve köleleri tutmak için soyluların bir organıydı. Çağdaş temsili devlet, sermaye tarafından kitleleri sömürme mekanizmalarını garantileyen ve geliştiren araçtır. Devlet, sonsuzdan beri var olmamıştır.

Devlet ve toplumun yapısı, siyasal bakımdan, iki ayrı şey değildir: Devlet toplumun yapısıdır, aktif, bilinçli ve resmî ifadesidir. Devlet, genel ve özel yaşam, genel ve özel çıkarlar arasındaki çelişki üzerine kurulmuştur. Devletin varlığı ile herhangi bir tür köleliğin varlığı birbirinden ayrılamaz.[9] Çağdaş devlet tarafından insan haklarının tanınması, eski devirdeki (antik çağdaki) devletin köleliği tanımasıyla aynı anlama sahiptir. Eski devrin devletinin temeli kölelikti. Çağdaş devletin temeli, sivil toplum ve bu toplumun bireyi; yani öteki insanlarla tek bağı özel çıkar olan, ücretli işin kölesi olan, bencil gereksinimleri olan, bağımsız kişidir. Çağdaş devlet bu temeli tanıdı, fakat yaratmadı. Çağdaş dünyada herkes köleliğe ve toplumsal yaşama aynı anda katılır. Fakat sivil toplumun köleliği görünüşte en büyük özgürlüktür. Çünkü "imtiyaz" (örneğin mülkiyet sahibi olma), yerini "hak" ile değiştirmiştir; yani herhangi bir hakka sahip olmayı, bu hakkın gerektirdiği yaşamın unsurlarına sahip olmadan, özgürlük kabul etmek; (özgürlüğü sadece olanaklara sahip olanlar kullandığında, özgürlüğün yasal hak olarak tanınması, özgürlüksüzlüğü tanıyan meşrulaştırmadır). Bu gerçek, kişinin mutlak köleliğinin ifadesinden başka bir şey değildir.[10]

Sivil toplumun üyelerini birlikte tutan, birbirine bağlayan devlet değil, insanların temel gereksinmeleri, çıkarlarıdır. Bu nedenle, gerçekte, devlet sivil hayatı değil, sivil hayat devleti ayakta tutar.[11]

Sivil toplumu koruduğu bahanesiyle çeşitli organlarını (ordu, polis gibi) harekete geçiren devlet, gerçekte, kendi varlığını biçimlendiren toplum şeklini, çıkarlar düzenini, dolayısıyla kendini korumak zorunluluğu ile hareket etmektedir. "Günümüzün toplumu" bütün uygar ülkelerde var olan ve her ülkenin kendine özgü tarihsel gelişimi ile az çok farklı ve gelişmiş olan kapitalist toplumdur. Öte yandan, günümüzün devleti Almanya'da, İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika'da, kısaca her ülkede farklıdır. Bu farklılıklara karşın, bu devletlerin hepsi de çağdaş burjuva toplumuna dayanır ve belli temel ortak özelliklere sahiptirler.[12]

Günümüzde sivil toplum kavramı, özelleştirme, devleti küçültme, devlet (ve ordu) müdahalesini ortadan kaldırma, denetimi sivil toplum örgütleri yoluyla yapma gibi küresel sermayenin politikalarını desteklemek için yoğun bir şekilde kullanılmaktadır.

“Özgür devlet nedir? Alman İmparatorluğunda devlet, Rusya'daki devlet kadar özgürdür. Özgürlük, devleti, topluma egemen olan bir organdan, topluma tamamıyla bağımlı organa dönüştürmeyi içerir. Bugün devlet şekilleri, devletin özgürlüğünü kısıtlama derecesine göre, az ya da çok özgürdür.”[13]

Özerk üst-yapı: Devletin ve hukukun bağımsızlığı

Marx zihinsel üretimin, işbölümüyle maddi üretimden ayrıldığını, bu ayrılma sonucu zihinsel üretimi yapanların (örneğin bugün televizyoncuların, bilim adamlarının, yazarların, araştırmacıların) gerçekte toplum üzerinde, toplum ötesinde, maddi koşullardan bağımsız bir şekilde, özerkliğe sahip olduklarını sandıklarını belirtir.

Tüm toplumsal örgütlerin biçimlenmesinde, devlet arabulucu olarak etkinlikte bulunur ve bu örgütler siyasal bir biçim alır. Dolayısıyla, yasanın özgür isteğe dayanması bir düştür. Hukukun din kadar az bir bağımsız tarihe sahip olduğu unutulmamalıdır. Sivil hukukta toplumdaki mülkiyet ilişkileri, genel isteğin sonucu olarak ilan edilir.[14]

Devlet kendini önce insanlar üzerinde ideolojik bir güç olarak sunar. Özellikle tarihçiler, siyasetçiler, hukukçular ve yasa yapıcıları gibi profesyoneller devleti sınıflar üstü, toplum çatışmaları ötesinde bağımsız bir varlık olarak görürler. Dolayısıyla, ekonomik ilişkiler kökenini silip ortadan kaldırırlar. Sonuç olarak hukuksal biçim, ekonomik içerikten soyutlanır ve kendine özgü tarihsel gelişime ve bağımsızlığa sahip olduğu iddia edilir. Devletin ve hukukun bağımsızlığı iddiaları arttıkça devletin ve hukukun belli bir sınıfın organı olması da artar.[15]

Günümüzde, özellikle en çok kullanılan ifadelerden biri de “hukukun üstünlüğüdür”, sanki hukuğu oluşturan içerikler, ilişkiler ve yapılar, insanlığı temsil eden evrensel gerçekler gibi. Sınıf egemenliğinin ve sınıf içi rekabetin (ve belli ölçüde mücadelelerin) bir şekilde ifadesini bulduğu egemen yasalar, egemen güçlerin bir bölümü tarafından pervasızca çiğnendiğinde, sanki herkesin çıkarını temsil ediyormuş gibi savunulmaya başlanır. Yasaların çiğnenmesi örneği, üst ve alt yapılarda güç sahipleri arasındaki ortaklıkla ve rekabetle yürütülen pratiklere bakıldığında, özerklik iddiasını gülünç hale getirir.

İdeolojinin sonu: Marksizmin sonunun ilanı

Popüler iddialardan biri de, “ideolojinin sonu” ile geldi. Böylece durmadan öldürdükleri “öcü Marx” bir daha öldürülerek, “büyük teorisinin” (grand theory, grand narrative) “bütünleştirici ve yanlış” etkilerinden kurtulundu. Bu saçmalık yaygın bir moda olarak devam etmektedir. Bu gülünçtür, çünkü “ideoloji” kavramını Marx, egemen sisteme ait olan olarak ele alır, kendi yaklaşımına ait olarak değil.

İdeolojinin sonu olamaz, çünkü ideoloji demek, (1) “düşüncelerin bilimi” demektir; (2) sistemli düşünce ile oluşmuş düşünsel yapı demektir. İdeolojinin sonunun gelmesi için, hem düşünceler üzerine düşünmenin ortadan kalkması hem de düşüncenin veya sistemli ve tutarlı düşünmenin ortadan kalkması, olmaması gerekir. Düşüncenin ve düşünmenin olmaması demek, insanın olmaması demektir. Düşünen insan oldukça düşünce sistemleri ve düşünme üzerine düşünme de olacaktır. “İdeolojinin sonu” iddiasıyla kapitalizmin küreselleşmesiyle tarihin sonuna ulaşıldığı da meşrulaştırılmaya çalışır. İdeolojinin sonu tezi küresel kapitalizmin ideolojisidir.

 

Özgürlük: Marx’ın insan özgürlüğünün düşmanı olması

Uyduruya göre, Marx’ın görüşünde, bireyin özgürlüğü devlet tarafından elinden alınmış, devlet tarafından belirlenmiştir: Birey, devlet için vardır. Bunu savunan Karl Marx değil, örneğin, “ülkem benim için ne yapabilir diye sorma, ben ülkem için ne yapabilirim diye sor” (J. F. Kennedy) ya da “ya sev ya terk et” gibi çarpık söylemlerle gelenlerdir.

Marx için özgürlük insanın özüdür, özündedir; “Özgürlük, kendini ister baskı makinesinin mürekkebinde, bir toprak parçasında, bilinçte veya siyasal mitingde ifade etsin, özgürlük olarak kalır.”[16] “Özgürlük sadece benim hayatımın ne olduğunu içermez, aynı zamanda nasıl yaşadığımı içerir; sadece özgür olanı yaptığımı değil, aynı zamanda özgür olarak yaptığımı içerir. Aksi takdirde, bir mimar ile kunduz arasında, bir kunduzun kürklü bir mimar ve mimarın da kürksüz bir kunduz olması dışında ne fark olacaktı ki?”[17]

Marx için, “ne zamanki bir özgürlük biçimi reddedilirse, genel olarak özgürlük reddedilir ve ondan sonra, özgürlük varmış görünüşüne sahip olunur”.[18] Marx, özgürlüğü kendilerine ayıran ve diğerlerini bundan mahrum bırakan güçlerin taşıdığı düşünce tarzını ve sunduğu gerekçeleri şu şekilde eleştirir: “Bu beyler, özgürlüğü sadece belli kişilerin ve sosyal güçlerin bireysel karakteri olarak kabul ederler. İmtiyazlıların özel özgürlüğünü korumak için, insan doğasının evrensel özgürlüğünü yasaklarlar.”[19]

Marx, herkesin sefillikte eşitliği, aynı şeyi giymesi, sürü gibi yaşaması ve birey olmasının ortadan kaldırılması gibi, kapitalizmin mekaniksel materyalist anlayışını asla kabul etmez; her bireyin insanca yaşadığı bir özgürlüğü savunur ve özler; diğer bireyi veya bireyleri köle yaparak veya yoksullaştırarak sömürgen ve insanlık dışı egemenliğe dayalı günümüzdeki tür egemen bir azınlığın özgürlüğünü değil.

Bu tür işlevsel-saçmalıklara, son zamanlarda bir tane daha eklendi: “Birinin özgürlüğünün bittiği yerde diğerininki başlar.” Marx’ın düşünce tarzına göre, özgürlük ilişkiseldir, dolayısıyla iç içedir. Örneğin, örgütlü güç ilişkilerinde özgürlükler önceden belirlenmiştir. Diyelim ki o örgütlü ilişkide 100 tür özgürlüğü ifade durumu var (örneğin işe başlama ve bitirme zamanına karar verme özgürlüğü gibi). Patron, iş yerindeki iş ilişkisindeki bu 100 özgürlüğün hepsini de kullanabilir. Ama işçi, iş ilişkisiyle ilgili hiçbir şeye karar veremediği için, emeği kiralanmış ve özgürlüğü askıya alınmış bir ücretli-köledir.  Zamanı veya yeri örgütleyebilenler özgürdür, örgütleyemeyenler ise örgütleyene bağımlıdır. Otobüs bileti alıp İstanbul’a gidebilen herkes, otobüs bileti alıp İstanbul’a gitme bağlamında eşit özgürlüğe sahiptir. Bu kişiler arasında, uçak bileti alıp NewYork’a gidebilenlerin gidebilme özgürlüğü varken, gidemeyenlerin yoktur. Ama ABD konsolusluğu vize vermezse, gidebilme özgürlüğünün hiç bir anlamı kalmaz.

Marx’a göre, insan kendi tarihini kendini içinde bulduğu koşullarda yapar. Dolayısıyla, insan düşüncesiyle ve örgütlenmiş maddi koşuluyla, yazarın öldüğünü ve alıcının/tüketicinin özgürlüğünü savunanların bize işlemeye çalıştığı gibi özgür özne değildir. Ama koşulların kurbanı da değildir.

Bilince/Düşünceye bağımsızlık verme, özne yapma: Üst akıl saçmalığı

Marx'a göre, düşünce insan beyni tarafından yansıtılan ve düşünce şeklinde tercüme edilen maddi dünyadan başka bir şey değildir. İnsan üretilmiş bir bilince sahiptir.

Yaşamın bilinç tarafından saptandığını ileri süren yaklaşımda bilinç, “yaşayan kişi” ve “yapan aktör” gibi ele alınır; özne yapılır: Üst akıl yönetir; ders sırasında cep telefonuyla mesajlaşan veya oyun oynayandan daha akıllı olan akıllı telefonlar toplumsal ilişkileri değiştirir, ilahi düşünce her şeye kadir olur vs.

Bu görüşün aksine, Marx’a göre, bilinç yaşam içinde belirlenir ve yapan aktör bilinç, düşünce, (akıl, üst akıl veya araç) değildir; bilinci, düşünceyi, aklı taşıyan ve araç kullanan insandır. Marx için başlama noktası, yaşayan bireylerin kendileridir ve bilinç sadece bu bireylerin bilinci olarak alınır.

Dilin bizi ürettiği ve dil dışında gerçek olmadığı uydurusu

Günümüzde çağdaşlık ve alternatiflik taslayanlar, yaşamı anlamada, dile taşımadığı bir sürü aktif özellikler atfederek, dili merkeze yerleştirmiş ve insanı merkezden atmışlardır: Dilin/söylemin bu fetişleştirilmesine göre, dil iletişim için bir araç değildir, çünkü biz dili konuşuyoruz sanırız ama aslında dil bizi konuşur; dil dışında gerçek yoktur.

Marx Grundrisse’de “Siyasal Ekonominin Eleştirisinin Temelleri” başlığı altında “dolaşım” (üretim, tüketim, dağıtım, mübadele) konusunu incelerken önce “üretim” ile başlar ve üretimde başlangıç noktası olarak “toplumda üretim yapan bireyleri”, dolayısıyla, toplumsal olarak belirlenmiş “bireysel üretimi” alır. Marx için, birlikte yaşayan ve birbiriyle konuşan insanlar olmadan dil olamaz; özgürlük, bireycilik, kölelik de. Dolayısıyla, Marx’a göre, insan, hayatını ve hayatı diğer insanlarla birlikte üretir ve bunu yaparken yaşamın ve üretimin araçlarını ve ifadelerini de üretir. Marx için dil, insanın doğayı denetleme bilgisini geliştirdiği, muhafaza ettiği, yaydığı ve uyguladığı ana "araçtır": “Dil, pratik bilinçtir; bilinç gibi, sadece gereksinimlerle, zorunluluklarla ve öteki insanlarla ilişkilerle gelişir.”[20]

Kapital'de, bu birikmiş bilginin, iş ve işçilerin becerilerinde nasıl kamulaştırıldığını ve çağdaş endüstriye, daha da ilerlemesi için farklı bir üretici güç olarak nasıl uygulandığını ve sermayenin hizmetine nasıl sokulduğunu anlatır. Toplumda kurulu ilişki biçimlerinin, gelişen üretim güçleriyle çelişkileri arttıkça, egemen sınıf içindeki ve bu sınıfla bağımlı sınıf arasındaki çatışma büyür. Bu ilişkilerin önceki kavramlaşmasında gerçek bireysel çıkarlar, genel çıkarlar olarak sunulurdu, sonraları bu kavramlar idealleştirilen deyimlerle (ulusal çıkar, birlik, devlet gibi) bilinçli yanılsamalar (herkesin özgür, eşit olduğu, çok çalışmayla zengin olunacağı gibi) ve kasıtlı olarak yapılan kandırmalar içine girilir. Bunlar sahte olarak suçlandıkça, daha çok dogmatikçe ileri sürülürler ve kurulu düzenin dili daha kandırıcı, daha ahlakçı ve daha dinci olur.

Düşüncelerin evrenselleştirilmesi

Marx 1859'da “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” yapıtına yazdığı önsözde fikirlerin ve ideolojinin ekonomik koşullara ve üretimdeki sınıf ilişkilerine bağlı olduğunu ve onlardan ürediğini belirtmiştir. İdeoloji (a) egemen sınıfın çıkarlarını ifade eden fikirler sistemidir ve (b) sınıf ilişkilerini aldatıcı bir biçimde temsil eder. Yönetici sınıfın fikirleri her dönemde yöneten fikirlerdir. Toplumun maddi gücü olan sınıf aynı zamanda entelektüel gücüdür (Entelektüel güç olmasını şöyle anlayın: Kapitalistler, nasıl ki maddi üretimi işçi sınfına yaptırıyorsa, düşünsel üretimi de hemen hepsi işçi sınıfından yetişmiş olan ve kapitalistler için “bilgi” ve kitleler için “bilme adına cehalet” üretenlere yaptırırlar).

Marx, ideolojiyi sosyal hayatın pozitif veya ilerici bir öğesi olarak ele almamıştır. Marx, ayrıca, proleter ideolojisinden, sosyalist ideolojiden veya tarihsel materyalizmin proletaryanın ideolojisi falan olduğundan bahsetmemiştir. Napolyon örneğiyle Marx ideolojiyi işçi\köylü sınıfını yanlış yöne sevk edebilecek, egemenlik ilişkilerini tutmaya yardım edebilecek soyut doktrinler ve hayali yanlış görüşler olarak niteler.

Yani, Marx'a göre, maddi üretime sahip olan veya üretimi denetleyen sınıf, aynı zamanda düşünsel üretimi de denetler. Bunu da özellikle üretim ve dağıtımı denetleme yoluyla sağlar ki, bu yasalarda düşünceyi açıklama özgürlüğü olarak kendini gösterir. Bu nedenle, Marx düşünceyi açıklama özgürlüğünü, özellikle basın özgürlüğünü, mülkiyet özgürlüğü olarak niteler. Başka bir deyişle, egemen düşünceler, düşünce halinde kavranan ilişkilerdir. Bu kavrama sonucu egemen sınıfın düşünceleri, o dönemin egemen düşünceleri olur. Düşünsel üretim araçlarından yoksun olanlar bu egemenliğin altına girerler.[21]

Marx'a göre, eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşmak için kendi çıkarlarını toplumdaki herkesin çıkarları olarak sunmak zorundadır. Bu nedenle, çıkarlarını düşünceler halinde açıklarken, bu düşünceleri tek akılcı ve geçerli olan düşünceler olarak gösterir. Bu gösterme işi normalleştirme, doğallaştırma ve evrenselleştirme gibi süreçlerden geçerek yapılır.

Egemen görüşler ve örgütler belli üretim biçiminin ürünleridir: Ne ebedi ve evrensel gerçeği, ne de zorunlu ve değişmez insan birliği biçimlerini ifade ederler.

Düşünselin üretimi: Hurafelerin kalıcılığı ve rolü

Marx'a göre, üretimdeki insanlara sosyal ilişkiler artan bir şekilde görünür olması gereken bir zamanda, bu kişiler, başka yerlere bakmaya devam edebilirler, geçmişteki bir şeyi özleyip isteyebilirler veya kendi sınıfsal çıkarlarını temsil etmeyen imajlar ve fikirleri kutsal tutabilirler. Burada Marx ideoloji terimini kullanmamış, halk arasında gizli dolaşan ve onların batıl itikatlarını ve ön yargılarını kışkırtan “hayaller”, “sabit fikirler”, “ruhlar” ve “hayaletlerden” bahsetmiştir. Bu geleneksel semboller ve değerler, Marx’ın deyişiyle, "eski ve kutsal ön yargılar ve fikirler treni" modern burjuva toplumunun kalbinde yaşamaya devam etmektedir. Üretimdeki devrimler onları süpürüp ortadan kaldırmamıştır. Bunlar, devrim arifesinde güçlü gerici bir güç olarak kendilerini yeniden gösterirler. 1852’deki The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte yapıtında, Marx’a göre, bir geleneği oluşturan sembolsel biçimler, kriz zamanlarında halkı geriye/geçmişe çekebilir, böylece onlara, kolektif çıkarlarını algılamadan ve kendilerini ezen bir sosyal düzeni değiştirmek yönünde etkinliğe geçmeyi önler.

Batı, son 40-50 yıldır artırarak, teolojiyle ve ona bitişik gelen hurafalerle, hunharlıkla ve faşizmle beslenen güçleri, geri çağırarak ve “böl, birbirine düşür ve yönet” (kimlik) politiklarıyla besleyerek, eski çağların yöneticileri için işlevsel olan her tür düşünce ve inanç biçimini kullanarak, bu kalıcılığı sürdürmektedir.

Sahte ve yalanın üretimi: Din ve Marx

Teolojik gücü egemen olan yerinden eden ve Tanrının yerine parayı (satın alma gücünü) ve örneğin “en büyük Fenerbahçe, ondan başkası yok” gibi sloganlarla şirketleri yerleştiren ve teolojik sermayeyi kendine işbirlikçi olarak yeniden ekonomik ve siyasal alana dâhil edenlere göre, insanlığın düşmanı kötü ve dinsiz Karl Marx “din kitlelerin afyonudur” demiş. Bu sözle, Marx hakkında yaratılan imaj ile aşağıdaki gerçekle ortaya çıkan imaj aynı mı?

Marx'a (1844) göre din, “somut dünyanın ahlaki tedbiri, kutsal tamamlanması, bu dünyanın haklı çıkarılması ve avunmak için evrensel temeldir; din insan öz varlığının düşsel tasavvurudur, çünkü insan öz varlığı (ruhu) doğru gerçeğe sahip değildir.” Din, “baskı altındaki ezilen yaratığın iç çekişidir, kalpsiz dünyanın kalbidir, ruhsuz durumun ruhu olduğu gibi ve halkın afyonudur.” Dine karşı mücadele, dinin “ruhsal kökü olduğu bu dünyaya” karşı dövüştür.

Marx'a göre, tarihin amacı (yani insanın amacı) bu dünyanın gerçeğini kurmaktır. Böylece cennetin eleştirisi dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi doğrunun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi siyasetin eleştirisine dönüşür.

Yöntem sorunu


Marx’ın yöntemi pozitivist empricistler tarafından niteliksel tasarım içine çökertilerek, nesnellikten uzak bireysel görüşlere dayanan öznel açıklamalar olarak nitelenir. Diğer yaklaşımlar da “historicism”, “determinizm” , “diyalektik ikileme indirgeme” ve “geçerliliğini yitirmiş büyük/kapsamlı/grand teori” gibi eleştirilerle gelirler.

Marx “süreçleri önceden belirlenmiş belli bir yöntem” düşüncesini, standartlaşmayı kabul etmez. Marx için siyasal ekonomi yöntemi, pozitivizmde olduğu gibi empirik süreçler silsilesi olamaz. Marx’ın yöntemi deneyim ve/veya deney sonrasında (a posteriori) bilgiye ulaşma ve açıklama yöntemidir.

Diyalektik de asla ve asla, bize bir zamanlar öğretildiği ve hâlâ öyle sanıldığı gibi “tez-antitez-sentez” gibi saçma tarihsizlik değildir. “Tez ve antitez” diye ikili zıtlık, Marx’ın şiddetle eleştirdiği mekaniksel materyalizmde vardır. Marx bu zıtlığı ve sentez olarak bir sonuca varma anlayışını kabul etmez. Diyalektiğin kendisi hiçbir şeyi açıklamaz, hiçbir şeyi ispatlamaz, hiçbir şeyi önceden tahmin etmez, hiçbir şeyin olmasına neden olamaz. Diyalektik bir düşünme biçimidir. Bu düşünme biçimi, varlığın kanıtını ve doğasını düşüncede (akılda, tanrıda, ideal süreçlerde) değil, düşünce ve eylemin birliğinde arar.

Marx’ın görüşüne göre, gerçek (varlık) ile akılcılık (bilinç) arasında bir diyalektik birlik vardır. Akılcılık tarihseldir, çünkü insan aklı (mantığı) dünyayla ilişki içinde gelişir. Marx, insanı ve toplumunu anlamaya çalışırken, gerçek olandan başlar ve insan aklını (mantığını, akıl yürütmeyi) insan bilincini ve insan fikirlerini “olanlar” üzerinden açıklar.

Benzer şekilde, Marx’ın bilimi, kuram ve pratiğin diyalektik birliği üzerine kurulmuştur. Kuramın kanıtı gerçek dünyadaki pratikte yatar.

Kapital’e bakıldığında, Marx’ın analizinin altında yatan temel varsayımları görürüz. Marx bu varsayımları kanıtlamak için veya yanlışlama için hareket etmez: Bu varsayımlar onun bilgiye/gerçeğe yaklaşımını ve gerçeğe/bilgiye ulaşma ile ilgili anlayışını gösterir. Marx’a göre: Sosyal olan, gerçek denen vardır ve ancak tarihsel bağlamı içinde anlaşılabilir.

Marx’ın yöntemi düşünsel/kavramsal çıkarsamalar üzerine odaklanmaz. Ona göre, sadece “düşünsel mantık yürütme” sınırlıdır, çünkü araştırmacının kafasında gelişen ilişkilerin gerçek hayatta da neden öyle olduğunu bu yolla açıklamak imkânsızdır. Gerçek, düşünen beynin dışında oluşur.

Marx yöntem bağlamında “nasıl yapılacağının reçetesini” vermez; onun yerine epistemolojik hareket noktalarını ve çerçevelerini sunar: “Yaşayan insana ulaşmak için, biz, insanın düşündüğünden, düşlediğinden veya insanın düşünüldüğünden, hayal edildiğinden ve hikâye edildiğinden başlayarak yola çıkmayız. Biz gerçek, etkin insandan başlayarak yola çıkarız.”[22] Kurulacak ilk gerçek bu insanların fiziki örgütlenmesi ve doğayla ilişkisidir. Bu da bizi, insan örgütlenmesinin doğasını incelemeye götürür. Marx'a göre insanlar kendi tarihlerini kendileri yapar, fakat bunu istedikleri şekilde, kendileri tarafından seçilmiş koşullar altında yapmazlar; var olan koşullar altında yaparlar. Bu bize koşulların anlaşılması, dolayısıyla araştırılması gereğini anlatır. Dolayısıyla, ilk tarihsel etkinlik bu gereksinmeleri gidermek için maddi hayatın kendisinin üretilmesidir. Bu da bizi, maddi hayatın nasıl üretildiğini, maddi hayatın üretiminin nasıl yapıldığına bakarak incelenmesine götürür (üretim tarzı ve ilişkilerinin incelenmesi). Kişilerin ne ve nasıl olduğu, üretimlerini belirleyen maddi koşullar içinde ortaya çıkar. Örneğin, köleyi köle, efendiyi efendi yapan, akıl, aklını kullanma, beceri ve düşünceler değildir. Bu bağlamda, “bireyin/insanın doğasını anlamak demek, insanı yaşadığı ilişkisel koşullar içinde ele alıp gözlemlemek demektir”.

Ne zaman üretimden söz edilirse, toplumsal bireylerin üretimi veya toplum gelişmesinin belli bir evresindeki üretim akla gelmelidir. Bu nedenle üretimi anlamak için, ya tarihi gelişmenin sürecini izlemeliyiz ya da belli bir tarihi dönemle uğraştığımızı belirtmeliyiz.

Marx’ın siyasal ekonomi yöntemi, “Siyasal Ekonominin Eleştirisine Bir Katkı” (1859) yapıtı için 1857’de hazırladığı, fakat kullanmadığı “Giriş” içinde yer almaktadır. Ayrıntılı bilgi için, okuyucuya o bölümü okumalarını öneririm. Fakat, gerçek anlamıyla, neyi nasıl analiz ettiğini anlamak için, Kapital’i nasıl bölümlere ve alt-bölümlere ayırdığına ve bu bölümlerde içeriği nasıl doldurduğuna (veri/data kaynaklarına, dataları nasıl işlediğine/analiz ettiğine) bakmak gerekir.

Bilimde yansızlık ve Marx’ın subjektifliği


Marx,[23] A. Comte’nin pozitivizmini geçersiz sayar ve “değer yansızlığını” düzmece olarak niteler. Darwin’in teorisini “oyalayıcı” bulur ve kapitalist toplumun sosyal açıklamasını/yorumunu, herkesin birbirini yediği -birbiriyle savaştığı- Hobbescu biyolojik yasa içine gizlice soktuğunu belirtir: “Hegel’in fenomenolojisinde “ruhsal hayvan krallığı” olarak betimlenen sivil toplum, Darwin’de hayvan krallığı sivil toplum olarak resmedilir.”

Gerçeğin veya doğrunun egemen ahlaka göre çöpe atılması

Dünyaya iki bacak arasından bakanlar (veya baktıranlar) için, “gayrî-meşru” olarak nitelenen bir ilişkiye girmek ve bu ilişkide bir çocuğun olması, o bireyi her bağlamda bitirir. Bu durum, egemen ahlakın, ahlaksızlığının nerelere kadar uzatıldığını gösterir. “Sevmediğini, kıskandığını, çekemediğini veya düşmanını etkisizleştirme, değersizleştirme, dışlama ve bertaraf etme” işinde, bu egemen hastalık, toplumun her kesiminde farklı yoğunlukta sürdürülmektedir. Elbette, bu Karl Marx için de kullanılmıştır: Marx’ın evindeki hizmetçisinden bir çocuğu olmuş (Kimden olduğu kesin değil, ama karakteri nedeniyle Marx’dan olması olasılığı, August Willich veya Engels’den olma olasılığından çok daha az denilmektedir). Evde kendisi merkezdeymiş ve eşi, kızları ve hizmetçisi onun etrafında dönermiş. Ailesini çok severmiş, ama işçi sınıfını kurtarmayı bırakıp, önce ailesini sefaletten kurtarma gibi bir duyarlılık bile göstermekten yoksunmuş. Hatta kendisi gibi, onların da dava için kendilerini adamasını istermiş ve bunu da yapmışlar: Marx, Marksist olmayabilir, ama evdekiler Marksistti. Marx kitlelerin gücü ile elde ettiği devrimi düşünmüş, ama kendi eşi ve kızları evde köleymiş ve evi yürütmek için acı çekmişler.

Bu değersizleştirme işine, Marx’ın evinin pislik ve toz içinde olduğu, çocuklarını ve eşini sefil koşullarda yaşamaya mahkûm ettiği, Engels’in verdiği paralarla yaşayan bir asalak olduğu ve hayatında hiç çalışmadığı, tembel ve içkici olduğu gibi birçok anlatılar da katılmıştır. Diyelim ki Marx hakkında yukarıda söylenenlerin hepsi doğru olsun. Hatta eşini aldatan “ahlaksız” biri olsun. Bütün bunlar Marx’ın düşüncelerini, teorisini ve yöntemini yanlış ve geçersiz mi kılar? Marx’ın böyle olduğunu bile bile, onun yazdıklarını okursak, ahlaksızı ve ahlaksızlığı desteklemiş mi oluruz? Onun gibi kötü ve ahlaksız mı oluruz?

Bir düşüncenin, teorinin veya yöntemin geçerliliğini ve değerini belirleyen faktörler, onu yazanın eşini aldatması, gayrî-meşru bir çocuğunun olması, tembel olması, eşini ve çocuklarını sefalete mahkûm etmiş olması ve içki içmesi olabilir mi? Samimi olarak “olur” diye yanıt vermek için, en basit nedensellik ilişkisini kurmaktan yoksun bir beyne sahip olmak gerekir.

Sonuç

Marx insanı, toplumu ve toplumsal değişimi anlamak için bilim tarihinde var olan en anlamlı kuramsal yaklaşımı ve geçerli bilme yöntemini sunmuştur. Onun yaklaşım tarzını kullanarak bir konuyu ele alıp incelemeyi ancak dürüst, sosyal vicdanı olan, para kazanmak yerine, kendini üretme olanakları elinden alındığı için çalışmak zorunda kalan bilinçli ve kafası çalışan insanlar yapabilir.

Eğer Marx’ın yaklaşımıyla yapılan bir inceleme, açıklamak istediğini geçerli ve yeterli bir şekilde açıklamıyorsa, bunun birkaç anlamı vardır. (a) Bu incelemeyi yapan, bu sonucu çıkarmak için bu işe girişmiş olabilir. (b) Kullanılan kaynaklar veya elde edilen veriler yetersiz veya yanlış olabilir. Dolayısıyla, incelemeyi belirleyen göstergelerin ve ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi gerekebilir. (c) Verileri analizde ve sonuçlandırmada yetersizlik, eksiklik veya yanlışlıklar olabilir. (d) İnşa edilen kuramsal gerekçelerin bir kısmı veya hepsi sistemli veya tutarlı bir şekilde inşa edilmemiş olabilir. Bu durumda, olası eksiklikler veya yanlışlık gerekçelendirilerek düzeltilir. Tüm olasılıklar gözden geçirildikten sonra, eğer herhangi bir yetersizlik, eksiklik veya yanlışlık Marx’ın yaklaşımının merkezinde duran ve temel karakterini belirleyen bir karaktere sahipse, o zaman yaklaşımın temel varsayımlarının veya hareket noktalarının geçerliliği tartışmaya açılır. Özlüce, Marx’ın teorisinin ve yönteminin geçersiz olabilmesinin belirleyici koşulu şudur: Açıklanmak isteneni açıklayabilecek yöntembilimsel karakterini yitirmesi gerekir. Bunun da yolu “meta-theoretical” ve methodological incelemeler yapmaktır. Bunlar kasıt gütmeden ve dürüstçe yapılmalıdır.

Bize sürekli olarak okullarda ve biliş yönetimi yapılan ortamlarda pompalanan Marx ile ilgili uydurulmuş geçersiz saçmalıklar, vicdanı ve bilişleri kirlilerin bilişlerimizi ve vicdanımızı kirletme çabalarının ifadeleridir.


[1] Marx, K., Engels, F. (1962). Selected Works, 2 vols., s.488. Moscow:Progress Publishers.
 http://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_09_21.htm
[2] Marx, K. (1859) A Contribution To the Critique of Political Economy.
http://www.marxists.org/archive/marx/works/1859/critique-pol-economy/ch02_4.htm
[3] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology; Marx, K. (1859) A Contribution To the Critique of Political Economy, s. 52.
[4] Padover, Saul. K. ed.1974. On Freedom of the Press and Censorship. NY: McGraw-Hill, s. 321.
[5] Marx, K. (1859a) Grundrisse. http://www.marxists.org/archive/marx/works/1857/grundrisse/ch13.htm#p678
[6] Marx, K. (1859a) Grundrisse.
[7] Marx, K. (1859a) Grundrisse.
[8] Marx, K. (1859a) Grundrisse.
[9] Marx, K. (1944) A Contribution to the Critique of Hegel's Philosophy of Right.
[10] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology.
[11] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology.
[12] Marx, K. (1875) Critique of the Gotha Program içinde: Bottomore, T.B. (1964) Karl Marx. NY: Mcgraw Hill.
[13] Marx, K. (1875) Critique of the Gotha Program.
[14] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology.
[15] Engels, F. (1888) Ludwig Feuerbach and the end of German Classica Philosopy
[16] Marx, 19 Mayıs, 1842 On freedom of the press.
 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1842/free-press/index.htm
[17] Marx, 5 Mayıs 1842 On freedom of the press.
[18] Marx, 19 Mayıs 1842 On freedom of the press.
[19] Marx, 10 Mayıs 1842 On freedom of the press.
[20] Marx, K. Engels, F. (1845) The German Ideology.
[21] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology.
[22] Marx, K., Engels, F. (1845) The German Ideology.
[23] Marx, K. (1862) Letter to Engels, https://www.marxistsfr.org/archive/marx/works/1862/letters/62_06_18.htm

Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...