İçinde: Metin Işık (2007) (der.) Tüm
yönleriyle halkla İlişkiler ve tanıtım. Konya: Eğitim Kitapevi yayınları
kuram ve araştırma üzerine
İrfan Erdoğan
Faith has become a mere compound of credulity and prejudice—aye,
prejudices too, which degrade man from rational being to beast, which
completely stifle the power of judgment between true and false, which seem, in
fact, carefully fostered for the purpose of extinguishing the last spark of
reason!
(Spinoza, 1670,
A Theologico-Political Treatise).
Cehaletin bilgiçlik taslamasıyla beslenen egemenliğin
karakterini belirten Spinoza’nın sözünü, günümüze uzatarak, şöyle
yorumlayabiliriz: Bilim ve yöntembilim, cehaletin bilgiçlik tasladığı akademik
dünyanın çıkara, tembelliğe, düşmanlığa, kişisel husumet ve çekememezliğe
dayanan inançla ve bağnazlıkla sürdürdüğü egemenlik, kişilerden geçerek
sağlanan örgütlü bir yapının haydutluğunu anlatır. Bu haydutluk insanlık tarihi
boyu, üretim tarzı ve ilişkilerine bağlı olarak, çeşitli şekillerde kendini
gösterir. “Enformasyon toplumu çağı ve bilgi toplumu çağı” olarak pazarlanan 21.
yüzyıl, bu şekillerin hepsinin de mükemmelleştirilerek kullanıldığı, aklın
pazar bilişiyle doldurulup dondurulduğu ve sermaye için satın alınmadığında
esir edildiği bir çağdır.
Bu çağda insan bilinci ve bu bilincin “tanıdığı” sosyal,
kültürel, ekonomik ve siyasal çevre sözlü, sözsüz, görüntülü ve azılı
sembollerle inşa ve yeniden inşa edilmektedir. Bu inşalar planlı ve amaçlı bir biçimde
yapılmaktadır. Yeni teknolojileri ve iletişimde bilgi birikimini kullanarak
kurulan, tutulan ve sürdürülen, gerektiğinde değiştirilen “ben, öteki, çevre,
siyaset, kültür, toplum, gereksinim, iyi ve kötü, ne ile nasıl yaşanması
gerektiği, eğlencenin ne ve nasıl olduğu vb” bilinci hızla küreselleşen bir
pazar sistemine fonksiyonel olan bir mantığın sistemli ve planlı bir şekilde işlenişini
anlatır. Bu işleniş evden fabrikaya kadar günlük yaşamın her anında “normal
görünen” örgütlü egemenlik ve normale karşı anormal olarak sunulan mücadele
ilişkileriyle her an yeniden kurulur (Erdoğan, 2006). Bu işlenişte (ya da
Gerbner’in diliyle, ekme sürecinde) günümüzde en planlı bilinç yönetimi
girişimlerinden biri de halkla ilişkilerdir.
Kapitalist firma gereksinimlerinin
ve kitlelerden korku ve dolayısıyla kitlelerin kontrolü zorunluluğunun (Erdoğan
ve Alemdar, 2002) getirdiği halkla ilişkiler, reklamcılıkla birlikte, kısa
zamanda güçlü bir bilinç endüstrisine dönüştü. Özellikle 1980’lerden beri
küreselleşme sürecinin hızlandırılmasıyla birlikte çabukça dünyaya yayıldı.
Türkiye de bu yayılmanın dışında kalmadı. Türkiye’de 1970’lerde ancak çok büyük
ve özellikle yabancı kurumların halkla ilişkiler departmanı mevcut iken
1980’lerin sonunda ve özellikle 1990’larda hemen hemen tüm orta boy ve büyük
şirket ve resmi kurumlarda yer almaya başladı.
Diğer ülkelerde de olduğu gibi, halkla ilişkiler, kamu kurumları dışında,
şirketin kendi içinde kurduğu halkla ilişkiler bölümü yerine özel teşebbüs
sistemi olarak biçimlendi, çünkü firmalar, gerekli duyduklarında halkla
ilişkilerini “halkla ilişkiler şirketleri” yoluyla yapmayı yeğlediler. Reklam acenteleri
içinde veya onlar dışında halkla ilişkiler şirketleri kurulmaya başladı. Medya
halkla ilişkilerin kullandığı en popüler araç oldu. Hürriyet gazetesinin 2007
yaz ayında “biz 70 milyonluk aileyiz” diye sunduğu halkla ilişkiler gibi, bu
tür ilişkiler ailesinde çocukları işsiz, aç ve yoksun bırakanların, insan
haklarını çiğneyenlerin halkla ilişkileridir.
Bu
çağın işlediği bilinçte iletişim devrimler yapar, iletişim çöker ve saçınız
sizi sever. Aslında, iletişim veya halkla ilişkiler hiçbir şey yapmaz ve
yapamaz, düşüncenin tarih ve devrimler yapamayacağı gibi. İnsanın ve insanlığın
günümüzdeki durumunun nedeni, insanın neyi nasıl yaptığı ve yapmadığındandır.
Türkiye’de iletişimin ve halkla ilişkilerin durumu da, yapılanların ve
yapılmayanların bir sonucudur. Halkla ilişkiler hakkında Nermin Abadan Modern
Toplumlarda Halkla Münasebetler kitabını yazdığından beri 40 yılı aşkın zaman
geçti. Bu zaman içinde akademik dergilerde halkla ilişkilerle ilgili birçok
makale olmayan makaleler yazıldı ve tez olamayan birçok yüksek lisans ve
doktora tezleri yapıldı, bildikleri için değil yaşlandıkları için dinozor
duayen denen birileri tekrar tekrara aynı kitabı halkla ilişkiler kitabı diye
piyasaysa sürdü. Üzücü olan, alanın ilki olan iletişim fakültesi, Abadan’dan
sonra da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin sömürgesi olmaya, hem de iletişimin ve
halkla ilişkilerin ne olduğunu okuyup anlamaya bile gerek duymayanların ve
siyasal bilgilerde dikiş tutturamayanların egemenliğinde devam etti. ABD’de
siyaset bilimcilerin, sosyologların ve sosyal psikologların iletişim alanını
ikinci alan olarak kullanmaları 1950 sonlarında hızla son bulmuş ve iletişim
alanı iletişimden yetişenler tarafından doldurulmaya başlamıştır. ABD’de iletişimle
ilk yetişenleri sosyal bilimlerin en iyileri yetiştirmişti. Ankara’da da
iletişimde ilk eğitim verenler sosyal uğraşanları sosyal bilimlerin (özellikle
siyaset biliminin, sosyolojinin ve sosyal psikolojinin) en değerli ve en iyi
olanlarıydı. Türkiye’de de öyle. Ama ne yazık ki, Nermin Abadan dahil, bu
değerli insanlar iletişimi anlayacak ve iletişimle ilgilenecek değerli birkaç
kişiden fazlasını yetiştiremedi. Onun yerine, bilimin dilini bilmeyen, okumayan
ve iletişim alanında dünyadaki birikimi anlayacak yetenek ve bilgide olmayan
tembel ve yeteneksiz insanlar iletişim alanını doldurdular. Bundan Nermin
Abadan ve o zamanın değerli hocaları kısmen sorumlular, çünkü “günlük dedikodu
üretmede ve özel çıkar gerçekleştirmede çok çalışkan, ama bilimsel öğrenme,
öğretme ve üretmede çok tembel kişilerin” 1970’lerden beri iletişim alanında
çöreklenmesinde onların da payı var. Kendi hocalarının kitabını bile okumayan (Korkmaz
Alemdar’ın dışında Abadan’ın iletişim alanında ders veren öğrencilerinin bir
kez bile bu kitaptan bahsettiğini doğrudan veya dolaylı olarak duymadım) veya Nermin
Abadan hocadan korktukları için okuyan fakat anlamayan insanlar devraldı
iletişimi. Anlasalardı, örneğin, Osmanlılarda halkla ilişkiler olmayacağını
bilirlerdi ve kırk iki yıl sonra benim yazdığım kitaba şöyle bir bakıp, içinde
Osmanlılarda halkla ilişkiler gibi başlıklar görünce, birden bire otuz yıldır
tekrarlayarak bastırdıkları tek kitabında olmayan bir şeyi, “şimdiye kadar hiç
kimse Osmanlılarda halkla ilişkiler üzerinde durmadı” uydurusuyla makale diye
yazarak yeni bir şey keşfettiklerini sanmazlardı.
Nermin Abadan’ın, Halkla
ilişkileri açıklayan Amerikalıların yazdıklarını doğru anlasalardı ve benim
yazdıklarımı yakından okuyup kavrayabilselerdi, “halkla ilişkiler” denildiğinde
günlük rutin halkla ilişkiler üzerine inşa edilen profesyonel halkla ilişkiler denildiğini,
bir endüstriyel pratikten bahsedildiğini anlarlardı; dolayısıyla, Osmanlılarda
halka ilişkiler olduğunu keşfeder gibi yazmaz ve konuşmazlardı. Ben kitabımda okumayan
veya yarım okuyan veya okuduğunu anlamayan cahilleri tuzağa düşürmek için
halkla ilişkileri ta eski imparatorluklardan ele alıp incelemedim. Ben “halkla
ilişkiler” denenin kapitalist pazar yapısının getirdiği ve “süregelen örgütlü
insan ilişkilerinin” üzerine inşa edilen planlanmış faaliyet olduğunu, fakat bu
faaliyetlerin insanların örgütlendiğinden beri süregeldiğini, kapitalizmde, bu
süregeleni düzenleme iddiasıyla, gerçeği belli çıkarlara uygun bir şekilde
yeniden inşa eden ve yayan (çoğunlukla sahtekar) bir profesyonel pazar
faaliyetinin örgütlendiğini (şirketleştiğini ve kurumsallaştığını) anlattım. Anlamak
ciddi bir çaba gerektirir. Dolayısıyla, Nermin Abadan ve Ünsal Oskay gibi
Siyasal Bilgiler Fakültesinden gelip, dürüstçe ve özveriyle iletişim alanına
katkıda bulunma yerine, bazıları iletişim alanını “ilginç bir sömürge” ve
bazıları da “ek ders parası alına bir yer” olarak görüp “derse gelip
gitmişlerdir. Nermin Abadan gibi birçok hocamızın aksine, bu kişiler güçlerini
kendileri gibi olanlardan aldıkları için, kendilerinden daha kötülerini
yetiştirdiler. Kendilerini geçebilecekleri ezdiler ve dışladılar. Bu kişiler bireysel
çıkarlarını iletişim fakültesinin imajını kullanarak gerçekleştirme peşinde
koşarken ya iletişime hiçbir doğru katkıda bulunmadılar ya da, örneğin halkla
ilişkilerde halkla ilişkilerin ne olduğunu bile bilmediklerini gösteren bir
kitapla ve onu kopyalayan sonraki yeniden baskılarla alanın akademik bağlamda yanlış
yönde biçimlenmesi ve gerilemesine ciddi katkıda bulundular. Tembellikleri,
ilgisizlikleri ve bilgisizlikleriyle cehaleti bilmişçe yeniden üreten (örneğin
“iletişimin olması için en az iki kişi gerekir” diyen, “evrenden örneklem
çıkartan” ve “özellikle toplumsal yaşamla ilgili olguların araştırılmasında,
durum saptanmasında, bir ilişkinin açıklanmasında varsayımların kurulması ve
bunların sınanması doğal olarak söz konusu değildir” diye ne söylediğinin
farkında olmayan, iletişim alanında bir şekilde prof olmuş üstün siyaset
bilimcisi geçinirken “Comte gerçi Marksist değildir, ama yine de Fransız
devrimini destekleyerek, toplum değişimi konusunda ‘düzen ve gelişme’ ile gelen
tutuculuktan ayrılır” diye bilgiçlik taslayan, “reklamın etkisi olmaz” diye
öğrenciye çıkışan) bu kişiler tüm yaptıklarıyla üniversitede yoğun tembellik ve
hem kişisel dedikodu hem de yerel dedikoduyu merkezileştiren
“pseudo-scientific” dedikodu kültürünü egemen yaptılar. Bunlardan en pragmatik
olanları, “dışarıya iş” yaparak ceplerini doldurma işinde profesyonelleştiler. Hatta
bazıları “medyatikleşti” ve medyanın paketlediği bilinç yönetimi seviyesine
uygun anlatılar sunmaya başladı.
Bunun etkileri, elbette, üniversite eğitiminin
endüstriyel çıkarlara uygun olan kuram ve uygulama çerçevesi içinde olmasını
isteyen pazar yapısına işlevsel bir üniversite ortamı oluşmasına katkı yönünde
oldu. Örneğin, İstanbul ve Eskişehir’de olduğu gibi iletişim fakülteleri
endüstriyel çıkarlara hizmete yönelik “pragmatik” (kimin için, ne için ve ne
tür sonuçlarla pragmatik?) bir yol seçtiler. Bunun sonucu da elbette üniversitelerin
ticarileşen bir alan ve pazar çıkarlarına uygun kuramsal yaklaşımların ve
eğitimin iletişim fakültelerinde egemenliği olmuştur.
Hem cehaleti yeniden
üreten hem de “dışla olan çıkar ilişkilerinde onlara yamaklık” yapan akademisyen
taslakları doldurdu iletişim alanını. Bunun sonuçlarından biri de, yetiştirmek
için çaba gösterdiğimiz ve ne yazık ki kapasitesi çok sınırlı olan kişiler bir
şekilde akademisyen olmaktadır; Dolayısıyla, iletişim alanı açıldığında alana
katkıda bulunan ve iyi akademisyen yetiştirmek için didinen hocalarımız gibi, o
günden beri aynı çabayı gösteren küçük bir azınlık ne yazık ki, egemen ortamın
getirdiği kişisel ve akademik ilişkisel bilincin ve bu bilinci besleyen yapının
karakteri nedeniyle, büyük çoğunlukla hayal kırıklığına uğramaktadır.
Düşünün,
okumayan ve bizim didinerek “iletişim çökmesinin, iletişimsizliğin, beden
dilinin, empatinin” aslında ne anlama geldiğini anlatmaya çalıştığımız
öğrencilerin bir kısmı, dönüp “beden dili, etkili iletişim, kolay iş nasıl bulunur”
şarlatanlarını üniversiteye konuşmacı olarak davet etmekte ve bazı hocalar da
bunları dinlemeye gitmektedir. Bütün çabalarımıza rağmen bizden ders alan, ama
ne yazık ki, dediklerimize ve yazdıklarımıza “kafası basmayan” kişiler
kaçınılmaz olarak daha kolay hazmedilen standartlaştırılmış BigMac
yiyeceklerdir. Bazıları da yapısal engellemelerin getirdiği çıkmaz içinde
yılana sarılma umuduyla, radyo-televizyon yayıncıları meslek birliğinin yayını
olan, akademik en küçük bir karakteri olmayan, bol resimli ve popüler içerikle
sektörün popüler duygularını gıdıklayan bir dergiye şöyle yazıyor: Sizi uzun
zamandır bekliyorduk, neredeydiniz? Derginizi kitaplığımın en gözde yerine
yerleştireceğim, her sayısını dört gözle bekleyeceğim. Öğrencilerime
okutacağım, sizin derginiz olmadan akademik hayat olmaz, beni hemen abone
yapın. Benden ne isterseniz yaparım, beni aranıza alın.
Kuram, bilim ve araştırma
Kuram ve Pratik bağı
Kuram ve Araştırma bağı
Halkla İlişkilerde Araştırma
Neyin ve nasıl araştırılacağı
Sonuç
[1]
Peki, ama ben balık tutmak istiyorum? Sen merak etme, sen kendini yorma, tarım
kredisini de al, toprağını ekme, ben senin için, gerekirse özelleştirerek,
balıkları tutar cebime atarım.
Ne yazık ki, iletişim alanındaki bu olumsuz gelişimin en
kötü örneklerine halkla ilişkilerin eğitiminde ve hakla ilişkiler konusundaki makalelerde
ve kitaplarda görmekteyiz. Yöntem bilmeyenler yöntem dersi vermekte, araştırma
süreçlerini bilmeyenler araştırmalar yapmakta, halkla ilişkilerin tanımını bile
bilmeyenler halkla ilişkiler öğretmekte, iletişimi mesaj alışverişi sananlar
kuram okutmakta, iletişimin temel koşulu olan ortak kodların ve bağlamın farkında
olmayanlar ve özel kodların anlamını bilmeyenler “beden dili” dersi vermekte,
profesörler bir ders boyu veya bir konferans boyu “sözlü kodlar” kullanarak,
iletişimin % 80’inin vücut dili olduğunu* (yani sözsüz kodlarla yürütüldüğünü)
söylemektedir. Tez yazan öğrencilerine “tezlere bak, ona göre tezini yaz”
diyenler, tezde imla hatalarına bakarak “tez olmamış” diyenler, bir bilimsel
tasarımının nasıl hazırlanacağını bilmeyenler tez danışmanı olmaktadır. Elbette,
“belli çıkarlara oldukça faydalı olan örgütlü egemenlik” varsayımıyla yukarıda
betimlediğim ortamın cenderesinden kendini kurtararak farklılığı ve doğruyu
yapanlar da vardır. Bu kişilerin iletişim alanında az ve halkla ilişkilerde ise
çok az olması, yukarıda sunduklarımın ne denli doğru olduğuna işaret
etmektedir.
Sorunlar üzerinde binlerce yıl konuşabilir ve
tartışabiliriz. Sorun belirleme, örneğin benim yukarıda yaptığım gibi, elbette
bilimsel girişimin en önemli başlangıcıdır. Bunu takip eden her şey bu
belirlenmiş olanın üzerine inşa edilir. Bu inşanın gerçek anlamı insanı,
toplumunu ve ilişkilerini anlamada ve bundan hareket ederek sosyal faydaya
yönelik çözümler getirmekte yatar. Bu yazıda, yukarıda sunulan sorunlardan
hareket ederek ve sosyal faydaya yönelik çözüm gereksiniminin önemini
düşünerek, halkla ilişkilerde kuramla ve araştırmalarla ilgili önde gelen
sorunlar üzerinde durulacaktır. Bunu yapmamdaki amaç, sunduğum her şeyin “çok
doğru veya çok abartıyor” gibi sözlerle desteklenmesi veya desteklenmemesi ötesine
gidip, sunduklarımın ne ölçüde geçerli olduğunu araştırmak ve, gerekiyorsa,
çözüm yolları üzerinde düşünmek ve çözümler geliştirmek için harekete
geçmektir. Çözüm yollarını ve çözüm için harekete geçme de Uluslar arası Çevre
Sempozyumu yapanlar gibi, çevre kirliğini suya işeyen köylü çocuğa, yere
tüküren magandaya ve eğitimsizliğe yükleyen ve bunun için çevre oyunu yapıp
İstanbul’un fukara semtlerine dağıtan kurnazca-bilinç yönetimi yapan sahtekar
ve aşağılık iletişim tarzıyla değil, çevreyi talan edenlerin çok iyi
eğitilmişler olduğunu ve sorunun endüstriyel iş yapış biçiminden
kaynaklandığını vurgulayan ve doğru ve dürüst çözüm yolu arayan iletişimle
yapılmalıdır.
Kuram, bilim ve araştırma
Kuramsal inşalar yaşanan örgütlü dünya dışında ve ondan
soyutlanmış bir karaktere sahip değildir. Aksine yaşanan dünyayı
anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışan, bu anlamlandırma ve açıklamadan hareket
ederek kontrol mekanizmalarını test etme ve geliştirme, yeni kontrol
mekanizmaları kurma çabalarına katkıda bulunmayı amaçlar.
Kuramsız bilimsel girişim olmaz. Kuramı reddedenler veya
araştırmalarında veya yapıtlarında kuramdan tek söz bile etmeyenlerin
sundukları, onlar istesin veya istemesin, bir kuramsal çerçeve içine düşer,
eğer sistemli ve tutarlı bir sunum yaptılarsa. Eğer sunduklarında sistemlilik
ve tutarlılık yoksa, zaten o yapıtın hiçbir geçerliliği ve değeri yoktur. Bu
tür yapıtta kuram arayışının da gereği yoktur.
Halkla ilişkileri de içine alan önde gelen ana akım kuramlar
ekonomik bağlamda Adam Smith’in siyasal ekonomi görüşünden başlayarak,
Taylorizm, Fordizm, Friedman’ın neo-liberal siyasal ekonomisi ve 2000’lerin
Post-Fordizmine doğru bir tarihsel gelişme seyri göstermiştir. Bu kuramlarda
halkla ilişkiler ekonomik etkinliği geliştiren bir faktör olarak yer
almaktadır.
Sosyolojik bağlamda halkla ilişkiler 1900’lerin
“muckcracking” gazetecilik yaklaşımından, 1920’lerde Walter Lippmann’ın kamuoyu
anlayışı ve akademik siyasal bilimin kurucusu Harold Lasswell’in propaganda
yaklaşımına doğru gelişmiştir. Lippmann gibi,
Lasswell’in de temel fikri fazla demokratlaşmanın getirdiği sorunlar nedeniyle,
propaganda mekanizmalarını kullanarak insanların düşüncelerini kontrol etme
yönündedir (Chomsky,1997). Amerikan sosyolojisinin yapısal fonksiyonalizmi
kucaklamasıyla birlikte, halkla ilişkilerin sosyolojik açıklamaları bir alt
sistemin (halkla ilişkilerin) büyüme, farklılaşma ve entegrasyonda işlevselliği
bazında ele alınmaktadır. Dolayısıyla, halkla ilişkiler toplumda faydalı bir
görev yapmaktadır.
Psikolojik, sosyal psikolojik kuramlar bağlamında halkla
ilişkiler Freud’un psikanalizi ve Pavlov’un şartlanmış refleks yaklaşımıyla
başlayan, 1900’lerin davranışçılığıyla devam eden ve büyük çoğunlukla denge
anlayışına dayanan denge kuramlarıyla davranışçılığı birleştirerek insan
bilincini ve davranışlarını yönlendirmeyi arayan duruma ulaşmıştır.
Halkla ilişkiler uygulamacılarının ve halkla ilişkiler
endüstrisi için alan araştırması yapanların çalışmalarına bakıldığında
tasarımlarının temelinde büyük çoğunlukla psikoloji ve sosyal psikolojinin
kuramlarından, özellikle etki sorunsalını ele alanlardan birinin yattığı
görülür. Bu paralelde, iletişim alanında yoğun bir şekilde kullanılan ve
mikrobiyolojiden etkilenen kendi kendini dengeleyen psikolojik sistem
(homeastasis) görüşü, MCQualin ve Alemdar ve Erdoğan’ın açıklasdığı bütün ana
akım kuramlarında egemendir.
Örgütle ilgili kuramların halkla ilişkilere yansıması
kuramın odak noktasının ne olduğuna bağlı olarak şekillenir. Ana akım yaklaşımlar örgüt oluşumu için bazı ön koşulların
olması gerektiğini belirtir. Bu koşullardan önde gelenler kapasite ve
işbölümüyle ilgilidir. Örgütlerin gelişmesini oluşturan sosyal koşulların,
nüfusun bu özel örgütleri geliştirecek ve destekleyecek kapasitesi olmasına
bağlı olduğu belirtilir; bu kapasitenin de okur-yazarlık, özel gelişmiş
okullar, kentleşme, pazar ekonomisi ve siyasal devrim gibi faktörler tarafından
belirlendiği anlatılır. Parsons ve Eisentadt gibi
Yapısal-görevselci sosyologlar buna rollerde ve kurumlarda farklılaşmayı,
başarıya bağlı olarak roller verme ve yerleştirmeyi ve kaynaklar için rekabeti
eklerler. Bu faktörlerin kişileri örgütler kurmak için motive ettikleri ve bu
yeni biçimlerin yaşama şanslarını artırdıkları ileri sürülür. (Erdoğan, 2003:254).
Alternatif (eleştirel) yaklaşımlar halkla ilişkileri egemen
anlamlandırmalardan farklı biçimlerde nitelemektedirler. Bu nitelemeler
çoğunlukla halkla ilişkilerin çıkış nedenleri ve gelişmesinin bağlı olduğu
koşullar, örgütlenme ve iş yapış biçimleri, toplumda gördükleri ideolojik ve
ekonomik etkinlikler gibi konular üzerinde durmaktadırlar.
Frankfurt Okulunu takiben, özellikle 1960’lardan beri artan
bir şekilde, ana akım yaklaşımlar Marksist siyasal ekonomi ve kültürel
incelemeler geleneği tarafından eleştirilmiş ve iletişime tarihsel ve eleştirel
bir yaklaşım getirilmiştir. Bu yaklaşımlar halkla ilişkileri iletişim, medya,
kültür endüstrisi, bilinç yönetimi ve ideoloji ile ilgili çerçeveler içinde ele
almıştır. Bu yaklaşımların temel hareket noktası Marks veya Gramsci’nin görüşleridir.
Eleştirel kuram (critical theory) endüstrileşmenin etkisi ve bilimin
gelişmesiyle 19. yüzyılda yükselen sosyal eleştiriyi anlatmaktadır (Hardt,
1992:x). Eleştirel yaklaşımlarda, önce birbirine bağlı olan fakat sonradan
birbirinden kopan iki farklı yol izlenir. Birincisi Marks’ın tarihsel
materyalist kuramsal çerçevesine dayanan kuram ve incelemelerdir. Bunlar
Marks’ın siyasal ekonomiyi eleştirisine ve siyasal ekonomi yöntemine dayanır.
Bu kuramsal bağlamda halkla ilişkiler incelemeleri halkla ilişkileri, kapitalist
materyal ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkilerindeki tarihsel gelişmeler içinde
ele alır. İkinci tür kuramsal yaklaşım Marks’ın Alman İdeolojisi yapıtındaki egemen
düşünceler hakkındaki açıklamasından hareket eder. Frankfurt okulu, Smythe,
Ewen, Chomsky, Kellner, Mills ve benzerleri bu düşünceden hareket ederek halkla
ilişkileri bilinç yönetimiyle olan ticari bir faaliyet olarak ele alıp inceler.
Örneğin, Herman ve Chomsky’e göre (1988) halkla ilişkiler rıza üretmenin bir
parçasıdır ve propaganda endüstrisidir. Diğer bir grup Gramsci ve Althusser’in
ideoloji görüşünden hareket ederek kuramsal çerçevelerini çizmekte, incelemelerini
yapmaktadır. Bu ikinci grup özellikle 1970’lerden itibaren, iletişim ve kitle
iletişim incelemelerinde, Richard Hogart, Raymond Williams, Stuart Hall’un
liderliğinde başlayıp gelişen University Of Birmingham Center for Contemporary
Cultural Studies tarafından temsil edilen kültürel incelemeler geleneğini
geliştirmişlerdir. Bu ikinci grubun bir bölümü göstergebilimi geliştirerek
post-yapısalcı yöne kaymıştır. Kültürel incelemeler bağlamında halkla ilişkiler
incelemesi, tanım dahil, sembolsel söylemler üzerinde durmaktadır. Halkla
ilişkilerdeki insan ilişkileriyle yürütülen üretim ve dağıtım bir yana
bırakılır. Onun yerine alımlama (tüketim) ile yeniden-kurulan (yeniden
üretilen) anlamlandırma üzerinde durulmaktadır.
Eleştirel yaklaşımlar içinde, örneğin Chomsky’e göre (1997)
halkla ilişkiler endüstrisi temel ticari propaganda endüstrisi olarak niteler.
Bu kuramsal çerçeveye göre halkla ilişkiler “halkın nasıl düşüneceğini kontrol
etmek zorunda” kalan kapitalist endüstriyel yapının bir yaratığıdır. Halkla
ilişkilerle uğrasan bilim adamlarının ve uygulamacıların temel kaygısı fazla
demokratlaşmanın ve ekonomik pazar koşullarının getirdiği sorunlar nedeniyle,
insanların düşüncelerinin kontrolünün nasıl olacağı yönündedir. Halkla
ilişkilerdeki akademik kuramsal yan aslında, Chomsky’nin belirttiği gibi,
doktriner yandır ve endüstriyel kurumsal yapıyla örtüşür.
Eleştirel kuramlara göre, halkla ilişkiler, daha çok, kurum
ve firmalara hizmet veren bir endüstri olarak gelişti. Halkla ilişkiler
firmaları kendilerine para ödeyen herkesin amacına uygun tanıtım, reklam olarak
görünmeyen reklam, propaganda olarak görünmeyen propaganda, gerçek gibi görünen
imaj yaratma ve promosyon işini üstlenen ajanlardır. Halkla ilişkiler bir
organizasyonun genel promosyon programı içindeki bir promosyon yöntemidir.
Diğer pazarlama ve reklam materyalleriyle birleştirilmiş, hedef kişiler veya
grupların halkla ilişkiler firmasının müşterisi firmaya karşı olumlu tutumları,
düşünceleri, bilgileri ve algılarını oluşturmak ve geliştirmek için tasarlanmış
amaçlı bir iletişim girişimidir. Halkla ilişkiler bir organizasyonun iletişim
fonksiyonunun pozitif imaj kurma parçasıdır.(Erdoğan, 2003: 394).
Kuram ve Pratik bağı
Kuramsal inşalar yaşanan örgütlü dünya dışında ve ondan
soyutlanmış bir karaktere sahip değildir. Aksine yaşanan dünyayı
anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışan, bu anlamlandırma ve açıklamadan hareket
ederek kontrol mekanizmalarını test etme ve geliştirme, yeni kontrol
mekanizmaları kurma çabalarına katkıda bulunmayı amaçlar.
Akademide de bilgiçlik taslayan egemen cehalet kuramı ve
pratiği birbirine zıt, biri arttıkça diğerinin azaldığı bir şey gibi sunar.
Böylece egemen küresel pazara işlevsel olan bir uydurunun yeniden üretimine
katılır. Hele halkla ilişkilerde, bu birbirine zıtlık halkla ilişkiler eğitimi
tartışmalarında yoğun bir şekilde vurgulanır. Pazar için işlevsel olan cehaleti
üretirken, bu zıtlığı ya “çok teori ve az pratik var” diyerek dile getirirler
ve çözümün de, örneğin, “ayrıntılar
üzerinde çalışma” ve “teori ile pratik arasındaki boşluğu kapatma” olduğunu anlatırlar.
Tüm bunlarla, örneğin, halkla ilişkiler eğitiminde sorun olduğunu, hatta faydasız
olduğunu anlatırlar, çünkü öğrencilere pratik öğretilmiyor, işveren
öğrencilerin bir şey bilmediğinden şikayet ediyor derler. Dolayısıyla,
istedikleri, meslek okullarında yapıldığı gibi, üniversitelerde günlük endüstriyel
pratiğin nasıl yapıldığının (mesleğin nasıl icra edildiğinin) öğretilmesidir.
Dört yıllık fakülte eğitimini iki yıllık tolumu anlamaya ve sonrasını da
endüstriyel pratikleri meslek okulu gibi öğretmeye çalışan fakültelerden
istenen, ilk iki yılı da ortadan kaldırmak, üniversiteyi endüstrilerin işgücü
yetiştiren atölyelerine dönüştürmektir. Bu çıkara uygun istemin altında aynı
zamanda diğer bir gerçek yatmaktadır: Endüstriler düşünen insan değil, yapan
insan istemektedir, çünkü düşünen insan tarih boyu daima yaparken bile düşündüğü
için tehlikeli olmuştur. Halbuki beynini ve çabasını “yapma” üzerine odaklayan
biri en arzulanan işlevsel robottur, en verimli köledir. Mantığı görevi yapmaya
odaklanmış pratisyen ile kendini, yaptığını ve dışını soruşturan arasındaki
fark, bilinciyle ve inancıyla boyunsunan ile özgür düşünme olasılığını taşıyan
insan farkıdır. İkinci tür insanı hazırlayan koşulların ortadan kaldırılması
gerekir. İstenen de budur. Dolayısıyla, üniversiteler sanki “halkla ilişkilere
düşman yetiştiren kuramlar” öğretiyormuş gibi, kurama saldırılır. Bu
cahilleştiren ve kendi dışındaki dünya yanmış umurunda olmayan (ama yanarsa,
kendisinin de yok olacağının bile farkında olmayan) insanımsılar yetiştirmek
isteyen (ve ne yazık ki yetiştiren) ideolojik pratik, “kuram da ne bana iş
buldurtmaz, bana kamera tutmayı öğretmez” diyen öğrenciyi daha okula gelmeden
biçimlendirir. Bunu söyleyen cahil, ona kamerayı tutmayı öğretenlerin “kamera
nasıl, ne için, nereye tutulur” öğretisiyle gelen ve “kameranın göz
kırpmadığını” işleyen kurnaz-bilmişliğiyle beslenir. Kuramın, eğer doğru
öğretiliyorsa, kamerayı eline almadan kamerayı tutma yollarını ve bunun
sonuçlarını öğrettiği gizlenir. Bir program, bir köşe yazısı, bir kampanya
hazırlamayı veya kamerayı tutmayı veya bir araştırma yapmayı bildiğini sanan
endüstrinin maymunu, her şeyi çok iyi bildiğini sanır. Buna gönülden inanır.
Serbest kölenin kölelik koşullarını kendisine bahşedilmiş en büyük özgürlük
sandığı ve bu koşulları canla başla koruduğu gibi.
Teorinin üretimi de bir pratiktir. Bu pratik, hem kendi
pratiği hem de, öncelikle, halkla ilişkiler denen örgütlü insan pratiği
hakkındadır. Teori ile, örneğin halkla ilişkiler pratiğinin tarihsel ve şimdiki
doğası açıklanır. Teoriyle insan, insan pratiği üzerinde düşünür ve böylece hem
yaptığını (ve yapmadığını) kendine ve dışına (ötekilere) açıklayarak ne
yaptığının bilincine varır hem de elde ettiği bilinci/bilgiyi pratiği üzerine
yansıtarak pratiğin geliştirilmesi ve gerekiyorsa değiştirilmesi olasılıklarını
elde eder. Dolayısıyla, pratiğin üzerinde sistemli ve tutarlı olarak düşünme ve
açıklama getirme (teori) olmazsa, insan kültür ve tarih yapamaz. Maymun gibi,
sürekli olarak acıktığında ağaca tırmanır ve muz koparıp yer ve ağaçtan iner.
Hayatının önemli bir kısmı ağaca çıkıp inme ile olan gezintiyle geçer. Çağdaş
insanın vakit geçirmek veya eğlenmek isteği duyduğunda, televizyondan muz almak
için elindeki kumanda üzerinde parmaklarıyla gezdiği gibi.
Eğer teori, pratiği
açıklayamazsa, o teori ya geçersizdir ya da düzeltilmelidir. Yani, ya teoriden
vazgeçilmelidir ya da teorinin pratigi açıklayacak biçimde yeniden inşa
edilmesi gerekir.
Teori ve pratik
bağıyla ilgili olarak, üzerinde pek durulmayan çok ciddi bir diğer yan vardır:
Örgütlü güç ve çıkar ilişkilerinin belirlediği insan gerçeğinde, güce yaranma
ve güçle yandaş olup güç elde etme ve güce katılma arayışlarının egemen olduğu
bir dünyada, teori pratiği açıklama kisvesi altında pratiği meşrulaştırmak için
inşa edilir. Böylece pratiğe uygun teoriler üretilir. Pratik: Özelleştirme.
Kuram: Özelleştirme pratiğini meşrulaştıran teoriler üretilir. Bu üretimde,
kuram sanki pratiği açıklıyor gibi sunulur, aslında kuramın yaptığı, pratiğe
uygun bilişler yaratmadır. Pratik: Yapısal ayarlamalar ve uyum politikaları ile
eğitim müfredatı değiştirilir. Kuram: Bu ayarlamaları ve politikaları haklı
çıkaran teori üretilir. Pratik: BigMac gibi standartlaştırılmış kitap üretimi.
Teori: Bu kitaplarda sunulan teoriler, bu pratiği yapanların istediği biçimde yansıtır.
Pratiğe uymayan teorileri kullanan araştırmaların uluslar
arası hakemli dergilerde yayınlanamayacağını bilen akademisyenler veya akademisyen
adayları bu egemen gerçeğe göre kendilerinde “yapısal ayarlamalar’ yaparlar.
“Uygulama bilgisinden yoksun öğrenciler yetiştiriliyor; hep
kuram öğretiliyor” çığırtkanlığı yapan yazılar yazarak, toplantılar yaparak,
konuşmalar yaparak, dersler vererek, birileri “teori” diye profesyonel halkla ilişkiler
pratiğinin promosyonunu yaparlar.
Teorinin pratiğe uydurulduğu üretimde, teorinin
betimlemeleri gerçeği açıklamaz, gerçek hakkında imajlar yaratır. Böylece,
akademik girişim adı altında, akademi de endüstriyel pratiklerin promosyonunu
ve reklamını ve propagandasını yapanlar1 arasına katılır.
Kuram ve Araştırma bağı
Sosyal bilimlerdeki
araştırmaların, az da olsa, bir bölümü araştırmalardaki kuramsal yapı ve kuram
inşası konusunu ele alırlar. Bu bağlamda hem bir kuramın kendi içinde hem de
çatışan/rekabet eden kuramlar arası tartışmaları ele alan araştırmalar görülür.
Kuram içi ve kuramlar arası sorunlar felsefi, epistemolojik ve metodolojik tartışmalardır.
Bu tartışmalar, örneğin pozitivizmde çoğu kez kuramsal çerçeve çizmeme,
kuramdan yoksun tasarım yapma, eklektiklik diye tutarsız varsayımlar dizisiyle araştırma
yapma, sosyolojide, ekonomide, siyaset biliminde çoğunlukla mikro seviyede,
dolayısıyla sosyal-psikolojik açıklama seviyesinde kilitlenip kalma ve
tarihsizlik gibi konular üzerinde durur. Bazıları da post-pozitivizm, post-modernizm,
post-yapısalcılık gibi yaklaşımlarla pozitivizmden Marksizme kadar belli koşullarda
tarihsel gelişim içinde tekrarlanan veya nedenlere bağlı olan oluşum ve dönüşüm
kalıplarını ve tutarlılıkları reddederler. Bu reddetmeyle, “her şeyin görece olduğu,
sürekli değiştiği, hiçbir şeyin bir an öncesi gibi olmadığı ve sürekli
değiştiği ” görüşü egemen oldu. Kapitalist pazarın biliş yönetimini ve
işleyişini eleştiren bu görüş, kapitalist pazar için en işlevsel olan “kontrollü
alternatifler” arasında en gözde olan olarak yüceltildi. Kapitalizmi eleştirirken
savunan son moda oldu, ama modası İngiltere’den başlayarak geçmeye başladı. Fakat
kuramsal yoksulluğun ve yoksunluğun ifadeleri olan, ama “zengin laf ebeliği ve
medya üretimiyle mitler ve efsaneler üretip desteleyen bu post-pozitivizm,
post-modernizm, vb akımlar moda olarak hala devam etmektedir: Bu görüşün temel
varsayımına göre, araştırmaların sunduğu
açıklamalar, gündelik hayatın/yaşamın ifadeleridir ve bunların her biri,
standart bir metin ve ölçülecek ve karşılaştırılacak bir nesnel gerçek olmadığı
için, metinler arasında sadece birer metindir. Araştırmacının veya anlatanın
dille biçimlendirilmiş gerçeğidir ki bu gerçek sadece olası yorumlardan
biridir. Örneğin, bir metindeki (örneğin televizyon programındaki) temsil
edilen “temsili-gerçeği,” bir insanı haftada yedi gün ve günde 16 saat çalıştırma,
ona fazla mesai vermeme, onun sosyal sigortasını ödememe gibi endüstriyel
faaliyetleri “karşılaştırılacak yaşanan toplumsal gerçek” olarak ele alıp karşılaştıramayız.
Çünkü “16 saat çalıştırma” demek, söyleyenin gerçeğini yansıtıyor, sadece olası
yorumlardan biri oluyor, yani bir diğer metinden başka bir şey değil. İşveren-soyguncu
da diyor ki “ben adama hem ücret ödüyorum, hem de cebimden onun sigortasını
niye ödeyim ki” diye, vergilerin ve sigortanın işverenin işçiye verdiği sefalet
ücretinin bir parçası olduğunu ve bunu devletin ta baştan işçiden gasp etmek
için kesme yolu olarak işverene kestirdiği gerçeğini aklına bile getirmiyor.
İşveren için ücret çalışana bir bağış ve kendine ise bir külfet oluyor.
İşverenin, gerçeği böyle yorumlaması ve benim farklı yorumlamam var, bu durumda
“normal veya nesnel bir gerçek yok, herkesin bir gerçeği var. Herkesin kendi
gerçeğinin olduğu yerde, gerçekten bahsedilemez, sömürüden, soygundan,
vurgundan, emperyalizmden, egemenlikten bahsedilemez, çünkü bu kavramlarla
açıklanan ilişki tarzı, bu ilişki tarzının olası yorumlarından biridir. Bush’un
“Irak’a demokrasi ve insan hakları götürüyoruz” demesi, Ayşe’nin “Irak ABD
önderliğindeki emperyalistler tarafından işgal edildi” demesi kadar geçerli
olan, gerçeğin olası yorumlarından biridir. Bu tür post-yapısalcı birileri için
çok işlevsel saçmalamanın sosyal bilimlerde ve psikolojik savaştaki yeri, çok
faydalı “yüksek seviyede çöplük üretme” demektir. Alt-seviyede (örneğin öğrenciler
ve geri-bırakılan ve geri-bırakılmak için uğraşan ülkelerin akademisyenlerinin çoğu
arasında) ise, sadece mitolojik, efsanevi ve büyüleyici çekiciliği vardır:
Böylece, onları kendine çekerek işlevsel amacın üretimi yaygınlaştırılır.
Öte yandan, pozitivizme
alternatif olarak gelen ve alternatif olduğu söylenen yaklaşımların araştırmalarında
kuramsal tartışmalar büyük çoğunlukla kendi içinde olan tartışmalardır.
Pozitivizmin ve post-pozitivizmin “alternatif okullara” yönettiği eleştiriler
ya bilimsel derinlikten yoksun yüzeyde kalan ve çoğu kez geçersiz ideolojik
karalamalar ve yanlış açıklamalardır ya da veri toplama ve değerlendirme üzerine
odaklanıp gözleme dayanmayan yorumlayıcı öznellikle geldiklerini belirten açıklamalardır.
Alternatif okulların kendi arasındaki tartışmalar daima yoğun olmuştur. Bu
tartışmaların önemli bir kısmı felsefi, epistemolojik ve kuramsal yapı ve bu yapının
açıklamaya çalıştığını yeterince ve/veya doğru açıklayıp açıklamadıklarıyla
ilişkilidir. Bu tartışmalar 1970’lerden beri özellikle giderek artan bir
şekilde idealist felsefenin içine giren “kültürel incelemeler” ile “tarihsel
materyalist siyasal ekonomi” geleneği arasında olmuştur. Bu tartışmaya,
sonradan güçlenen ve büyük çoğunlukla, düşünen insanın kendini nasıl yeniden-ürettiğinde
değil de, düşünen insanin bu pratiklerle ve bu pratiğe bağlı olarak yarattığı düşünsel
yansımalardan (ideolojiden, düşünceden) hareket ederek insani ve örgütlü gerçeğini
açıklamaya çalışan ve bu nedenle daha çok idealist felsefe içine düşen post-yapısalcılık,
post-colonialism, post-imperialism ve orientalism gibi eleştirel yaklaşım tarzları
da eklendi.
Hangi yaklaşım
tarzında olursa olsun, yapılan tartışmalar kaçınılmaz olarak araştırmaların
kuramsal yapılarıyla, araştırmalarda veri toplama ve değerlendirmeyle, ve araştırma
bulgularıyla desteklenen kullanımın insan ve toplum için getirdiği sonuçlar üzerinde
de dururlar. Araştırmanın insana, topluma ve yaşadığı doğal çevreye faydası tartışmaları,
işsiz ve yoksun bırakılana “ekmek kapısını kapamama” gibi tartışmalara kadar
uzatılır. Bu tercihler, Türkiye gibi ülkelere geldiğinde, “bilimsel” araştırmalar
ve sempozyumlarda “bilim” adamlarının, örneğin korunan alanların ve tarihsel ve
doğal zenginliklerin “turizme açılması” tartışmasında, “kullanılmayan malın ne
değeri var ki?” diyerek, kendi mali ve kız kardeşi olmadığı için ve bu satıştan
bir şekilde kendileri için de bir medet umanların sundukları çözümlere dönüşür.
Bu çözümlerde, kamusal yarar arayan ve kamusal yarara donuk üretim yapan her
şey, örneğin halkla ilişkiler şirketleri gibi özel teşebbüsten geçerek kamusal yararı
daha iyi sağlama uydurusuyla kendi bireysel çıkarları için pazarlamaya çalışanların
kuramsal inşaları egemendir. Bu kuramsal inşalar ve bu inşaları destekleyen araştırmaların
getirdiği ve getireceği sonuçlar muhtemelen çoğu akademisyenler ve araştırmacılar
tarafından yoğun bir şekilde desteklenirken, diğer bazı akademisyenler tarafından
yoğun bir şekilde eleştirilir. Dikkat edilirse, kuramsal açıklamalar ve
araştırmalar bilimsel inşalarının doğası ve amaçladıkları ve çıkardıkları
sonuçlar bağlamında ele alınıp sorgulanmaktadır. Bu sorgulamalar yoğun bir
destek vermekten yoğun bir eleştiriye kadar çeşitlilik göstermektedir. Bu
çeşitlilik, bazı kuramsal açıklamalarda, ‘gerçeğin çoğulcu karakterine, ve
herkesin farklı yorumlaması gibi alımlama farklılıklarına” atfedilirken, bazı
kuramsal açıklamalarda, örneğin “çıkar yapıları ve ilişkileriyle biçimlenen
bilinçle hareket eden insanin çıkarını koruma çabasıyla gelen bir farklılık” olarak
nitelenmektedir.
Halkla İlişkilerde Araştırma
Dürüst ve insanca
öğrenme, öğretme ve araştırma yapma, örgütlü hayatı özel amaçlara ve çıkarlara
uygun olarak ele alan ve anlatan egemenliklere karşı mücadele gerektirir.
Bir metodoloji kitabını (örneğin, benim pozitivist
metodoloji veya Öteki Kuram kitabını) okuduğunda bir türlü anlayamadığı için
“kurumsallaşmış dedikoduyu” bilimsel girişim olarak sunanlar, bilim diye
“reçeteci şarlatanlığı” seçenler veya “bilişsel karmaşıklık seviyesi” maymunun
biraz üzerinde olduğu için “Hürriyet gazetesini apolitik veya ideolojisiz ve
Cumhuriyet gazetesini Pravda gazetesi veya komünist gazete veya bölücü gazete”
sananlar, tembelliklerini destekleyen kulaktan duyma günlük bilgilerle,
endüstrinin beden dili, etik, sosyal sorumluluk, etki, verimlilik gibi
kurnaz-uydurularını bilim sananlar, ne yazık ki, üniversitelerde ders vermektedir.
Türkiye’de doktora bitirmiş öğrencilerin büyük çoğunluğu bile, bilimsel tasarım
hazırlama, yürütme ve sonuçlandırma bilgisinden yoksun olarak yetişmektedir.
Daha kötüsü, üniversitelerde herkes yöntembilimi biliyor geçinmekte ve
cahilce-bilgiçlik taslayarak öğrenmeye yanaşmamaktadır. Daha fecisi, basit bir
tasarımın nasıl yapıldığını bilmeyenler ders vermekte, araştırma yapmakta,
akademik dergilerde makale yayınlamakta ve kitap çıkartmaktadır (Erdoğan,
2007).
Bilimsel araştırma yapma, öğretme ve öğrenme, aynı zamanda,
çıkarlara bağlı gelen belli düşünce tarzı ve bu tarzın belirlediği bilimsel ve
sosyal politika sorunudur. Kapitalist bilim, eğitim ve araştırmalar,
başlangıcından beri, kapitalizmin sorunlarına çözüm ararken, kapitalizmin
yarattığı insanlık durumunun sürdürülmesinde perçinleyici rol oynamaktadır. Güç
ilişkileriyle egemenliği belirlenen ve sürdürülen ve ideolojik pratiklerle nesnelleştirilen
öznel çıkarlar, toplumda doğruyu tanımlar ve kurumlaştırır. Yani, doğruyu ve
haklıyı saptayan nesnel kıstaslar değil, belli güçlerin nesnelleştirilmiş özel
çıkarının ölçekleridir. Bunun belli yansımaları bilimsel yaklaşımlarda ve bu
yaklaşımlardan çıkıp gelen araştırmalarda görülür.
Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan ekonomik ve
dolayısıyla siyasal ve kültürel pazarının dünya egemenliği serüvenine başlamasıyla
birlikte, bu serüvenin bütünleşik bir parçası olan araştırmalar da yaygınlaşmaya
başlamıştır. Bu balgamda Türkiye’de 1950’lerden beri ögrencilere ‘akademisyen”
olarak sunulan, Daniel Lerner ve Lucien Pye grubu dahil, Yale, Pinceton ve Chicago
üniversitelerinden gruplar önce ülke kurma, gelişme, kalkınma adları altında ekonomik,
siyasal ve kültürel yapıların materyal ve düşünsel bitmiş-ürünlerinin (materyal
malların, örgüt yapılarının ve bu mallara ve yapılara işlevsel olan düşünce kalıplarının)
satışı yapıldı. 2000’lere gelindiğinde küresellleşme, demokratikleşme, serbest
pazar, post-modernizm adlarıyla araştırmalarda da nitel “tazelemeler” ve nicel
artışlar oldu. Türkiye’de siyasal ve kültürel alanda insanların bilinçlerinin
kirlenmesi ve kirletilmesi, bu işe pazarlamacıların, halkla ilişkilercilerin ve
reklamcıların artan bir şekilde girmesi, ve “toplum kalkınması” adı altında 50
yıldan fazladır yapılan yaygın propaganda faaliyetleriyle gelen yaygın biliş
işlemeye, bireycilik, özgürlük ve bireysel tercihler gibi işlemeleri kullanarak
gelen ve aptalca tüketim yapan insanlar yaratmayı yaygınlaştırmayı amaçlayan yeniler
eklendi.
Günümüzde, uzun
zamandan beri üzerinde yoğun tartışma yapılan pozitivist-ampirizmin alan araştırmaları
Türkiye’de de egemen bir duruma gelmeye başladı. Bu egemen oluşum seçim şırasında
siyasal partilerin seçmen yönelimlerini bilme arzusu, kamu kurumlarının
politikalarıyla, uygulamalarıyla ve bunların sonuçlarıyla ilgili olarak hedef
kitlelerinin (kamularının) duygu ve düşüncelerini ve tutumlarını bilme arzusu, uluslararası
ve ulus içi özel şirketlerin pazar araştırmaları gereksinimleri, uluslararası
ilişkilerde bilinç yönetimi ve psikolojik savaş geregi olarak çeşitli uluslararası
kuruluşların, vakıfların ve kurumların Türkiye gibi ülkelerde uzun zamandan
beri yürüttükleri politikaların bir parçası olarak hedefle ilgili olarak sürekli
bilgi toplama gereksinimi gibi nedenlerle olmakta ve gelişmektedir. Bu
egemenlik oluşumu ekonomik siyasal ve kültürel alandaki egemenlik ve mücadele yarışı
içine, özellikle bol para, güç, ilişki ve statü gibi nedenlerle üniversiteler
ve akademisyenler de artan bir şekilde çekilmektedir. Halkla ilişkilerin de
parçası olduğu alan araştırmalarının artmasıyla birlikte, bu araştırmaların doğası
ve sonuçlarıyla ilgili olarak tartışmalar özellikle Amerika ve Avrupa’da uzun
zamandan beri süregelmektedir. Güç yapılarının ve ilişkilerinin bireysel özgürlükleri
büyük ölçüde ortadan kaldırdığı Türkiye’deki akademik üretim biçimi ve
ilişkileri yapısında, doğal olarak büyük çoğunlukla alan (pazarlama, kamuoyu,
izleyici, müşteri, tutum, algi, değer, kampanya) araştırmaları desteklenmekte
ve alkışlanmaktadır: Para doğruyu, iyiyi, haklıyı, güzeli, çekicili, değeri ve değerliyi
belirler. Bu durumda, para (yani güç ve güç ilişkileri) alan araştırmalarını ve
sonuçlarını eleştirenlerin karakterini de belirler.
Alan araştırmasında
anket (ve mulakat) sorularıyla ilgili tartışmalar büyük çoğunlukla soruların
etki geleneğine uygun bir şekilde araştırmacı tarafından belirlenmesi, araştırma
tasarımının amacına en geçerli ve güvenilir bilgiyi sağlaması sorunları
üzerinde olur. Bu sorunlar çoğu kez örneklem alma ve temsil, hatasız anket (ve
mulakat) formu tasarımı, veri toplama gibi teknik sorunlar ve cevap verenlerin
doğru\geçerli yanıt vermeleriyle ilgili olarak tutum, algı ve davranış konuları
üzerine odaklanır. Fakat araştırma sorularıyla amaçlı olarak ideolojik
propaganda yapıldığı, belli bilişlerin insanlara işlendiği üzerinde durulmaz.
Bu sorunlar “yönlendirici sorular” adı altında geçiştirilir.
Miller ve Berger
(1999) iletişim araştırmalarının günümüzdeki durumunu alandaki bazılarının
alarm ile izlediğini belirtirler. Konu kuram inşasının mantığı, veri toplama ve
analizde uygulanan yöntemler, bilimsel kanıtı sağlamada kullanılan ölçütler
veya başka bir konu olsun, belirtilenler aynı kalmaktadır: Süregelen araştırma
pratikleri faydasızdır ve yanış yöne gitmektedir; bu yanlış yöne gitmemizi
insan iletişimini anlayışını özgür bilimsel anlayışa götürecek bir alternatif yaklaşım
düzeltecektir. Miller ve Berger’in sunduğu bu sorun ve çözüm sosyal bilimlerin
her dalında sürekli olarak öne sürülür. Aslında, süregelen araştırma pratikleri
ve gidilen yön yanlış değildir, alternatif diye beklenenler her seferinde
gelmiştir ve ardından onun da çözüm olmadığı öne sürülerek alternatif arayışı
devam etmekte ve ettirilmektedir. Bu tür tartışmalar gündem belirleme ve gündem
saptırma olarak oldukça faydalı olmaktadır. Sosyal bilimlerde günümüzdeki araştırmalar
amaçlarına uygun bir şekilde gitmekte ve aranan faydayı belli ölçülerde sağlamaktadır.
Özgür bilimsel anlayış gibi arayışlar da aslında bu faydanın bütünleşik bir parçasıdır.
Egemen yaklaşımlar çerçevesinde yapılan incelemelerin çok
azı tarihsel gelişim üzerinde durur. Halkla ilişkilerin gelişimi üzerinde
durulduğunda profesyonel halkla ilişkilere gereksinim artan rekabetle, iletişim
teknolojilerinin gelişmesiyle, halkla bağ veya ortak anlayış kurmayla, ve
demokratikleşmeyle ilişkilendirilir. Pratiğin yüzeydeki görünümüne bakılırsa
halkla ilişkilerin ne olduğunu ve gelişmesini açıklamalar oldukça ikna edici ve
doğru görünür. Akademik ilgi örneğin Shell (1993) ve benzerlerinin
incelemelerinde “kim seyrediyor, okuyor, satın alıyor ve bunu nasıl bileceğiz?
Elektronik Monitoring sistemler nasıl kurulur, geliştirilir ve kullanılır?”
gibi sorular ve halkla ilişkiler mesajlarının alınıp alınmadığının ölçülmesi
gibi endüstriyel yapının kaygılarını ve sorunlarını çözme yönünde olmaktadır.
Eleştirel incelemelere göre, kapitalist düzende bir yandan
kamu hizmeti felsefesi ve refah devleti fikri gerilerken, halkla ilişkiler
endüstrisi firma değerleri ve özel çıkarları kamu hizmeti ve sosyal sorumluluk
gibi imaj yapılandırmalarıyla gelen bilinç yönetiminden geçerek satmaya
başladı. Dolayısıyla Türkiye gibi ülkelerde birden bire hem kamu hem de özel
sektörde halkla ilişkilere yönelimin artması kendiliğinden olmamıştır.
Küreselleşmenin getirdiği sonuçlardan biri olarak kendini göstermiştir
(Mattelart, 1995).
Neyin ve nasıl araştırılacağı
Halkla ilişkiler bilinç yönetimi teknolojiyle aracılanmış iletişim
biçimlerinden geçerek günlük yaşamı anlamlandırma ve tercihler yapmada etkili
olan (veya etkili olduğu söylenen) insan yönetimi mekanizmalarına eklenen
Türkiye için yeni bir tanesidir. Halkla ilişkiler, bilinç yönetimi ve kültür
endüstrisi çevresinin incelenmesi gereken bir parçasıdır. Özellikle Amerika’da
oldukça yaygın bir şekilde incelenmiştir. Türkiye’de halkla ilişkileri ciddi
bir şekilde ele alıp akademik bağlamda inceleme gereksinimi vardır. Türkiye’de
henüz incelemeler başlangıç safhasındadır ve ne yazık ki halkla ilişkilerin
asil doğasını anlamaya çalışma yerine halkla ilişkiler pratiğini meşrulaştırma
ve hatta yüceltme yönünde tezler yazılmakta, kitaplar çevrilmekte ve
yayınlanmaktadır. Bunu yaparken Türkiye’de halkla ilişkileri bilinçli bir
biçimde kuramsal bir çerçeveye oturtan, kuramsal varsayımlardan hareket ederek
tez soruları çıkartıp akademik karakter taşıyan bir tez tasarımı bulunduğunu
sanmıyorum. Makaleler ve tezlerin hemen hepsi firma sorunlarından hareket
ederek, kuramsız ve akademik gerekçesiz sorularla, yönetimsel betimleyici (çoğu
araştırma olmayan) araştırmalar yapmaktadır.
Elbette yönetimsel araştırma gereklidir. Halkla ilişkilerde
ve iletişimin herhangi bir alanında yönetimsel bir sorundan hareket ederek bilimsel
bir araştırma tasarımı yapma en son ve kolay seçenektir. Yapılabilir. Fakat
bunu bilimsel araştırma olarak sunabilmek için önemli koşulların karşılanması
gerekir. Ama yapılanlara bakıldığında, çoğunun akademik karakterden yoksun
olduğu görülür. Akademik karakterden yoksunluk, kullandıkları metodolojiyi ya
yeterince bilmemeleri ya uygulama yetersizlikleri ya da ikisinden
kaynaklanmaktadır. Halkla ilişkilerde ele alınan yönetimsel sorunu araştırmanın
bilimsel bir inceleme karakterine sahip olabilmesi için bu sorunun bir kuramsal
çerçeveye oturtulması, sorulara kuramsal gerekçelerin hazırlanması, (bu
araştırmaların hemen hepsi survey araştırması türünde olduğu için) işlevsel
tanımlamaların yapılması ve uygun data toplama yönteminin seçilmesi gerekir. Fakat
bu tür araştırmaların hiçbirinde bunların hepsinin veya bir kısmının doğru
yapıldığını görmedim. Bu araştırmalarda, bulguların sadece yönetim sorunuyla
ilişkilendirmesi ve daha önce birikmiş bilgiyle ilişkilendirmemesi durumu daha
da kötüleştirmektedir.
Akademik ilgi ve inceleme alanı olarak halkla ilişkiler kendine
özgü tek bir alana ait olma yerine, çeşitli bilim dallarının ortak kesişme
noktalarında yer alır. Bu bilim dalları öncelikle, yönetim bilimleri, siyaset
bilimi, davranış bilimleri ve iletişim bilimidir. Trilyonluk bir endüstri
haline gelmesine rağmen hem teoride hem de pratikte halkla ilişkiler kendine,
amacı, alanı, doğası, egemen metafor ve boyutları hakkında, genel olarak kabul
edilen bir tanımlama üretememiştir. Dolayısıyla bunların akademik bağlamda
incelenmesi gereken bir sorun olarak devam etmektedir. Halkla ilişkilerin ne
olduğu üzerine odaklanırken birbirini tamamlayan iki veri toplama ve
değerlendirme süreci kullanılmalıdır: Birincisi halkla ilişkilerin ne olduğunu
açıklayan akademik anlatılar ve ikincisi ise halkla ilişkilerin kendisidir. Dolayısıyla,
betimleyici, reklamcı ve promosyoncu, işletmeci söylemlerle resmi çizilen
halkla ilişkilerle, belli çıkarları gerçekleştirmek için örgütlenmiş ve
faaliyet yapan halkla ilişkileri (mitler yaratan teorilerle gerçek pratikleri)
ilişkilendirerek halkla ilişkileri anlamak ve anlamlandırmak gerekir.
Bu bağlamda var olan bilgi birikimi elbette olanı olduğundan
farklı gösteren veya olması gerektiği düşüncesinden hareket ederek olanı olması
gereken gibi gösteren yaklaşımlar ve araştırmalar yanında, halkla ilişkiler
gerçeğini üretim tarzı ve ilişkilerinin karakterinde geçerek açıklayan
yaklaşımlar ve anlamaya çalışan araştırmalar da vardır. Toplumu soyarak kendi
çıkarını gerçekleştirenler aynı umutla destekleyen araştırmacı veya kuramcı
olma yerine, en azından toplumdan geçerek kendi çıkarını sağlama çabasında bir
yapıyı destekleyen araştırmacı ve kuramcı olarak, hareket noktamızı ve
dayandığımız temeli dürüstçe belirlemeliyiz. Bu temel de şirket çıkarı değil,
insan çıkarı olmalıdır. “Hepimiz bir aileyiz” diyen ve bu sırada aile
fertlerini soyan ve birbirine düşüren şirketi her şeyin merkezine koyduğumuzda
yaptığımız kuramlar ve araştırmalarda insan şirket için (şirketin verimliliği,
gelişmesi, sürdürülebilirliği için ) var olan bir “üretim birimi” olur. Bu üretim
biriminin de değeri, üretime katkısına ve en az ücret, en uzun ve en hızlı
çalışma gibi faktörlerle belirlenir. Böyle bir örgütlü yapının yarattığı ve
düşünce tarzının desteklediği dünya günümüzdeki dünyadır. Toplumu ve insanı
anlamaya ve açıklamaya çalışırken, insanı merkezden atan ve kendini merkeze
yerleştiren şirketi (sermayeyi, sermaye sahiplerini) merkezden atıp, onun
yerine insanı yerleştirip, buna göre araştırma ve kuram inşası yaptığımızda,
insan şirket, kurum ve devlet için değil, şirket, kurum ve devlet insan için
var olur. İnsanı merkeze koyduğunuz an, gerçekleri yakalamada ve insan olmada
ve insanlığın gelişmesine katkıda ilk adımı attığınız için, işiniz zorlaşmaya
başlar: Egemen çıkar yapıları ve onların hizmetcileri iyi maaşlı köleler tarafından
sevilme<siniz ve hatta düşman ilan edilirsiniz. Son çare olarak, gerekirse,
yüzyıllardır baskı ve bilişsel yoksunlukla beslenen sefil kitlelerden biri veya
birkaçı kiralanarak (bazen kiralamaya bile gerek yok, hedef gösterilsin yeter)
susmayanı sustururlar. Sonra da “hatırlatmak” için (yani “sonunun böyle
olmasını istemezsin herhalde” der gibi terör ve korku işleyerek) bir parka
adınız yazılır. Burjuvazi kandan, terörden, baskıdan, adaletsizlikten nefret
eder, tiksinir, bu nedenle her tür kirli işlerini kiraladıkları kitlelere
yaptırırlar, kitlelere birbirini öldürtür ve birbiri üzerinde baskı
uygulatırlar ve bu sırada demokrasi, özgürlük ve insan hakları konuşurlar ve
terörü ve teröristi kınarlar. Dikkat edilirse, insanı ve toplumunu anlamada,
merkeze neyi koyduğuna ve neden ve nasıl hareket ettiğine göre, kuramın,
araştırman ve sonuçlar sekilenir.
Halkla ilişkilerle ilgili araştırılması gereken ilk
konulardan biri halkla ilişkilerin oluşması ve gelişmesinin anlaşılmasıdır. Stuart
Ewen’in belirttiği gibi, farklı tarihsel dönemlerde halkla ilişkiler farklı
şeyler anlamına gelmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’deki halkla ilişkileri de
anlamak için, hem tarihsel gelişimi hem de şimdisi bu yapının özellikleri ve
faaliyetleri incelenerek anlaşılmaya çalışılmalıdır.
Halkla ilişkilerin yükselmesi güç kurumlarının, yirminci
yuzyıl boyunca, kendi çıkarlarını ortak çıkarlar açısından paketleme ve
meşrulaştırma zorunda kaldığının bir delili, bir ifadesidir. Artık siyasal
iktidardan ve ekonomik güç pozisyonundan atılan kilise ve teolojinin bu işi
kapitalistler içın aktif bir şekilde yükleneceği beklenemez. Ayrıca kilisenin
klasik beyin yönetimi faaliyetleri kapitalist endüstriyel yapı ve pazar
mekanizması için fonksiyonelliğini yitirmiştir. Kapitalist, kilise veya Mısır piramitlerini
yapmaya kalksa, kilisenin ideolojik propagandası total destek bulmaya
yetersizdir. Kapitalist pazar kendini meşrulaştırma ve satma işini çeşitli
mekanizmalardan geçerek kendisi yapar ve yaptırır; bu mekanizmalardan biri de
elbette halkla ilişkilerdir.
Halkla ilişkilerdeki açıklamaların ve araştırmaların önemli
bir kısmı da imaj ve saygınlık yönetimi üzerinde dururlar. Bu konuda da “şirket
çıkarını gerçekleştirmeye yönelik işletmeci mantığıyla” değil, sosyal faydayı
ve insanı merkeze alan iletişimci veya sosyal bilimci mantığıyla hareket etmek
gerekir. İmaj ve saygınlık yönetimi ancak ya gerçek anlamıyla iyi imajı ve
saygınlığı gerektiren ilişkilerle ve bu ilişkilerin tanıtımıyla yapılır, ki
eğer bu, halkla ilişkilerin yaptığı egemen iş pratiği olsaydı, halkla
ilişkilerin kendisinin imaj problemi olmazdı. Ya da, halkla ilişkilere günümüzde
sağladığı negatif imajı veren pratikler dizisiyle yapılır. Bu pratiklerde
aslında istenen hiç veya çok az veya göstermelik bir şeyler vererek, sosyal
psikolojinin motivasyon ve algı oyunlarıyla, özü değiştirmeksizin veya özün doğasına
dokunmaksızın, biçimler üzerinde oynayarak özün imajını değiştirme sağlanmaya
çalışılır. İmaj yönetimi gerçek materyal ilişkiler yapısını anlatan bir
karaktere sahip olabileceği gibi, bu temeli gizleyen veya olduğundan farklı
gösteren sahte imajlar “yapılandırma” da olabilir. Bunlardan hangisinin ne
ölçüde seçildiği, öncelikle etik konusu değil, öncelikle materyal çıkarlar ve
bu çıkarlarla biçimlenen ticari\endüstriyel kültür (=iş yapış biçimi)
konusudur.
Halkla ilişkilerde araştırmaların önemli bir bölümü halkla
ilişkilerin örgüt yapıları, bu yapıların oluşumu ve gelişimi üzerinde durur.
Bunun üzerinde duran var olan bilgi birikimine baktığımızda, bu konunun da
çeşitli yaklaşımlar çerçevesinde incelendiğini görürüz. Bizde bu bağlamda
yapılacak araştırmaların, bir firmanın örgüt yapısını, tarihini, gelişmesini
tanıtma çerçevesi içinde kalmaması, onun yerine var olan bilgi birikimiyle
ilişkilendirerek yapılan bir analiz karakterini taşımalıdır. Bu da bizde
eksiktir.
Ne olduğuyla ilgili olarak, promosyoncu bir tutum yerine,
gerçeği bulma ve açıklama yolu tercih bizi, egemen yaklaşımlar dışında bir
yaklaşım seçmeye götürür. Stuart Ewen (1997) ve benzerlerinin yaklaşımını
seçersek, araştırma için kuramsal inşamızı, örneğin, şu şu şekilde kurarız: Bir
Amerikan fenomeni olan halkla ilişkiler 20. Yüzyılda hem gelişmeci hem de
gerici fikirleri saygıdeğer yapmak için kullanıldı. Halkla ilişkilerin modern
uzantısı SPIN liderleri, kurumları, politikaları ve imajları halkın olumlu
olarak göreceği imajlara dönüştürme sürecidir. Bunun çalışması için olayları
yayacak gazetecilerden, imaj manipülasyonu yapan grafik tasarımcılarına kadar
birçok kişinin ortak çalışması gerekmektedir. Spin, kamu ilişkisinin (public
discourse) kamu manipülasyonuna dönüştürülmesidir. Bu dönüştürme noktasında,
spin ve kitle iletişim araçları güç ve gerçeğin öne işlendiği araçlar oldu.
Dolayısıyla, halkla ilişkiler özlüce, günümüzde imaj paketleme ve dağıtma
yoluyla kamunun davranışını etkilemeye yönelik örgütlü girişimdir. Halkla
ilişkiler organizasyon içi ve dışındaki insanların bilinçlerini ve
davranışlarını mental çevreler inşa ederek yönetmeye çalışan bir kitle
manipulasyon biçimidir. Halkla ilişkiler, dolayısıyla, kamu oyunu etkileme ve
yönlendirme aracı, yolu ve yöntemidir. Halkla ilişkilerde gerçek (truth) büyuk
ölçüde “izleyiciye satılacak” olarak tanımlanır. Bu satmada halkla ilişkilerle
sunulan gerçekler (facts) gerçek olarak kabul edilen, fakat gerçek olmayan enformasyonlara
(factoids) dönüştürülür. Dolayısıyla, Dowie’nin belirttiği gibi (1995) halkla
ilişkiler kendisi için bir iletişim aracı, algıları değiştirmek için
tasarlanmış bir endüstri, gerçeği yeniden şekillendirme, consent rıza imal eden
bir endüstri olmuştur. Dikkatlice örgütlenmiş bir arkadaşlık gurubu tarafından
yönetilir. Öyle ki sadece kendi arkadaşları onu çalışırken gözlemleyebilir.
Sadece mülk sahiplerinin oy vermeye hakkı olduğu bir
sistemde, halkın hem siyasal pazarda hem de ekonomik pazarda başının ezildiği,
söz söylemek için bile ağzını açamadığı bir toplumda, profesyonel halkla
ilişkilere gereksinim yoktur. Semt pazarlarında malın iyisini öne düzüp
gösteren ve sana kötüsünü dolduran pazar kültüründe, bu pazarcının “öne dizdiği
iyi mallarla” yaptığı rekabet ve “malının iyi olduğunu öne dizdikleriyle
gösteren” apaçık sahtekar ve saldırgan halkla ilişkiler üzerine inşa edilecek
bir uzman halkla ilişkilere ihtiyacı yoktur. Kendisi elindeki bıçağı, sözü ve
bakışlarıyla etkili bir şekilde rutin olmayan durumda da halkla ilişkilerini
iyi yürütür. Piramitleri yaptıran gücün profesyonel halkla ilişkiler
uzmanlarına gereksinimi yoktu, çünkü yönetimde insanların rızası teolojik
mitlerle ve siyasal güçlerle zorunlu katılma biçiminde olan kölelik koşulundan geçerek
sağlanıyordu. Üniversitelerde okutulan halkla ilişkilerin çıkıp gelişebilmesi
için Amerikan tarzı bir siyasal ve ekonomik yapının olması gerekir.
Dolayısıyla, profesyonel bir girişim ve meslek olarak halkla ilişkilerin çıkıp
hızla gelişmesi burjuva demokrasisinin yükselmesinden ayrı olarak düşünülemez.
Nasıl ki nazizm, neo-faşizm ve ırkçılık burjuva demokrasisinin özel bir
uzantısıysa, burjuva siyasal, kültürel ve ekonomi pazarının ve pazarlamanın
(bilinç yönetiminin) bütünleşik bir parçası olarak iş gören halkla ilişkiler de
burjuva ekonomik ve siyasal pazarının merkeze yerleşmiş bir uzantısıdır. Ancak
1980’lerden sonra artan bir şekilde, bu pazarın parti-padişahlarıyla veya
teolojiyi kullanan aile diktatörlükleri, ordu ve işbirliğindeki elitlerle ortaklaşa
yönettiği ülkelerde, halkla ilişkiler bu gücü elinde tutanların pozisyonlarını
muhafaza etme arayışında kullanılan mekanizmalardan biri olmaya başlamıştır.
Halkla ilişkilerde, bir diğer sorun halkla ilişkiler
eğitiminin var olan ve normatif doğasıyla ilgilidir. Özellikle 1980’lerden
sonra Amerika ve ardından diğer ülkelerde halkla ilişkiler eğitimi ciddi
tartışmalara konu olmuştur. Keloğlu-İşler’in belirttiği gibi (2007) bu konu
Türkiye’de henüz akademik alanda kıpırdanış aşamasındadır. Türkiye’deki
gelişmeler nedeniyle de, bu konunun incelenmesi gerekmektedir. Var olan tezler
ve incelemeler, Keloğlu-İşler’in tezi ve kitabı dışında, çoğunlukla egemen
söyleme uygun olarak, “halkla ilişkiler eğitiminde pratik yoksunluğu veya
azlığı, kuramsal derslere ağırlık verildiği, öğrencinin gerçek hayata
hazırlanmadığı” şikayetlerini desteklemekte ve yinelemektedir. Aslında, bu tür
bir araştırma, halkla ilişkiler eğitimi tartışmalarını ve kuramsal
çerçevelerini toplumsal yapılar ve ilişkiler ile dürüst ve doğru bir şekilde
ilişkilendirmelidir. Bunu yaparken de, sorunun sadece akademik bir sorun
olmadığını, fakat akademik dünya ile endüstriyel yapılar arasındaki çıkar
ilişkisiyle ilgili bir sorun olduğunu akılda tutmak ve bundan hareketle, sorunu
eğitim politikaları ve bu politikalardaki egemenlik ilişkilerine ve bu
egemenliğin çıkar yapısına ve ideolojisine bağlamak gerekir.
Ön plana getirilmesi gereken bir diğer konu da insanların
özü ortadan kaldıran veya biçimle ilgili stratejilerle özü biçimlendiren
stratejilerin farkına varılmasını sağlayan bir eğitimin varlığını veya
geliştirilmesinin gerekliliğinin tartışılması gerekir. İmajların dilini
inceleme eğitim müfredatında yoktur. Halkla ilişkiler bölümlerinde eğer imajla
ilgili dersler varsa, bu dersler eleştirel bilinci yaratmaya değil başarılı bir
şekilde imaj yapılandırmaya yönelik olmaktadır. Estetik alan ciddi tartışma ve
inceleme alanı olarak görülmemektedir. Her şeyin belli amaçlar çerçevesinde estetikleştirildiği
bir dünyada yaşanmasına rağmen, eğitimde gençler estetiğin dili ve sosyal değerler
hakkında düşünmeleri teşvik edilmemektedir. Onun yerine, pazar dili ve
değerleri, egemenlikleri nedeniyle hayatın gerçekleri olarak görülmekte ve
öğretilmektedir.
Halkla ilişkilerde egemen yaklaşımlar içinde en yoğun yapılan
araştırma konularından biri de etik sorunudur. Bir yönetimsel
etkinlik olarak halkla ilişkiler başlangıcından beri etik sorunlarıyla yüz yüze
gelmiştir veya getirilmiştir. Halkla ilişkiler cemiyetleri, toplantıları,
okullardaki bölümleri sürekli olarak etik konusu işlenmektedir. Bu durum hem
etik yoksunluğuna işaret eder hem de etik konusunun güvenli bir tartışma alanı
ve kontrollü alternatif olduğuna. Burjuva sosyal bilimi “etik” konusunu oldukça
yaygın ve ayrıntılı bir şekilde ele alır ve inceler. Halkla ilişkiler
bağlamında, etik konusunu öne çıkartarak, sanki halkla ilişkilerin en önemli ve
tek sorunu etki sorunuymuş gibi sunulur. İletişimsizlik ve iletişim çökmesi
gibi kavramların gördüğü fonksiyona benzer şekilde, “Etiksizlik” veya “etik
yoksunluğu” gibi kavramlar ortaya atılır. Etiğin bu tür sunumu da irdelenmelidir.
Aslında, halkla ilişkilerde etikle ilgili olarak ön plana
getirilmesi gereken etik konusu değil, iş yapış biçiminin kendisi olmalıdır.
Halkla ilişkilerde etik konusu özellikle 1980’lerde halkla
ilişkilere karşı artan yoğun eleştirileri takiben akademisyenler tarafından
tartışılan ve araştırmaların yapıldığı bir konu olmuştur. Bu tartışmalar çoğu
kez etiğin halkla ilişkilerdeki rolü ve alandaki etik sorunları üzerinde
duruldu. Akademide kuram ve pratik ayırımında olduğu gibi, bu konuda da
hemencecik teoretik etik ve uygulama etiği diye ikili bir ayırım yaratıldı ve
teoretik etik yerine uygulanan etik tercih edildi, çünkü etiğin iş/ticaret için
iyi olduğu düşüncesi yayıldı. Bu, halkla ilişkilerde etik ve sosyal sorumluluk ideolojisi
içinde teorik tartışmalarda ve araştırmalarda işlendi. Etik kodlarının
yaygınlaşması, küresel pazarın “etik pazarlaması” evrensel etik kodlarının
gerekliliği düşüncesini yaydı. Bu kodların elbette halkla ilişkiler için de
olması savunuldu. Özerklik ve Oto-kontrol ideolojisi gibi, gönüllü-etik kodları
üzerinde duruldu. Kodların yetersizliği ve uygulanma mekanizmalarının gerektiği
araştırma ve tartışmaları geldi (Pratt, Donald K. Wright. Kruckeberg,
Hunt and Tirpok. Center and Jackson).
Halkla ilişkilerle ilgili olarak, araştırılması gereken konulardan
biri de halkla ilişkilerin iletişim alanında ne işi olduğudur. Diğer bir
deyimle, halkla ilişkiler endüstriyel bir profesyonel örgütlü faaliyettir. Bu
faaliyetin iletişim alanında olması, insanların düşünce ve davranışlarını
iletişimden geçerek yönlendirmeye çalışması, iletişim alanında olması için
yeterli bir koşul mudur? Aynı soruyu gazetecilik, radyo, televizyon ve sinema
için de sorabiliriz. Halkla ilişkiler toplumsal sorumluluğu ve etiği beli bir
özenl çıkara veya öznel güç yapılarına değil genel insanlığın iyiliğine olan
/vea öyle olduğu sanılan, düşünülen, söylenen, iddia edilen) iletişim alanından
daha çok her şeyde şirketi merkeze koyan ve insanı merkezden eden (ama
propagandasına sanki insanı merkeze alıyormuş gibi görünen) işletme veya kamu
yönetimi alanına ait değil mi?
Araştırmaların üzerinde durması gereken bir diğer önemli
konu da halkla ilişkiler pratiğinin incelenmesidir. Örneğin halka yayma,
promosyon, paketleme, satış noktasında sergileme/gösterme, ticari gösteriler ve
özel olaylar gibi bir ürün, hizmet veya fikri satmak için tasarlanmış
faaliyetlerin nasıl düzenlendiğinin ve yürütüldüğünün anlatılması bilimsel bir
girişim değildir. Bunların daha etkili olarak nasıl yapılacağı ise yönetimsel
bir girişimdir. Bilim ve bilim insanı endüstrilerin kiralanmış emeği olunca,
araştırmaların önemli bir kısmı da bu yönetimsel girişimi desteklemek için
yapılır.
Halkla ilişkilerde araştırma diye çok seçilen konardan biri
de halkla ilişkilerin rolü veya rolleriyle ilişkilidir. Rollerle ilgili
araştırma, halkla ilişkilerin ne olduğunu keşfetmenin bir parçası olabilir,
fakat artık yüz yılı geçkin zamandan sonra, rolleri bilinmiyorsa, yani daha
halkla ilişklerle ilgili temel karakterler belirlenmemişse, ki aslında binlerce
araştırma var rol konusnu ele alan, o alan geri kalmış demektir. Dolayısıyla,
halkla ilişkierin genel rolü veya bir kurum veya şirketteki rolü üzerine yapılan
betimleyici araştırma kopya ve yapıştır işinde öteye gitmemektedir. Bunlar var
olan bilginin farklı cümlelerle tekrarından başka bir şey değildir. Halkla
ilişkilerin onadığı rol üzerinde bir araştırmanın gerekliliği ancak o rol
şimdiye kadar rol üzerinde yapılan araştırmalarla sunulan bilgi birikimi
soruşturuluyorsa geçerlidir ve gereklidir. Aksi taktirde, oradan buradan
derleyip toplayarak yapılan promosyon, propaganda ve reklam ve bir şeyleri ardı
ardına sıralayarak sunmak bilimse veya akademik girişim olamaz.
Halkla ilişkilerin rolüyle iç içe olan bir araştırma konusu
da halkla ilişkilerin fonksiyonları (görevleri, işlevleri) konusudur. Dürüst ve
aklı başında olan bir araştırmacı veya kuramcı, halkla ilişkilerin işlevlerini
incelerken, halkla ilişkilerin kendileri hakkında ne söylediğini temel olarak
almaz, halkla ilişkilerin neyi ne amaçla yaptığını temel hareket noktası olarak
alır. Türkiye’de gözden geçirdiğim tezler ve makalelerin hemen hemen hiçbirinde
halkla ilişkilerin işlevleri (rolleri, fonksiyonları) doru bir şekilde ele
alınıp incelenmemiş. Bu bağlamda, var olan bilgi birikimi, diğer bağlamlarda da
yapıldığı gibi, var olanın tekrarı, ardı ardına sıralanması biçiminde olmaktadır.
Prof. Ali şunu dedi, Filozof Vırtos şunu söyledi diye yapılan bu üretim,
medyada yapıldığı gibi, oligopolist pazarda, belli bölümü ve biçimi üniversitelerin
tekelinde olan merkezileştirilmiş dedikodu üretiminden başka bir şey değildir.
Türkiye’de tartışılması gereken ve okullarda ve medyada
gündeme getirilmeyen, aslında Amerika’da özellikle seksenlerin ortasından beri artan
bir şekilde tartışılan bir konunun da üzerinde durulması gerekir: Halkla
ilişkilerin krizi ve halkla ilişkiler kavramının terk edilmesi. Örneğin, Halkla
ilişkilerin kredisi ve güvenirliliği o denli düşük duruma geldi ki birçok uzman
halkla ilişkiler yapmaya devam ederken kendini halkla ilişkiler kavramından
uzak tutmaktadır (Sparks, 1993). Terk edilen elbette “halkla ilişkiler” diye
adlandırılan pratik degil, fakat pratiği negatif olarak anlamlar yüklenmesine
neden olan “halkla ilişkiler” kavramıdır. Özellikle son yirmi yıldan beri artan
bu anlamlar arasında en çok tekrarlananlar terimler şunlardır: “papaganlar, hucksters,
üst brass araçları, düşük hayat yalancıları, iktidarsız, kaçamakçı, egomanyak,
yalan söyleme.” (Olasky, 1984; Hutton, 1999). Bazıları halkla ilişkiler
kavramını terk etme yerine, kavrama tekrar onur ve saygı getirmeye
çalışmaktadır (Jackson ,
1997). Fakat kavramın altında kalmamayı tercih gittikçe artmaktadır. Terk etme
genellikle büyük firmalarda ve özellikle büyük halkla ilişkiler firmalarında
daha fazla görünmektedir (Adams, 1998). Halkla ilişkiler kavramı yerini imaj
yönetimi, algı yönetimi, saygınlık yönetimi ve çeşitli ön eklerle “ …..
mühendisliği” gibi kavramlar almaktadır. Endüstride en çok yönelinen kavram
“imaj” ile ilgili olanlardır. Bunun tercih edilmesinin nedeni, doğru imaj
yaratma ve tutmayla ilişkilendirilmesi nedeniyle değil, halkla ilişkileri imaja
indirgeyen hem akademik hem de firma yönetiminin cehaletinden dolayıdır.
Elbette bu cehalette, farkında olmadan halkla ilişkilerin egemen pratiğinin
imaj yönetimi olduğunun (ve olması gerektiği düşüncesinin) bilinçsiz
yanıtlaması vardır. Ayrıca halkla ilişkiler firmalarının büyük bir kısmının
reklam firmaları tarafından sahip olunması (Jackson , 1997),
Halkla ilişkilerin doğru anlaşılmasıyla ilgili olarak
yapılacak araştırmaların bazılarının da halkla ilişkiler firmalarıyla diğer
firmalar ve kurumlar arasındaki bağlar üzerinde eğilmesi gerekir. Bu bağlamda
üzerinde durulması gereken konular arasında hakla ilişkiler ve kitle iletişim
medyası bağ, reklamcılık ve halkla ilişkiler bağı, halkla ilişkiler ve siyasal
yapılar bağı önemlidir.
Bir firmanın binlerce işçisi olsa bile, o işçiler firmanın
iç halkı değildir ve firma içindeki ilişkiler de halkla ilişkiler değildir. Fakat
eğer firmaları, devletlerin olmadığı yapılarda yaşayan bağımsız siyasal
birimler olarak ele alırsak ve halkı da bu birimlere göre tanımlarsak, o zaman
çalışanlar firmanın halkı olur. Dolayısıyla, bilinç yönetimi kavramlarıyla ve
kavramların içlerinin özel biçimlerde doldurulmasıyla da ilgilenmek gerekir.
Bir akademik girişim için önemli olan bir halkla ilişkiler
pratiğini ve stratejilerini anlatmak değil, pratiklerin ve stratejilerin
doğasını anlamaya çalışmaktır. Firma halkla ilişkilerinde kamuflaj ve kandırma,
yanlış yönlendirme “sanatını” inceleme ve açıklamadır. Firmaların imaj
yönetimini yüceltmek ve nasıl etkili olabilecekleri yönünde öneriler sunmak
değil, imaj yönetimi ne için yapıldığı ve kime ne sonuçlar getirdiğini, kimden
ne aldığı ve kime neler getirdiğini ve bunun sonuçlarını bilmeye çalışmaktır. İnsanı,
çevreyi ve toplumu ilgilendiren ciddi konuları bastıran, saklayan, sansür eden,
bir kenara iten veya yanlış sunan bir yapının bu faaliyetini desteklemek değil,
anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktır. Bu girişim aynı zamanda, kamu gözünden
gizlenemeyenleri nasıl geciktirildiğini, apolitik yapıldığını, saptırıldığını,
sulandırıldığını da incelemek gerekir. Halkla ilişkilerle, medyayla, eğitimle
ve diğer mekanizmalarla yürütülen “rıza ve katılma üretiminde” incelenmesi
gereken bir diğer konu da farklı seslerin hangi yollar kullanılarak nasıl
susturulduğu, hangi gerekçeler kullanılarak tartışma ve gündem dışı bırakıldığı
konusudur. Günlük deyimle “doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulmasının” nasıl
oluşturulduğu ve nasıl işlediğinin ciddi bir şekilde araştırılması gerekir.
Doğruyu söyleyenlere Marksist, komünist, endüstri düşmanı, modernlik karşıtı,
gelişme düşmanı, medyaya düşman yetiştirenler, sivri dilli, duygusal, popülist
gibi takılan kulpları (ki ben bunların hiçbirinin kötü olduğunu düşünmüyorum)
“çamur at, izi kalsın ve bu sırada asıl konuyu unuttur ve tartışmayı başka yöne
çek” taktikleri, doğruyu gören, söyleyen ve arayanları böl ve birbirine düşür
stratejileri ve tüm bunların nasıl üretildiği ve yaygınlaştırıldığının üzerinde
durulmalıdır. Bunun üzerinde durmak, aynı zamandan yalanın, sahtenin, dürüst ve
doğru olmayanın, haksızın, dolandırıcının, vurguncunun nasıl egemenlik
kurduğunu, bu egemenliği nasıl yürüttüğünü ve bunları yaparken halkla ilişkiler
firmalarının ve halkla ilişkiler girişimlerinin (tüm medyanın ve akademik
dünyanın, kısaca iknada kullanılan modern boru şebekelerinin veya örümcek
ağlarının) “yıkama, yağlama ve temize çıkarma işinde” nasıl rol oynadığını da
ortaya çıkartır.
Sonuç
Halkla ilişkiler bir yönetim faaliyetidir ve her insan
ilişkisinin zorunlu koşulu olarak ancak iletişimle mümkündür.
Gönderici-Mesaj-Alıcı-geri-besleme modeline dayanan egemen iletişim görüşüyle
halkla ilişkiler tanımlandığında, konu, bilinçli veya farkında olmadan, sadece
iletişim ilişkilerine indirgenir. iletişim bu egemen anlamıyla halkla
ilişkilerin temel taşı değildir, temelini oluşturmaz. Ne iletişim ne de halkla
ilişkiler söz söyleme, vücut dili, konuşma ve yazma veya bu yollarla mesaj veya
imaj iletimidir. Dolayısıyla, halkla ilişkileri anlamada kuram seçimi (veya
inşası) halkla ilişkilerin kendisi hakkında söyledikleri ve halkla ilişkiler
hakkında söylenenlerden hareket ederek değil, bunları da irdeleyerek ele alan
bir yaklaşımla, halkla ilişkilerin kendini nasıl ürettiğinden hareket ederek
yapılmalıdır.
Halkla ilişkiler araştırmalarının neler üzerinde durduğunu
sadece halkla ilişkilerin karakteri değil, daha öncelikle araştırmacının
kimliği ve bu kimlikle gelen amaçları belirler. Araştırmacı ya akademik
dürüstlük, bili beceri ve topluma ve insana karşı sorumlulukla hareket ederek
araştırmalar yapılır ya da özel çıkarların kendi çıkarıyla birleştirerek
amaçlar belirlenir araştırma işine girilir. Bu ikinci türede araştırma yapma,
ya bilinçli olarak materyal çıkar hesaplarıyla ve kısa veya uzun dönem bireysel
çıkar sağlama amacıyla yapılır. Ya da araştırmacının geri-zekalıca kurduğu
bizliklerle, beş para bile almadan bedavadan başkalarının , ki bu şirketler dünyasını
kontrol eden başkalarının çıkarını gerçekleştirmek için bedava gönüllü olarak
çalışmasını yapar. Bu bedava gönüllülerin çoğu “çıkar umudu ve korku ile
hareket ederler. Aynı zamanda, bunların önemli bir kısmının örneğin Schiller,
Mosco, Stuart Ewen gibi insanların yazdıklarını “kafaları almadığı,
anlayamadıkları” için, doğal olarak endüstrinin çıkarına olan “kolay yolu
seçerler ve NLP, vücut dili, beden dili, etkili iletişim, halkla ilişkiler
kampanyaları, imaj yapılandırma gibi çalışmalara girerler. Bunları yapmak
kolaydır hem endüstriyel yapılar tarafından desteklenir hem de bu yapıların
bütünleşik parçası olan madyada içeriği yöneten şarlatanlık tarafından ilgi
bulurlar.
Dolayısıyla, halkla ilişkilerle ilgili araştırmalarda, her
konu ele alınıp incelenebilir. Fakat inceleme yaparken, şuna çok dikkat etmek
gerekir: Bir öznel çıkarın promosyonunu, propagandasını veya reklamını mı
yapıyorsun, yoksa, o konuyu var olan bilgi birikimine dayanarak inceliyor
musun? Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının ne olduğunu veya bir şirketin imaj
çalışmalarının ne olduğunu betimlemek, bilimsel bir çalışma değildir. Bir kriz
yönetiminin nasıl yapıldığını anlatmak ve sonra öneriler sunmak da bilimsel bir
karakterde değildir. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını incelemenin konusu
olarak ele alıp bilimsel bir çalışma yapmak demek, yaklaşımın promosyonunu
yapmak demek değildir, onu felsefi, epistemolojik ve metodolojik bağlamlarda
irdelemek, bu irdelemede bu yaklaşımın kime ne getirdiği ve kimlerden neler
götürdüğünü açıklamak demektir.
Halkla ilişkilerin gerçeği sunma ile ilgili pratikleri
sonucu gerçeğin ne olduğunu tespit etme kısa dönemde ve sunumun yapıldığı
koşullarda ve zaman kesiminde olanaksızdır. Dolayısıyla, neyi nasıl söyleyeceği
öğretilmiş, su arıtma aracı satan bir gencin, kapımızı çalıp “araştırma yaptığını”
söyleyerek başlayan satış oyununda içtiğimiz suyla ve sattığı aygıtla ilgili
sunduğu “gerçekleri” yadsımak olanağı çoğumuz için yoktur. Sunulan gerçeğin ne
kadar gerçek olduğu belli değildir. Fakat sunanın kimliği, görünümü ve sunum
biçimiyle çoğumuz gene gerçeğin ifade edildiğinden şüpheye düşmeyiz. Stuart
Ewen’ in belirttiği gibi (1997) günümüzde insanlar içlerinde gizli amaçlar olan
“Truvanın atı mesajlarla” çevrelenmişlerdir. Dolayısıyla, halkla ilişkiler
gerçek temeline dayanıp dayanmadığını bilmediğimiz enformasyonla ve imaj
yaratmayla veya imajları desteklemeyle “yaratılmış, inşa edilmiş, kurgulanmış”
gerçekler sunmaktadır. Medyada nasıl görünüleceği, etkili konuşmanın nasıl
yapılacağı, iletişimde etkinlik ve medyayı kullanma eğitimleri, dersleri,
araştırmaları ve kuramları dünyayı anlama hakkında değildir; sözlerle, yazıyla,
görüntülerle, çeşitli yollarla gerçekler hakkında yaratılan imajlarla amaçlar
gerçekleştirme, insanları yönetme ve dünyayı kirmen gibi döndürme hakkındadır.
Ürünlerin tasarlanma biçimleri, paketlerin ve renklerin belirlenme biçimleri,
firma binalarının ve yönetici odalarının tasarım biçimleri ile ilgili kuramsal
anlatılar ve araştırmalar hep imajlar ve imajlarla insan düşüncesini ve
davranışını yönlendirme ve yönetme hakkındadır. İmaj bir zamanlar firma maskotu
pozisyonundaydı, fakat sahtekarlıkla yönetim gereksinimi her şeyin önüne
geçtiğinden beri, imaj firma gerçeği veya siyasal gerçek durumuna yükseltildi.
Bu yükseltmede, balık tutmadan yoksun bırakılan insanın eline, gerektiğinde bir
balık (Kiler’den alışveriş için 50 YTL, kömür, bir çuval pirinç, patates,
çocuğu için bir bisiklet, hatta bir Coca Cola) verir, sana oy vermezse suçlu
hissetmesini sağlar, imajını materyal destek vererek güçlendirirsin.[1]
Tüm üzerinde durulanlardan, hem kuram inşasında hem de
araştırmada bir diğer önemli konu ortaya çıkmaktadır: Gerçeğin nasıl üretildiği
ve gerçeğin nasıl iletildiği; gerçek olarak üretilen ve iletilenlerin, gerçeği
açıklıyorum diye gerçekler hakkında gerçek olmayan ama gerçek gibi görünen
imajları nasıl inşa ettiği ve bunda nasıl başarılı olduğu konuları.
Bu yazıyı okuyanlardan beklentim, benim sivri dilimi ve katı
anlatımımla uğraşmak gibi biçimsel ve yanlış konumlandırılmış duyarlılık yolu
seçme yerine, anlattığım öz üzerinde durması, halkla ilişkilerle ilgili
görüşlerini yeniden gözden geçirmesi ve sosyal bilim ile kişisel çıkarlar için
endüstriyel çıkarlarla dürüstlüğü ortadan kaldıran ortaklık kurmak arasında
tercihi değerlendirmesidir.
KAYNAKÇA (kullanılan
ve önerilen)
Abadan, Nermin (1964)
Modern Toplumlarda Halkla Münasebetler, Balkanoğlu Matbaacılık, Ankara.
Anderson, R. B. (1989). Reassessing the
odds against finding meaningful behavioral change in mass media health
promotion campaigns. In C. Botan & V. Hazleton (Eds.), Public relations
theory (pp. 309-321). Hillsdale , NJ : Lawrence
Erlbaum.
Baskin, Otis W. and Craig E. Aronoff
(1992). Public Relations: The Profession
and the Practice. (3. baskı). Dubuque ,
IA : Wm. C. Brown Publishers.
Baudrillard, J., (1995). Culture Jamming
: Hacking, Slashing and Sniping in the Empire of Signs. The Open Magazine Pamphlet Series. POB 2726 Westfield ,
NJ 07091 U.S.A.
Baxter, L.A. ,
(1988). “A dialectical perspective on communication strategies in relationship
development” İçinde; Duck, S.W., Hay, D.F., Hobfoll, S.E., Ickes, W., &
Montgomery, B., (Editörler). Handbook of
personal relationships: Theory, research, and interventions (1.baskı). Chichester , UK :
Wiley: 257-273.
Beniger, J. R. (1986). The control
revolution: Technological and economic origins of the information society. Cambridge , MA : Harvard University Press.
Bernays, E., (1991). A conversation with
Edward L. Bernays. (Interview) Susan
L. Fry. Public Relations Journal. 47
(11):31-34.
Bivins, Thomas H. (1989). Ethical
Implications of the Relationship of Purpose to Role and Function in Public
Relations. Journal of Business Ethics. 8: 65-73.
Bivins, Thomas H. (1989). Ethical
Implications of the Relationship of Purpose to Role and Function in Public
Relations. Journal of Business Ethics. 8, p.69.
Botan, C. (1993). Introduction to the
paradigm struggle in public relations. Public Relations Review, 19, 1-5.
Botan, C., (1997). Ethics in Strategic
Communication Campaignes: The Case for a New Approaches to Public Relations. The Journal Of Business Communication.
34(2): 188 – 203.
Budd, Jr., John F. (1990). Public
Relations Faces Its Moment of Truth. Public Relations Review. 16(4): 5-11.
Carey, A. (edited by Andrew Lohrey), Taking
the Risk Out of Democracy: Propaganda in the US and Australia, University of New South
Wales Press , Sydney ,
1995.
Casten, Liane (2003). Mass media and the
corruption of democracy. (Chicago Media Watch).
Http://www.eff.org/publications/E-journals/cyrev/cyrev4. html.
Chomsky, N., (1997). What Makes Mainstream Media Mainstream. http://www.zmag.org/zmag/articles/chomsky97.htm.
Chomsky, Noam, (1991). Media Control: The Spectacular Achievements
Of Propaganda. Open Magazine Pamphlet Series. Main Office P.O. Box 2726 Westfield ,
New Jersey .
Dowie, Mark (1995). “Lies, Damn Lies,
And the Public Relations Industry”. İçinde: Stauber, J. and Rampton, S., Toxic
Sludge Is Good for You! Lies, Damn Lies and the Public Relations Industry, Maine : Common Courage
Press.
Engel, Michael (2000). “The Struggle For
Control Of Public Education: Market Ideology vs Democratic Values”, Philadelphia : Temple
University Press.
Erdoğan, İrfan (2007). Pozitivist
Metodoloji. Ankara :
Erg.
Erdoğan, İrfan (2006). Teorive pratikte
halkla İlişkiler. Ankara :
Erk.
Erdoğan, İrfan ( 2005). İletişimi Anlamak. Ankara : Erk
Erdoğan, İrfan (2001). “Sosyal
Bilimlerde Pozitivist – Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve Yöntem
Sorunları” Anatolia Turizm Araştırmaları Dergisi. 12 (güz):
119 – 195.
Erdoğan, İrfan (1995). Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak.
Erdoğan, İrfan ve Alemdar, Korkmaz
(2005). Öteki Kuram. Ankara : Erk.
Ertekin, Y. (2000). Halkla İlişkiler Ankara :
Yargı Yayınevi No: 28
Ewen, Stuart (1999). All Consuming
Images: The politics of style in contemporary culture. (reviside edition). NY:
Basic Boks.
Ewen, S. (1997). In spin we trust: a
conversation with Stuart Ewen. (Interview)
Steven Heller, Print. May-June 51
(3):94-101.
Ewen, Stuart (1996). PR! A Social History of Spin. New York : BasicBooks.
Falb, R. (1992). The Place Of Public Relations
in Higher Education: Another Opinion. Public
Relations Review. 18 (1): 97 – 101.
Finn, David (1993). Critical Choices
Will Define Profession's Value. Public Relations Journal. 49(9): 38, 40.
Gandy, O. (1992). Public relations and
public policy: The structuration of dominance in the information age. In E.
Toth & R. Heath (Eds.), Rhetorical and critical approaches to public
relations (pp. 131-163). Hillsdale , NJ : Lawrence
Erlbaum Associates.
Gordon, Joye C. (1997). Interpreting
Definitions of Public Relations: Self-Assessment and a Symbolic
Interactionism-based Alternative. Public
Relations Review. 23(1): 57-66.
Grunig, James E. (1993). Public
Relations and International Affairs: Effects, Ethics and Responsibility.
Journal of International Affairs. 47(1): 137-162.
Hardt, H. (1992) Critical communication
studies: Communication, history and theory in America . NY:Routhledge.
Herman, E. S. ve Chomsky N. (1988).
Manufacturing Consent: Political Economy of Mass Communication. NH: Panteon.
Hunt, Todd and Tirpok, Andrew (1993).
Universal Ethics Code: An Idea Whose Time Has Come. Public Relations Review.
19(1): 1-11.
Hutton, James G. (1999). The definition, dimensions, and domain of public
relations. Public Relations Review,
Summer , 25(2): 19-27
Patrick Jackson (1997).(ed.),
"Edelman Sees Field Diminished by Not Using Term 'PR,'" PR Reporter,
40 (Oct. 13, 1997), s. 2.
Judd, Larry R. (1989). Credibility,
Public Relations and Social Responsibility. Public Relations Review. 15(2):
34-39.
Kellner, D. (1997). “The Missed
Articulation” İçinde; The Frankfurt
School and British Cultur Studies: http://www.
uta.edu/huma/illuminations/kell16.htm.
Kellner, D. (2003). Boundaries and
Borderlines:Reflections on Jean Baudrillard and Critical Theory. http://www.uta.edu/
huma/illuminations/kell2.htm.
Keloğlu-İşler, E. (2007). Halkla
İlişkiler: Mitler ve Gerçekler. Gazi Üniveritesi İletişim Fakültesi 40. Yıl
Yayınları Dizisi, no:4, Ankara :
G. Ü. İletişim Fakültesi Basımevi.
Kitchen, Philip J. (1997). Public Relations : Principles and Practice
London ; Boston
: International Thomson Business Press.
Kruckeberg, D. (1999). The Future of
Public Relations: Some Recommandations. Public
Relations Review, 24 (2): 235 – 248
Kruckeberg, Dean (1989). The Need for an
International Code of Ethics. Public
Relations Review. 15(2): 6-18.
Kruckeberg, Dean (1993). Universal
Ethics Code: Both Feasible and Possible. Public Relations Review. 19(1): 21-31.
Kruckeberg, Dean (1993). Universal
Ethics Code: Both Feasible and Possible. Public Relations Review. 19(1), p.22.
Lippmann, W. (1965). Public Opinion. NY: The Free Press
Long, L.W & V. Hazleton . (1987). Public Relations: A
Theoretical And Practical response. Public
Relations Review 13 (2): 3-13.
Marken, G.A. (1996). Focus on the
bullseye ... not the bull. Public
Relations Quarterly, 1996 41(1): 46-48.
Martinson, David L. (2003). PR Educators
define “telling the truth” in PR. http://lamar.colostate.edu/~aejmcpr/teach.htm
.
Mattelart, Armand(1995). Unequal voices.
(The Multimedia Explosion: Quo Vadis?). UNESCO Courier, Feb 1995, s.11-15.
Miller, Karen S. (2000). “U.S.
public relations history: Knowledge and limitations”. Communication Yearbook 23, 381-420.
Miller. Gerald R. ve Charles R. Berger.
On Keeping The Faith In Matters Scientific. Communication Studies, Fall 1999 50
(3): 221-236.
Moffitt, Mary Anne (1992). Bringing
critical theory and ethical considerations to definitions of a
"public." Public Relations Review, Spring 18 (1):17-30.
Olasky, Marvin N. (1984). The Aborted
Debate Within Public Relations: An Approach Through Kuhn's Paradigm.
Qualitative Studies Division of the Association for Education in Journalism and
Mass Communication’ da sunulan bildiri, Gainesville .
Patrick Jackson (1997). Edelman Sees
Field Diminished by Not Using Term 'PR'. (editör), PR Reporter, 40: 2 .
Pratt, Cornelius B. (1991). Public
Relations: The Empirical Research on Practitioner Ethics. Journal of Business
Ethics. 10: 229-236.
Richter, Judith (1998). Briefing 6 -
Engineering of Consent: Uncovering Corporate PR Strategies. The Cornerhouse:
[iuicode: http://www.icaap.org/iuicode?400.6]
Shell, A. (1993). VNRs: “Who’s watching?
How do you know?”. Public Relations Journal, 49 (12): 14 – 17.
Stacks, D., Botan, C., Turk, J. (1999).
“Perceptions of Public Relations Education”
Public Relations Review, 23(1):9
– 11.
Wright, Donald K. (1993). Enforcement
Dilemma: Voluntary Nature of Public Relations Codes. Public Relations Review.
19(1): 13-20.