Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye farkı

Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye farkı


Aşağıda vereceğim örnekler elbette herkes için aynı değildir, ama genel özellikleridir:

Dört ay kadar önce öğrencilere kitap göndermek için Yaşamkent’teki PTT’ye gittim. Kitapları tartınca, parası ne kadar dedim. “16 TL” dedi. Ben de, “hayır 3.5 TL” dedim, “uzun zmandır böyle” dedim. “Kampanya bitti” dedi. Ben bizim ülkemizdeki çalışanların genel karakterini bildiğim için, ısrar ettim, ama “artık kampanya yok” dedi ve diğer çalışan da onu destekledi. Ben göndermedim. Ümit köydeki büyük PTT’ye gittim ve 3.5 TL’ye gönderdim. Bir başka zaman “Allah kahretsin” dedim kendi kendime ve ödeyip gönderdim. Bugün, yine dört ayrı öğrenciye kitap göndermek için Yaşamkent PTT’sine gittim. Kız bana “bir kitap” 5 TL, iki tane olursa, 16 TL” dedi. Ben “1 kiloya kadar 3.5 Tl” dedim. Kız arkasına döndü ve oradan geçen, müdürü olmalı, iri kıyım adama sordu ve gelip bana “1 kitap 5 Tl, ikisini gönderirsen 16 TL dedi.” Ben de göndermedim, çünkü dediğim gibi ben “bu ülkedeki ücretli kölelerin kölelik psikolojisini çok iyi biliyorum”: Bizim insanımız bilmez, bilmek de istemez, hatta kendini soyan şirket için müşteriye şirketin soygun fiyatının üstünde fiyat ödeterek kendini soyana hizmet eder; bilerek veya bilmeyerek müşteriye atılan kazığa biraz daha ekleme yapar.

20 yıl kadar önceydi (Nedense AKP hükümetiyle birlikte bu durum olumlu bağlamda çok değişti. Elbette her yerde değil: X Üniversitesinde verdiğim ders ücreti verilmedi. Almak için gittiğimde, Çalışan kızlar paramı almam için her belgeyi hazırladılar, son aşamada benden bir şey için bağış istediler; ne kadar diye sordum minimum 100 Tl dediler. Ben vermemek için her numaraya başvurdum, onlar da almak için. Sonunda vermedim, ama ceremesini de çektim: Paramı alma işlemini yapıyor gibi yapıp, oruç tutmayıp bağış vermeyen kafirin işini yapmadılar. Herhalde iki sene sonra, rektörlerine epey ağır mektup yazdıktan sonra alabildim. Bir başka özel okulda herhalde 40 saat kadar eksik ödediler ve asla alamadım, onlar çok azgın ve kurnaz laiklerdi, vazgeçtim. Bir başkasında da saatine 100 Tl yerine 38 Tl ödediler ve onu da alamadım. Bunu o okulların sahipleri yapmıyor; onların muhasebe işiyle ilgili ücretli köleleri yapıyorlar.

Yine 20 sene kadar önce, Maliye’ye gitmem gerekti, çünkü hakettiğim bir para vardı. Hukukçu arkadaşım dedi ki “İrfan, çok sakin ve yumuşak ol, memura”. Ben de “niye ki, alacağım var, verecek.” Arkadaşım “yok, vermemek için elinden gelen her şeyi yapacak” dedi. Ben de “Cebinden çıkmıyor ki, devletin bana yapacağı ödeme” dedim. “O memur, kendini devlet olarak görür ve cebinden çıkıyor gibi hisseder; sakın sinirlenme, alttan alarak, paranı almaya çalış” dedi. Dediğinin hepsi oldu. Memur bana benim paramı vermemek için her türlü pisliği yapmaya başladı. Ben biraz yumuşak davrandım, ama sonunda patladım. İşe müdürleri falan karıştı ve o parayı ter dökerek aldım. Başka zaman ben iki kez mahkeme tarafından bilir kisi atanmıştım; para veriyorlarmış, gitmedim almak için. Devletin memurları da bana getirmedi; ama devletin memurları devletin senden alacağı olunca peşini bırakmazlar.

Şimdi gelelim Amerika örneğine. Birinci örnek: New York kenti. Birbirinden 30 metre kadar uzakta iki manav. Birinde muz 59 cent, öbüründe 69 cent ve böyle fiyat farkları var. Düşük fiyat veren Yunanlı Amerikalı ve diğeri de Italyan Amerikalı. Bir ara nedense şüphelendim ve sonunda şunu öğrendim: Yunanlının manavında (belki de Türk veya İspanyoldu, hatırlamıyorum) çalışan iki şeyi aynı zamanda yapıyordu: Terazide sahtekarlık yapıyordu ve de para üstünü verirken. Amerikalı asla paranın üstünü saymaz ve terazide sahtekarlık yapacaklarını aklının köşesinden bile geçirmez. Türkler New York’a “hava parası” almayı ve araba istasyonlarında benzine su katmayı öğretti. Bunlar Amerika’daki Yunanlılar, Türkler ve Güney Amerikalı İspanyollar.

Şimdi ciddi fark örneği. İkinci örnek: Fatih New York’da emekli maaşını almaya başlamak için müracaat ediyor. Kızı da yanında. Evrakları dolduruyor Amerikalı (Çin kökenli) kadın ve Fatih imzalıyor. Her şey bitiyor. O sırada kadınla konuşuyorlar. Tam kalkıp giderken, kadın “bu senin kızın mı?” diye soruyor. Fatih “evet” deyince, kadın “dur bir dakika, kızın da 18 taşına gelinceye kadar, senin ayda aldığının yarısı kadar aylık alır; bunu bilmiyorsun değil mi?” diyor. Fatih şaşkın. Niye dersiniz? Çünkü bu Türkiye’de olsaydı, memur asla ona kızının da emeklilikten yararlanacağını söylemezdi. Hatta Fatih kızının yararlanacağını bilse bile, memur zora koşmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Yani, Amerikalı memur senin işini sana elinden gelen her yardımı yaparak bitirir. Türkiyeli memur ise senin işini öyle bitirir ki anandan seneler önce emdiğin sütü ağzından geri getirir.

Elbette her ülkede iyi ve kötü insanlar vardır. Ama bazı ülkelerde biraz ve hatta birazdan daha fazladır bunlar.

Yarın Yaşamkent PTT’ye gideceğim. O müdürü çağıracağım. Göndereceğim kitaplar arasından iki kitabı vereceğim ve kaça olduğunu soracağım. Sonra da “PTT’nin yeni değişikliğine göre artık kitap göndermede 1 kiloya kadar 5 TL ve bir kilodan fazla olunca % 50 indirim var” diyeceğim. Israr ederse, bana ya PTT’nin bunu yazan belgesini getirmesini ya da bana söylediklerini yazmasını ve imzalamasını isteyeceğim. Bakalım ne olacak.

Köle köleliğini kendine bahşedilmiş bir özgürlük veya imtiyaz gibi görmeye başladığında, efendisinden daha efendi ve efendisinden çok daha zalim olur; ayrıca, kendini soyan efendisini çıkarını artırmak için müşteriyi “fazladan soymaktan” asla geri durmaz. Bu vicdansal ve duygusal bağımlılık nedeniyle ki, örneğin üç tane genç çalıştıkları alışveriş marketinden bir iki avokadoyu (avokadoydu herhalde) birisi çaldığı için yanıp duruyorlardı, sanki avokadoyu çalan onlardan çalmış gibi. Adamı ele geçirseler herhalde paralarlardı. Sürekli yanmalarına çok bozulduğum için “niye yanıp duruyorsunuz, bu marketin sahipleri sizi ve bizi soyarak milyarlar vuruyor, bir iki avokado ile fakir düşmezler” dedim. “Ama onlar bu dükkanı bize emanet ediyor, biz hıyanet edemeyiz” gibi bir şeyler söylediler. Ben de “sen birkaç kuruşunu bu marketin sahiplerine emanet et bakalım, ne olur”  gibi bir şeyler söyledim. Hemen düşüncelerini, duygularını ve vicdanlarını değiştirdiler. Bana onları aydınlattığım için teşekkür ettiler ve bundan sonra oylarını CHP’ye vereceklerini söylediler. Böyle bir şey olmaz. Zındıkların CHPsi ne kadar doğru ve iyi şeyler söylerse söylesin hiçbir işe yaramaz, çünkü sorun bilmeme veya yanlış bilme değil, sorun yoğun duygularla doldurulmuş beyinler; bu beyinlerin değişmesi doğruyu anlatmayla veya göstermeyle değişmez; farklı bir günlük ilişkiler ve anlayış ortamına girmeleriyle olabilir. Yani, ya o insanı farklı ilişkiler, duygular, duyarlılıklar ve düşüncelerin egemen olduğu bir çevreye taşıyacaksın (örneğin göç edecek) ya da yaşadığı çevredeki duygu, ilgi, düşünce ve davranış biçimlerinin değişmesini sağlayacaksın. Türkiye’yi yöneten güçler çevreyi bu şekilde dönüştürme/değiştirme işinde sınıfta kaldılar, çünkü bazılarının böylesi işine geliyordu, bazılarının da umurunda bile değildi. Şimdi o umurunda olmayanların bazıları derin derin şikayet ediyor ve yakınıyorlar: Kırk haramiler mağaralarında değil artık.       

Avokado meselesine dönelim: Hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” olur mu? Hollywood filmlerinde uzun zamandır bu, “meşru hırsızlık”  olarak niteleniyor. Bence de doğru, çünkü hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” değil,  “kurtarma, özgürleştirme (liberating)  olarak nitelenebilir. Böyle düşünen insanlar çok olsaydı, ücretli/maaşlı köleler efendilerinin çıkarlarını gerçekleştirmek için yırtınmayı bırakırlar ve, en azından, Amerikalı memurun yaptığı gibi hakkı olana hakkını gizlemeden, saklamadan, vermemek için zora koşmadan, zevkle verirdi. Ama gel sen bunu kendini devlet sanan ücreti/maaşlı çağdaş kölelere ve kendini köle/kul gibi kullananlara kılınarak “vur de vuralım, öl de ölelim” gibi hislerle dolu hastalığa kadar giden çeşitli hastalıklara yakalanmışlara anlat: Anlatamazsın. Kapı kulu olmaya ve hem kendisini olmayan hem de kendisinin köleliğini ifade eden o kapıyı canı pahasına korumaya alıştırılmış ve öyle yetiştirilmişlerden farklı bir şey bekleyemezsin.

PTT örneği ve benzerleri hem bilme/öğrenme gibi bir ilgisi ve çabası olmayanların hem de aynı zamanda doğruyu yapma umurunda olmayanların insanları soymaya nasıl katıldıklarını anlatır.  Karnını doyurabilme koşulları elinden alınmış kölenin zincirine vuruluşu ve onu zincire vuranlara kılınışı denir buna. Bu tür vuruluş hakkında ayrıntılı bilgi için bakın: İrfan Erdoğan, “İnsanın Zincirine Vuruluşu.” Amaan boşveeer. Sen çağdaş özgür insansın; hatta okulu bitirip işsizliğin ne olduğunu tatmaya başladığında, “özgürlüğün en yalın biçimini yaşayacaksın”, “elbette, babam sağ olsun” diyebileceğin, sana iş kapılarını açan “vasıflı ve becerikli” bir baban yoksa. Bu durumda, birileri parası kadar, sen de baban kadar özgürsün. Diriliş Ertuğrul dizisinde Ertuğrul’un dediği gibi “ağaca yaslanma çürür, babana yaslanma ölür.” Obayı aile şirketi şeklinde yöneten Ertuğrul şunu saklıyor: Bazı ülkeler, babasına yaslanarak aile şirketleri ve aile devleti kuranların ve ailece yönetenlerin (nepotizm) ve de onlara kulluk ederek öbür dünyada Huriler ve Nuriler hayaliyle bu dünyayı kendilerine ve başkalarına zindan edenlerin zindan etme işini yapan sefilleştirilmişlerin ülkesidir.  

 

İrfan Erdoğan, Ekim 21 2020 Ankara 

Share:

Magazin Programları: Ünlüler Ne Dedi, Ne Yedi, Ne İçti ve Ne Yaptı

MAGAZİN PROGRAMLARI     
 Ünlüler Ne Dedi, Ne Yedi, Ne İçti ve Ne Yaptı  

                              Önce olguları topla, sonra onları istediğin gibi çarpıtabilirsin. Mark Twain

  Bu bölümde, magazin programlarında seçilen konular ve bu konuların içeriksel inşası yoluyla izleyicilere işlenmeye çalışılan bilişler belirlendi ve analiz edildi.

Eski ve yeni, tüm magazin programları aynı şeyleri sunuyorlar, çünkü çerçevenin içine girenler sadece o tür şeylerdir.

Haberler içinde “magazin haberi” olarak da yer alan bu tür programlarda iyi ve güzel insanların yaptıklarıyla ilgili olarak bazen duygulu ve yücelten, bazen de hararetle öven haber-dedikodulara yer verilir. Sürekli olarak showmenler, şarkıcılar, mankenler, artistler veya sporcular ele alınır ve onlarla ilgili “dedikodu-haberler” verilir. Onların yaşam biçimleri, aşk ilişkileri, birbiriyle çekişmeleri, dostlukları ve düşmanlıkları, iyilikleri, şık ve rüküş giyinişleri, ne yaptıkları/yapmadıkları ve başlarına gelenler izleyicilerin ilgisine ve bilgisine sunulur. Medya profesyonelleri bu tür programlar yoluyla sadece bazı ünlülerin gündemde kalmasını sağlamazlar, aynı zamanda ilgi yönetimi ve moda ve eğlence endüstrilerinin promosyonunu da yaparlar.

Gündelik yaşam pratiklerimizin şekillenmesinde önemli bir yere sahip televizyon, çeşitli program türleri üzerinden satmak istediği mal, hizmet ve düşünsel olanı -ideolojiyi, bilişi, bilinci- sunarak pazarlar. Bu program türlerinden birisi de “renkli ve tatlı haber” olarak nitelendirilen sosyete dedikodularından, ünlülerin yaşamına, farklı mekan tanıtımlarından skandallara, çeşitli yemek tariflerinden yıldız falına, eğlence mekanlarından ünlülerin moda anlayışına kadar çeşitli haberlerden oluşan magazin programlarıdır....

                                                                        TÜMÜNÜ OKUYUN/İNDİRİN
Share:

Medyada Spor

 MEDYADA SPOR: Çağdaş Kuru Ekmek ve Sirk Politikası

Televizyonda spor, önde gelen tüm türleriyle, farklı kapsamlarda haberlerde, magazin programlarında, spor (tartışma) programlarında ve elbette spor müsabakası yayınlarında karşımıza çıkar. Sporun iletişimi, medyada, spor gösterilerinin canlı yayını dışında, örgütlü dedikodu ve olmuş üzerine laf söyleme biçiminde yürümektedir. Akademide ise, en iyi biçimiyle anlamlı araştırmalar yanında, değer yargılarına dayanan sistemli övgüsü veya eleştirisi yapılır. Nasıl ele alınırsa alınsın, spor/oyun belli örgütlü yer ve zamandaki üretim biçimi ve ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır: Ne ekonomiden, ne siyasetten ne de kültürden ayrı veya bağımsız bir şey değildir. Sporun ekonomisinde ve siyasetinde baş döndürücü meblağlar dönmektedir.

Spor programlarında, mülk elde etme (spor tesisi kurma veya satın alma, sporcu kiralama veya alma) ve kullanma ve de el değiştirme (mal ve sporcu satma) ilişkileri olağan olduğu için ya hiç konuşulmaz ya da “futbolcu transferi” gibi farklı kavramlar kullanılarak gündeme gelir. Sporda mülkiyet yapısı hem pazar ilişkilerinin nasıl olduğunu gösterir hem de yasal ve ilişkisel düzenlemelerin çerçevesini çizer. Televizyonda bun yapıyla ilgili haberler sadece “süreçler” (örneğin kulüp başkanı seçilmesi) gibi normalleştirilmiş çerçeveler içinde ele alınır. Şu anlatacaklarımın hiçbiri, televizyon programlarında tartışma konusu olarak ele alınmaz: Sporda mülkiyet, ister şirket isterse dernek/vakıf statüsünde olsun,  öncelikle spor takımının kendisidir ve sporcularıyla takım (ulusal-uluslararası) piyasalarda bir değere sahiptir. Bu organizasyonun mal varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında değeri üretim performansına göre değişen sporcular en görünenidir. Sporcu, takım yöneticilerinin alıp sattığı çok değerli bir maldır/emtiadır. Bu mal/emtia insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür olarak nitelenen fakat ücretli kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar yapısında, sporcu ücret köleliği yanında, tarih boyu süregelen mutlak köleliğin de ilginç bir biçimi olarak ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen emeğin yanında, kişinin vücudunu kullanma (bedensel yetenek) hakkına sahip olma ve bunu pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası olarak kullanma şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Spor bize eğlence, boş zaman etkinliği ve vücut ve ruh sağlığını geliştirme faaliyeti olarak ve bireyselleştirilerek sunulur. Televizyonda spor “şahane seyirlik gösteriye” dönüştürülür; maç kazanma ve kaybetme izleyen seyircide bile içselleştirilir ve duygusallaştırılır. Maç sonrası spor tartışma programlarında, özellikle hakemlerin ve VAR sistemi ve hakemlerinin) “taşlanan keçi olarak” kullanıldığı ve tartışmanın eski futbolcu, eski hakem, spor yazarı ve yorumcusu olan kişiler maçtan alınmış çekimler de izleterek “uzman görüşlerini, eleştirilerini, yanlış hakem kararlarını tartışırlar. Hele bir de seyircilerin taşkınlığı olduysa ve sahada oyuncular birbirine girdiyse, tartışmalar daha da hararetlenir. Bu hararetli tartışmalar sürerken ve biz televizyonun başında bunun heyecanlı taraf olurken, spor pazarında kimin kime ne kadar milyonlar ödediği, daha çok pay alma kavgaları ve yarışı, siyasetle olan ilişkiler ve seçimlerde ayak oyunları, (muhtemelen) kara para aklama, dış piyasadan kaliteli mallar (yabancı sporcu) ithal etme ve mal ihraç etme, televizyonlarla ve ürün ve hizmet şirketleriyle sponsorluk anlaşmaları ile süregelen endüstriyel spor faaliyetleri devam eder. Biz izleyiciler de, bir takımı tutan taraftar olarak sahte sahiplik duygusuyla yanıp tutuşuruz, spor denen şirketler dünyasına sanki bizim dünyamızmış gibi sarılırız. Öyle sarılırız ki hem duygusal bakımlardan bizim olmayanla düşünsel ortaklık kurarak derin duygularla dolarız hem de yüksek fiyatlarla taraftar olduğumuz takımın dükkanlarından formalar ayakkabılar falan alarak materyal olarak soyulmamıza canı gönülden katılırız. Taraftarı olduğumuz takım için sadece paramızı değil, canımızı da veririz. Ama bu tek yönlü destek ilişkisi, asla tersine (ben taraftarınızın zor durumdayım, bana yardım edin gibi bağlamlarda) çalışmaz ve zaten çalışması da düşünülmez, çünkü düşünülmesi bile abestir: biz veririz onlar alır. Karşılığında da soyut duyguları kemire kemire caka satarız.

Tümünü okuyun/indirin

Share:

Medya Gerçeği ve Medyayla Gerçeğin Katli

MEDYA GERÇEĞİ VE MEDYAYLA GERÇEĞİN KATLİ

Katleden medya mı yoksa medya profesyonelleri mi?

Kitle iletişim araçları, insanlarda belli amaçlara uygun farkındalıklar yaratmak ve işlevsel olmayan farkındalıkları ortadan kaldırmak veya marjinalleştirmek için kullanılan araçlardır. Dolayısıyla, kitle iletişiminde örgütlü biliş ve davranış yönetimi faaliyetleriyle kitle iletişim endüstrilerinin ve bu endüstrileri var eden ekonomik, siyasal ve kültürel yapıların yeniden üretimi yapılır. Bu yeniden üretimde gerçek yaşam yapıları ve ilişkileri hakkında, insanın dünü, bugünü ve geleceği hakkında, iyiler ve kötüler hakkında, özlüce yaşamla ilgili her şey hakkında “imajlar” yaratılır. Bu imajlarla gerçek tanımlanır ve açıklanır. Bu “imal edilmiş gerçekler” yoluyla insanlar belli amaçları gerçekleştirmede kolayca kullanılırlar. İnanlar sadece gerçek faaliyetler içinde değil, aynı zamanda kendileri için yaratılan temsiller, çabalar ve yarışlar dünyasında oyalandırılarak mutlu edilirler. Bu süreçte, örneğin, “kadının sesi, çocuğun sesi, sporun sesi, halkın sesi, doğrunun sesi” olduğunu iddia eden programlar hem sorunların neler olduğunu seçer, böylece bizim üzerinde düşünmemiz, tartışmamız ve yapmamız gereken günlük gündemlerimizi, iyilerimiz, kötülerimizi, ilgilerimizi, sevilerimizi ve tercihlerimizi belirlerler, hem de sorun çözümleri ve davranış biçimlerini gösterirler. Bu sırada, hem hayali ve gerçek sorunlar yaratırlar hem de sorunun kendisi olurlar: Telefonda ve stüdyoda kavga eden çiftler, anneler ve kızları, kadınlar ve eşleri sıkça izlememiz için sunulur. Bireylere ekranlar vekaleten doyum ve deşarj olma sağlanır. İstediği gibi şekillendiremediği yaşamın yarattığı eziklikleri, moral bozukluklarını ve öfkeyi ya hayali olarak giderme işlevi gören medya dünyası içine çekerler, ya öfkeleri, eziklikleri ve moral bozukluklarını belli yönlere yönlendirerek milliyetçilik, ırkçılık, mezarları bile tahrip ettirecek ve ölülere bile işkence yaptıracak derecede hunharlık ve düşmanlık aşılarlar ve bu düşmanlıkları sürekli beslerler, ya ezikliklerini ve moral bozukluklarını modaya, gösteriş için yemeye, içmeye ve giymeye, kozmetik ürünleri kullanmaya, vücutlarına çeşitli takılar takmaya ve düğmeler yaptırmaya, evlerindeki banyolarını, hastalık saçan, birçok kimyasal pisliklerle doldurmaya, internette sayısız türde oyunlar oynatmaya yönlendirerek hem insanların kendilerini bu yollarla tatmin etmelerini sağlayan bağımlılıklar yaratırlar hem de endüstriyel yapıların mal ve hizmet satışlarının sürekliliğini sağlarlar: iyi gitmeyen herhangi bir ilişkinin yarattığı baskıyı ve bunalımı, huzur verici olduğu vaat edilen hizmetler satın alarak faaliyetler yapma, AVM’ye giderek veya evde internet yoluyla ürün satın alma ve kullanma ile giderme pompalanır. Aslında bunların hepsini ve burada yazmadığım bir çok şeyleri her gün 24 saat yaparlar.

Medya dünyasının profesyonelleri çeşitli ilgiler, düşünceler, değerler, duygular, ilgiler, tercihler ve davranışlar aşılama işiyle, aynı zamanda, avuntular ve oyalanmalar dünyasının “zenginleştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında” en ön safta yer alırlar. Örneğin, annem televizyonu hep açık tutar ve sesini de yükseltirdi. Evin neresine giderse, gitsin evde insanlar olduğunu hissederdi ve bu annemin evdeki yalnızlığına karşı terapi gibi gelirdi. Televizyonun (şimdi de cep telefonunun ve internetin) bu ve benzeri olumlu işlevleri elbette olacaktır. Elbette, televizyon (cep telefonu ve internet) bizim gözümüzün ve kulağımızın teknolojik uzantılarıdır. Bu teknolojik uzantıların, özellikle cep telefonun ve internetin bize sağladığı yararlar inkar edilemez. Fakat bu yararlarla koca örtüler örerek, maddi ve maddi olmayan yoksulluklar yaratan bir örgütlü ilişkiler sisteminin hizmetindeki yönetsel araç ve gereçlere sıkı sıkı sarılmak, çeşitli renklerle boyanıp üzeri kapatılmış ve yağlarla parlatılmış yılana “iyi ki varsın” diye kurtarıcı gibi sarılmaya benzer. Bu yılan farklı bir yılan, seni sokup öldürmez, seni sarıp sarmalar ve yılanın sahiplerinin işine yaradığın sürece seni su üstünde ölmeyecek durumda “Allah razı olsun” dedirte dedirte tutar.

                   Tümünü okuyun/indirin


Share:

Medyada Ücret Politikaları ve İş ilişkileri




 
Türkiye gibi ülkelerde, yönetici sınıfı oluşturan güçlerin yönetim işini önce aç bırakıp sonra ücretle işe aldıkları işçi sınıfının içinden gelen ve bol maaşla satın alınan siyasal, ekonomik ve kültürel örgütlenmelerdeki yöneticiler yapar. Peki, yönetici sınıflar ne yaparlar? Onlar spor takımları satın alırlar, spor kulüplerinin başkanlığını yaparlar, şirketlerini yöneten zengin köleler çevreyi ve insanları katletmeye devam ederken, onlar da çok özel çevre koruma yemeklerine ve toplantılarına katılırlar; şirketleri insanları asgari ücrete ve işsizliğe mahkum ederek insan haklarını çiğnerken, onlar insan hakları toplantıları ve zirveleri düzenler, katılır ve desteklerler; şirketleri norm kadro ve esnek yönetim denilen ve birkaç kişinin işini bir işçinin yaptığı iş politikası uygulamalarıyla yoksulluğu ve yoksunluğu yaygınlaştırırken, onlar yoksulluğa, açlığa ve sefalete çözüm için vakıflar kurarlar, yardım kampanyalarına katkıda bulunurlar, yardımseverlik yaparlar, sempozyumları desteklerler. Bu sınıfın kadınları da eşleri gibi çok çok duyarlıdırlar. Kadın hakları, fukaralara yardım ve hayvan hakları gibi kendi sınıflarının iyi ve duyarlı görünmesini sağlayan birçok faaliyetlere katılırlar. Bu sınıfın insanları çok kibardır; ince ruhlu ve zariftir; sinirlenmezler; seslerini  ükseltmezler; kandan, vahşetten ve şiddetten tiksinirler; asla ellerini kirletmezler. Onlar için baskının, soygunun, sömürünün, ekosistemi talanın, katliamın, yiyecek ve içeceklerle zehirlemenin yönetimini ve akla gelebilecek tüm vahşi ve pis işleri, çoğu işçi sınıfından gelen, ama her şeyiyle işçi sınıfından kopmuş olan siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda çalışan üst yöneticiler planlar, programlar ve uygulatır/yaptırırlar. Bu üst-yöneticiler de kibarlıkta efendilerini taklit ederler; efendilerinden en büyük farkları, bireysel çıkarları için yapmayacakları hiç bir şey yoktur; ikiyüzlülüğün, kalleşliğin ve en yakınındakileri tereddüt etmeden harcamanın kitabını yazmışlardır; yani, bu üst yönetici kadrolar “gerekirse işçi sınıfının yarısını, diğer yarısını öldürmek için kiralarım” diyerek gerçeği söyleyen yönetici sınıf mensuplarının maddi çıkarlarını artırmak için en vicdansız baskı ve sömürü yollarını sürekli geliştirip uygulatarak, üretim, dağıtım, kullanım ve faydaların bölüşümü işini yürütenlerdir. Bu yöneticilerin en üst seviyesindekilerin bir kısmı yönetici sınıftan gelir ve diğer bir kısmı da, üretim ve yönetici sınıfa hizmet işinde bol para ile ödüllendirilenlerden oluşur. 



Share:

Sömürenin Borazanı Olma: Üretim ve Üretim İlişkileri

Ülke içinde ve ülkeler arasında süregetirilen çıkar yarışının günlük yaşamımızda ilk bakışta görünen kısmı, kapitalist güçlerin çıkar ortaklığının temsili olan (ve elbette kapitalistler arası yarışta çıkar gerçekleştirmede üstünlük sağlamak için kullandığı) devletin yönetim işini yapan hükümetlerdir. Yani, hükümetler ülkeleri yönetiyorlar. Hayır, hükümetler, (ister kapitalistlerin kendilerinin doğrudan yer aldığı veya temsilcileri tarafından oluşturulan kimselerden oluşsun), kapitalist çıkar yarışının ve ortak çıkarlarının gerçekleştirilmesinin yapıldığı bir yönetsel örgütlü ortamı anlatır. Bu ortam, kapitalist sistemin siyasal ekonomisinin gerçekleştirildiği, devlet yapısının sürekliliği için gerekli tüm işlerin yürütüldüğü her şeyi içerir. Kurnazca yaratılmış yanılsamada, biz ülkeleri yönetenler arası yarışın, siyasal partiler arası yarış olduğunu sanırız. Seçim süreçlerini demokrasi ve özgürlüğün ifadesi olarak niteleriz. Oy vererek seçtiğimizi sandığımız temsilcileri, bizi temsil ediyor sanırız. 

Küresel ve küreseli oluşturan yerel yapılardaki örgütlü üretim, dağıtım ve bölüşüm pratiklerinin doğasının incelenmesi, toplumu kontrol edenlerin yarattıkları ve sürdürdükleri maddi ve maddi olmayan (düşünce, inanç, duygu, duyarlılık, ilgi, tercih ve davranış gibi) koşulları, bu koşulların yarattığı insanlık durumunu ve bunun sonuçlarını anlamak için gereklidir. Bu düşünce tarzı, dünyada küçük bir azınlığın büyük çoğunluğu yoksun bırakan bir üretim biçimine ve bu biçimi (sahteyi, baskıcı olanı, sömüreni ve serbest-köleliği) destekleyen medya ve resmi eğitim yapıları gibi örgütlü biliş ve davranış yönetimi yapılarına karşı duran bir temele dayanır. Bu temel de dünyada herkesin insanca yaşamaya hakkı olduğu ve var olan teknolojik seviyenin bunu kolayca sağlayabileceği gerçeği ve vicdanı üzerine kurulmuştur. Bu düşünce tarzı, vicdansızlığın insanın düşüncesini ve vicdanını esir aldığı koşullara ve bu insanlık dramını yaratanlara ve destekleyenlere karşı bir “yeter artık” feryadıdır en azından. Ne yazık ki, on binlerce yıldır, bu feryatlar bastırılarak, mızraklanarak, kılıçtan geçirilerek, kurşunlanarak yok edilmeye çalışılmaktadır. İşte eski ve yeni medya denen örgütlü yapılarda çalışan profesyoneller, günümüzdeki ikiyüzlülüğün (çifte-standart) en güzel örneğini vererek, bir taraftan kendilerini, halkın gözü ve kulağı olarak sunarlar; öte yandan, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için çalıştıkları örgütlü medya yapılarının ve diğer egemen yapıların çıkarlarını gerçekleştirmek için düşünsel üretim yaparlar.

 Tamamını okumak/indirmek için tıklayınız

Share:

Diktatörlüğün medyasını anlamak

Kendim için özgürlük istiyorsam, bu istediğim özgürlüğü herkes için de istemeliyim; aksi takdirde özgürlükten bahsedemeyiz; bahsedersek,gasp edilmiş özgürlükler üzerine kurulmuş egemenliği savunuruz.

Medyayı anlamak, birbirinden sadece incelemek için ayırdığımız (soyutladığımız), bir bütünleşik yapıyı oluşturan iki öğeyi ve onları oluşturan alt-öğeleri anlamayı içerir: 
(1) Medyanın maddi yapısı ve 
(2) Maddi olmayan ürün yapısı.



Share:

Karşılıklı Bağımlılık ve Kültür Emperyalizmi

Küresel Karşılıklı Bağımlılıkta Kültür Emperyalizmi

İrfan Erdoğan



Bildiklerimizin Geçerliliği Üzerine

Kültür emperyalizmi gibi bir konuyu gereği gibi anlayabilmeyi engelleyen en temel koşullardan biri de (aslında her şeyde olduğu gibi) bildiğimizi soruşturmayı asla akla getirmemektir. Hatta en kötüsü de soruşturmayı gereksiz görmek, günah saymak, suçlu hissetmek gibi “içimizde taşıdığımız temelsiz düşünceler, duygular ve inançlardır”. Kendini, ilişkilerini ve dışını soruşturmanın bittiği yerde, insan olma da hızla ortadan kalkar. Elbette çok daha önce ortadan kalkmadıysa ve kendini insan sayan (he de diğer insanlardan daha insan sayan) insanımsılardan biri değilsek.

Elbette insanla, örgütlü yapılar ve ilişkilerle bildiklerimizin (bilincimizde yerleşmiş olanların) hepsinin doğru ve hepsinin yanlış olma olasılığı yoktur. Doğruyu ve yanlışı belirleyen gerçek belirleyici ana birim bildiklerimizin tekabül ettiği her neyse onun doğasıyla örtüşmesidir: Açıkladığı/anlamlandırdığı neyse onu ne ölçüde geçerli olarak açıkladığıdır. Bunun anlamı da şudur: Açıkladığının doğasıyla ne ölçüde örtüştüğü düşüncemizin ve açıkladığımızın geçerliliğini gösterir. Örneğin, Yirmibirinci yüzyılda artık karşılıklı bağımlılık içinde olan bir dünyada yaşadığımız “masalı” böyledir. Sömüren ile sömürülen, güçlüyle güçsüz, patron ile çalışan, ABD ile Türkiye gibi ülkeler arasında karşılıklı bağımlılık olduğunu iddia etmek için ya ahmak olma gerekir ya da birilerini ahmaklaştırmak amacı gütmek gerekir. Kapitalist sınıfın dünyadaki  diktatörlüğü ortadan kalktığında sömürülen kitleler aç ve yoksul kalmaz, bir sömürgen sınıftan ve onun yönetici aslaklarından kurtulurlar. Ama sömürülen kitleler olmazsa, kapitalist sınıf çalışan kitleleri çalıştırarak yaratılan zenginlikleri gasp edemeyeceği için, yok olur. Yani, tarih boyu süregetirilen egemenlik ilişkilerinde karşılıklı bağımlılık değil, yoksul ve yoksun bırakma vardır. Kapitalist sınıfla (veya krallar ile) geniş kitleler arasındaki ilişki meşrulaştırılmış gasp ve baskı ilişkisidir.

Kültür, emperyalizm ve kültürel emperyalizm

Konumuz “kültür” “emperyalizmi” olduğu için, soruşturmayı bu bağlamda yaparak işe başlayalım: Bize öğretilen “kültür anlayışı” gerçekten de kültürü mü açıklıyor yoksa çarpık egemenliklerin çarpık davranış biliş ve davranış yönetimini mi anlatıyor? “Maganda kültürü ve kültürsüz gibi kavramlarla gelen ve insanları/grupları kötüleme ve aşağılama gibi değer yargılarına sahip bir kültür anlayışı geçersizdir. Aynı zamanda insan ilişkilerinde sömürüyü, emperyalizmi, “böl, birbirine düşür ve yönet” biçimindeki kimlik politikalarını destekleyen bir karaktere sahiptir. Kültür en yalın şekliyle, örgütlü yaşamda (toplumda) insanların kendilerini gerçekleştirme tarzlarını anlatır. Biraz daha açıklayayım: Kültür insanın düşünsel, duygusal, vicdansal, inançsal ve maddesel olarak neden ve nasıl ürettiğini anlatır. İnsanın kendini neden ve nasıl ürettiğinin elbette sonuçları olacaktır. Bu sonuçlar maddi ürünler ve maddi olmayan ama hem maddi olanı hem de maddi olmayanı anlamlandıran düşünsel ve duygusal ürünlerdir. Dikkat edersek, maddi olmayana “ideoloji” demiyorum, çünkü “ideoloji” kavramı hem sadece düşünceye indirgenmiştir hem de egemen pratikler yoluyla ciddi şekilde çarpıtılmıştır. Onun yerine “maddi olmayan” diyorum ve böylece içine düşünceleri, duyguları, inançları, vicdanı, beklentileri, sevileri, tercihleri ve akla gelen diğer beyne işlenen her şeyi (dolayısıyla, tüm bunların egemen güçler ve onlara hizmet edenler tarafından işlenmesini) içerecek biçimde kullanıyorum.

Kültür farklılığı kendini maddi ve maddi olmayan biçimlerde üretim farklılığıdır. Bu üretim farklılığı, ekonomik, siyasal ve diğer tüm ilişkilerde egemenliklerin ve mücadelelerin dinamik doğasını belirler. Kendi koşulları üzerinde düşünüp o koşulları değiştirme çabası sergilemeyenler (ve sergilemesi engellenenler), kaçınılmaz olarak bu çabaya giren ve üretimi kontrol edenlerin egemenliği altına gireceklerdir.

Gelelim emperyalizme; Emperyalizm imparatorluklar (devletlerarası) makro-ekonomik ilişkilerin belli koşullardaki karakterini anlatır. Bu kavrama “kültür” kavramı eklendiğinde, makro seviyede “kültürel emperyalizm” demek, eski doğrudan sömürgecilik koşullarında, sömürgedeki yönetici/üst kademedeki güçlerin (işbirlikçi yöneten sınıfın) sömüren gücün yönetim, düşünce ve ilişki tarzını benimsemesi ve yaşamında uygulaması demektir. Yeni-sömürgecilikte ise, bu benimsemeye, bir taraftan Amerika karşıtlığı ve milliyetçilik taslarken, aynı zamanda “meclis start aldı” gibi melez bir dil ve duyarlılık taşıyan (savunduğu kimlik ile pazarladığı kimlik arasında ciddi çelişki olan) siyasetçiler ve aydınlar katılır. Bu da yeterli değildir: kendini sömüren ve ezene öykünerek yaşayan ve kendi değerini “göğsünde İngilizce sloganlar sergileyen” giysilerde bulan nesiller de buna eklenir. Böylece, günümüz kültürel emperyalizmi, “küresel sermayenin mal ve hizmetleriyle “kafa bulan” ve “kendini gerçekleştiren” kitleleri de içeren bir karaktere sahip olur.

Kültür Emperyalizmi ve Maddi Sömürü Düzeni Bağı

Kültür emperyalizmi maddi ilişkiler ve meşrulaştırılmış soygun yapılarının bütünleşik bir parçasıdır. Eski sömürgecilerin günümüzdeki gibi geniş çaplı bir biliş ve davranış yönetimine gereksinimleri yoktu. Günümüz emperyalizminde sermayenin diktatörlüğü birbirini tamamlayan iki ana bağdan geçerek gerçekleştirilir: (1) özel mülkiyet ilişkileriyle meşrulaştırılmış gasp, soygun, vurgun ve terörizm yoluyla kitleleri kendilerinin en temel ihtiyaçlarını bile üretme koşullarından mahrum edilmesi; (2) Maddi yaşamını üretme koşullarından mahrum edilerek “çalışıyorsa ücretli köle” ve “çalışmıyorsa işsiz serbest köle” durumuna düşürülmüş kitlelere, belli amaçlara hizmet eden kültürün işlenmesi. Bu işleme ile hem maddi ilişkiler düzeni meşrulaştırılır ve desteklenir hem de bu egemen düzenin düşünsel ve duygusal dünyası kendini yeniden üretir. Bu işlenen yaşam ve ilişki kültürü yoluyla, bu kitlelerin bireyinin “ücretli köle veya serbest köle” kavramını kullananlara düşman kesilmesini ve sömürü ve vurgun düzeni ile özgürlük, demokrasi, insan hakları, fırsat eşitliği gibi insanların özlediği her şey arasında olumlu bağ kurması sağlanır. Elbette, güçlüysen çalabilirsin” ve “kısa yoldan köşeyi dönme” gibi haksız kazanç elde etme de genel geçer yapılır.

Dikkat edersek, kültür emperyalizmi yoluyla hem maddi düzen hem de düşünsel düzen desteklenir.

Şunu da unutmayalım: Maddi düzeni destekleyen kültürel çıktıların üretilmesi gerekir. Bu da karşımıza Hollywood’dan “team park” ve cepte internet denen, kitlelerin eline kuru ekmeği verip gece gündüz nerede olurlarsa olsunlar cep telefonu kullanarak sirke gönderme işinde, kapitalizmin “imtiyazlı ücretli köleleri” kapitalist soygunda ve talanda Romalıları yaya bırakacak gelişmeler sağladı.

Kültür Emperyalizminde Politika Oluşturma

Kültür emperyalizminin politikaları tek merkezli oluşturulan politikalar değildir. Çok merkezlidir. Bu politikaları planlı bir şekilde oluşturanların başında, bu işi ciddi şekilde ele alan ve devletlerden ve özel kuruluşlardan dudak uçuklatacak miktarda paralar alan “düşünme biçimlendirme örgütleri” (örneğin think tanks) gelir. Onların dışından devlet kurumları iletişim politikaları, medya politikaları ve eğitim politikalarıyla bu işi planlı olarak düzenler ve desteklerler. Bu güçlerden sonar gelenler, oluşturmadan çok, ürettikleri ürünler ve ilişkiler yoluyla bu politikaların dolaşımda tutulması, yayılması ve benimsetilmesi işini görürler. Örneğin, “Üniversite Radyosu” biçiminde oluşturulmuş ve sürekli yabancı müzik yayınlayan ve üniversitedeki eğitime katkıda bulunma gibi hiçbir faaliyeti olmayan radyolar böyledir. Dinleyicilerin hemen hepsinin sabit gelirli çalışanlar, emekliler veya işsizlerin olduğu radyoların bazılarının spikerlerinin “bol kazançlar” dileğiyle programlarını kapatması, düşünsel ve vicdansal dumura uğratılmış bireysel seviyenin örgütlü yayından geçerek “kendinin ve geçerli  sandığı bir çok işlevsel ahmaklıklardan birini yayması da böyledir.

Kültürel emperyalist politikalar hep bizim için değerli olanları kendine mal ederek iş görür: Demokrasi, özgürlük insan haklarını sürekli çiğnedikleri ve dünyada her yerde terör estirdikleri halde tüm bu özlenen ve aranan şeyleri gasp ederler. Siz hiç iş bulamama terörü, işini kaybetme terörü, aç kalma terörü, sokağa düşme terörü yaşadınız mı? Kötü olan ve tehlikeli olan her şey de, tesadüf olmalı, hep Amerika ve Batı Avrupa dünyasının düşman ilan ettikleri oluyor. İşte bu tür politikalardan biri de kimlik politikalarıdır. Kimlik politikaları emperyalizmin böl, güçsüzleştir, birbirine düşür ve kolayca yönet politikalarının en gözde olanlarından biridir günümüzde. Feminist Burjuva feminizmi ile kadın erkeğe düşman edilir, erkek dışlanır, aşağılanır. İnanca dayanan kimlik politikalarıyla örgütlü dinler ve tarikatlar arası çatışma işlenir ve bu işleme de çoğu kez “dinler arası diyalog”  gibi söylemler ile yapılır. “Savulun Lan Gavur Batı, biz geliyoruz, Müslümanlığı dünyaya hakim kılacağız” diyen düşünsel ve duygusal sefiller beslenir ki hıristiyanlarda da aynı duygular yoğunlaştırılsın ve kendi dilini konuşan birine “bu ülkede bizim dilimizi konuşun” diye saldırtılsın. Sporla ilgili kimlik politikalarında tanrı tutar gibi spor kulübü tutma ve seyirci kitleler arasında kavga ve düşmanlık işleme işi, örneğin, seyirciler stadyumda düşman gruplar olarak yerleştirilerek ve medyada sürekli olarak “futbol holiganları” gibi haberler verilerek desteklenir. Alt-kimlikler ve üst-kimlikler diye ayırımlar yaparak ve insanlardan belli davranışlar işleyerek, mümkün olduğu kadar çok düşman veya rakip kimlikler oluşturulur. Bu, müzik alanı da dahil yaşamın her alanında yapılır.    

Bu politikalarla ekonomi alanında, biliş ve bilinçlerde var olanlara yoğunlaştırıcı vurgu yapılır; var olan ama işlevsel olmayan her şeyi marjinalleştirilir, kötü ve istenmeyen yapılır; var olan değersizleştirilir ve yerine “belli çıkarlara işlevsel olan yenileri” yaratılıp dolaşıma sokulur; şirketler ve şirketlerin devleti için bireye kadar inen bir sürü sahte değerler yaratılır; böylece şirketler dünyasının insanı ve dünyayı paçavra haline getiren ve kullanıp atan iğrenç ve hastalıklı beyninin ve vicdanının kopyaları kitlelerin beyinlerine ve vicdanlarına işlenir. Öyle ki, kendini özgür sanan bireyler, çalışıyorsa ücretli köleliğinde veya çalışmıyorsa serbest-mutlak köleliğinde birbirine karşı özgürlük taslarlar. Aralarından birileri özgürlükleri yok eden ve insanın karnını doyurma olanaklarını bile elinden alan ve doğayı mahveden insanımsıların yaptıklarına ve yapmadıklarına karşı çıktığında, insanımsıların insanımsılığını korumak için bu özgürlük vesaire taslayan sefiller "özgürlük ve diğer bazı soyut şeyler adına" karşı çıkanları ezme, gazlama, kurşunlama, hapsetme ve asma işini zevkle ve coşkuyla yaparlar. Aferin bile almazlar, eğer bu sırada ölmezlerse. Bu özgürlük vesaire taslayan sefillerin en yüksek seviyede alçalmışları olan eğitim ve medya profesyonellerinin asla söylemediği gerçeği, örneğin, bu insanımsılığı ekonomik alanda sürdürenlerden bazıları bazen söylerler: Her yıl on binleri geçen grevler ve başkaldırılar karşısında, insan mı yoksa insanımsı mı olduğunu bilmediğim bir gazeteci, Amerikan demiryolu kralı Jay Gould'da basit bir soru soruyor: Bu durum hakkında ne düşünüyorsun?. Gould, bize filozof ve bilim adamı diye kakalanan Avrupalıların ve onların Türkiye gibi ülkelerdeki ezberci-maymunlarının düşünemediği (günümüzde de yoğun bir şekilde sürdürülen) tarihsel gerçeği çok yalın ve açık bir şekilde açıklıyor: "Gerekirse, işçi sınıfının yarısını, diğer yarısını öldürtmek için kiralarım". Bu işi zaten Tarih boyu ordusuyla, polisiyle ve diğer "güvenlik" örgütleriyle yapıyorlardı; Gould zamanında da yaptılar ve günümüzde de yapmaya devam etmektedirler. Katil kapitalistlerden biri olan Gould'u, bu sözü nedeniyle "komünist misin lan? Bölücü müsün sen?" diye kimse hapse atmadı, dövmedi, katletmedi, suçlamadı. Ama bu sözü o gazeteci söyleseydi, o gazetecinin başına gelebilecekleri herhalde tahmin edebilirsiniz. Burada, emperyalizmin ve kapitalizmin (adı ne olursa olsun fark etmez, şimdiye kadar kurulmuş her soyguncu egemenliğin) biliş ve davranış yönetimiyle gelen bir gerçeği daha sırıtır: Güçsüzleştirilmişler güçlülere karşı olumsuz bir sözel veya başka türlü davranışta bulunursa, kiralanmış ve kiralanmamış diğer güçsüzler tarafından, dövülmez, linç edilmez veya katledilmezlerse,  en azından "doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar" sözüyle tanımlanacak karşıtlıkla yüz yüze gelirler. Bu “öykündüklerine ve efendilerine dil uzatana haddini bildirme” işinde, güçlü suçlular orada değildir; onlar insan hakları ve çevre koruma gibi iki-yüzlülüklerini kanıtlayan toplantılarda, yemeklerde ve seyahatlerdedir.

Emperyalist Kültürü Üreten, Yayan ve Yaygınlaştıranlar

Yukarıda anlatıdan da kolayca çıkarabileceğimiz gibi, kültürel emperyalizm günün 24 saati üretilen ve yeniden-üretileni anlatır: Üretilenler temel olarak somutu destekleyen soyut olan her şeydir: Elbette tarihsel olarak, egemenliğin sürekliliğini sağlamaya yardım işinde “somut için soyutu üretenlerin” başında örgütlü din, örgütlü siyaset, örgütlü ticaret (endüstriyel yapılar), örgütlü kültür ve örgütlü eğlence gelir. Tüm bu örgütlü soygun ve gerektiğinde de katliam (doğanın katliamı dahil) işini yapanların en gözde araçları da iletişim araçlarıdır. Bu araçların günümüzde başında da medya denenler gelir. Bu medya denenlerin önde gelenleri ise, bildiğimiz gibi, internet ortamı, televizyon, radyo ve özellikle gençlerin gözde aracı cep telefonu gelir.

   Sinema, televizyon, radyo, gazete, dergi, reklamcılık ve halkla ilişkiler endüstrileri hem kendilerinin öznel çıkarları için hem de kendilerini ortaya çıkaran ve destekleyen genel sistem için yaygın biliş, düşünce, duygu, inanç, beklenti, tercih ve davranış yönetimi (kültürel sömürünün ve kültürel emperyalizmin düşünsel üretimi ve dolaşıma sokulması) işini yaparlar.

Kültürel emperyalizmi destekleyen düşünce, duygu ve davranış biçimlerinin örgütlü üretimi ve çeşitli medya yoluyla dolaşıma sokulması “insan biçimlendirme” sürecinin başlangıcıdır. Bu sürecin dolaşımda kişiler arası ilişkilerden geçerek çoğaltılması ve yaygınlaştırılması gerekir. Bu işi de bizler giydiklerimiz, yediklerimiz, içtiklerimiz, sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, tercihlerimiz ile gündelik hayatta sergilediğimiz her şeyle yaparız: Biz bu sergilediklerimizle, kültürel emperyalizmin hem tüketen taşıyıcıları hem de bireysel ilişkilerden geçerek yaygınlaşmasını sağlayan “iletenleriyiz”, “iki ayaklı yürüyen reklam tahtalarıyız”; en yakınımızı bile etkilemek için çeşitli baskılar kullanan “kapitalizmin yayıcı-ajanlarıyız”; “yaydıklarımız ve tercihlerimiz ve yaşam biçimimizle endüstriyel yapıların sadık maymunlarıyız: “Herkesin kendi düşüncesi kendine aittir” veya “herkes düşünce ve ifade özgürlüğüne sahiptir” diye bilgiçlik taslayan (ne dediğini bildiğini sanan) maymun.  

Elbette bu “biz” dediklerime ben ve sen asla dahil değiliz!

İstesek de istemesek de değişen ölçüde dahil olmak zorundayız, çünkü, yaşamak için yemek, içmek, giyinmek ve çalışmak zorundayız.

Neyin, nerede, hangi koşullarda ve nasıl üretileceğine karar veremeyen biz kitleler, o ürünlerin üretimini yapan emeğiz. Dolayısıyla üretilenin doğasına karar veremesek bile, toplumsal maddi ve maddi olmayan üretimi emeğimizle gerçekleştirdiğimiz için (kapitalist düzen bizsiz üretim yapamaz, otomasyon gelişse bile), sevelim veya sevmeyelim, o üretilenler, maddi faydasının büyük kısmı ürettirenler tarafından gasp-edilmesine rağmen, hala toplumsal ürünlerdir.

Dolayısıyla, çözüm ancak egemen üretimin tarzlarının insana ve doğaya zarar vermeyecek biçimde, insanı insanlıktan çıkaran ve yoksun ve yoksul bırakan sonuçları getirmemesi biçiminde değiştirilmesi üzerinde değiştirilmesi için mücadele vermeyi gerektirir. Böyle bir amaca ve isteğe “hayır” demek ve “karşı çıkmak” ancak iki ayaklı insanımsı olmayı gerektirir; ne yazık ki bu iki ayaklı insanımsıların egemenliğinde, insanlık tarihi kötülüklerin, sefilleştirmenin, yoksul ve yoksun bırakmanın tarihi olmuştur ve olmaya devam etmektedir.

Dikkat edersek, kültürel emperyalizm veya kültürel sömürü belli düşünsel, duygusal, inançsal, vicdansal ve ilişkisel dünya inşa eder. Bu inşa o denli güçlüdür ki ilk okuldan başlayarak durmadan tarih kitaplarında “savaşlar, nedenleri ve anlaşmalar” okur ve ezberleriz. Aklımıza hiç bir zaman “savaşla kimler ne kazanıyor, ne kaybediyor, bunu savaşa katılarak ölenler ve öldürenler ve geri kalanları için anlamı ve sonuçları ne” gibi sorular gelmez. Temel nedeni, biliş, düşünce ve duygu yönetimiyle oluşan “bilinç çerçevelenmesi (beynin biçimlenmesi) ile ilgilidir. Bunu bireyin, aynı ortamda ve ilişkiler yapısında kırabilmesi düşünülemez, çünkü kırabilmesi için, örneğin, inandığı doğruyu ve herhangi bir ilişkiyi, “kendini-haklı çıkaran sahte soruşturma ötesine geçip, soruşturması gerekir ya da bir şekilde onu meşrulaştırma yapamayacağı soruşturmaya iten bir şeylerin olması gerekir.

Kültürel Emperyalizmin Dili

Kültür emperyalizminin dili bir şeyin iyi ve faydalı olduğunu dinleyene işleyen, medya profesyoneli, reklamcı, akademisyen, meşhur ve güvenilir kılığındaki iki yüzlü dolandırıcının dilidir. Bu dil, bize sanki bizimmiş gibi, bizim içinmiş gibi ve iyiyi, doğruyu ve haklıyı sunuyormuş gibi görünür. Bu sahtekar dillilerin çoğu kez yüzü güleçtir, sözleri olumludur, vaatleri bizi heyecanlandırır. Bizi notla, işsizlikle, işten atmakla korkutan terörlerini, ölçme ve değerlendirme olarak sunarlar. Bazılarının yüzleri ve dilleri ancak “düşman” hakkında konuşurken hırçınlaşır. Bize “sen sensin, senden daha değerlisi ve iyisi yoktur” denir önce. Hemen ardından da “ama değerini korumak veya kendini daha değerli yapmak için, şunları almalı, şunları sürmeli, giymeli, takınmalı,  şunları şuralarda yemeli ve içmelisin” denir. Bu “deme” bazen en yakın arkadaşımız yolşyula söylenir.. Bu satın alma, kullanma ve benimsemeyle biz sürekli tekrarlanan bir doyumsuzluk ve yetersizlik döngüsü içine sokuluruz: Dönme dolaptayız, dolap döndürülüyor, inmeyi bile düşünemeyiz; düşünenlerin de vay haline.” Özel teşebbüs sisteminin kirli işlerini yönetmek için birbiriyle yarışa girenlerin bizi yalanlarla doldurduğu seçim sistemi, demokrasi ve özgürlük olarak yutturulur. “Sen her şeysin, sen tüketen kralsın, sen izlemezsen biz olamayız, biz senin isteklerini yerine getiren ve sana hizmet vereniz; sana daha iyi hizmet vermek için, (seni daha iyi soymak için), esnek üretimi getirdik; senin tercihlerin için ürün farklılaşmalarını getirdik; çoğulcu demokrasiyi oluşturduk; (ne kadar yer üstü ve yer altı zenginlikler varsa onları yabancı sermayeye ve işbirlikçilerine, elbette kendi avantamızı da alarak peşkeş çekerek) özelleştirmeler yoluyla devlet denen baskıcı güçten seni kurtardık; (Parantez içinde laf sokan bölücülere, teröristlere, birlik ve dirliğimizi bozanlara sakın kulak asma; onları biz ceplerinden vurarak hallederiz); bak, daha dün 50 kuruş olan domatesi şimdi 6.99 liraya yiyorsun; bu, kişi başına düşen gelirin arttığını ve refah seviyemizin ciddi şekilde yükseldiğini gösterir. Kısaca, bu sahtekar, düzenbaz, dolandırıcı, iki yüzlü ve çatal dilli egemenliği sürdürme diline binlerce örnekler verebiliriz.   

Kültürel emperyalizmin dili gerçekleri çarpıtır. Gerçeğin yerine sahte gerçekmiş gibi poz atarak dolaşır. Doğrunun yerini yalan alır. İyinin yerine iyilik taslayan kötü yerleştirilir. İlişkisel gerçekler yozlaştırılır ve uydurular ilişkisel gerçekleri temsil etmeye başlar.

Kültürel emperyalizmin dili kendine işlevsel olmayan kavramları, yok sayabilirse ve gizleyebilirse, dolaşımdan kaldırır. Dolaşımdan kaldıramıyorsa, olumsuz anlamlar yükleyerek yeniden-dolaşıma sokar. Ben New York’ta bir derste tahtaya 20 kelime yazdım (örneğin indoctrination) ve öğrencilere bunları bilip bilmediklerini, duyup duymadıklarını sordum. Yanıt bilmiyorlar ve hiç duymamışlar.  Microsoft Word programında boyunsunma, sefilleştirme ve insanımsı gibi kavramları yazın ve bakın bakalım dilbilgisinde (veya eş anlamlılarda) bu tür kavramlar var mı? New York kütüphanelerinde, Marks ve Marksizmle ilgili kitaplar bilgisayarda var görünür, ama rafta yoktur; sorduğunuzda “bir okuyucunun aldığı” söylenir. Aslında o kştaplar birileri tarafından bir şekilde dolaşımdan fiilen kaldırılmıştır. Türkiye’de?

Birkaç örnekle devam edelim: Emperyalizmin bittiği onun yerine “herkesin birlikte karşılıklı bağımlılık içinde yaşadığı küresel bir dünyanın aldığı” işlenir. Ama bu işlemede küresel dünyanın emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin dünyası olduğu söylenmez. Bu ve, örneğin, kültürler arası diyalog gibi saçmalıklar biliş ve davranış yönetiminden geçerek egemenlikleri pekiştirme yollarıdır. Zaten insanlar tarih boyu savaş dahil çeşitli biçimlerde birbiriyle ilişkide bulunmuştur. Bunun bir anlamı da kültürler arası ilişkinin kaçınılmazlığıdır. “Kültürler/medeniyetler arası diyalog” gibi şeylerden bahsetmek, diplomatik ve siyasal biliş işleme dilidir. Aslında, “diyalog“(karşılıklı) konuşma” veya “birbirini anlama” değildir. Diyalogun olması için tarafların hepsinin de ilişkiyi/iletişimi başlatabilme, sürdürebilme, durdurabilme, içeriğini, konusunu ve amacını değiştirebilme olanaklarına ve haklarına sahip olması ve bunlara kullanabilmesi gerekir. Aksi taktirde, o konuşma veya ilişki egemenlik ve mücadele ilişkisidir, dostça veya düşmanca olsa bile. Amerikan yöneticileri ve uluslararası şirketler ile Türkiye yöneticileri ve şirketleri arasında “kültürel diyalog” yoktur ve “farklılıklarla bir arada yaşama” diyaloğu değil, kültürel sömürüyü, kültürel egemenliği, kültürel emperyalizmi anlatır.

 Soyut İşlevsel-Saçmalıklarla Desteklenen Egemenlik

Dolayısıyla, “kültür insanın kendini maddi ve maddi olmayan biçimlerde nasıl yeniden-ürettiğini hecelediği için, “kültürsüzlük” (veya iletişimsizlik), “kültürel farklılıklar” ve “medeniyetler arası diyalog” gibi kavramlar basit saçmalıklardır. Bu saçmalıkların merkezine yerleştirilmiş olan ve insanımsılığı heceleyen bir kaç örnek verelim: “kapitalizmin köleliğe son vermesi”; istilacıların Demokrasi ve özgürlük sevdalısı olması; bir sınıfın diktatörlüğünü temsi eden) hukuk devleti; oyla seçilen temsilcilerin, (bir yandan “biz çevremizde bu katil şirketleri istemiyoruz” diye iradelerini açıkça dile getiren halkı gazlatırken, yüksek basınçlı suyla yıkatırken, kurşunlatırken ve hapse attırırken, uluslararası şirketlerin ve yerel şirketlerin soygunundan avantalarını alırken, öte yandan da), halkın iradesini temsil etmesi (Tarihin hiçbir döneminde, çok ender birkaç istisna dışında, yöneten güçler halk için yönetmemişlerdir; kendileri ve kendilerini var eden sistemin sahipleri için yönetmişlerdir); “ben devletim” düşüncesine sahip potansiyel katillerin beslenmesi; Batı’nın demokrasinin beşiği olması”, Amerika’nın dünya’da “demokrasi ve özgürlük getirmesi (bunu pek yutan yok artık); bir zamanlar Nikaragua’yı kurtarmak için savaşan özgürlük savaşçısı Johny’ler ve şimdi de Suriye’ye özgürlük getirmek için savaşan “özgürlük savaşçıları”; endüstriyel yapıların ürettikleri, özellikle “mevsimlik sürüleştirme” işi yapan moda endüstrilerinin ürettikleri içinden seçtikleriyle “bireysel özgürlük, bireysel ifade ve kendi modasını kendisi yaratan (ve endüstrilerin maymunu olduğunun farkında bile olmayan) “çoğulcu demokrasinin özgür bireyi; 4 veya beş yılda oy vermeye indirgenen “demokrasi”; internette laf söylemeyle oluşan “katılımcı demokrasi”; tüketimdeki nicel çokluğu “çoğulcu demokrasi” ve “fırsat çokluğu” ve de fırsat eşitliği varlığı (iddiası); aynı vurguların ritmik farklılığıyla yenilik ve değişim iddia eden popüler kültür ve birçok diğer şahane, çekici, özlenen, öykünülen, peşinden gidilen, deli gibi korunan düşünsel saçmalıklar. Bu düşünsel saçmalıklar, maddi sömürü düzeninin egemenliğini ve sürekliliğini sağlamasının tarih boyu garantisi olmuşlardır. Bu garantileme de, maddi olarak yoksun ve yoksul bırakmayla desteklenmiştir: Maddi hiçbir değere ve zenginliğe sahip olmayanlar manevi soyut zenginlikler, değerler ve hayal olan hayaller ile doldururlar. Bu nedenle ki, eskiden Tom Miks, Texas, Zagor ve Süpermen ve de kılıcını bir sallayışta ve bir haykırışta binlerce kafiri telef eden Hz Ali ve benzeri hikayelerle beslenenlerin, şimdi bu meşgalelerden çok daha güçlü ve yaygın olan cep telefonu ve internet ile gelen meşgalelerle zaman harcayanların (aslında hayatını harcayanların) bana ve benim gibi açıklamalarla gelenlere düşman olması ve düşman edilmesi kaçınılmazdır: Avunmaları için onlara bahşedilen ve sömürenlere hizmet eden hayaller/soyutlar onların hayatlarına anlam verdikleri şeyler. Tek sahip oldukları, aslında onların olmayan değerler ve inançlar soyutları, “kötü, zararlı, sömürgenlerin sömürü araçları” gibi sözlerle eleştiremezsin. Vazgeçebilmeleri için, düşünsel alışkanlıklarını ve tarzlarını değiştirmelerini sağlayan bir şeylerin olması ve “bir zamanlar hayal olan şeyleri düşlüyordum, şimdi gerçekleri düşlemeye başladık” diyebilecek değişim beklentilerinin oluşması gerek.      

 Asla unutmayalım, dünya bu tür saçmalıkların yaygın egemenliğiyle desteklenen maddi soyguncular tarafından yönetilmektedir: Tarih boyu köle, yarı köle, özgür ve halk gibi isimlerle adlandırılan insanlara, “egemen bir azınlığın somut çıkarlarını destekleyen soyut ve çoğu kez ulvi duygularla beslenen insanımsı değerler” işlenmiştir; bu değerlerin de yardımıyla insanlar kolayca yönetilmiş, birbirine düşürülmüş, birbirini yemiş ve yemeye de devam etmektedir: Suriye’de ve başka yerlerde soyut bir şeyler adına katliam yapan Dünyayı sömürenlerin ve onların işbirlikçisi güçlerin demokrasi savaşçısı, özgürlük savaşçısı, terörist gibi isimlerle isimlendirilen yoksul ve sefil katil sürüleri buna en somut örnektir: Soyutu haykırarak ve bu sırada ona ödül olarak verilen anlık talan, katliam ve soygun ile gelen güç duygusunu da tadarak, kendi gibi diğer sefilleştirilmişleri de öldürme ve onlar tarafından öldürülme ötesine asla geçemezler; çünkü asıl somutu alanlar ve paylaşanlar orada savaş alanında değildir; onlar ekonomik savaş alanında zenginliklerini ve güçlerini pekiştirme ve yaygınlaştırma yarışı içindedirler: Piyonlar onlar için ölür, ama devlet kursalar bile, örgütlü yapılarda yerleştirildikleri çeşitli seviyelerde birbirine yiyen piyonluklarına devam ederler: Pastayı paylaşan egemen güç düzenindeki ilişkiler yapısı buna izin vermez. 

Son Sözler      

İlginç bir ülkede yaşıyoruz (olumsuz anlamda ilginç): Egemen bilinç yönetiminin ve kültür emperyalizminin kendine kolayca yayılma ve benimsenme ortamı bulduğu bir ülke. Yayma ortamların başında da medya ve üniversiteler gelmektedir. Bu ortamların profesyonelleri (ve onların yaydığını daha da yayan halk denen “izleyici bizler”), örneğin kapitalizmin ne olduğunu bilmeden, kapitalizme düşman olur ve kapitalizmi yererler. Marksizmin ne olduğunu bilmeden, Marks ve marksizmi kötülerler. Elbette medya biliş yönetimi ve kültürel emperyalizmin birinci seviyedeki üreticilerinin ve dağıtıcılarının küçük bir azınlığı ne yaptığının çok iyi bilincindedirler. Fakat bu birincil seviyedekilerin geri kalanları ya öznel çıkarı nedeniyle “güçlünün borazanını çalarak” dümenlerini yürütürler, ya “gerçek inananlardır”.

Benim Türkiye’deki düşünsel ve ilişkisel ortamda insanlardan “öğrendiklerim” (ben herkesten çok şey öğrendim) büyük çoğunlukla insanlığın geleceği için pek de umut verici şeyler değil. Bunun temel nedeni, tembellik ve öznel çıkarları için her şeyi yapan tembeller arası işbirliğinden geçerek oluşturulmuş egemen bir üniversite ortamıdır. Bu ve benzeri ortamlarda, kültürel emperyalizm gibi şeyler sadece hoş veya karşıt olunan söylemler olarak kalır. Ne karşıt olanların önemli bir kısmı ne de destekleyenler için söylemsel ifade ötesinde bir anlam taşımaz: Kervanın itleri ve kervana karşı olan birkaç birbirine havlar ve gerektiğinde birbirini yer: Kervan yürür ve yürüyor da. Fakat farkındaysak, tarih boyu kervanlar aynı şekilde yürümüyor ve yürütülemiyor. Bunun en önde gelen nedeni de, tarihin ve değişimin itici güçleri olan “mücadele veren” insanlardır. İyi ki vardınız, varsınız ve var olacaksınız. Yoksa, sekiz saat çalışma, bayram tatili, asgari ücret, fazla mesai ve çalışanların günümüzde sahip olduğu hakların hiçbiri olmazdı. Bu ve diğer dergiler basılamaz ve bu tür yazı yazılamazdı: Bu tür ve diğer mücadeleci yayınları okuma da kolay olmazdı.

Kendi varlığının kanıtını “düşünüyorum, o halde varım” diye düşünceye indirgeyen, hatta “tüketiyorum o halde varım” diye “gösteriş ve fiziksel-psikolojik doyuma sarılarak yanıtlayan bir egemenlik altında yaşıyoruz. şahane ve büyülü saçmalıkların yaygın dolaşıma sokulduğu ve aynı zamanda kendi varlığının kanıtının ve anlamının “somut varlığın kendisinde ve ilişkileriyle yaşanan somut koşullarda olduğu” düşüncesinin neden “istenmeyen kötü ve tehlikeli düşünce” olarak ilan edildiği konuları, kültürel emperyalizm konusunda da olduğu gibi, egemenliği sürdürme ve yaygınlaştırma ve buna karşı mücadele ile ilgilidir.

Kaynakça

Web sayfamda oldukça çok kaynaklara ulaşabilirsiniz. 

Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...