Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye
farkı
Dört ay kadar önce öğrencilere kitap göndermek için Yaşamkent’teki PTT’ye gittim. Kitapları tartınca, parası ne kadar dedim. “16 TL” dedi. Ben de, “hayır 3.5 TL” dedim, “uzun zmandır böyle” dedim. “Kampanya bitti” dedi. Ben bizim ülkemizdeki çalışanların genel karakterini bildiğim için, ısrar ettim, ama “artık kampanya yok” dedi ve diğer çalışan da onu destekledi. Ben göndermedim. Ümit köydeki büyük PTT’ye gittim ve 3.5 TL’ye gönderdim. Bir başka zaman “Allah kahretsin” dedim kendi kendime ve ödeyip gönderdim. Bugün, yine dört ayrı öğrenciye kitap göndermek için Yaşamkent PTT’sine gittim. Kız bana “bir kitap” 5 TL, iki tane olursa, 16 TL” dedi. Ben “1 kiloya kadar 3.5 Tl” dedim. Kız arkasına döndü ve oradan geçen, müdürü olmalı, iri kıyım adama sordu ve gelip bana “1 kitap 5 Tl, ikisini gönderirsen 16 TL dedi.” Ben de göndermedim, çünkü dediğim gibi ben “bu ülkedeki ücretli kölelerin kölelik psikolojisini çok iyi biliyorum”: Bizim insanımız bilmez, bilmek de istemez, hatta kendini soyan şirket için müşteriye şirketin soygun fiyatının üstünde fiyat ödeterek kendini soyana hizmet eder; bilerek veya bilmeyerek müşteriye atılan kazığa biraz daha ekleme yapar.
20 yıl kadar
önceydi (Nedense AKP hükümetiyle birlikte bu durum olumlu bağlamda çok değişti.
Elbette her yerde değil: X Üniversitesinde verdiğim ders ücreti verilmedi.
Almak için gittiğimde, Çalışan kızlar paramı almam için her belgeyi hazırladılar,
son aşamada benden bir şey için bağış istediler; ne kadar diye sordum minimum
100 Tl dediler. Ben vermemek için her numaraya başvurdum, onlar da almak için.
Sonunda vermedim, ama ceremesini de çektim: Paramı alma işlemini yapıyor gibi
yapıp, oruç tutmayıp bağış vermeyen kafirin işini yapmadılar. Herhalde iki sene
sonra, rektörlerine epey ağır mektup yazdıktan sonra alabildim. Bir başka özel
okulda herhalde 40 saat kadar eksik ödediler ve asla alamadım, onlar çok azgın ve
kurnaz laiklerdi, vazgeçtim. Bir başkasında da saatine 100 Tl yerine 38 Tl ödediler
ve onu da alamadım. Bunu o okulların sahipleri yapmıyor; onların muhasebe
işiyle ilgili ücretli köleleri yapıyorlar.
Yine 20 sene kadar
önce, Maliye’ye gitmem gerekti, çünkü hakettiğim bir para vardı. Hukukçu
arkadaşım dedi ki “İrfan, çok sakin ve yumuşak ol, memura”. Ben de “niye ki,
alacağım var, verecek.” Arkadaşım “yok, vermemek için elinden gelen her şeyi
yapacak” dedi. Ben de “Cebinden çıkmıyor ki, devletin bana yapacağı ödeme”
dedim. “O memur, kendini devlet olarak görür ve cebinden çıkıyor gibi hisseder;
sakın sinirlenme, alttan alarak, paranı almaya çalış” dedi. Dediğinin hepsi
oldu. Memur bana benim paramı vermemek için her türlü pisliği yapmaya başladı.
Ben biraz yumuşak davrandım, ama sonunda patladım. İşe müdürleri falan karıştı ve
o parayı ter dökerek aldım. Başka zaman ben iki kez mahkeme tarafından bilir kisi
atanmıştım; para veriyorlarmış, gitmedim almak için. Devletin memurları da bana
getirmedi; ama devletin memurları devletin senden alacağı olunca peşini bırakmazlar.
Şimdi gelelim
Amerika örneğine. Birinci örnek: New York kenti. Birbirinden 30 metre kadar uzakta
iki manav. Birinde muz 59 cent, öbüründe 69 cent ve böyle fiyat farkları var.
Düşük fiyat veren Yunanlı Amerikalı ve diğeri de Italyan Amerikalı. Bir ara
nedense şüphelendim ve sonunda şunu öğrendim: Yunanlının manavında (belki de Türk
veya İspanyoldu, hatırlamıyorum) çalışan iki şeyi aynı zamanda yapıyordu:
Terazide sahtekarlık yapıyordu ve de para üstünü verirken. Amerikalı asla
paranın üstünü saymaz ve terazide sahtekarlık yapacaklarını aklının köşesinden
bile geçirmez. Türkler New York’a “hava parası” almayı ve araba istasyonlarında
benzine su katmayı öğretti. Bunlar Amerika’daki Yunanlılar, Türkler ve Güney
Amerikalı İspanyollar.
Şimdi ciddi fark
örneği. İkinci örnek: Fatih New York’da emekli maaşını almaya başlamak için
müracaat ediyor. Kızı da yanında. Evrakları dolduruyor Amerikalı (Çin kökenli) kadın
ve Fatih imzalıyor. Her şey bitiyor. O sırada kadınla konuşuyorlar. Tam kalkıp
giderken, kadın “bu senin kızın mı?” diye soruyor. Fatih “evet” deyince, kadın “dur
bir dakika, kızın da 18 taşına gelinceye kadar, senin ayda aldığının yarısı
kadar aylık alır; bunu bilmiyorsun değil mi?” diyor. Fatih şaşkın. Niye
dersiniz? Çünkü bu Türkiye’de olsaydı, memur asla ona kızının da emeklilikten
yararlanacağını söylemezdi. Hatta Fatih kızının yararlanacağını bilse bile,
memur zora koşmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Yani, Amerikalı memur
senin işini sana elinden gelen her yardımı yaparak bitirir. Türkiyeli memur ise
senin işini öyle bitirir ki anandan seneler önce emdiğin sütü ağzından geri getirir.
Elbette her ülkede
iyi ve kötü insanlar vardır. Ama bazı ülkelerde biraz ve hatta birazdan daha
fazladır bunlar.
Yarın Yaşamkent PTT’ye
gideceğim. O müdürü çağıracağım. Göndereceğim kitaplar arasından iki kitabı
vereceğim ve kaça olduğunu soracağım. Sonra da “PTT’nin yeni değişikliğine göre
artık kitap göndermede 1 kiloya kadar 5 TL ve bir kilodan fazla olunca % 50
indirim var” diyeceğim. Israr ederse, bana ya PTT’nin bunu yazan belgesini getirmesini
ya da bana söylediklerini yazmasını ve imzalamasını isteyeceğim. Bakalım ne
olacak.
Köle köleliğini
kendine bahşedilmiş bir özgürlük veya imtiyaz gibi görmeye başladığında,
efendisinden daha efendi ve efendisinden çok daha zalim olur; ayrıca, kendini
soyan efendisini çıkarını artırmak için müşteriyi “fazladan soymaktan” asla
geri durmaz. Bu vicdansal ve duygusal bağımlılık nedeniyle ki, örneğin üç tane genç
çalıştıkları alışveriş marketinden bir iki avokadoyu (avokadoydu herhalde) birisi
çaldığı için yanıp duruyorlardı, sanki avokadoyu çalan onlardan çalmış gibi.
Adamı ele geçirseler herhalde paralarlardı. Sürekli yanmalarına çok bozulduğum
için “niye yanıp duruyorsunuz, bu marketin sahipleri sizi ve bizi soyarak
milyarlar vuruyor, bir iki avokado ile fakir düşmezler” dedim. “Ama onlar bu
dükkanı bize emanet ediyor, biz hıyanet edemeyiz” gibi bir şeyler söylediler. Ben
de “sen birkaç kuruşunu bu marketin sahiplerine emanet et bakalım, ne olur” gibi bir şeyler söyledim. Hemen düşüncelerini,
duygularını ve vicdanlarını değiştirdiler. Bana onları aydınlattığım için
teşekkür ettiler ve bundan sonra oylarını CHP’ye vereceklerini söylediler.
Böyle bir şey olmaz. Zındıkların CHPsi ne kadar doğru ve iyi şeyler söylerse
söylesin hiçbir işe yaramaz, çünkü sorun bilmeme veya yanlış bilme değil, sorun
yoğun duygularla doldurulmuş beyinler; bu beyinlerin değişmesi doğruyu anlatmayla
veya göstermeyle değişmez; farklı bir günlük ilişkiler ve anlayış ortamına girmeleriyle
olabilir. Yani, ya o insanı farklı ilişkiler, duygular, duyarlılıklar ve
düşüncelerin egemen olduğu bir çevreye taşıyacaksın (örneğin göç edecek) ya da
yaşadığı çevredeki duygu, ilgi, düşünce ve davranış biçimlerinin değişmesini
sağlayacaksın. Türkiye’yi yöneten güçler çevreyi bu şekilde dönüştürme/değiştirme
işinde sınıfta kaldılar, çünkü bazılarının böylesi işine geliyordu, bazılarının
da umurunda bile değildi. Şimdi o umurunda olmayanların bazıları derin derin
şikayet ediyor ve yakınıyorlar: Kırk haramiler mağaralarında değil artık.
Avokado meselesine
dönelim: Hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” olur mu? Hollywood
filmlerinde uzun zamandır bu, “meşru hırsızlık” olarak niteleniyor. Bence de doğru, çünkü
hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” değil, “kurtarma, özgürleştirme (liberating) olarak nitelenebilir. Böyle düşünen insanlar
çok olsaydı, ücretli/maaşlı köleler efendilerinin çıkarlarını gerçekleştirmek
için yırtınmayı bırakırlar ve, en azından, Amerikalı memurun yaptığı gibi hakkı
olana hakkını gizlemeden, saklamadan, vermemek için zora koşmadan, zevkle
verirdi. Ama gel sen bunu kendini devlet sanan ücreti/maaşlı çağdaş kölelere ve
kendini köle/kul gibi kullananlara kılınarak “vur de vuralım, öl de ölelim” gibi
hislerle dolu hastalığa kadar giden çeşitli hastalıklara yakalanmışlara anlat:
Anlatamazsın. Kapı kulu olmaya ve hem kendisini olmayan hem de kendisinin
köleliğini ifade eden o kapıyı canı pahasına korumaya alıştırılmış ve öyle
yetiştirilmişlerden farklı bir şey bekleyemezsin.
PTT örneği ve benzerleri hem bilme/öğrenme gibi bir ilgisi ve çabası olmayanların hem de aynı zamanda doğruyu yapma umurunda olmayanların insanları soymaya nasıl katıldıklarını anlatır. Karnını doyurabilme koşulları elinden alınmış kölenin zincirine vuruluşu ve onu zincire vuranlara kılınışı denir buna. Bu tür vuruluş hakkında ayrıntılı bilgi için bakın: İrfan Erdoğan, “İnsanın Zincirine Vuruluşu.” Amaan boşveeer. Sen çağdaş özgür insansın; hatta okulu bitirip işsizliğin ne olduğunu tatmaya başladığında, “özgürlüğün en yalın biçimini yaşayacaksın”, “elbette, babam sağ olsun” diyebileceğin, sana iş kapılarını açan “vasıflı ve becerikli” bir baban yoksa. Bu durumda, birileri parası kadar, sen de baban kadar özgürsün. Diriliş Ertuğrul dizisinde Ertuğrul’un dediği gibi “ağaca yaslanma çürür, babana yaslanma ölür.” Obayı aile şirketi şeklinde yöneten Ertuğrul şunu saklıyor: Bazı ülkeler, babasına yaslanarak aile şirketleri ve aile devleti kuranların ve ailece yönetenlerin (nepotizm) ve de onlara kulluk ederek öbür dünyada Huriler ve Nuriler hayaliyle bu dünyayı kendilerine ve başkalarına zindan edenlerin zindan etme işini yapan sefilleştirilmişlerin ülkesidir.
İrfan Erdoğan, Ekim 21 2020 Ankara