Uluslararası İletişim kitabımdan
irfan erdogan
İLETİŞİM PROFESONELLİĞİ, PROFESYONEL PRATİKLER VE PROFESYONEL İDEOLOJİLER [1]
Çin sözü: Eğer aç bir adama balık verirsen, açlığını bir defalık giderir; Eğer nasıl balık tutacağını öğretirsen, hayatı boyu yiyeceğe sahip olur. Adamlar geri ülkelere hem balık diye, örneğin Televizyonu veriyorlar, hem de nasıl balık tutulacağını (profesyonelliği) öğretiyorlar, gene de gerideler, açlar, sefiller, perişanlar. Neden? Çünkü balık diye verilen gerçekte oltanın ucu ve ucundakidir. Balıkların hepsine başkaları konmuş, kalan hamsilere bile göz dikmişler de ondan. Tek çaren mücadele. Yoksa hamsinin kuyruğunu bile koklatmazlar.
Bir Amerikan hakiminin kararı: Washington Post gazetesinin 13 reporter ve editörü profesyoneldir, bu nedenle kendi kårları için fazla mesai parası almaya hakları yoktur. [2] Ne bu? Profesyonellik! Ne de? Hem hakimlikte hem de iletişimde... Ama profesyonel gazeteci elli saat çalışmış? Cevaplar aşağıda...
Profesyonellikle başlayalım: Örgütsel transfer sadece örgütün takliti veya kopyesi girişimlerini içermez. örgütsel pratik biçimleri ve bu pratiklerin varsayımlarını beraberinde getirir. Böylece sadece belli bir teknolojik biçim benimsenmekle kalmaz, o teknolojik biçimin dünya görüşü de benimsenerek, alternatiflerin ayağı kaydırılır.
Media profesyonalizmi teknolojik araç ve ürün transferine paralel olarak ithal edilmiş bir ideolojidir. Kültürel bağımlılığın bir parçasıdır.
Uluslararası iletişim ilişkilerinde, teknolojinin yapısı ve örgütlenme biçimi yanında, bu teknolojiyi kullanan örgütün günlük pratiğindeki değerler sisteminin özellikleri imperyalizmin başarısı ve sürekliliğinde önemli rol oynar. İletişim örgütlerinde "uygun" profesyonel iş görme kaideleri ve meslek ahlakı, ve neyin "uygun" ve neyin "uygunsuz" olduğu hakkındaki tutumlar ve ideolojik varsayımlar, örgütün çalışma biçimini ve ideolojik profesyonel kültürünü belirler. Burda, genel Amerikan ideolojisinin ve medyayı içeren özel ideolojik değer yargılarının egemenliğinin dünyaya yayıldığını görürüz. Bu profesyonel ideoloji (meslek ahlakı dahil) televizyon haberciliğinde ve ajans haberciliğinde oldukça yaygındır. Basında ise, kapitalist ülkelerin dışında, bu standartlaştırılmış ideolojik kalıp "ideal ilkeler" olarak kazanılmaya çalışılmaktadır: Haberlerde ve haber toplamada ve yazmada idealleştirilmiş "nesnellik" biçimi, belli görevler için belli teknik kaidelerin iş görme şeklinin uygulanması, "iyi," "doğru," "dengeli," "tarafsız," "özgür," "çoğulculuk," "kaynağın güvenirliliği," "gazetecilikte dürüstlük," "özgürlüklerin savunuculuğu," "gerçekleri olduğu gibi yansıtma," gibi ideolojik ilkeler yoluyla global bir sistemin egemen varlığının sürdürülmesine yardımcı olunur.
Profesyonellik kitleleri pazar ideolojisine ve alışkanlıklarına hazırlamak ve biçimlendirmek ve bu biçimde tutup tüketime sevmetmek için geliştirilmiş paketleme, sunma, kısaca satıcılıkta tecrübe kazanmadır. Geri bırakılmış ülkelerde, fikir basınının dışında, bu satıcılık profesyonalizminin seviyesi hemen hemen tezgahtarlıktır. Bu da, televizyonda egemen bir biçimdir: Programlar zaten Amerika'dan, Meksika'dan, Brazilya'dan ve Avrupa'dan hazırlanmış paketlenmiş olarak gelir. Tezgahtarın yapacağı tek şey bunları raflayıp, sıralayıp tezgahlamaktır. Eğlence ve oyun program biçimleri kalıplaşmıştır, üretimi standartlaşmıştır. Bizim tezgahtar-profesyonelin yapacağı bunları seyredip aynı kalıplar içinde taklit ve kopye çıkarmaktır. Bu taklit ve kopyeciliğin çerçevelediği pratik ve ideolojik alan içinde yaratıcılığın ırzına geçilir.
Profesyonelleşme sadece bir teknolojiyi kullanmada (örneğin kamerayı çalıştırmada, haberi hazırlamada, makyajda, dizgide, mizanpajda) becerinin geliştirilmesi değildir. Profesyonalizm beceri ve tecrübenin uygulamasında, belli değerlerin benimsenmesi ve günlük pratiği bu değerlerin çerçevesi içine uyacak bir şekilde yapmaktır. Bu çerçeve kendini ideolojik pratik olarak değil, meslek ahlakı olarak sunar.
Profesyonelleşme egemen global medya amaç ve pratikleri kültürüne entegrasyon sürecidir. Bu entegrasyon birbirine bağlı yapısal mekanizmaların çalışmasıyla oluşur ve süreklilik sağlar. Bu mekanizmaları da şu şekilde özetleyebiliriz: (a) Teknolojinin yapısının empoze ettiği zorunlu kullanım biçimleri içinde çalışma, (b) Örgütsel yapıların getirdiği örgüt politikası ve iletişim tarzı, (c)softwarelerin kendi yapıları, eğitim, training ve meslek ideolojilerinin yayılması.
Etken bir yol tabi ki egemenin taklidini yapma yönelimi ve bunun pazardaki teşvikidir. Bunun yanında en etken yol, media profesyonelinin profesyonel okuldan başlayarak örgütte çalışması sırasındaki profesyonel yetişmesi, eğitimidir. Media imperyalistleri gerektiğinde seve seve kendi profesyonel ideolojilerini diğer ülkelere satmışlardır. Profesyonel ideoloji örgütün yapısını ve amacını yansıtır. Örgütsel yapı ile meslek ideolojisi arasında birbirini destekleyici bir uyum vardır. Bireysel uyumsuzluk halinde çözüm, bireyin örgütsel yapı ve amacı yansıtan bir meslek anlayışı ve pratiği çinde kendi kendisini ayarlama yolunu tutmasıdır. Bu değişimi kendisi kendinde yapmazsa, o zaman örgütsel çıkarın yönetici kadrosu onun için bu değişimi yapar: İşinden olur.
Profesyonellerin meslek eğitimi en azından üç biçim alır: (1) kapitalist uzmanların "kalkınma çabasındaki" ülkelere giderek, onlara profesyonelliği öğretmesi. (2) Kalkınma çabasındaki profeyonelerin veya öğrencilerin "ileri" ülkelere giderek "teknolojinin kalbinde" dersler ve eğitim alması. (3) kalkınma çabasında olan ülkelerde olan genel ve örgüt içi eğitim.
Neo-koloniciliğin\imperyalizmin en etken özelliklerinden biri de, yardımsever olarak, ta uzaktan kalkıp, yorulmadan, usanmadan, "yardım ettikleri" ülkeye giderek, onlara öğretim ve eğitim vererek, kendi tecrübelerini onlarla paylaşarak, daha da çok yardım ederler. Yeltsinin etrafı şimdi Amerikan özel teşebbüsünün danışmanları ve CIA ajanlarıyla doludur. Amerika Rusya'ya elinden gelen her yardımı yapacağına söz vermektedir. Doğu bloku şimdi Amerikan özel teşebbüslerinin yatırımlarıyla "kalkındırılacak." Latin Amerika'yı, Asyayı ve Afrikayı yüzlerce yıldır "kalkındırdıkları" gibi... Eski doğu blokunun iletişim sistemi Avrupanın ve Amerikanın sermayesinin istediği şekilde biçimlendirilmeye çalışılıyor ve biçimlendiriliyor. Bu ülkelerin kitle iletişimi sistenlerini kurmaları ve geliştirmeleri için yabancı sermaye elinden gelen her şeyi yapıyor. En büyük problem halkın devletin kesesinden yemeye alışık olması ve özel girişimi bilmemesidir, ve tabi kapitalist anlayış ve tecrübeli bir yönetici sınıfın siyasal sahnede egemenlik kurup istikrarlı bir ortam yaratması çok daha iyi olur. Bunu da öğretmek ve sağlamak için yırtınıyor özel sermaye. İyilik işte. Allah başımızdan özel sermayeyi eksik etmesin! Personel eğitimi için Almanlar, Fransızlar, Ingilizler Asya ve Afrika'da "sevdikleri" ülkelere insanlık aşkıyla yardım elini uzatmışlardır. Ingilizler bizim Ankara televizyonu kurulduğunda personel eğitimi için yardım ettiler. Basın Yayın Yüksek Okulu gibi okullar dünyanın birçok yerinde medya konusunda profesyonel yetiştirnek için, özellikle o zamanlar Birleşmiş Milletlerin politikasında egemen olan Amerika'nın planlı kalkınma politikası ihracatının bir parçası olarak, kuruldu. Amerika'da okumuş ve Amerikan öğretim üyeleri dersler verdi. (Özellikle Amerika'da üniversiteler ve entellektüeller düzenin fikir ve ideolojik yaratım ve sunum gücü olarak sistemde yerlerini alırlar. Kitle iletişimi ve reklam endüstrisiyle yakından ilişkileri vardır. Bu alanda pozitivist bilim kapitalizmin ve kapitalistin hizmetindedir. En değerli profesör özel teşebbüsten veya özel teşebbüsle el ele iş yapan devlet organlarından servisiyle para koparabilecek olan profesörlerdir: Profesörün değeri dışardan getirebileceği paraya göre ölçülür. Bugün Amerika'da belli programlar tutulup, diğerleri yok olmaktadır. Bunu saptayan da empiricist metodla kurulan ve saptanan "izleyicilerin istemini tesbit" sistemidir. Bu sistem (Örneğin Nielsen'in uyguladığı sistem), izleyicilerin arzularını yansıtma adı altında, gerçekte, istatistiksel ilmi reklam endüstrisinin emrinde orospulaştırmıştır. İletişim okullarda bu sistemin nasıl işlediği, bazen simulasyon uygulaması ile de, öğretilir. Empiricism endüstrinin elinde değerli bir sermaye olur. Empiricism kapitalist sisteme büyük destek verir. Ne ki bu empiricism? En genel anlamıyla empiricism kapitalist bilimin ölçme metodudur. Bu ölçü ile varsayımlar test edilir ve sonuçta ya desteklenir ya da red edilir. Empirisizmin ölçmeye kadar olan ve ölçme ve ölçmeden sonraki süreçleri kullanılan metodun meşrulaştırılmasıdır. Bu metodla, örneğin sosyal bilimlerde tarih ve gerçekler belli konumlar ve çerçeveler içine yerleştirilerek büyük ölçüde saptırılır. En basit olarak gördüğümüz milli gelir dağılımı istatistikleri bile, bir toplumdaki servetin bölüşümünü haddinden fazla yetersiz ve yanlış olarak yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda milli servet sanki ortada, toplumun yapısal özelliklerinden bağımsız bir şekilde, herkes için hazır bekliyor, ve paylaşma da insanların eğitim seviyesine ve kabiliyetleri gibi özelliklerine göre oluyor gibi bir ifadeyle üretim ilişkileri düzeninin gerçeğini saklar. Bu özelliklerine bakıp empiricisizmi red edip geçersiz saymak da hatalıdır. Empiricisim gerçekte çoğunluğun" veya "egemen bir yönelimin" saptanmasında ve macro incelemeyi tamamlayan micro seviyedeki incelemelerde geçerli bir metod olarak kullanılınca daha da sağlıklı sonuçlar verebilir. Empiricismin "egemen yönelimlere," "normal dağılıma," ve "merkeziliğe" göre meşruluk elde etmesi, maksimum % 5 gibi "yanılma oranı" ile bu meşruluğu geçerli sayması (yani marginallerin, örneğin belli azınlıkların, evsizlerin, gecekonduda yaşayanların, önemsizliği) kapitalist sistemin ideolojisine uygunluğunu gösterir. Diğer bir deyimle, empiricism kapitalist ideolojinin ve işlem tarzının entegral bir parçasıdır. Ortodoks (=tutucu) "Marksistler" empirik metodu sosyal gerçekleri anlama incelemesinde çarpıtıcı, yanıltıcı ve yetersiz olarak niteleyip red ederler. Gerçi empiricizm bir fenomenayı açıklamada kendi başına yetersizdir, fakat bilimsel araştırma çabalarında, qualitative\niteliksel ve makro-yaklaşımlarla birleştirilerek bilgiye yeni boyutlar ekleyecek kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla bir kalemde öyle bir kenara atılamaz. Aynı şekilde, empiricistler de günümüzde, niteliksel analizin (kafa sayımına dayanmayan analizin) bilimsel geçerliliğini kabule başlamışlardır.
Hatta bir ara 1970'lerde, Amerikalılar üçüncü dünya gazetecilerini yetiştirmek için eğitim merkezleri kurulmasını öne sürdüler. O zaman bu fikri Schiller ekonomik neo-imperyalizm olarak nitelemişti.
İletişimde, özellikle televizyon örgütlerinde, bu ülkelerde, üst kademeleri tutanların, karar verenlerin, politikaları saptayanların büyük çoğunluğu dışarda eğitim ve öğretim görmüş kişilerdir. Ne yazık ki bu kişilerin bazılarının eğitim gördükleri ülkelerin istihbarat teşkilatlarıyla bile ilişkisi olabilir. Örneğin birçok ülkede iletişimciler arasında (özellikle haber toplayıcılar) o ülkenin istihbarat teşkilatı ve CİA için çalışırlar. Bu sayı da ülkedeki iç çatışmaların yoğun olduğu zamanlar daha da artar.
Profesyonel meslek ideolojileri teknoloji, örgüt ve eğitim girişimleri gibi gözle görülür ve kolayca anlaşılabilir bir karaktere sahip değildir. Gerçekte, profesyonel değerler iletişim sürecinde ve üretiminde iletişimin genel filozofisini ve "doğru" profesyonel pratiğin ne olduğunu saptarlar, açıklarlar, anlatırlar, ve alternatifleri geçersiz kılarlar. Örneğin, BBC'nin "kamu\halk servisindeki medya" diye profesyonel ideal bir model olarak sunulduğu gibi. Bu modele göre, yayın politikasızdır, izleyicilere incitici olmayan, zararsız bir şekilde verilen faydalı bir servistir. Amerikan ticari modeli ise eğlenceye dayanan ve izleyici çokluğu\çoklaştırma ideolojisiyle hareket eden bir biçimdir.
Meslek öğrenimi ve işlevinde en yaygın egemenlik, iletinin (programların, filmin öyküsünün, haberlerin) üretimindedir. Amerika, İngiltere ve Fransa'nın birikmiş tecrübeleri ve kaynakları üretilen iletilere yüksek derecede görünüm, tekniksel ve sunum inceliği ve çekiciliği verir. İzleyici kitleler bu tür iletilere alıştırılır ve dolayısıyla bu türleri ararlar. Bu da hem kendilerinin hem de kendileri gibi yetişen iç üreticilerin dış pazarın sunduğuyla benzeşmesi girişimine yardım eder. Profesyonellik taklitçilik olur. Bu taklitçilik öyle ileri gider ki (a) bazı durumlarda (örneğin basında ve habercilikte) alternatifleri yanlış olarak algılanan evrensel bir gerçek gibi kabul edilir ve benimsenir. (b) Bazı iletişim biçimlerinde (örneğin televizyonda ve film'de) taklitçilik iletişimcilerin giyimlerine, saç şekilleri ve ses tonlarına, oturuşuna ve kalkışına, ve hatta yabancı bir yıldıza kendini benzetişine kadar ileri gider. Türkiye'deki televizyon sunucuları ve sohbet programlarını yürütenler bu fiziksel, görünümsel ve davranışal taklkitciliğe en güzel bir örnektir. Bu taklitciliği görebilmek için Amerikan eğlence programlarındaki meşhur sunuculara ve kişilere bak, sonra da bizim yerlilere. Bazen akıl almayacak kadar benzetişme görürsün. Örneğin sakalllı, genç, iyi giyimli bir türk sohbet programı yöneticisi sadece giyim ve görünümüyle değil ses tonu ve konuşma şekliyle bile Tv'deki komedi Three's Company'deki John Ritter'in tıpa tıp kopyesi. İç üretimde yapılan milletlerarası yasalara aykırı bir diğer taklitçilik de, tutulan bir filmin öyküsünü alıp onun aynısı bir filim yapmadır. Bunun en son adı bir örneğinin 1992 yazında televizyonda bir türk filminde gördüm. Film "Woman in Red" filminin sadece öyküsünü taklit etmemiş, bu ahlaksızlığın daha da ötesine giderek, filmin çekimlerini kopyelemiş. Filmin kopye olduğunu öyküden çok çekimlerin aynılığından anladım. Bu taklitçilik ve kopyecilikten öte birşeydir: Yabancı bir eseri alıp öyküsünden çekim tarzına kadar herşeyini tıpa tıp yeniden üreterek kendinin orijinal malı gibi pazara sürme ahlaksızlığıdır. Düpedüz hırsızlıktır. Bu da Türkiye gibi ülkelerde (eğitim alanında da) epey yaygındır. Çok küçükken hatırladığım bir söz aklıma geldi: Ağanın boku tatlıdır! Tabi bu tatlılık gerçekte tatlı olmasından değil egemenlik ilişkilerinin getirdiği gerçekler ve düşlerden dolayıdır. Aganın kahyasının sürekli yemesi ve tatlıdır demesinin de büyük etkisi olmalı...
Egemen iletişim düzeninde işi en iyi yapan, en meşhur profesyonel kişi taklitciliği ve kopyeciliği en iyi şekilde becerendir.
Bugün egemen dünya iletişim düzeninde stil, içerik ve biçimde global bir uniformity\birbirine benzerlik görürüz. Egemen profesyonalizm kendi standartlarını dünyanın her köşesine yayarak kendi imajında kendi standartlarını evrenselleştirmiştir. Standartlaşmış kapitalist profesyonel ideoloji ve pratiklerinin neticesi olarak tüketiciler (izleyiciler) bu ideolojinin ve standartların sunduğu biçimlere alıştırılmışlardır. Bu da uluslararası imperyalizme pazarı desteklenmekte, teşvik etmekte ve güvenliğini sağlamakta ana rolü oynamaktadır.
Şunu kesinlikle aklımızdan çıkarmayalım: Kitle iletişimi profesyonelizmi iletişimi üretmekte kullanılan araçları üreten teknolojiyi öğreten bir profesyonalizm asla değildir. Teknolojiye sahipliği ve teknolojiyi biçimlendirmeye etkisi olabilecek bir öğrenimle hiçbir alakası yoktur. Eğer bu öğrenim varsa, bu da "montaj ve parça" mühendisliğinden öte gidemez. Geri bırakılmış ülkelerin çocukları endüstri mühendisliği okur. . Hatta Amerika ve Avrupa'ya gidip endüstri mühendisliği dalında yüksek diploma alırlar. Türkiye'ye dönerlerse halleri dumandır. Çünkü dünyadaki endüstriyel yapının Türkiye gibi ülkelerdeki pratiği en fazla F-16 ve araba "sahte-üretimidir." Bu gençler ya işsiz kalırlar ya da bir fabrikada bürokrat olarak çalışırlar. Eğer şanslıysalar ve iyi ilişkileri varsa, "sahte-yerli üretim" yapan firmalarda "başkaları tarafından biçimlendirilmiş teknolojinin uygulanmasında" gözcülük yaparlar. Gerçekte bu gençlerin işi araştırma ve geliştirme olamalıdır ki, bu da, egemen teknolojilerin çıkarına karşıdır ve bu ülkelerde yoktur. Eğer varsa, egemen pazarın çıkar hesapları çerçevesinde, o pazara bağlı olarak çalışır. Düşün, iletişim teknolojisi mühendisisin ve Amerika'dan diploman var. Gelmişin Türkiye'ye. Yapabileceğin tek iş transfer edilmiş iletişim teknolojisi araçlarının bakımcılığıdır. Profesyonel fonksiyon böylece, egemen güçlerin geliştirdiği ve sunduğunu "tutmaya," onun "bakımına," planlandığı şekilde "işlemesini" "gözlemeye" indirgenir.
Amerikan liberal entellektüelleri media profesyonalizmine ve ideolojisine karşı yönetilen eleştirileri kendi araştırma ve bulgularıyla karşılık verirler. Bu karşı-eleştiriye özlüce bir göz atalım:
a. Medya profesyonellerinin egemen ideolojiye yeknesak bir şekilde sosyalize olmadıkları, dolayısıyla egemenlik\hegemony toerisinin bu bakımdan da geçersizliği verilerle savunulur. Bu savunmada, Altheide ve benzerleri gerçekte hegemony teorisinin demek istediğini anlamamazlıktan geliyor: [3] Media profesyonelleri sadece meslekleri içinde değil ta küçük yaştan beri egemen ideolojinin varsayımlarıyla biçimlendirilir ve yetiştirilir. Egemen ideoloji zaten kendi içinde tümüyle tutarlı öğelere sahip değildir. Hatta birbiriyle çelişki içinde olan ögeler bile var olabilir. Egemen ideolojinin çocuklarının da tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı olduğunu iddia etmek gülünçtür. Hegemony teorisinin ileri sürdüğü, bu profesyonellerin günlük pratiklerinin egemen karakterinin kapitalist düzeni destekleyici ve kapitalist ideolojiyi yüceltici karakterde olduğunu belirtir. Kapitalist pratiğin profesyoneller için geliştirdiği mekaniksel profesyonel iş-görme sürece göre çalışmanın kendisi, profesyonel o ideolojiye tam veya yarım bir şekilde sosyalize olsun veya olmasın farketmez, egemen bir ideolojinin biçimlendirdiği bir ürün ortaya çıkarmasına yol açar. Bazı profesyoneller tutucu değerler yerine liberal değerleri destekleyebilirler. Tutucu veya liberal, insancıl veya Darwinci, kapitalist toplumdaki bu değerler egemen değerler düzenini bu düzeni destekleyici parçalarıdır. Aralarındaki çatışma düzen değişimi çatışması değil, kendi değerlerinin düzenin verimli ve düzgün çalışması içine en faydalı ve etken değerler olduğu iddiası çatışmasıdır. Eğer kapitalist düzende uniformity eksikliği varsa, bu kapitalist sınıfın kendi içinde çeşitli değerler, frameworks, politikalar, praktical sorunlar ve konulara yaklaşım biçimlerinde fikir birliği olmadığındandır. Konservatif ve liberal gazeteciler aile ve çevre eğitiminden başlayarak toplumun egemen çerçevesi içinde "kabul edilebilir" değerlere sosyalize edilmişlerdir. Bir basın örgütünde çalışmaya başladıklarında da, basına hakim olan günlük pratikler düzeni silsilesi içinde kendilerini, isteseler de istemeseler de, düzenin arzuladığı yaklaşım biçimine uydurmak zorundadırlar. Burda, tam yeri gelmişken, Türkiye kapitalist mi, yarı feodal mı diye veya benzeri tartışmalarla birbirine düşen bazı sol "düşünceye" gerçekten örnekle ders verelim: Amerika kapitalist ülke. Bunda herhalde kimsenin şüphesi yoktur. New York, imperyalizmin kalbi olan şehir. Bu kalbin tam ortası olan Manhattan'da uluslararası firmaların ofislerinin olduğu caddeden yürüyorsun, ve karşında "fal bakarız, geleceğinizi okuruz" diye yazılı levhalar. Falcılık ve hürafe, din ve dindersi kapitalist üretim ilişkilerinin silip süpürüp çöpe attığı köhnemiş geçmişin üretim ilişkilerinin ifadesidir. Peki o halde, Amerikanın New York'undan, Kaliforniyasına kadar geçmişin kalıntıları ne arıyor? Bunlar Amerikan ideolojisinin bir parçası değil mi? Bu ideolojiye karşıt olarak mı işliyorlar? Örgütlü dinin tuttuğu iletişim ve üretim ilişki anlayışı kapitalist ideolojiye uymaz. O halde ilk ve orta çağların kalıntısının işi ne Amerikada? Cevap: Siyasal dogmatik saçmalığı bırakıp, ideolojinin ve üst-yapının ne olduğunu anlamaya çalışalım: Kapitalist sistem ve onun ideolojisi toplumda egemen olandır ve onun yanında, egemenliği altında, onun egemen varsayımlarıyla bulandırılmış, yeniden-şekillenmiş bir sürü eski kalıntılar yaşar. Bunlar kapitalist sistemin dışında değil, kapitalist sistemin ve ideolojinin parçası olmuşlardır. Bu ideolojik yapıya sendikacılık anlayışı da dahildir. Bütün bunlar kapitalist sisteme ve ideolojisine çoğulcu ve demokratik bir hava verir. Kısaca, Önemli olan Türkiye'deki üretim ilişki ve biçiminin feodal mı, yarı-feodal mı, kapitalist mi, yumurta mı yoksa tavuk mu olduğu değil, örneğin, egemen güçlerin egemen karakterleri ve bu karakterlerin tanımladığı ve meşrulaştırdığı ekonomik sistem ve sistemin günlük pratiğidir.
b. Kapitalist iletişimciler, "Kitle iletişimi profesyonellerinin günlük standart iş (profesyonel rutin) egemen statükoyu destekleme ve sürdürme yönünde şekillendirilir ve çalışır" görüşünün de geçerli olmadığını, çünkü "profesyonel rutin'lerin" birçok durumlarda "değişim ajanlığı" yaptığını ileri sürerler. Benim cevabım: "Eğer birçok durumda, değişim ajanlığı yapsalardı, egemen pratikleri "değişim ajanlığı pratiği biçiminde oluşurdu. Gerçekte, bazı gazeteciler bazen alışılagelmişin dışında statükoyu destekleme yönünde" üretim yapmamaktadır. Bunun da anlamı, bu gazetecilerin bazen "herzamankinin ve alışılagelmişin" dışına çıktığını gösterir. Bu "bazı" zamanlar, yönetici sınıfın belli bir konuda keskin bir şekilde birbiriyle politika çatışmasına, anlaşmazlığına düştüğü zamanlardır. Bu politika anlaşmazlığı, anlaşmazlıktaki tarafları tutan media'da da kendini yansıtır. Örneğin Vietnam savaşında olduğu gibi, şu son zamanda Somali'de olduğu gibi. Yönetici sınıf içindeki çıkar politikası rekabetinin keskinleştiği bu zamanlarda, bazı media'da normal zamanlarda görülmeyen keskin eleştiriler, sızdırılarak verilen haberler, ve önemli informasyonun sunulduğunu görürüz. Ardından da, media profesyonelleri ne denli "sorumlu" bir sosyal görev yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatarak övünürler. Gerçekte, egemen medianın "sorumlu" profesyonellerinin hiçbiri ne değişim ajanı olarak ürününü biçimlendirmiş ne de değişimi savunmuştur. Böyle birşey yapmaya kalkarsa, "sorumsuz" olarak nitelenir ve ayağı kaydırılır. Profesyonel sorumluluk gerçekte toplum için değil, düzen için var olan sorumluluktur. Amerikan egemen media profesyonelleri, en eleştirici politika konuları üzerinde var olanlar arasında tercihler yaparak eleştiriler getirip "değişim ajanı" rolünü oynadığı iddiasıyla, kasılarak gezer. Değişim ajanı olarak kendini satan media profesyoneli, örneğin sokaklarda yatan üç milyona yakın insanı konu olarak ele aldığında, alışılagelmiş anlatımın ve yaklaşımın ötesine giderek, bu durumu yaratan düzenin temel varsayımlarını, temel prensiplerini soruşturur mu? Soruşturmaz, çünkü kapitalist media profesyonel pratikleri bu tür yaklaşıma engeldir, çünkü pratiğin ideolojisi dikkatleri kurulu düzene değil, bu düzenin çalışması sırasında ortaya çıkan durumlara eğilerek, bu durumları, bu durumları yaratan çerçeve içinde kendi başına incelenmesi gereken bir "araz" olarak görmeyi öğretir. Örneğin Başkan Nixon'un alaşağı edilmesinde, media "sorumlu" bir şekilde davranarak, statükoyu değiştirmek için değil, korumak için, bir hükümetin düşmesinde önemli bir rol oynadı. Ayni media Vietnam savaşına karşı olan kitle gösterilerinde ve özellikle Demokratik Partinin kongresinde kameralarını yönetici sınıfın temsilcileri üzerinden çekip düzeni bozanlara çevirerek "sorumsuzluk" örnekleri gösterdi. Bu da media'da ateşli tartışmalara yol açtı. Bu tecrübelerle "sorumluluğu" daha da iyi öğrendi, ve Amerikan'nın son yıllardaki işgal ve savaşlarında, biraz sızlanmalarına rağmen "çok daha sorumlu' olarak davrandılar. Çoğunlukla savaş trampetini çaldılar. Bazıları da trampetsiz takip etmeyi "sorumlu" olarak gördü. Şimdi (Aralık 1993) medya çok sorumlu davranarak her gün başkan Cleandon'un don'unun clean\temiz olmadığı ve kaçamak seks yaptığını gündemde tutuyor. Yani, kapitalist medya profesyonelleri, öncelikleri tepetaklak ederek görevlerini gereğince yapıyor ve böylece, sorumluluklarından bir gıdım bile ayrılmıyorlar. Klinton'un kaçamak seks konusu, kocasının şeyini kesen kadın olayıyla çekiciliğini kaybedip rafa kaldırıldı.
Profesyonel ideoloji ve pratiklerde egemen anlayış biçimleri iletişim politikalarında yansır. Bu politikaların yürütücüsü, koruyucusu, sürdürücüsü, destekleyicisi sadece iletişim örgütleri değil aynı zamanda devlettir. Devlet derken, sakın bunu devletin, daha doğrusu hükümetin kitle iletişimini kendi borazanı olarak kullandığı durumları anlamayın. Bu "hükümetin borazanlığı" konusu dünyanın demokrasi oyunu oynayan ülkelerinin çoğunda, kalkmış durumdadır. Bu "borazanlıkla" yapılan siyasi propaganda, ideolojik hegemonya ile yapılanın ve yaratılanın yanında devede kulak bile değildir. Yani, TRT'nin hükümetin sözcüsü olarak kullanılması veya onu desteklemesi, kitle iletişimi sorununda siyasal iletişimin bir parçasıdır, hem de karşı tepkiler yaratan ve geri tepen kısa dönemli bir girişimdir. Devlet ile hükümet arasındaki farkı lütfen anlayalım. Hükümet devlet değildir, devletin bir organıdır. Hükümetler devlet politikasını çizer gibi görünürler, fakat gerçekte, hangi hükümet olursa olsun (takunyalılar veya Fransa'nın sosyalistleri) devletin, yani egemen güçlerin siyasal organının, ideolojik çerçevesini asla parçalayamazlar. Ellerine verilen kalemle ellerine verilen kağıda bu çerçeve içinde politika çizimi yaparlar. Dünya Bankasının olurunu almadan kalkınma planı bile yapamazlar. Bu çerçeveyi parçalamaları devrim demektir. Bunu da hükümetler (İtalyan veya Fransız Komünist partisi hükümet bile olsa) yapamaz, hükümetlerin işi bu değildir. Devletin politikası da egemen güçlerin günlük işlerini rahatça yapabilmeleri için, hükümet dahil, çeşitli organlar tarafından yürütülür. Bu organlardan biri de kamu servisi biçiminde şekillendirilmiş kamu örgütü olan Radyo ve televizyondur. Ticari televizyonlar ve radyolar egemen sınıf içindeki özel kesimlerin çıkarlarını ön plana alır ve savunur. Amacı kendini oluşturan ve besleyen bu çıkar çevresine servis vermektir. Kamu kurumları ise, özel çıkarlara değil genel çıkarlara yönelik bir yayın politikası izleyerek kendini ticari örgütlerden ayırır. Bu da genellikle, kendini, özerklik savı altında, egemen ticari devlet politikasına karşıtlık olarak kor. Bu ülkelerde özerklik bu şekilde kullanılmayı amaçlarken, meşruluğu geniş kitleler tarafından benimsenmiş sistemlerde (Fransa, ingiltere gibi), özerklik ticari sistemin ve siyasi partilerin özel çıkarları yerine, o kültürün geliştirdiği tarafsızlık anlayışı çerçevesinde mümkün olduğu kadar herkese hizmet etme olarak tanımlanır. Bu "herkes" de halk\kamu olarak saptanır. Kitle iletişim araçlarının hükümetler tarafından direk veya dolaylı olarak siyasal amaçlarla kullanımı, bu araçların yaydığı kültür imperyalizmi hizmeti yanında pek az bir öneme sahiptir. Bütün günlük yayınlarda, sadece haberde beş veya on dakikalık siyasal propagandanın izleyiciler üzerindeki "izleyiciyi kendi siyasal düşüncelerinden caydırma" olasılığı sıfırdır. Bu tür iletiler izleyiciyi "yapmaz," sadece bu fikri destekleyenlerin "aferimleriyle" ve aynı fikirde olmayanlarında küfürleriyle neticelenir. Bazen bu neticeler, eğer kışkırtmaysa, kitle\grup hareketlerine yol açabilir. Öte yandan, en masum ve sinsi filmlerde, Walt Disneyde, Alaaddin'de ve televizyon programlarında bilerek veya bilinçsizce iletilen iletiler kişileri "yoğurur, yapar, biçimlendirir," ve biçimlendirilmişlere de yeni destekler verir. Kısaca, kişiye bütün bir dünya görüşü ve anlayışı, iyi ve kötü olan davranış kalıpları getirir. Kitle iletişim araçları bugünün insanını, bu insanın umutlarını ve hayallerini biçimlendirmede en başta gelen ideolojik eğitim organıdır. Türkiye gibi ülkelerde, bu yeni araçlar kapitalist düşünüye yardım araçlarıdır. Yeni kapitalist hayallerle dolu tüketici adamı\kadını yapan okul dışındaki okuldur. Bugünün kitle iletişimcileri bu okuldan yetişen kişilerdir. Bu kişiler hayat boyu aldıklarını profesyonel pratiktekilerle zorluk çekmeden uyumlu bir şekilde kaynaştırırlar. Kendi dünya görüşleri ile iletişim örgütünün politikası arasında önemli bir uyumsuzluk ve çatışma çıkmaz. Kitle iletişim ideolojisinin varsayımları iletişimin evrensel ilkeleri olur. Bu varsayımların, ilkelerin önde gelenlerine özlüce bir göz atalım:
TARAFSIZLIK VE NESNELLİK
Burjuva egemen iletişim kültüründe ve profesyonel ideolojisinde, tarafsızlık demek iletişim örgütlerinin (örneğin TRT'nin) hükümetten\devletten ayırmak demektir. Devlet medya işine karışmayacak, engeller koymayacak, aksine işini kolaylaştıracak. Bu yolla tarafsızlığın elde edileceği savunulur. Dikkat edersek konuya bu tür yaklaşımda, taraflılığın, subjektifliğin ve kötünün kaynağı iletişim örgütü ve pratikleri olmuyor, devlet\hükümet oluyor. Güzel saptırmaca değil mi? Bu saptırmacanın biçimlendirdiği bilinç, iletişimin örgütlenmesini devlet sektörü içinde görünce, hemencecik "kötü" olarak nitelemeye yönelir. Bu bilinç ticari ideolojinin kendi çıkarının bilincidir. Bu bilinci savunanlar da, kendiyle ticari bilinç arasından hayali bir ilişki kurmuş olan bir bilinç değilse, kendi çıkarları doğrultusunda bu savunuya girişir. Bu tür tarafsızlık iddiası tabi belli bir ölçüye kadar geçerlidir. Örneğin Radyonun Demokrat Partinin iletişim organı olması böyle bir ayırım olsaydı, yaşanmayabilirdi. Fakat bu tür ayırım tarafsızlığın asla garantisi olamaz. Çünkü tarafsızlık-taraflılık olayı devletten gelen ve örgüte empoze edilen "tehlike" değildir. Olay örgütün biçimlendiği ideolojik ortamda yaşanandır. New York Times, News Day, New york Post gazeteleri, CBS, NBC, ABC televizyonları özgürdürler, devletin hiçbir kontrolu altında değildirler, ve haber sunuşlarındaki tarafsızlık da ideolojik çerçevenin tanımladığı bir tarafsızlıktır. Bu çerçeveyi değiştir, bak bakalım tarafsızlık görünümünden eser kalıyor mu. Gerçi haberleri ve sunuşları, egemen profesyonel sunuş standartları biçimine uymaları nedeniyle, tek taraflılık adice sırıtmaz, fakat tarafsız değillerdir. Gazetelerin kimi destekledikleri daha açıkça sunuşları ve üzerinde durdukları konulara bakınca anlaşılabilir. Çoğu kez kimi desteklediklerini de açıkça ifade ederler. Örneğin New York times gibi gazetelerin Reagan ve Cumhuriyetcileri destekleme yerine, olumsuz ve eleştirici bir yaklaşımla sunuş yaptıklarını görürüz. Demokratlara ve liberallere karşı sempati ve olumlu bir şekilde yaklaşır ve desteklerler.
Devlet ile iletişim örgütleri arasındaki çelişkili-ayrılık konusu, üçüncü dünya ülkelerinde ateşli tartışmalara neden olan bir konudur, çünkü bu ülkelerin çoğunda özellikle radyo ve tv örgütleri devletin bir parçasıdır. Devlet bürokrasinin bir parçası olarak, tarafsızlık veya nesnellik sağlamak olanağı ancak "özerklik" gibi yasal mekanizmalarla kurulmaya çalışılır. Bu mekaniksel çare büyük ölçüde çalışmaz, çünkü, konu sadece hükümetin direk kontrolu ve iletişim örgütünün bu kontroldan kaçışı mücadelesi içinde sınırlı değildir. Hükümet istemese bile, eğer haberci olarak ben hükümet taraftarıysam, haberimi bu şekilde, hükümetten bağımsız olarak, hazırlar ve hükümeti desteklerim. Buna karşı çare de yeni mekaniksel çözümler ve standartlaşmış kapitalist profesyonel pratiklerdir. Gerçekte bu mekaniksel uygulamalar nesnelliği getirmeden çok, taraflılıkta ideolojik egemenliği meşrulaştırır. Özelllikle uluslararası iletişim düzeninin etkenliğinin artması ve bu ülkelerdeki profesyonellerin kapitalist profesyonalizmi benimsemelerinin yaygınlaşmasının bir neticesi olarak, bu tür "tarafsızlık ve nesnellik" belli bir ölçüye kadar günlük iletişim üretimi ve meslek pratiğinde sağlanmaktadır. Örneğin bugün haber ajansı profesyonelliği (bazı istisnalar dışında) birçok ülkede bu seviyeye ulaşmıştır. Radyo profesyonelliği önemli değişikliklere uğramaktadır. Haber ve informasyon örgütü olmaktan çok, müzik ve reklam aracı haline dönüşmektedir. Bu dönüşüm içinde sunulanlarda "tarafsızlık" veya nesnellik" yerine, pazar gereksinmelerinin hakimiyeti sözkonusudur. Televizyon ise, büyük ölçüde eğlence ve pazarlama aracı durumuna getirilmiştir. Bu durumda da, tarafsızlık ve objektiflik ikinci planda kalan bir konu olur, çünkü televizyonun egemen ideolojisi kendini hergün tarafsız ve nesnel olarak ilan eder, ve karşıt görüşleri de geçersiz, önemsiz, sapık, gerici veya komünist olarak niteler. Hatta, profesyonellikte daha da geliştiklerinde, en iyi politikaları karşıt görüşleri hiçe saymak, yok gibi görmemezlikten gelmek, bazen de onların saçmalığıyla alay etmek gibi yöntemler kullanılır.
Egemen profesyonellik iletişimde belli şekilde paketlenmiş pratikler ve anlayış setidir. Bu pratiklerin ve anlayış setlerinin Amerikan ve Avrupa kapitalizminin dışındaki ülkelerdeki şartlara uygunluğu tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Profesyonel ideolojillerin transferi teknoloji transferiyle yan yana gider, ve sorun imperyalizm ve bağımlılık sorunudur.
BASIN (İLETİŞİM) ÖZGÜRLÜĞÜ
Kapitalist toplumda ticari iletişim kendini "ticari" olarak çağırmaz. Sihri bozulur. Üzerindeki demokrasi ve özgürlüğün temsilciliğini yaptığı büyülü örtü düşer. Çıplak kalır, ayıp olur. Onun yerine "özgür, özel, ve bağımsız" gibi çekici kavramlar kullanır. Basın (iletişim) özgürlüğü yaygarası yapılır. Devleşmiş iletişim firmaları, kendilerinin devlet içinde devlet ve monopoli\oligopoli olduklarını gizleyip, bu göz boyamaya kendilerini devlet ve monopoli kontroluyla karşılaştırarak yüceltirler. Monopolistler kendilerinin monopolist olduklarının söylenmesinden hoşlanmazlar. [4]
Basın özgür olmalı mıdır? Güzel soru değil mi? bu soruyu soranların çirkin bulup sormadığı ilk soruyu soralım: Medya ve Basın kim, ne yapıyor ve ne için ve kimin için yapıyor, ve neden ve kimden özgür olacak? Bu çirkin soruyu sormaya egemen medya gerek duymaz, çünkü medyanın egemen ideolojisi kendini "kamu özgürlüklerini koruyan ve geliştiren melek" olarak ilan etmiştir zaten. Kime karşı? Devlete karşı. Devlet kim ve kimin? Devlet medya ve basının da dahil olduğu egemen güçlerin çıkarlarının örgütlenmiş siyasal bir ifadesidir. Peki, medyayı kontrol edenlerin devletle alıp veremedikleri ne? Bu konu Adam Smith'ciler ve "ufak güzeldir" yaygarasıyla ilkel kapitalizmi savunanlardan, devletlerin işlerine karışmasına dayanamayan dev monopolistlere kadar hemen herkesin tartıştığı ve çözümleyemediği bir konudur. Gerçekte, devlet ve medya ilişkisi sorunu kapitalist demokrasinin ömür boyu pişmiş aş gibi sürekli sofraya getireceği bir konudur. Çünkü olumlu fayda sağlamaktadır. Bu sorun sürekli olarak çözümlenmekte ve yeniden çözümlenmektedir. Çevir gazı yanmasın, izleyici Hamdullah uyanmasın!. Bu da kapitalist egemenliğin kaçınılmaz bir gerçeğidir. Sorun artık 17-19'uncu yüzyıllardaki kapitalistlerin feodal devletlerle mücadelesinde, devletlerin basını kontrol etme konusundan çıkmıştır. Kapitalizm feodal devletin tepelemiş ve kendi devletini çoktan kurmuştur. Peki o halde, neden aynı teraneler (basın özgürlüğü ve devletin iletişimi kontrol etmeden pis elini çekmesi tartışmaları) devam ediyor? Çünkü iki önemli amaca hizmet ettiğinden: Birincisi, ideolojik meşruluk ve demokratik çoğulculuk ve özgürlük mavallarının yutturulmasıdır. İkincisi, basın özgürlüğü yaygarası, kapitalist sınıf içindeki ekonomik faaliyetlerin ve çatışan özel çıkarların günlük pratikteki bir görünümüdür. Yani, basın özgürlüğü, tarihsel bakımdan kapitalistlerin siyasal egemenliği ellerinde tutan eski düzene karşı mücadelede kullandıkları ve elde etmeye çalıştıkları bir güçtü. Bugün, basın özgürlüğü, kapitalist medya imperyalistleriyle bu imperyalistlerin çıkarlarına karşı olan güçler arasındaki ekonomik rekabetin bir ifadesidir.
Basının "herşeyden önce özgürlüğün demokratik bir aracı" olduğu iddiası çok doğrudur. Basın olmasa yandık valla. Ne özgürlük kalır, ne birşey! Böyle bir iddia öne sürüldüğünde, ilk sorulacak sorular kimin özgürlüğü, kimin basını, kimin demokrasisi? Asla, kesinlikle asla, herkesin veya çoğunluğun değildir. Kapitalist demokrasi oyununda, basın özgürlüğü sadece basına sahip olanlara garanti edilmiştir. [5] Bu özgürlük kapitalist mülkiyet haklarını koruma özgürlüğüdür. Bu özgürlük medya üretim araçlarının sahiplerinin çıkarları yönünde görev yapar. Medya özgürlüğü bu çıkarların engelsiz elde edilmesini sağlama özgürlüğüdür. Medya faaliyetlerinin genel kamu çıkarı yönünde düzenlendiğine inananlar için, basın özgürlüğü demokrasinin kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak görünür. Burda, hemen akla gelen soru, yukarda söylediğim gibi: Kimin demokrasisi? Burjuva demokrasisinin genel kamu çıkarları için düzenlendiğine inanan hindiler için, demokrasi olayı, içinde yaşadıkları fakat bir türlü anlayamadıkları sihirli bir deve kuşu olur.
Kapitalist feodalizme karşı "basın özgürlüğü" sloganını da kullanarak savaş verirken, bu savaşı kendi için verdi, kendi basını, kendi özgürlüğü için... Kapitalist düzende enfermasyon ticari maldır. Ticari mal olarak görünmediği zaman da ticari düzen için alt-yapıyı hazırlayan veya destekleyen öğedir. Basın bu oluşum şekliyle iletişim sermayesi için "özgürlüğün demokratik aracı" rolünü oynar. Avrupa'da 1970'lerin ikinci yarısından sonra, Avrupadaki bütün kamu iletişim organlarının ve düzeninin tek tek boğazlanması "demokratik çoğulculuk ve iletişim özgürlüğü" sloganı altında yapıldı. Evvelden Fransa, Almanya, Ingiltere ve İtalya'daki iletişim düzenleri demokratik değil miydi? Tekelciydi! Amerika'da nasıl, peki? Tekelci değil mi? Çoğulcu mu? Konu gerçekte tekelcilik ve demokrasi uyutmasından öte, uluslararası ticaret düzenine kolaylık sağlayan yapıları oluşturmaktır. Bu yapılardan en önemlisi de milli\kamu iletişim düzenleridir. Bu düzenlerin milli ve milletlerarası ticari çıkarların geliştirilmesinde kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Bu hizmeti kamu iletişim örgütleri de yapar. Büyük bir sorun değil. O halde neden kamu iletişim sistemleri boğazlandı ve Türkiye'de boğazlanmakta? Özellikle, iletişimin kendisi ticaret olarak korkunç derecede gelir sağlayan bir alan da ondan. Düşün, Koç Time Warner ile işbirliği yaparak, TRT kanal 3'ün üstüne otursa, ne olur? Daha çok zengin olur. O zaman ne olur? Sefillik daha da artar ve demokrasi ve özgürlük daha da çok gerçekleşir. Konu Avrupanın ve dünyanın Amerikanlaştırılmasıdır. bu yolda da, Avrupa ve dünya ülkelerindeki "milli burjuvazi" ve işbirliğine giren her türlü sermaye, Amerikanlaşmaya yardım ederek, kendilerine düşen payı almaktalar.
Basın özgürlüğü, özgürlüğün gerçek anlamıyla, ne Amerika'da ne de Avrupada kalmıştır. Basının gerçekte en özgür olduğu zamanlar en çok baskılar altında kıvrandığı zamanlardı. O zamanlar geçti. Basın tamamiyle ticari sistemin reklamla desteği altına girdi. Bu da dünün fikir gazetelerinin ve fikir çatışmalarının ortadan kalkmasına yol açtı. Alternatif görüşlerin yayınları ticari sistemden beş kuruşluk reklam alamadığı için zorunlu olarak abonelerine ve parti veya sendika desteğine bağlandılar. Bu da büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı. Günlük fikir gazeteleri, haftalığa, sonra aylığa dönüştü ve sonunda da yok oldu. Yaşayanlarsa, büyük fedakarlıklarla üretilip dağıtılmaktadır. Cumhuriyet gibi bir gazetenin düştüğü durum Türkiye'den bir örnektir. Fikir basını ve çatışmaları (a) Penthouse, Screw, Play Boy, Kadınca, Kadın, Kadınlık, Özgür Kadın, Lezbiyan Yaşam, Eşcilsel Dünya ile (b) köhnemiş, fanatik ve radical düşünüler arasında olmaya başladı artık. Fikir gazetelerini ortadan kaldıran bir düzenin basın özgürlüğü, çoğulculuk ve demokrasi iddiası, ticari ideolojinin kendi diktatörlüğünü olduğundan farklı bir kılıfta satmasından başka birşey değildir.
Bu denli kontrolu bile yetersiz bulan katı-tutucular, Amerika'da basın özgürlüğü pratiklerini liberalizmin "solculuğu" olarak nitelemektedirler: Liberal medya, taraflıdır, "antenler sola dönüktür." Bu liberal "taraflılık" liberallerin medyadan tekmelenmesiyle ortadan kaldırılabilir. Medya "kontrol" edilmelidir. Kim bu tutucular? Farklı çıkarların farklı ifadeleri, demokrasinin demokratik çoğulculuğunun temsilcileri...
Basın özgürlüğü, kapitalist ideoloji için, devlet kontrolundan serbestliktir. Bu ideolojinin savunucuları bürokratik sınırlamaların ortadan kalkmasını isterler (sanki devlet bürokrasisi kapitalist düzen dışında kapitalist düzeni engelleyiciymiş gibi).
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Basın özgürlüğü ifade özgürlüğünün özel bir şeklidir. Genel anlamda ifade özgürlüğü, düşüncelerin ifadesinin sınırlanmamasıdır. Kimin düşüncelerinin ve kime karşı? Bu özgürlüğün sınırlanması Amerikan tarihinde sosyalistlere ve sendikacılara karşı bol bol kullanılmıştır: Bu insanlar fikir suçları nedeniyle hapse atılmışlardır. Buna gerekçe olarak da "hazır ve var olan tehlike" ölçeğini getirmişlerdir. Yani, eğer fikrin ifadesi "o an bir tehlike taşıyorsa," bu ifade suç olarak ilan edildi. Fikirleri grevlerle ve düzene karşı konuşmalarla ifade etme de "o an tehlikeli olduğu" için, suç olarak nitelendi ve bu ifadeler hapsedildi.
Yasasal olarak tanınan ifade özgürlüğü modern iletişim düzenlerinde özel bir anlama sahiptir: Bugünün dünyasında, bu özgürlük bir kişinin kendi başına üstesinden geleceği ve kullanabileceği bir özelliğe sahip değildir. Bu özgürlüğü ancak belli finans, teknik ve insan kaynaklarına sahip olanlar kullanabilir. İfade özgürlüğü "varlıkla (zenginlikle)" orantılıdır. Diğer bir deyimle, ifade özgürlüğü değerli bir mülkiyettir, ve ancak gücü yetenler buna sahip olabilir ve kullanabilir. İfade özgürlüğünün herkes için olduğunu savunanlar, boş lafı ve varlıksızların varlıklıların yaşamı ve politikası üzerinde konuşarak ve tartışarak birbirlerini yemesini, ifade özgürlüğüyle karıştırmaktadırlar. Yani gevezelik, dedikodu, kahvede ve misafirlikte siyaset tartışması sadece Abdülhamid devrinin ifade özgürlüğünün göstergesi olabilir. Eczacıbaşı'nın kimya endüstrisinin çevrenin ve insan sağlığının içine etmediği hakkındaki ifadesi ile benim bu konudaki şikayetim arasında dağlar kadar fark vardır: Benim özgür ifademle çevrenin içine edenlerin pratiklerini değiştirmeleri yönünde etkim sıfırdır. Çünkü benim özgür ifademin kimya endüstrisinin politikasına hiçbir etkisi yoktur. Öte yandan, içtikleri suyun zehirlendiğini söyleyen ve bunun hemen durdurulmasını isteyen ve bunu kollektif bir şekilde gösteriyle ifade eden ve bu ifadesini azimle sürdüren, gösteriler yapan, bu zehirlemeye sebep olan firmanın kapısının önünde kamp kuran kasabalılar er geç politika değişimine etken olurlar. Amerika'da AIDS'li hastaları soyan firmalara karşı yapılan azimli gösteriler, çevreyi zehirleyen ve insanları hastalıklarla öldüren (pesticide ve herbicide) böcek ve bitki öldürme ilaçlarına karşı yapılan sürekli örgütlü karşıtlığın ve uzun yıllar verilen savaşın neticesi olarak yakında Amerika'da tarımda bu tür mücadele ve yiyeceklere bu tür zehirlerin katılması tamamiyle durdurulacak. İşte bu, epey sınırlı olsa da, ifade özgürlüğü mücadelesine bir örnektir. Bu mücadeleci örneklerin yanında, egemen ifade özgürlüğunün egemen pratiği Amerika'da şöyle biçilenmiştir ve günlük pratiklerde şu ana özellikleri gösterir: Anayasayla tanınan ifade özgürlüğü hem özel hem de kamu sektörlerinde büyük oranda engellenmekte ve kısıtlanmaktadır. Fikirlerin ifadesi güçlü örgütler tarafından kirlanmış\çalıştırılan yüksek ücretli profesyonellerin egemenliği altındadır. Bunların başında da kitle iletişimi profesyonelleri ve bu profesyonellerin fikirlerine başvurdukları, sahneye çıkardıkları, görüşlerini aldıkları, bilgi ve informasyon için başvurdukları diğer profesyonellerdir. Egemen ifade özgürlüğü pratiklerinde bu profesyoneller önce devletin meşruluğunu desteklerler, ardından özel mülkiyeti ve özel\tüzel kişileri koruma gelir. ifade özgürlüğü bu devlete ve özel mulkiyet sistemine karşı kullanılamaz, kullanılmaz. Kollektif guruplara, özellikle ekonomik güçten yoksun olan guruplara karşı bol bol kullanılır. ifade özgürlüğü özel teşebbüsün gücünün ve güç uygulamasının bir diğer biçimidir. Kollektif gücün ifadesi özel çıkarların egemenliği altında eritilir, bastırılır. tutucu ve liberal entellektüellerin ileri sürdükleri "rekabetçi fikirler pazarı" olduğu iddiası tabansızdır, çünkü böyle bir özgür fikir pazarının çalışabilmesi\olabilmesi için ifade özgürlüğünü gerçekleştiren araçların monopolist\oligopolist ekonomik yapısının ortadan kalkması zorunludur. Diğer bir deyimle, rekabetçi fikirler pazarı mavalını savunanlar bu pazarın kapitalist dev firmalar tarafından kontrol edilen ekonomik yapısını görmemezlikten gelmektedirler.
iletişimin demokratikleştirilmesi ancak toplumun kendisinin demokratikleştirilmesiyle sağlanabilir.
Türkiye'de geçen yaz (1993) bir müzik festivalinde, Amerikan pop sanatkarı Roberta Flack sahnede Ingilizce olarak bir sabun firmasının reklamını yaptı. Ünlü bir sanatçının sahnede bu tür reklamcılığı belki bazı kişileri bu sabunu kullanmaya sevkedebilir, fakat benim miğdemi bulandırdı. İfade özgürlüğü bu tür ifadelerde ticaret olur ve endüstrilerin çıkarını sağlamaya yardım eder. Geçen yıl, televizyon bir kadın-siyasi lideri bir sürü kişi arasında yürüyor gösterdi. Gözüme çuvaldız gibi batan şey, kadının elinde taşıdığı ve kasıtlı ve bilinçli olarak gözlerimizin önüne serdiği kocaman kağıt torbaydı. Torbanın yüzünde de, iyice hatırlamıyorum, fakat ya Marlboro ya da Levy's yazılıydı. Lider kadın düpedüz uluslararası bir firmanın reklamını yapıyordu. Farkında değilmi? Hem de nasıl farkında: Torbayı tutuş şekli bunu bilinçli olarak yaptığını açıkça gösteriyordu. Bu reklamı da fiyaka satmak için yapacak kadar enayi olduğunu da hiç sanmıyorum: Danışıklı dövüş!. İfade özgürlüğü işte! "Kim, kime, neyi, kimin için, nasıl ve neden?" diye sorup, cevapları, uzağa gitmeye gerek yok, çevremizde günlük olanlara bakarak namusluca verdiğimizde, ifade özgürlüğünün kimin ve neyin özgürlüğü olduğunu, kimin çıkarı için ve kimlere karşı kullanıldığını anlamakta güçlük çekmeyiz.
SORUMLULUK
Sorumluluk kavramının belli ideolojik çerçeveler içinde nasıl sunulduğu üzerinde çeşitli nedenlerle birkaç kez evvelce durduk. Burjuva iletişim tartışmasında "sorumluluk" kavramı pek sık duyulmaz. Duyulduğu zamanlar çoğunlukla medyanın "sorumsuzlukla" eleştirildiği zamanlardır. Bu eleştiriler de eğer sağdan geliyorsa kitle iletişimi araçlarının sorumsuzca liberal ideolojik çıkarlara hizmet ettiği ve iletişim örgütlerini solcuların doldurduğu iddia edilir. Liberaller kitle iletişimi sorumluluğu üzerinde dururken büyük çoğunlukla iletişimin içeriğinin cinayet, vahşet ve şiddetle dolu olduğu ve buna çare olarak iletişimde vahşete yer verilmemesi ve iletişimin sosyal konuları ele alırken daha duygulu olması istenir. Egemen iletişim profesyonelleri ve onların entellektüel destekleyicileri de halkın arzusuna karşı gelemeyeceklerini ve sansür koymayacaklarını savunurlar ve çare olarak da, filmlerin kimin seyretmesine uygun olmadığı hakkında değerlendirilmesi, programların basına aileleri "bu programda\filmde vahşet var, ona göre çocuklarınızın seyrini ayarlayın" gibi ikaz eden çözumlerle gelirler.
Amerikan ideolojisinin en etken yanlarından biri de, dikkatleri ve tartışmaları yanlış yöne çekmek ve yönlendirmektir: Sorumluluk dahil, bütün iletişim tartışmalarında özne iletişim aracıdır. Amerika'da kitle iletişiminde eleştiri yapıldığında, hiçbir zaman kitle iletişim politikasını yapanlar ve yürütenlerden bahsedilmez, onun yerine herşey ARACA yüklenir. Sorumlu da sorumsuz da araçtır. İletişimde binlerce kitap yazılmış ve araştırma yapılmıştır. Bunların hemen hepsi ARAÇ üzerinde durur. Bu nedenle, sırası gelmişken belirteyim: Herhangi bir nedenle herhangibir şey için sorumlu TELEVİZYON aracı veya Gazete değildir. Amerika'da cinayetlerin yaygınlaşmasını araca, yani silaha, ve televizyonun kötü etkilerine yüklenmesi gibi... Araç sadece amaçlara ulaşmak için kullanılan bir alettir. Neticeden araç değil, neticeyi amaçlayan sorumludur. Kitle iletişim profesyonellerine karşı bir eleştiri yöneltildiği zamanlar da, "kendilerinin katı profesyonel ahlak ve değerler düzeyinde iş yaptıklarını ve sorumluluklarından asla sapmadıklarını" savunurlar. Gerçekte, bu savunmayla doğruyu dile getirirler. Çünkü egemen iletişim sisteminde sorumluluk, bu sistemi besleyen elin çıkarlarına hürmet ve hizmet" sorumluluğudur. Bunu yerine getirdikçe sorumlu davranırsın.
Özgürlük sorumluluk kavramıyla birlikte gelir: Özgürlük sorumluluk olmadan var olamaz. Burda akla gelen soru: Kime veya neye (karşı) sorumluluk? Medya örgütleri kendi ideolojileri çerçevesinde belli profesyonel sorumluluk anlayışını desteklerler. Medyada sorumluluk kendini profesyonelin amacı olarak belirler. Eğer profesyonelin paketlediği informasyon, (program, ürün) ticari bir karakter taşıyorsa, bu durumda, ticari mantık medya profesyonelliğinin amacının yerini alır. Amaç kime ve neye sorumlu olunduğunu gösterir.
İLETİŞİM VE KAYNAK SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ
İfade özgürlüğünün kullanımı ve etkenliği gücün ifadesidir. Bu ifade özgürlüğü ilişkisinde, informasyon kaynaklarına ve informasyona sahiplik egemenliğin kimde olduğunu saptar. Burda, ifade özgürlüğüyle ilgili bir diğer soru ortaya çıkar: Informasyonu elde etme özgürlüğüne sahip misin? Yasal olarak birçok ülkede sahipsin. Egemen dünya iletişim düzeni dünyada informasyon bolluğu, fazlalığından yakınmaktadır. Bu yakınmaya göre, durum biraz kötü, çünkü informasyon bolluğu yüzünden kişiler bombardıman altında aldıkları informasyonu ne yapacaklarını bilmeme durumuna düşmektedirler. Evet, informasyon alma özgürlüğüne sahipsin, fakat kimin informasyonunu ve hangi informasyonu? Amerikan medya tüccarları ve reklamcıları tarafından çekici bir şekilde paketlenip sunulan informasyonu...
Kapitalist çıkarların biçimlendirdiği kitle iletişiminin egemen olduğu bir dünyada, sen seçmezsin. Sen seçmek için seçilirsin: İleri teknolojinin incelikle üretip sunduğu kabalıkları tüketen bir tüketiciden başkası olamazsın. Bu endüstri sana sürekli ne olduğunu ve ne olman gerektiğini söyler ve olman gerektiğini olabilmek için sana sürekli tüketmeni tembihler. Sen de tüketerek, kendini kendinden başka birisi sanır ve öyle satmak için de tüketim endüstrisinin kölesi olmaya hayatın boyu devam edersin. Herkes gibi ölürsün. Endüstriler "bizi hayatın boyu besledin, teşekkür ederiz" diye mezarına 10 bin liralık bir çiçek bile göndermezler. Vay kalleşler!
Egemen medya ideolojisi "bedava elde-etme," yani, örneğin, televizyonda bir sürü kanalı bedavadan seyretme olanağı, sloganıyla da gelir. Bu Amerika'da yaygındır ve özellikle kablo televizyonun yaygınlaşmasıyla metropollerde azınlık sermaye için önemli bir anlam kazanmaya başladı. Kablo televizyonlar hemen her milli azınlık sermaye tarafından kullanılmaktadır. Kablo televizyonu pazarı zorlama ve pazarda ihtisaslaşma örneğidir. Alışveriş kanalları (HSN-2,), finans kanalları (FNN ve CNBC), film kanalları (HBO, MAX,SHO,TMC,AMC,TNT,USA), sport kanalları (SCA,SPCH ), art ve eğlence kanalları (A&E,Lifetime, TBS), okulların eğitim kanalları (CUNY), bilim kanalları (DSC), aile kanalları (FAM), karton\çizgi filmi kanalları (TOON), müzik kanalları (MTV, VH-1, Nashville Network), haber (CNN), moda kanalları, din kanalları, adliye\mahkeme kanalları, Eşcinsel-Tv kanalı gibi... Gelişme işte. Ben şu an, New York'ta odamda kompütürün başında oturmuş hem yazarken hem de televizyona bakıyorum. Ayda ödediğim 28 dolar karşılığı yüze yakın televizyon istasyonunu seyretmek elimin altında... Uzaktan kumanda ile istediğim kanalı seçebilirim. Bu elde etme özgürlüğüm bedava değil, kelepir bir fiata, yüz kadar kanala seyredebilme özgürlüğüm var. Ben "aktif izleyiciyim." Uzaktan kumanda sayesinde kumanda oturduğum yerde benim elimde. Bu yüz kanal arasında benim özgürlüğüm, benim saptamadığım "verilenler" arasından seçim özgürlüğümdür. Ama aç gözlüsün sen de İrfan, ne istiyorsun, beş yüz kanal mı? Bunları yazarken aynı zamanda, yüz kadar kanal arasında seyredecek ne buldum dersiniz: Clint Eastwood'un "Hang'em High" kovboy filmi. Eh, hastalık işte, kovboy filimleri kuşağının hastalığı! Yüze yakın kanal!. Yüze yakın seçenek mi? Bu da, gerçekte bana egemen güçlerin kaynakları ve kararları dışında alternatif kaynakları sunmaz, sağlamaz. Ben bana verilenin kurbanıyım, ve benim özgürlüğüm kurbanlık koyunun özgürlüğüdür. Bundan tek kurtuluş, kendim kendi çabamla uğraşarak alternatif informasyon kaynakları bulmaya çalışmamda yatar. Bu da genellikle büyük engellerle dolu bir çabadır.
Kapitalist ideolojiye göre, örneğin, izleyici tek değil birçok media arasında seçim olanağına sahiptir, birçok media profesyonelleri birçok kaynakları kullanarak birçok iletişimi bize birçok biçimde birçok yolla iletirler. Birbirini destekleyen bir biçimde profesyonelleşmiş iş gören binlerce kaynağa sahip olabilirsin. Bu, dengeli, tarafsız ve nesnel bir temel üzerinde iş yapıyorsun anlamına gelmez.
Profesyonellerin kişisel ve örgütsel "çoğulcu farklılığa" sahip olduğunu ele alalım: Bu farklılık ne kadar fark atar: Bir maçta on gol atabilir mi dersiniz? On gol atmak, deredeki bazı balıkların bazen yalvan suda küçük taşların üzerine çıkıp güneşlenmesine benzer. Bu bazıları bile kafasını sudan çıkaramaz. Hayat memat meselesi! Bir başka örnek verelim: Her gazetenin kendine özgü editorial politikası vardır. Cumhuriyet, Tercüman, New York Times, New York Post gazeteleri kendi sahiplerinin veya yönetici kadrolarının saptadığı genel bir politikaya uyarlar. Basın oyunu bu politikanın izin verdiği sınırlar içinde oynanır. Profesyonel de bu politikaya kendini uydurmak zorundadır. Uymazsa, kibarca veya kabaca uydurulur. Profesyonelin önünde üç temel seçenek vardır: Politikaya uymak, uyumsuzluk nedeniyle terketmek, ve politikayı değiştirmek. Sonuncu seçenek düzen değişikliği, dolayısıyla güç gerektirdiği için, profesyonel için var olmayan bir seçenektir. New York Times ve Cumhuriyet gibi modern-burjuvasinin liberal-elit basını daha "demokratik" eğilimlidir. Kapitalist ideolojinin "ileri görüşlü ve entellektüel kesimini" temsil ederler. Buralarda çalışan profesyoneller bu basının izin verici politikasından faydalanma olanağına sahiptirler. Bu basın hükümet politikalarını, CIA ve FBI gibi örgütleri, El Salvador gibi ülkelerdeki Amerikan danışmanlarının rollerini eleştirirler. Bunu, insanlık için değil, insanlık düzeni olarak gördükleri düzenin çıkarlarına iyi hizmet etmediği görüşüyle yaparlar. İstedikleri düzen değişikliği değil, kendilerinin uygulanmasını arzuladığı politikanın daha verimli ve doğru olduğudur. Bu basın, ideolojinin ve politikanın haddinden fazla militaristik, baskıcı ve katı olmasının yanlış olduğunu, bunun yerine esnekliğin (ve aynı zamanda daha yüksek seviyedeki siyasal hipokrasinin) gerekliliğini savunur. Kısaca profesyonel tartışma düzen tartışması değil, politika tartışmasıdır.
DEMOKRATİKLEŞTİRME
Televizyon bize baleyi getirdi. Allah razı olsun. Baleye gidebiliyor muydu işçi ve memur sınıfı? Gidemiyordu. Kitle iletişimi bize konserleri, klasik müziği, değerli sanatcıları ve sanatı getirdi. Eskiden sadece aristokratlara açık olan kapıları herkese açtı. Sadece seçkinlerin aldığı haberleri ve kaliteli-eğlenceyi şimdi herkes alıyor (nah, alıyor). Siyasal partilerin kampanyalarını binlerce kilometre uzaktaki insanların televizyon evine getirdi. Böylece, siyasal katılmanın ve karar verme sürecinin dar çerçevesini ortadan kaldırdı. Kısaca, televizyon aristokrat ve burjuva olan herşeyi geniş kitlelere sunarak sadece iletişimde değil, ayni zamanda kültür ve siyasette de demokratikleşmeyi getirdi. Modern iletişim böylece demokrasinin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan en modern demokratik araç oldu. Çok merak ediyorum, insanlar bu mavalları nasıl yutuyorlar? Nasıl yutuyoruz? Liberal-Burjuva ve hatta gerici entellektüeller televizyonun üstün kültürü halkın ayağına getirerek kültürü demokratlaştırmadığını, aksine bayağılaştırdığını, ticaret maddesi yaparak orospulaştırdığını söyleyip yakınmaktalar. Benzer şeyi ayrı bir açıdan Frankfurt Okulunun kültür eleştiricileri de söylemektedir. Herkesin bu kültür ürünlerini elde etme olanağına sahip olması, herkesin siyasetcilerin çatal dillerini televizyonda dinleme şansını elde etmesi, herkesin finans ve ekonomi informasyonunu dinlemek için sadece bir kanal çevirmesi gerekmesi, ne iletişimin, ne politikanın ve ne de kültürün demokratikleştirilmesi anlamına gelir. Demokratikleşme karar vermeye katılma olmadıktan sonra sadece ideolojik bir aldatmaca içinde anlam kazanan bir varsayımdır, yani, üçkaatçılıktır. Egemen güçlerin bana sundukları ve kendi çıkarlarını temsil eden, siyasi, ekonomik veya kültürel temsilciler arasından seçim yapmanın herkese sağlanmasının demokratikleşmeyle yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur. Kölelere efendilerini seçme hakkının verilmesi kölelik düzenini ortadan kaldırmaz. Bu ancak köleler arasında köleliklerini perçinleyen bir demokratikleşme anlamına gelebilir. Bugün ücretli\maaşlı kölelerin efendilerini seçtiği gibi... Benim şimdi sayısız kanallar arasından birini seçtiğim gibi... Bu sadece kitle tüketiminin demokratikleştirilmesidir, yani "parayı veren düdüğü çalar" diye istediğin herşeyin var olduğunu söyleyip, bunu demokratikleşme olarak sunmadır. Dur bir dakka, sözümü geri aldım: Tüketim demokratikleştirmesi bile değildir, çünkü tüketimin demokratikleştirilmesi için, pazarda herşeyin olması yeterli değildir. Tüketicilerin bu herşeyi elde edebilecek olanaklara sahip olması gerekir. Çok daha önemli olarak, tüketiciler tüketeceklerinin üretiminde karar verici bir pozisyonda değillerse, bu üretim ilişkileri demokratikleşme olarak nitelenemez. Hele teknolojinin yayılması ve yaygınlaşması, herkesin evinde televizyonu olması ve uydulardan falan programlar izlemesini teknolojik devrimle gelen demokratikleşme olarak sunmak, ki böyle iddialarla dolu kitaplar ve araştırmalar sürüyledir, eğer kasıtlı yapılmıyorsa, entellektüel körlüktür. Demokrasiyi ne sanıyor ki bunlar? Eh, Yunan kölelik düzenini demokrasinin beşiği sananlar (veya öyle sunanlar), elbette ninnilere devam ederler. Uyuyan var mı? Var ki söyleniyor. İyi uykular mı diyelim?
[1]. Bak: Golding
[2]. Bak: Garneau
[3]. Bak: Altheide
[4]. Bak: Williams; Curran
[5]. Bak: Parenti.
irfan erdogan
İLETİŞİM PROFESONELLİĞİ, PROFESYONEL PRATİKLER VE PROFESYONEL İDEOLOJİLER [1]
Çin sözü: Eğer aç bir adama balık verirsen, açlığını bir defalık giderir; Eğer nasıl balık tutacağını öğretirsen, hayatı boyu yiyeceğe sahip olur. Adamlar geri ülkelere hem balık diye, örneğin Televizyonu veriyorlar, hem de nasıl balık tutulacağını (profesyonelliği) öğretiyorlar, gene de gerideler, açlar, sefiller, perişanlar. Neden? Çünkü balık diye verilen gerçekte oltanın ucu ve ucundakidir. Balıkların hepsine başkaları konmuş, kalan hamsilere bile göz dikmişler de ondan. Tek çaren mücadele. Yoksa hamsinin kuyruğunu bile koklatmazlar.
Bir Amerikan hakiminin kararı: Washington Post gazetesinin 13 reporter ve editörü profesyoneldir, bu nedenle kendi kårları için fazla mesai parası almaya hakları yoktur. [2] Ne bu? Profesyonellik! Ne de? Hem hakimlikte hem de iletişimde... Ama profesyonel gazeteci elli saat çalışmış? Cevaplar aşağıda...
Profesyonellikle başlayalım: Örgütsel transfer sadece örgütün takliti veya kopyesi girişimlerini içermez. örgütsel pratik biçimleri ve bu pratiklerin varsayımlarını beraberinde getirir. Böylece sadece belli bir teknolojik biçim benimsenmekle kalmaz, o teknolojik biçimin dünya görüşü de benimsenerek, alternatiflerin ayağı kaydırılır.
Media profesyonalizmi teknolojik araç ve ürün transferine paralel olarak ithal edilmiş bir ideolojidir. Kültürel bağımlılığın bir parçasıdır.
Uluslararası iletişim ilişkilerinde, teknolojinin yapısı ve örgütlenme biçimi yanında, bu teknolojiyi kullanan örgütün günlük pratiğindeki değerler sisteminin özellikleri imperyalizmin başarısı ve sürekliliğinde önemli rol oynar. İletişim örgütlerinde "uygun" profesyonel iş görme kaideleri ve meslek ahlakı, ve neyin "uygun" ve neyin "uygunsuz" olduğu hakkındaki tutumlar ve ideolojik varsayımlar, örgütün çalışma biçimini ve ideolojik profesyonel kültürünü belirler. Burda, genel Amerikan ideolojisinin ve medyayı içeren özel ideolojik değer yargılarının egemenliğinin dünyaya yayıldığını görürüz. Bu profesyonel ideoloji (meslek ahlakı dahil) televizyon haberciliğinde ve ajans haberciliğinde oldukça yaygındır. Basında ise, kapitalist ülkelerin dışında, bu standartlaştırılmış ideolojik kalıp "ideal ilkeler" olarak kazanılmaya çalışılmaktadır: Haberlerde ve haber toplamada ve yazmada idealleştirilmiş "nesnellik" biçimi, belli görevler için belli teknik kaidelerin iş görme şeklinin uygulanması, "iyi," "doğru," "dengeli," "tarafsız," "özgür," "çoğulculuk," "kaynağın güvenirliliği," "gazetecilikte dürüstlük," "özgürlüklerin savunuculuğu," "gerçekleri olduğu gibi yansıtma," gibi ideolojik ilkeler yoluyla global bir sistemin egemen varlığının sürdürülmesine yardımcı olunur.
Profesyonellik kitleleri pazar ideolojisine ve alışkanlıklarına hazırlamak ve biçimlendirmek ve bu biçimde tutup tüketime sevmetmek için geliştirilmiş paketleme, sunma, kısaca satıcılıkta tecrübe kazanmadır. Geri bırakılmış ülkelerde, fikir basınının dışında, bu satıcılık profesyonalizminin seviyesi hemen hemen tezgahtarlıktır. Bu da, televizyonda egemen bir biçimdir: Programlar zaten Amerika'dan, Meksika'dan, Brazilya'dan ve Avrupa'dan hazırlanmış paketlenmiş olarak gelir. Tezgahtarın yapacağı tek şey bunları raflayıp, sıralayıp tezgahlamaktır. Eğlence ve oyun program biçimleri kalıplaşmıştır, üretimi standartlaşmıştır. Bizim tezgahtar-profesyonelin yapacağı bunları seyredip aynı kalıplar içinde taklit ve kopye çıkarmaktır. Bu taklit ve kopyeciliğin çerçevelediği pratik ve ideolojik alan içinde yaratıcılığın ırzına geçilir.
Profesyonelleşme sadece bir teknolojiyi kullanmada (örneğin kamerayı çalıştırmada, haberi hazırlamada, makyajda, dizgide, mizanpajda) becerinin geliştirilmesi değildir. Profesyonalizm beceri ve tecrübenin uygulamasında, belli değerlerin benimsenmesi ve günlük pratiği bu değerlerin çerçevesi içine uyacak bir şekilde yapmaktır. Bu çerçeve kendini ideolojik pratik olarak değil, meslek ahlakı olarak sunar.
Profesyonelleşme egemen global medya amaç ve pratikleri kültürüne entegrasyon sürecidir. Bu entegrasyon birbirine bağlı yapısal mekanizmaların çalışmasıyla oluşur ve süreklilik sağlar. Bu mekanizmaları da şu şekilde özetleyebiliriz: (a) Teknolojinin yapısının empoze ettiği zorunlu kullanım biçimleri içinde çalışma, (b) Örgütsel yapıların getirdiği örgüt politikası ve iletişim tarzı, (c)softwarelerin kendi yapıları, eğitim, training ve meslek ideolojilerinin yayılması.
Etken bir yol tabi ki egemenin taklidini yapma yönelimi ve bunun pazardaki teşvikidir. Bunun yanında en etken yol, media profesyonelinin profesyonel okuldan başlayarak örgütte çalışması sırasındaki profesyonel yetişmesi, eğitimidir. Media imperyalistleri gerektiğinde seve seve kendi profesyonel ideolojilerini diğer ülkelere satmışlardır. Profesyonel ideoloji örgütün yapısını ve amacını yansıtır. Örgütsel yapı ile meslek ideolojisi arasında birbirini destekleyici bir uyum vardır. Bireysel uyumsuzluk halinde çözüm, bireyin örgütsel yapı ve amacı yansıtan bir meslek anlayışı ve pratiği çinde kendi kendisini ayarlama yolunu tutmasıdır. Bu değişimi kendisi kendinde yapmazsa, o zaman örgütsel çıkarın yönetici kadrosu onun için bu değişimi yapar: İşinden olur.
Profesyonellerin meslek eğitimi en azından üç biçim alır: (1) kapitalist uzmanların "kalkınma çabasındaki" ülkelere giderek, onlara profesyonelliği öğretmesi. (2) Kalkınma çabasındaki profeyonelerin veya öğrencilerin "ileri" ülkelere giderek "teknolojinin kalbinde" dersler ve eğitim alması. (3) kalkınma çabasında olan ülkelerde olan genel ve örgüt içi eğitim.
Neo-koloniciliğin\imperyalizmin en etken özelliklerinden biri de, yardımsever olarak, ta uzaktan kalkıp, yorulmadan, usanmadan, "yardım ettikleri" ülkeye giderek, onlara öğretim ve eğitim vererek, kendi tecrübelerini onlarla paylaşarak, daha da çok yardım ederler. Yeltsinin etrafı şimdi Amerikan özel teşebbüsünün danışmanları ve CIA ajanlarıyla doludur. Amerika Rusya'ya elinden gelen her yardımı yapacağına söz vermektedir. Doğu bloku şimdi Amerikan özel teşebbüslerinin yatırımlarıyla "kalkındırılacak." Latin Amerika'yı, Asyayı ve Afrikayı yüzlerce yıldır "kalkındırdıkları" gibi... Eski doğu blokunun iletişim sistemi Avrupanın ve Amerikanın sermayesinin istediği şekilde biçimlendirilmeye çalışılıyor ve biçimlendiriliyor. Bu ülkelerin kitle iletişimi sistenlerini kurmaları ve geliştirmeleri için yabancı sermaye elinden gelen her şeyi yapıyor. En büyük problem halkın devletin kesesinden yemeye alışık olması ve özel girişimi bilmemesidir, ve tabi kapitalist anlayış ve tecrübeli bir yönetici sınıfın siyasal sahnede egemenlik kurup istikrarlı bir ortam yaratması çok daha iyi olur. Bunu da öğretmek ve sağlamak için yırtınıyor özel sermaye. İyilik işte. Allah başımızdan özel sermayeyi eksik etmesin! Personel eğitimi için Almanlar, Fransızlar, Ingilizler Asya ve Afrika'da "sevdikleri" ülkelere insanlık aşkıyla yardım elini uzatmışlardır. Ingilizler bizim Ankara televizyonu kurulduğunda personel eğitimi için yardım ettiler. Basın Yayın Yüksek Okulu gibi okullar dünyanın birçok yerinde medya konusunda profesyonel yetiştirnek için, özellikle o zamanlar Birleşmiş Milletlerin politikasında egemen olan Amerika'nın planlı kalkınma politikası ihracatının bir parçası olarak, kuruldu. Amerika'da okumuş ve Amerikan öğretim üyeleri dersler verdi. (Özellikle Amerika'da üniversiteler ve entellektüeller düzenin fikir ve ideolojik yaratım ve sunum gücü olarak sistemde yerlerini alırlar. Kitle iletişimi ve reklam endüstrisiyle yakından ilişkileri vardır. Bu alanda pozitivist bilim kapitalizmin ve kapitalistin hizmetindedir. En değerli profesör özel teşebbüsten veya özel teşebbüsle el ele iş yapan devlet organlarından servisiyle para koparabilecek olan profesörlerdir: Profesörün değeri dışardan getirebileceği paraya göre ölçülür. Bugün Amerika'da belli programlar tutulup, diğerleri yok olmaktadır. Bunu saptayan da empiricist metodla kurulan ve saptanan "izleyicilerin istemini tesbit" sistemidir. Bu sistem (Örneğin Nielsen'in uyguladığı sistem), izleyicilerin arzularını yansıtma adı altında, gerçekte, istatistiksel ilmi reklam endüstrisinin emrinde orospulaştırmıştır. İletişim okullarda bu sistemin nasıl işlediği, bazen simulasyon uygulaması ile de, öğretilir. Empiricism endüstrinin elinde değerli bir sermaye olur. Empiricism kapitalist sisteme büyük destek verir. Ne ki bu empiricism? En genel anlamıyla empiricism kapitalist bilimin ölçme metodudur. Bu ölçü ile varsayımlar test edilir ve sonuçta ya desteklenir ya da red edilir. Empirisizmin ölçmeye kadar olan ve ölçme ve ölçmeden sonraki süreçleri kullanılan metodun meşrulaştırılmasıdır. Bu metodla, örneğin sosyal bilimlerde tarih ve gerçekler belli konumlar ve çerçeveler içine yerleştirilerek büyük ölçüde saptırılır. En basit olarak gördüğümüz milli gelir dağılımı istatistikleri bile, bir toplumdaki servetin bölüşümünü haddinden fazla yetersiz ve yanlış olarak yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda milli servet sanki ortada, toplumun yapısal özelliklerinden bağımsız bir şekilde, herkes için hazır bekliyor, ve paylaşma da insanların eğitim seviyesine ve kabiliyetleri gibi özelliklerine göre oluyor gibi bir ifadeyle üretim ilişkileri düzeninin gerçeğini saklar. Bu özelliklerine bakıp empiricisizmi red edip geçersiz saymak da hatalıdır. Empiricisim gerçekte çoğunluğun" veya "egemen bir yönelimin" saptanmasında ve macro incelemeyi tamamlayan micro seviyedeki incelemelerde geçerli bir metod olarak kullanılınca daha da sağlıklı sonuçlar verebilir. Empiricismin "egemen yönelimlere," "normal dağılıma," ve "merkeziliğe" göre meşruluk elde etmesi, maksimum % 5 gibi "yanılma oranı" ile bu meşruluğu geçerli sayması (yani marginallerin, örneğin belli azınlıkların, evsizlerin, gecekonduda yaşayanların, önemsizliği) kapitalist sistemin ideolojisine uygunluğunu gösterir. Diğer bir deyimle, empiricism kapitalist ideolojinin ve işlem tarzının entegral bir parçasıdır. Ortodoks (=tutucu) "Marksistler" empirik metodu sosyal gerçekleri anlama incelemesinde çarpıtıcı, yanıltıcı ve yetersiz olarak niteleyip red ederler. Gerçi empiricizm bir fenomenayı açıklamada kendi başına yetersizdir, fakat bilimsel araştırma çabalarında, qualitative\niteliksel ve makro-yaklaşımlarla birleştirilerek bilgiye yeni boyutlar ekleyecek kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla bir kalemde öyle bir kenara atılamaz. Aynı şekilde, empiricistler de günümüzde, niteliksel analizin (kafa sayımına dayanmayan analizin) bilimsel geçerliliğini kabule başlamışlardır.
Hatta bir ara 1970'lerde, Amerikalılar üçüncü dünya gazetecilerini yetiştirmek için eğitim merkezleri kurulmasını öne sürdüler. O zaman bu fikri Schiller ekonomik neo-imperyalizm olarak nitelemişti.
İletişimde, özellikle televizyon örgütlerinde, bu ülkelerde, üst kademeleri tutanların, karar verenlerin, politikaları saptayanların büyük çoğunluğu dışarda eğitim ve öğretim görmüş kişilerdir. Ne yazık ki bu kişilerin bazılarının eğitim gördükleri ülkelerin istihbarat teşkilatlarıyla bile ilişkisi olabilir. Örneğin birçok ülkede iletişimciler arasında (özellikle haber toplayıcılar) o ülkenin istihbarat teşkilatı ve CİA için çalışırlar. Bu sayı da ülkedeki iç çatışmaların yoğun olduğu zamanlar daha da artar.
Profesyonel meslek ideolojileri teknoloji, örgüt ve eğitim girişimleri gibi gözle görülür ve kolayca anlaşılabilir bir karaktere sahip değildir. Gerçekte, profesyonel değerler iletişim sürecinde ve üretiminde iletişimin genel filozofisini ve "doğru" profesyonel pratiğin ne olduğunu saptarlar, açıklarlar, anlatırlar, ve alternatifleri geçersiz kılarlar. Örneğin, BBC'nin "kamu\halk servisindeki medya" diye profesyonel ideal bir model olarak sunulduğu gibi. Bu modele göre, yayın politikasızdır, izleyicilere incitici olmayan, zararsız bir şekilde verilen faydalı bir servistir. Amerikan ticari modeli ise eğlenceye dayanan ve izleyici çokluğu\çoklaştırma ideolojisiyle hareket eden bir biçimdir.
Meslek öğrenimi ve işlevinde en yaygın egemenlik, iletinin (programların, filmin öyküsünün, haberlerin) üretimindedir. Amerika, İngiltere ve Fransa'nın birikmiş tecrübeleri ve kaynakları üretilen iletilere yüksek derecede görünüm, tekniksel ve sunum inceliği ve çekiciliği verir. İzleyici kitleler bu tür iletilere alıştırılır ve dolayısıyla bu türleri ararlar. Bu da hem kendilerinin hem de kendileri gibi yetişen iç üreticilerin dış pazarın sunduğuyla benzeşmesi girişimine yardım eder. Profesyonellik taklitçilik olur. Bu taklitçilik öyle ileri gider ki (a) bazı durumlarda (örneğin basında ve habercilikte) alternatifleri yanlış olarak algılanan evrensel bir gerçek gibi kabul edilir ve benimsenir. (b) Bazı iletişim biçimlerinde (örneğin televizyonda ve film'de) taklitçilik iletişimcilerin giyimlerine, saç şekilleri ve ses tonlarına, oturuşuna ve kalkışına, ve hatta yabancı bir yıldıza kendini benzetişine kadar ileri gider. Türkiye'deki televizyon sunucuları ve sohbet programlarını yürütenler bu fiziksel, görünümsel ve davranışal taklkitciliğe en güzel bir örnektir. Bu taklitciliği görebilmek için Amerikan eğlence programlarındaki meşhur sunuculara ve kişilere bak, sonra da bizim yerlilere. Bazen akıl almayacak kadar benzetişme görürsün. Örneğin sakalllı, genç, iyi giyimli bir türk sohbet programı yöneticisi sadece giyim ve görünümüyle değil ses tonu ve konuşma şekliyle bile Tv'deki komedi Three's Company'deki John Ritter'in tıpa tıp kopyesi. İç üretimde yapılan milletlerarası yasalara aykırı bir diğer taklitçilik de, tutulan bir filmin öyküsünü alıp onun aynısı bir filim yapmadır. Bunun en son adı bir örneğinin 1992 yazında televizyonda bir türk filminde gördüm. Film "Woman in Red" filminin sadece öyküsünü taklit etmemiş, bu ahlaksızlığın daha da ötesine giderek, filmin çekimlerini kopyelemiş. Filmin kopye olduğunu öyküden çok çekimlerin aynılığından anladım. Bu taklitçilik ve kopyecilikten öte birşeydir: Yabancı bir eseri alıp öyküsünden çekim tarzına kadar herşeyini tıpa tıp yeniden üreterek kendinin orijinal malı gibi pazara sürme ahlaksızlığıdır. Düpedüz hırsızlıktır. Bu da Türkiye gibi ülkelerde (eğitim alanında da) epey yaygındır. Çok küçükken hatırladığım bir söz aklıma geldi: Ağanın boku tatlıdır! Tabi bu tatlılık gerçekte tatlı olmasından değil egemenlik ilişkilerinin getirdiği gerçekler ve düşlerden dolayıdır. Aganın kahyasının sürekli yemesi ve tatlıdır demesinin de büyük etkisi olmalı...
Egemen iletişim düzeninde işi en iyi yapan, en meşhur profesyonel kişi taklitciliği ve kopyeciliği en iyi şekilde becerendir.
Bugün egemen dünya iletişim düzeninde stil, içerik ve biçimde global bir uniformity\birbirine benzerlik görürüz. Egemen profesyonalizm kendi standartlarını dünyanın her köşesine yayarak kendi imajında kendi standartlarını evrenselleştirmiştir. Standartlaşmış kapitalist profesyonel ideoloji ve pratiklerinin neticesi olarak tüketiciler (izleyiciler) bu ideolojinin ve standartların sunduğu biçimlere alıştırılmışlardır. Bu da uluslararası imperyalizme pazarı desteklenmekte, teşvik etmekte ve güvenliğini sağlamakta ana rolü oynamaktadır.
Şunu kesinlikle aklımızdan çıkarmayalım: Kitle iletişimi profesyonelizmi iletişimi üretmekte kullanılan araçları üreten teknolojiyi öğreten bir profesyonalizm asla değildir. Teknolojiye sahipliği ve teknolojiyi biçimlendirmeye etkisi olabilecek bir öğrenimle hiçbir alakası yoktur. Eğer bu öğrenim varsa, bu da "montaj ve parça" mühendisliğinden öte gidemez. Geri bırakılmış ülkelerin çocukları endüstri mühendisliği okur. . Hatta Amerika ve Avrupa'ya gidip endüstri mühendisliği dalında yüksek diploma alırlar. Türkiye'ye dönerlerse halleri dumandır. Çünkü dünyadaki endüstriyel yapının Türkiye gibi ülkelerdeki pratiği en fazla F-16 ve araba "sahte-üretimidir." Bu gençler ya işsiz kalırlar ya da bir fabrikada bürokrat olarak çalışırlar. Eğer şanslıysalar ve iyi ilişkileri varsa, "sahte-yerli üretim" yapan firmalarda "başkaları tarafından biçimlendirilmiş teknolojinin uygulanmasında" gözcülük yaparlar. Gerçekte bu gençlerin işi araştırma ve geliştirme olamalıdır ki, bu da, egemen teknolojilerin çıkarına karşıdır ve bu ülkelerde yoktur. Eğer varsa, egemen pazarın çıkar hesapları çerçevesinde, o pazara bağlı olarak çalışır. Düşün, iletişim teknolojisi mühendisisin ve Amerika'dan diploman var. Gelmişin Türkiye'ye. Yapabileceğin tek iş transfer edilmiş iletişim teknolojisi araçlarının bakımcılığıdır. Profesyonel fonksiyon böylece, egemen güçlerin geliştirdiği ve sunduğunu "tutmaya," onun "bakımına," planlandığı şekilde "işlemesini" "gözlemeye" indirgenir.
Amerikan liberal entellektüelleri media profesyonalizmine ve ideolojisine karşı yönetilen eleştirileri kendi araştırma ve bulgularıyla karşılık verirler. Bu karşı-eleştiriye özlüce bir göz atalım:
a. Medya profesyonellerinin egemen ideolojiye yeknesak bir şekilde sosyalize olmadıkları, dolayısıyla egemenlik\hegemony toerisinin bu bakımdan da geçersizliği verilerle savunulur. Bu savunmada, Altheide ve benzerleri gerçekte hegemony teorisinin demek istediğini anlamamazlıktan geliyor: [3] Media profesyonelleri sadece meslekleri içinde değil ta küçük yaştan beri egemen ideolojinin varsayımlarıyla biçimlendirilir ve yetiştirilir. Egemen ideoloji zaten kendi içinde tümüyle tutarlı öğelere sahip değildir. Hatta birbiriyle çelişki içinde olan ögeler bile var olabilir. Egemen ideolojinin çocuklarının da tornadan çıkmış gibi birbirinin aynı olduğunu iddia etmek gülünçtür. Hegemony teorisinin ileri sürdüğü, bu profesyonellerin günlük pratiklerinin egemen karakterinin kapitalist düzeni destekleyici ve kapitalist ideolojiyi yüceltici karakterde olduğunu belirtir. Kapitalist pratiğin profesyoneller için geliştirdiği mekaniksel profesyonel iş-görme sürece göre çalışmanın kendisi, profesyonel o ideolojiye tam veya yarım bir şekilde sosyalize olsun veya olmasın farketmez, egemen bir ideolojinin biçimlendirdiği bir ürün ortaya çıkarmasına yol açar. Bazı profesyoneller tutucu değerler yerine liberal değerleri destekleyebilirler. Tutucu veya liberal, insancıl veya Darwinci, kapitalist toplumdaki bu değerler egemen değerler düzenini bu düzeni destekleyici parçalarıdır. Aralarındaki çatışma düzen değişimi çatışması değil, kendi değerlerinin düzenin verimli ve düzgün çalışması içine en faydalı ve etken değerler olduğu iddiası çatışmasıdır. Eğer kapitalist düzende uniformity eksikliği varsa, bu kapitalist sınıfın kendi içinde çeşitli değerler, frameworks, politikalar, praktical sorunlar ve konulara yaklaşım biçimlerinde fikir birliği olmadığındandır. Konservatif ve liberal gazeteciler aile ve çevre eğitiminden başlayarak toplumun egemen çerçevesi içinde "kabul edilebilir" değerlere sosyalize edilmişlerdir. Bir basın örgütünde çalışmaya başladıklarında da, basına hakim olan günlük pratikler düzeni silsilesi içinde kendilerini, isteseler de istemeseler de, düzenin arzuladığı yaklaşım biçimine uydurmak zorundadırlar. Burda, tam yeri gelmişken, Türkiye kapitalist mi, yarı feodal mı diye veya benzeri tartışmalarla birbirine düşen bazı sol "düşünceye" gerçekten örnekle ders verelim: Amerika kapitalist ülke. Bunda herhalde kimsenin şüphesi yoktur. New York, imperyalizmin kalbi olan şehir. Bu kalbin tam ortası olan Manhattan'da uluslararası firmaların ofislerinin olduğu caddeden yürüyorsun, ve karşında "fal bakarız, geleceğinizi okuruz" diye yazılı levhalar. Falcılık ve hürafe, din ve dindersi kapitalist üretim ilişkilerinin silip süpürüp çöpe attığı köhnemiş geçmişin üretim ilişkilerinin ifadesidir. Peki o halde, Amerikanın New York'undan, Kaliforniyasına kadar geçmişin kalıntıları ne arıyor? Bunlar Amerikan ideolojisinin bir parçası değil mi? Bu ideolojiye karşıt olarak mı işliyorlar? Örgütlü dinin tuttuğu iletişim ve üretim ilişki anlayışı kapitalist ideolojiye uymaz. O halde ilk ve orta çağların kalıntısının işi ne Amerikada? Cevap: Siyasal dogmatik saçmalığı bırakıp, ideolojinin ve üst-yapının ne olduğunu anlamaya çalışalım: Kapitalist sistem ve onun ideolojisi toplumda egemen olandır ve onun yanında, egemenliği altında, onun egemen varsayımlarıyla bulandırılmış, yeniden-şekillenmiş bir sürü eski kalıntılar yaşar. Bunlar kapitalist sistemin dışında değil, kapitalist sistemin ve ideolojinin parçası olmuşlardır. Bu ideolojik yapıya sendikacılık anlayışı da dahildir. Bütün bunlar kapitalist sisteme ve ideolojisine çoğulcu ve demokratik bir hava verir. Kısaca, Önemli olan Türkiye'deki üretim ilişki ve biçiminin feodal mı, yarı-feodal mı, kapitalist mi, yumurta mı yoksa tavuk mu olduğu değil, örneğin, egemen güçlerin egemen karakterleri ve bu karakterlerin tanımladığı ve meşrulaştırdığı ekonomik sistem ve sistemin günlük pratiğidir.
b. Kapitalist iletişimciler, "Kitle iletişimi profesyonellerinin günlük standart iş (profesyonel rutin) egemen statükoyu destekleme ve sürdürme yönünde şekillendirilir ve çalışır" görüşünün de geçerli olmadığını, çünkü "profesyonel rutin'lerin" birçok durumlarda "değişim ajanlığı" yaptığını ileri sürerler. Benim cevabım: "Eğer birçok durumda, değişim ajanlığı yapsalardı, egemen pratikleri "değişim ajanlığı pratiği biçiminde oluşurdu. Gerçekte, bazı gazeteciler bazen alışılagelmişin dışında statükoyu destekleme yönünde" üretim yapmamaktadır. Bunun da anlamı, bu gazetecilerin bazen "herzamankinin ve alışılagelmişin" dışına çıktığını gösterir. Bu "bazı" zamanlar, yönetici sınıfın belli bir konuda keskin bir şekilde birbiriyle politika çatışmasına, anlaşmazlığına düştüğü zamanlardır. Bu politika anlaşmazlığı, anlaşmazlıktaki tarafları tutan media'da da kendini yansıtır. Örneğin Vietnam savaşında olduğu gibi, şu son zamanda Somali'de olduğu gibi. Yönetici sınıf içindeki çıkar politikası rekabetinin keskinleştiği bu zamanlarda, bazı media'da normal zamanlarda görülmeyen keskin eleştiriler, sızdırılarak verilen haberler, ve önemli informasyonun sunulduğunu görürüz. Ardından da, media profesyonelleri ne denli "sorumlu" bir sosyal görev yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatarak övünürler. Gerçekte, egemen medianın "sorumlu" profesyonellerinin hiçbiri ne değişim ajanı olarak ürününü biçimlendirmiş ne de değişimi savunmuştur. Böyle birşey yapmaya kalkarsa, "sorumsuz" olarak nitelenir ve ayağı kaydırılır. Profesyonel sorumluluk gerçekte toplum için değil, düzen için var olan sorumluluktur. Amerikan egemen media profesyonelleri, en eleştirici politika konuları üzerinde var olanlar arasında tercihler yaparak eleştiriler getirip "değişim ajanı" rolünü oynadığı iddiasıyla, kasılarak gezer. Değişim ajanı olarak kendini satan media profesyoneli, örneğin sokaklarda yatan üç milyona yakın insanı konu olarak ele aldığında, alışılagelmiş anlatımın ve yaklaşımın ötesine giderek, bu durumu yaratan düzenin temel varsayımlarını, temel prensiplerini soruşturur mu? Soruşturmaz, çünkü kapitalist media profesyonel pratikleri bu tür yaklaşıma engeldir, çünkü pratiğin ideolojisi dikkatleri kurulu düzene değil, bu düzenin çalışması sırasında ortaya çıkan durumlara eğilerek, bu durumları, bu durumları yaratan çerçeve içinde kendi başına incelenmesi gereken bir "araz" olarak görmeyi öğretir. Örneğin Başkan Nixon'un alaşağı edilmesinde, media "sorumlu" bir şekilde davranarak, statükoyu değiştirmek için değil, korumak için, bir hükümetin düşmesinde önemli bir rol oynadı. Ayni media Vietnam savaşına karşı olan kitle gösterilerinde ve özellikle Demokratik Partinin kongresinde kameralarını yönetici sınıfın temsilcileri üzerinden çekip düzeni bozanlara çevirerek "sorumsuzluk" örnekleri gösterdi. Bu da media'da ateşli tartışmalara yol açtı. Bu tecrübelerle "sorumluluğu" daha da iyi öğrendi, ve Amerikan'nın son yıllardaki işgal ve savaşlarında, biraz sızlanmalarına rağmen "çok daha sorumlu' olarak davrandılar. Çoğunlukla savaş trampetini çaldılar. Bazıları da trampetsiz takip etmeyi "sorumlu" olarak gördü. Şimdi (Aralık 1993) medya çok sorumlu davranarak her gün başkan Cleandon'un don'unun clean\temiz olmadığı ve kaçamak seks yaptığını gündemde tutuyor. Yani, kapitalist medya profesyonelleri, öncelikleri tepetaklak ederek görevlerini gereğince yapıyor ve böylece, sorumluluklarından bir gıdım bile ayrılmıyorlar. Klinton'un kaçamak seks konusu, kocasının şeyini kesen kadın olayıyla çekiciliğini kaybedip rafa kaldırıldı.
Profesyonel ideoloji ve pratiklerde egemen anlayış biçimleri iletişim politikalarında yansır. Bu politikaların yürütücüsü, koruyucusu, sürdürücüsü, destekleyicisi sadece iletişim örgütleri değil aynı zamanda devlettir. Devlet derken, sakın bunu devletin, daha doğrusu hükümetin kitle iletişimini kendi borazanı olarak kullandığı durumları anlamayın. Bu "hükümetin borazanlığı" konusu dünyanın demokrasi oyunu oynayan ülkelerinin çoğunda, kalkmış durumdadır. Bu "borazanlıkla" yapılan siyasi propaganda, ideolojik hegemonya ile yapılanın ve yaratılanın yanında devede kulak bile değildir. Yani, TRT'nin hükümetin sözcüsü olarak kullanılması veya onu desteklemesi, kitle iletişimi sorununda siyasal iletişimin bir parçasıdır, hem de karşı tepkiler yaratan ve geri tepen kısa dönemli bir girişimdir. Devlet ile hükümet arasındaki farkı lütfen anlayalım. Hükümet devlet değildir, devletin bir organıdır. Hükümetler devlet politikasını çizer gibi görünürler, fakat gerçekte, hangi hükümet olursa olsun (takunyalılar veya Fransa'nın sosyalistleri) devletin, yani egemen güçlerin siyasal organının, ideolojik çerçevesini asla parçalayamazlar. Ellerine verilen kalemle ellerine verilen kağıda bu çerçeve içinde politika çizimi yaparlar. Dünya Bankasının olurunu almadan kalkınma planı bile yapamazlar. Bu çerçeveyi parçalamaları devrim demektir. Bunu da hükümetler (İtalyan veya Fransız Komünist partisi hükümet bile olsa) yapamaz, hükümetlerin işi bu değildir. Devletin politikası da egemen güçlerin günlük işlerini rahatça yapabilmeleri için, hükümet dahil, çeşitli organlar tarafından yürütülür. Bu organlardan biri de kamu servisi biçiminde şekillendirilmiş kamu örgütü olan Radyo ve televizyondur. Ticari televizyonlar ve radyolar egemen sınıf içindeki özel kesimlerin çıkarlarını ön plana alır ve savunur. Amacı kendini oluşturan ve besleyen bu çıkar çevresine servis vermektir. Kamu kurumları ise, özel çıkarlara değil genel çıkarlara yönelik bir yayın politikası izleyerek kendini ticari örgütlerden ayırır. Bu da genellikle, kendini, özerklik savı altında, egemen ticari devlet politikasına karşıtlık olarak kor. Bu ülkelerde özerklik bu şekilde kullanılmayı amaçlarken, meşruluğu geniş kitleler tarafından benimsenmiş sistemlerde (Fransa, ingiltere gibi), özerklik ticari sistemin ve siyasi partilerin özel çıkarları yerine, o kültürün geliştirdiği tarafsızlık anlayışı çerçevesinde mümkün olduğu kadar herkese hizmet etme olarak tanımlanır. Bu "herkes" de halk\kamu olarak saptanır. Kitle iletişim araçlarının hükümetler tarafından direk veya dolaylı olarak siyasal amaçlarla kullanımı, bu araçların yaydığı kültür imperyalizmi hizmeti yanında pek az bir öneme sahiptir. Bütün günlük yayınlarda, sadece haberde beş veya on dakikalık siyasal propagandanın izleyiciler üzerindeki "izleyiciyi kendi siyasal düşüncelerinden caydırma" olasılığı sıfırdır. Bu tür iletiler izleyiciyi "yapmaz," sadece bu fikri destekleyenlerin "aferimleriyle" ve aynı fikirde olmayanlarında küfürleriyle neticelenir. Bazen bu neticeler, eğer kışkırtmaysa, kitle\grup hareketlerine yol açabilir. Öte yandan, en masum ve sinsi filmlerde, Walt Disneyde, Alaaddin'de ve televizyon programlarında bilerek veya bilinçsizce iletilen iletiler kişileri "yoğurur, yapar, biçimlendirir," ve biçimlendirilmişlere de yeni destekler verir. Kısaca, kişiye bütün bir dünya görüşü ve anlayışı, iyi ve kötü olan davranış kalıpları getirir. Kitle iletişim araçları bugünün insanını, bu insanın umutlarını ve hayallerini biçimlendirmede en başta gelen ideolojik eğitim organıdır. Türkiye gibi ülkelerde, bu yeni araçlar kapitalist düşünüye yardım araçlarıdır. Yeni kapitalist hayallerle dolu tüketici adamı\kadını yapan okul dışındaki okuldur. Bugünün kitle iletişimcileri bu okuldan yetişen kişilerdir. Bu kişiler hayat boyu aldıklarını profesyonel pratiktekilerle zorluk çekmeden uyumlu bir şekilde kaynaştırırlar. Kendi dünya görüşleri ile iletişim örgütünün politikası arasında önemli bir uyumsuzluk ve çatışma çıkmaz. Kitle iletişim ideolojisinin varsayımları iletişimin evrensel ilkeleri olur. Bu varsayımların, ilkelerin önde gelenlerine özlüce bir göz atalım:
TARAFSIZLIK VE NESNELLİK
Burjuva egemen iletişim kültüründe ve profesyonel ideolojisinde, tarafsızlık demek iletişim örgütlerinin (örneğin TRT'nin) hükümetten\devletten ayırmak demektir. Devlet medya işine karışmayacak, engeller koymayacak, aksine işini kolaylaştıracak. Bu yolla tarafsızlığın elde edileceği savunulur. Dikkat edersek konuya bu tür yaklaşımda, taraflılığın, subjektifliğin ve kötünün kaynağı iletişim örgütü ve pratikleri olmuyor, devlet\hükümet oluyor. Güzel saptırmaca değil mi? Bu saptırmacanın biçimlendirdiği bilinç, iletişimin örgütlenmesini devlet sektörü içinde görünce, hemencecik "kötü" olarak nitelemeye yönelir. Bu bilinç ticari ideolojinin kendi çıkarının bilincidir. Bu bilinci savunanlar da, kendiyle ticari bilinç arasından hayali bir ilişki kurmuş olan bir bilinç değilse, kendi çıkarları doğrultusunda bu savunuya girişir. Bu tür tarafsızlık iddiası tabi belli bir ölçüye kadar geçerlidir. Örneğin Radyonun Demokrat Partinin iletişim organı olması böyle bir ayırım olsaydı, yaşanmayabilirdi. Fakat bu tür ayırım tarafsızlığın asla garantisi olamaz. Çünkü tarafsızlık-taraflılık olayı devletten gelen ve örgüte empoze edilen "tehlike" değildir. Olay örgütün biçimlendiği ideolojik ortamda yaşanandır. New York Times, News Day, New york Post gazeteleri, CBS, NBC, ABC televizyonları özgürdürler, devletin hiçbir kontrolu altında değildirler, ve haber sunuşlarındaki tarafsızlık da ideolojik çerçevenin tanımladığı bir tarafsızlıktır. Bu çerçeveyi değiştir, bak bakalım tarafsızlık görünümünden eser kalıyor mu. Gerçi haberleri ve sunuşları, egemen profesyonel sunuş standartları biçimine uymaları nedeniyle, tek taraflılık adice sırıtmaz, fakat tarafsız değillerdir. Gazetelerin kimi destekledikleri daha açıkça sunuşları ve üzerinde durdukları konulara bakınca anlaşılabilir. Çoğu kez kimi desteklediklerini de açıkça ifade ederler. Örneğin New York times gibi gazetelerin Reagan ve Cumhuriyetcileri destekleme yerine, olumsuz ve eleştirici bir yaklaşımla sunuş yaptıklarını görürüz. Demokratlara ve liberallere karşı sempati ve olumlu bir şekilde yaklaşır ve desteklerler.
Devlet ile iletişim örgütleri arasındaki çelişkili-ayrılık konusu, üçüncü dünya ülkelerinde ateşli tartışmalara neden olan bir konudur, çünkü bu ülkelerin çoğunda özellikle radyo ve tv örgütleri devletin bir parçasıdır. Devlet bürokrasinin bir parçası olarak, tarafsızlık veya nesnellik sağlamak olanağı ancak "özerklik" gibi yasal mekanizmalarla kurulmaya çalışılır. Bu mekaniksel çare büyük ölçüde çalışmaz, çünkü, konu sadece hükümetin direk kontrolu ve iletişim örgütünün bu kontroldan kaçışı mücadelesi içinde sınırlı değildir. Hükümet istemese bile, eğer haberci olarak ben hükümet taraftarıysam, haberimi bu şekilde, hükümetten bağımsız olarak, hazırlar ve hükümeti desteklerim. Buna karşı çare de yeni mekaniksel çözümler ve standartlaşmış kapitalist profesyonel pratiklerdir. Gerçekte bu mekaniksel uygulamalar nesnelliği getirmeden çok, taraflılıkta ideolojik egemenliği meşrulaştırır. Özelllikle uluslararası iletişim düzeninin etkenliğinin artması ve bu ülkelerdeki profesyonellerin kapitalist profesyonalizmi benimsemelerinin yaygınlaşmasının bir neticesi olarak, bu tür "tarafsızlık ve nesnellik" belli bir ölçüye kadar günlük iletişim üretimi ve meslek pratiğinde sağlanmaktadır. Örneğin bugün haber ajansı profesyonelliği (bazı istisnalar dışında) birçok ülkede bu seviyeye ulaşmıştır. Radyo profesyonelliği önemli değişikliklere uğramaktadır. Haber ve informasyon örgütü olmaktan çok, müzik ve reklam aracı haline dönüşmektedir. Bu dönüşüm içinde sunulanlarda "tarafsızlık" veya nesnellik" yerine, pazar gereksinmelerinin hakimiyeti sözkonusudur. Televizyon ise, büyük ölçüde eğlence ve pazarlama aracı durumuna getirilmiştir. Bu durumda da, tarafsızlık ve objektiflik ikinci planda kalan bir konu olur, çünkü televizyonun egemen ideolojisi kendini hergün tarafsız ve nesnel olarak ilan eder, ve karşıt görüşleri de geçersiz, önemsiz, sapık, gerici veya komünist olarak niteler. Hatta, profesyonellikte daha da geliştiklerinde, en iyi politikaları karşıt görüşleri hiçe saymak, yok gibi görmemezlikten gelmek, bazen de onların saçmalığıyla alay etmek gibi yöntemler kullanılır.
Egemen profesyonellik iletişimde belli şekilde paketlenmiş pratikler ve anlayış setidir. Bu pratiklerin ve anlayış setlerinin Amerikan ve Avrupa kapitalizminin dışındaki ülkelerdeki şartlara uygunluğu tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Profesyonel ideolojillerin transferi teknoloji transferiyle yan yana gider, ve sorun imperyalizm ve bağımlılık sorunudur.
BASIN (İLETİŞİM) ÖZGÜRLÜĞÜ
Kapitalist toplumda ticari iletişim kendini "ticari" olarak çağırmaz. Sihri bozulur. Üzerindeki demokrasi ve özgürlüğün temsilciliğini yaptığı büyülü örtü düşer. Çıplak kalır, ayıp olur. Onun yerine "özgür, özel, ve bağımsız" gibi çekici kavramlar kullanır. Basın (iletişim) özgürlüğü yaygarası yapılır. Devleşmiş iletişim firmaları, kendilerinin devlet içinde devlet ve monopoli\oligopoli olduklarını gizleyip, bu göz boyamaya kendilerini devlet ve monopoli kontroluyla karşılaştırarak yüceltirler. Monopolistler kendilerinin monopolist olduklarının söylenmesinden hoşlanmazlar. [4]
Basın özgür olmalı mıdır? Güzel soru değil mi? bu soruyu soranların çirkin bulup sormadığı ilk soruyu soralım: Medya ve Basın kim, ne yapıyor ve ne için ve kimin için yapıyor, ve neden ve kimden özgür olacak? Bu çirkin soruyu sormaya egemen medya gerek duymaz, çünkü medyanın egemen ideolojisi kendini "kamu özgürlüklerini koruyan ve geliştiren melek" olarak ilan etmiştir zaten. Kime karşı? Devlete karşı. Devlet kim ve kimin? Devlet medya ve basının da dahil olduğu egemen güçlerin çıkarlarının örgütlenmiş siyasal bir ifadesidir. Peki, medyayı kontrol edenlerin devletle alıp veremedikleri ne? Bu konu Adam Smith'ciler ve "ufak güzeldir" yaygarasıyla ilkel kapitalizmi savunanlardan, devletlerin işlerine karışmasına dayanamayan dev monopolistlere kadar hemen herkesin tartıştığı ve çözümleyemediği bir konudur. Gerçekte, devlet ve medya ilişkisi sorunu kapitalist demokrasinin ömür boyu pişmiş aş gibi sürekli sofraya getireceği bir konudur. Çünkü olumlu fayda sağlamaktadır. Bu sorun sürekli olarak çözümlenmekte ve yeniden çözümlenmektedir. Çevir gazı yanmasın, izleyici Hamdullah uyanmasın!. Bu da kapitalist egemenliğin kaçınılmaz bir gerçeğidir. Sorun artık 17-19'uncu yüzyıllardaki kapitalistlerin feodal devletlerle mücadelesinde, devletlerin basını kontrol etme konusundan çıkmıştır. Kapitalizm feodal devletin tepelemiş ve kendi devletini çoktan kurmuştur. Peki o halde, neden aynı teraneler (basın özgürlüğü ve devletin iletişimi kontrol etmeden pis elini çekmesi tartışmaları) devam ediyor? Çünkü iki önemli amaca hizmet ettiğinden: Birincisi, ideolojik meşruluk ve demokratik çoğulculuk ve özgürlük mavallarının yutturulmasıdır. İkincisi, basın özgürlüğü yaygarası, kapitalist sınıf içindeki ekonomik faaliyetlerin ve çatışan özel çıkarların günlük pratikteki bir görünümüdür. Yani, basın özgürlüğü, tarihsel bakımdan kapitalistlerin siyasal egemenliği ellerinde tutan eski düzene karşı mücadelede kullandıkları ve elde etmeye çalıştıkları bir güçtü. Bugün, basın özgürlüğü, kapitalist medya imperyalistleriyle bu imperyalistlerin çıkarlarına karşı olan güçler arasındaki ekonomik rekabetin bir ifadesidir.
Basının "herşeyden önce özgürlüğün demokratik bir aracı" olduğu iddiası çok doğrudur. Basın olmasa yandık valla. Ne özgürlük kalır, ne birşey! Böyle bir iddia öne sürüldüğünde, ilk sorulacak sorular kimin özgürlüğü, kimin basını, kimin demokrasisi? Asla, kesinlikle asla, herkesin veya çoğunluğun değildir. Kapitalist demokrasi oyununda, basın özgürlüğü sadece basına sahip olanlara garanti edilmiştir. [5] Bu özgürlük kapitalist mülkiyet haklarını koruma özgürlüğüdür. Bu özgürlük medya üretim araçlarının sahiplerinin çıkarları yönünde görev yapar. Medya özgürlüğü bu çıkarların engelsiz elde edilmesini sağlama özgürlüğüdür. Medya faaliyetlerinin genel kamu çıkarı yönünde düzenlendiğine inananlar için, basın özgürlüğü demokrasinin kaçınılmaz bir zorunluluğu olarak görünür. Burda, hemen akla gelen soru, yukarda söylediğim gibi: Kimin demokrasisi? Burjuva demokrasisinin genel kamu çıkarları için düzenlendiğine inanan hindiler için, demokrasi olayı, içinde yaşadıkları fakat bir türlü anlayamadıkları sihirli bir deve kuşu olur.
Kapitalist feodalizme karşı "basın özgürlüğü" sloganını da kullanarak savaş verirken, bu savaşı kendi için verdi, kendi basını, kendi özgürlüğü için... Kapitalist düzende enfermasyon ticari maldır. Ticari mal olarak görünmediği zaman da ticari düzen için alt-yapıyı hazırlayan veya destekleyen öğedir. Basın bu oluşum şekliyle iletişim sermayesi için "özgürlüğün demokratik aracı" rolünü oynar. Avrupa'da 1970'lerin ikinci yarısından sonra, Avrupadaki bütün kamu iletişim organlarının ve düzeninin tek tek boğazlanması "demokratik çoğulculuk ve iletişim özgürlüğü" sloganı altında yapıldı. Evvelden Fransa, Almanya, Ingiltere ve İtalya'daki iletişim düzenleri demokratik değil miydi? Tekelciydi! Amerika'da nasıl, peki? Tekelci değil mi? Çoğulcu mu? Konu gerçekte tekelcilik ve demokrasi uyutmasından öte, uluslararası ticaret düzenine kolaylık sağlayan yapıları oluşturmaktır. Bu yapılardan en önemlisi de milli\kamu iletişim düzenleridir. Bu düzenlerin milli ve milletlerarası ticari çıkarların geliştirilmesinde kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Bu hizmeti kamu iletişim örgütleri de yapar. Büyük bir sorun değil. O halde neden kamu iletişim sistemleri boğazlandı ve Türkiye'de boğazlanmakta? Özellikle, iletişimin kendisi ticaret olarak korkunç derecede gelir sağlayan bir alan da ondan. Düşün, Koç Time Warner ile işbirliği yaparak, TRT kanal 3'ün üstüne otursa, ne olur? Daha çok zengin olur. O zaman ne olur? Sefillik daha da artar ve demokrasi ve özgürlük daha da çok gerçekleşir. Konu Avrupanın ve dünyanın Amerikanlaştırılmasıdır. bu yolda da, Avrupa ve dünya ülkelerindeki "milli burjuvazi" ve işbirliğine giren her türlü sermaye, Amerikanlaşmaya yardım ederek, kendilerine düşen payı almaktalar.
Basın özgürlüğü, özgürlüğün gerçek anlamıyla, ne Amerika'da ne de Avrupada kalmıştır. Basının gerçekte en özgür olduğu zamanlar en çok baskılar altında kıvrandığı zamanlardı. O zamanlar geçti. Basın tamamiyle ticari sistemin reklamla desteği altına girdi. Bu da dünün fikir gazetelerinin ve fikir çatışmalarının ortadan kalkmasına yol açtı. Alternatif görüşlerin yayınları ticari sistemden beş kuruşluk reklam alamadığı için zorunlu olarak abonelerine ve parti veya sendika desteğine bağlandılar. Bu da büyük ölçüde başarısızlıkla sonuçlandı. Günlük fikir gazeteleri, haftalığa, sonra aylığa dönüştü ve sonunda da yok oldu. Yaşayanlarsa, büyük fedakarlıklarla üretilip dağıtılmaktadır. Cumhuriyet gibi bir gazetenin düştüğü durum Türkiye'den bir örnektir. Fikir basını ve çatışmaları (a) Penthouse, Screw, Play Boy, Kadınca, Kadın, Kadınlık, Özgür Kadın, Lezbiyan Yaşam, Eşcilsel Dünya ile (b) köhnemiş, fanatik ve radical düşünüler arasında olmaya başladı artık. Fikir gazetelerini ortadan kaldıran bir düzenin basın özgürlüğü, çoğulculuk ve demokrasi iddiası, ticari ideolojinin kendi diktatörlüğünü olduğundan farklı bir kılıfta satmasından başka birşey değildir.
Bu denli kontrolu bile yetersiz bulan katı-tutucular, Amerika'da basın özgürlüğü pratiklerini liberalizmin "solculuğu" olarak nitelemektedirler: Liberal medya, taraflıdır, "antenler sola dönüktür." Bu liberal "taraflılık" liberallerin medyadan tekmelenmesiyle ortadan kaldırılabilir. Medya "kontrol" edilmelidir. Kim bu tutucular? Farklı çıkarların farklı ifadeleri, demokrasinin demokratik çoğulculuğunun temsilcileri...
Basın özgürlüğü, kapitalist ideoloji için, devlet kontrolundan serbestliktir. Bu ideolojinin savunucuları bürokratik sınırlamaların ortadan kalkmasını isterler (sanki devlet bürokrasisi kapitalist düzen dışında kapitalist düzeni engelleyiciymiş gibi).
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ
Basın özgürlüğü ifade özgürlüğünün özel bir şeklidir. Genel anlamda ifade özgürlüğü, düşüncelerin ifadesinin sınırlanmamasıdır. Kimin düşüncelerinin ve kime karşı? Bu özgürlüğün sınırlanması Amerikan tarihinde sosyalistlere ve sendikacılara karşı bol bol kullanılmıştır: Bu insanlar fikir suçları nedeniyle hapse atılmışlardır. Buna gerekçe olarak da "hazır ve var olan tehlike" ölçeğini getirmişlerdir. Yani, eğer fikrin ifadesi "o an bir tehlike taşıyorsa," bu ifade suç olarak ilan edildi. Fikirleri grevlerle ve düzene karşı konuşmalarla ifade etme de "o an tehlikeli olduğu" için, suç olarak nitelendi ve bu ifadeler hapsedildi.
Yasasal olarak tanınan ifade özgürlüğü modern iletişim düzenlerinde özel bir anlama sahiptir: Bugünün dünyasında, bu özgürlük bir kişinin kendi başına üstesinden geleceği ve kullanabileceği bir özelliğe sahip değildir. Bu özgürlüğü ancak belli finans, teknik ve insan kaynaklarına sahip olanlar kullanabilir. İfade özgürlüğü "varlıkla (zenginlikle)" orantılıdır. Diğer bir deyimle, ifade özgürlüğü değerli bir mülkiyettir, ve ancak gücü yetenler buna sahip olabilir ve kullanabilir. İfade özgürlüğünün herkes için olduğunu savunanlar, boş lafı ve varlıksızların varlıklıların yaşamı ve politikası üzerinde konuşarak ve tartışarak birbirlerini yemesini, ifade özgürlüğüyle karıştırmaktadırlar. Yani gevezelik, dedikodu, kahvede ve misafirlikte siyaset tartışması sadece Abdülhamid devrinin ifade özgürlüğünün göstergesi olabilir. Eczacıbaşı'nın kimya endüstrisinin çevrenin ve insan sağlığının içine etmediği hakkındaki ifadesi ile benim bu konudaki şikayetim arasında dağlar kadar fark vardır: Benim özgür ifademle çevrenin içine edenlerin pratiklerini değiştirmeleri yönünde etkim sıfırdır. Çünkü benim özgür ifademin kimya endüstrisinin politikasına hiçbir etkisi yoktur. Öte yandan, içtikleri suyun zehirlendiğini söyleyen ve bunun hemen durdurulmasını isteyen ve bunu kollektif bir şekilde gösteriyle ifade eden ve bu ifadesini azimle sürdüren, gösteriler yapan, bu zehirlemeye sebep olan firmanın kapısının önünde kamp kuran kasabalılar er geç politika değişimine etken olurlar. Amerika'da AIDS'li hastaları soyan firmalara karşı yapılan azimli gösteriler, çevreyi zehirleyen ve insanları hastalıklarla öldüren (pesticide ve herbicide) böcek ve bitki öldürme ilaçlarına karşı yapılan sürekli örgütlü karşıtlığın ve uzun yıllar verilen savaşın neticesi olarak yakında Amerika'da tarımda bu tür mücadele ve yiyeceklere bu tür zehirlerin katılması tamamiyle durdurulacak. İşte bu, epey sınırlı olsa da, ifade özgürlüğü mücadelesine bir örnektir. Bu mücadeleci örneklerin yanında, egemen ifade özgürlüğunün egemen pratiği Amerika'da şöyle biçilenmiştir ve günlük pratiklerde şu ana özellikleri gösterir: Anayasayla tanınan ifade özgürlüğü hem özel hem de kamu sektörlerinde büyük oranda engellenmekte ve kısıtlanmaktadır. Fikirlerin ifadesi güçlü örgütler tarafından kirlanmış\çalıştırılan yüksek ücretli profesyonellerin egemenliği altındadır. Bunların başında da kitle iletişimi profesyonelleri ve bu profesyonellerin fikirlerine başvurdukları, sahneye çıkardıkları, görüşlerini aldıkları, bilgi ve informasyon için başvurdukları diğer profesyonellerdir. Egemen ifade özgürlüğü pratiklerinde bu profesyoneller önce devletin meşruluğunu desteklerler, ardından özel mülkiyeti ve özel\tüzel kişileri koruma gelir. ifade özgürlüğü bu devlete ve özel mulkiyet sistemine karşı kullanılamaz, kullanılmaz. Kollektif guruplara, özellikle ekonomik güçten yoksun olan guruplara karşı bol bol kullanılır. ifade özgürlüğü özel teşebbüsün gücünün ve güç uygulamasının bir diğer biçimidir. Kollektif gücün ifadesi özel çıkarların egemenliği altında eritilir, bastırılır. tutucu ve liberal entellektüellerin ileri sürdükleri "rekabetçi fikirler pazarı" olduğu iddiası tabansızdır, çünkü böyle bir özgür fikir pazarının çalışabilmesi\olabilmesi için ifade özgürlüğünü gerçekleştiren araçların monopolist\oligopolist ekonomik yapısının ortadan kalkması zorunludur. Diğer bir deyimle, rekabetçi fikirler pazarı mavalını savunanlar bu pazarın kapitalist dev firmalar tarafından kontrol edilen ekonomik yapısını görmemezlikten gelmektedirler.
iletişimin demokratikleştirilmesi ancak toplumun kendisinin demokratikleştirilmesiyle sağlanabilir.
Türkiye'de geçen yaz (1993) bir müzik festivalinde, Amerikan pop sanatkarı Roberta Flack sahnede Ingilizce olarak bir sabun firmasının reklamını yaptı. Ünlü bir sanatçının sahnede bu tür reklamcılığı belki bazı kişileri bu sabunu kullanmaya sevkedebilir, fakat benim miğdemi bulandırdı. İfade özgürlüğü bu tür ifadelerde ticaret olur ve endüstrilerin çıkarını sağlamaya yardım eder. Geçen yıl, televizyon bir kadın-siyasi lideri bir sürü kişi arasında yürüyor gösterdi. Gözüme çuvaldız gibi batan şey, kadının elinde taşıdığı ve kasıtlı ve bilinçli olarak gözlerimizin önüne serdiği kocaman kağıt torbaydı. Torbanın yüzünde de, iyice hatırlamıyorum, fakat ya Marlboro ya da Levy's yazılıydı. Lider kadın düpedüz uluslararası bir firmanın reklamını yapıyordu. Farkında değilmi? Hem de nasıl farkında: Torbayı tutuş şekli bunu bilinçli olarak yaptığını açıkça gösteriyordu. Bu reklamı da fiyaka satmak için yapacak kadar enayi olduğunu da hiç sanmıyorum: Danışıklı dövüş!. İfade özgürlüğü işte! "Kim, kime, neyi, kimin için, nasıl ve neden?" diye sorup, cevapları, uzağa gitmeye gerek yok, çevremizde günlük olanlara bakarak namusluca verdiğimizde, ifade özgürlüğünün kimin ve neyin özgürlüğü olduğunu, kimin çıkarı için ve kimlere karşı kullanıldığını anlamakta güçlük çekmeyiz.
SORUMLULUK
Sorumluluk kavramının belli ideolojik çerçeveler içinde nasıl sunulduğu üzerinde çeşitli nedenlerle birkaç kez evvelce durduk. Burjuva iletişim tartışmasında "sorumluluk" kavramı pek sık duyulmaz. Duyulduğu zamanlar çoğunlukla medyanın "sorumsuzlukla" eleştirildiği zamanlardır. Bu eleştiriler de eğer sağdan geliyorsa kitle iletişimi araçlarının sorumsuzca liberal ideolojik çıkarlara hizmet ettiği ve iletişim örgütlerini solcuların doldurduğu iddia edilir. Liberaller kitle iletişimi sorumluluğu üzerinde dururken büyük çoğunlukla iletişimin içeriğinin cinayet, vahşet ve şiddetle dolu olduğu ve buna çare olarak iletişimde vahşete yer verilmemesi ve iletişimin sosyal konuları ele alırken daha duygulu olması istenir. Egemen iletişim profesyonelleri ve onların entellektüel destekleyicileri de halkın arzusuna karşı gelemeyeceklerini ve sansür koymayacaklarını savunurlar ve çare olarak da, filmlerin kimin seyretmesine uygun olmadığı hakkında değerlendirilmesi, programların basına aileleri "bu programda\filmde vahşet var, ona göre çocuklarınızın seyrini ayarlayın" gibi ikaz eden çözumlerle gelirler.
Amerikan ideolojisinin en etken yanlarından biri de, dikkatleri ve tartışmaları yanlış yöne çekmek ve yönlendirmektir: Sorumluluk dahil, bütün iletişim tartışmalarında özne iletişim aracıdır. Amerika'da kitle iletişiminde eleştiri yapıldığında, hiçbir zaman kitle iletişim politikasını yapanlar ve yürütenlerden bahsedilmez, onun yerine herşey ARACA yüklenir. Sorumlu da sorumsuz da araçtır. İletişimde binlerce kitap yazılmış ve araştırma yapılmıştır. Bunların hemen hepsi ARAÇ üzerinde durur. Bu nedenle, sırası gelmişken belirteyim: Herhangi bir nedenle herhangibir şey için sorumlu TELEVİZYON aracı veya Gazete değildir. Amerika'da cinayetlerin yaygınlaşmasını araca, yani silaha, ve televizyonun kötü etkilerine yüklenmesi gibi... Araç sadece amaçlara ulaşmak için kullanılan bir alettir. Neticeden araç değil, neticeyi amaçlayan sorumludur. Kitle iletişim profesyonellerine karşı bir eleştiri yöneltildiği zamanlar da, "kendilerinin katı profesyonel ahlak ve değerler düzeyinde iş yaptıklarını ve sorumluluklarından asla sapmadıklarını" savunurlar. Gerçekte, bu savunmayla doğruyu dile getirirler. Çünkü egemen iletişim sisteminde sorumluluk, bu sistemi besleyen elin çıkarlarına hürmet ve hizmet" sorumluluğudur. Bunu yerine getirdikçe sorumlu davranırsın.
Özgürlük sorumluluk kavramıyla birlikte gelir: Özgürlük sorumluluk olmadan var olamaz. Burda akla gelen soru: Kime veya neye (karşı) sorumluluk? Medya örgütleri kendi ideolojileri çerçevesinde belli profesyonel sorumluluk anlayışını desteklerler. Medyada sorumluluk kendini profesyonelin amacı olarak belirler. Eğer profesyonelin paketlediği informasyon, (program, ürün) ticari bir karakter taşıyorsa, bu durumda, ticari mantık medya profesyonelliğinin amacının yerini alır. Amaç kime ve neye sorumlu olunduğunu gösterir.
İLETİŞİM VE KAYNAK SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜ
İfade özgürlüğünün kullanımı ve etkenliği gücün ifadesidir. Bu ifade özgürlüğü ilişkisinde, informasyon kaynaklarına ve informasyona sahiplik egemenliğin kimde olduğunu saptar. Burda, ifade özgürlüğüyle ilgili bir diğer soru ortaya çıkar: Informasyonu elde etme özgürlüğüne sahip misin? Yasal olarak birçok ülkede sahipsin. Egemen dünya iletişim düzeni dünyada informasyon bolluğu, fazlalığından yakınmaktadır. Bu yakınmaya göre, durum biraz kötü, çünkü informasyon bolluğu yüzünden kişiler bombardıman altında aldıkları informasyonu ne yapacaklarını bilmeme durumuna düşmektedirler. Evet, informasyon alma özgürlüğüne sahipsin, fakat kimin informasyonunu ve hangi informasyonu? Amerikan medya tüccarları ve reklamcıları tarafından çekici bir şekilde paketlenip sunulan informasyonu...
Kapitalist çıkarların biçimlendirdiği kitle iletişiminin egemen olduğu bir dünyada, sen seçmezsin. Sen seçmek için seçilirsin: İleri teknolojinin incelikle üretip sunduğu kabalıkları tüketen bir tüketiciden başkası olamazsın. Bu endüstri sana sürekli ne olduğunu ve ne olman gerektiğini söyler ve olman gerektiğini olabilmek için sana sürekli tüketmeni tembihler. Sen de tüketerek, kendini kendinden başka birisi sanır ve öyle satmak için de tüketim endüstrisinin kölesi olmaya hayatın boyu devam edersin. Herkes gibi ölürsün. Endüstriler "bizi hayatın boyu besledin, teşekkür ederiz" diye mezarına 10 bin liralık bir çiçek bile göndermezler. Vay kalleşler!
Egemen medya ideolojisi "bedava elde-etme," yani, örneğin, televizyonda bir sürü kanalı bedavadan seyretme olanağı, sloganıyla da gelir. Bu Amerika'da yaygındır ve özellikle kablo televizyonun yaygınlaşmasıyla metropollerde azınlık sermaye için önemli bir anlam kazanmaya başladı. Kablo televizyonlar hemen her milli azınlık sermaye tarafından kullanılmaktadır. Kablo televizyonu pazarı zorlama ve pazarda ihtisaslaşma örneğidir. Alışveriş kanalları (HSN-2,), finans kanalları (FNN ve CNBC), film kanalları (HBO, MAX,SHO,TMC,AMC,TNT,USA), sport kanalları (SCA,SPCH ), art ve eğlence kanalları (A&E,Lifetime, TBS), okulların eğitim kanalları (CUNY), bilim kanalları (DSC), aile kanalları (FAM), karton\çizgi filmi kanalları (TOON), müzik kanalları (MTV, VH-1, Nashville Network), haber (CNN), moda kanalları, din kanalları, adliye\mahkeme kanalları, Eşcinsel-Tv kanalı gibi... Gelişme işte. Ben şu an, New York'ta odamda kompütürün başında oturmuş hem yazarken hem de televizyona bakıyorum. Ayda ödediğim 28 dolar karşılığı yüze yakın televizyon istasyonunu seyretmek elimin altında... Uzaktan kumanda ile istediğim kanalı seçebilirim. Bu elde etme özgürlüğüm bedava değil, kelepir bir fiata, yüz kadar kanala seyredebilme özgürlüğüm var. Ben "aktif izleyiciyim." Uzaktan kumanda sayesinde kumanda oturduğum yerde benim elimde. Bu yüz kanal arasında benim özgürlüğüm, benim saptamadığım "verilenler" arasından seçim özgürlüğümdür. Ama aç gözlüsün sen de İrfan, ne istiyorsun, beş yüz kanal mı? Bunları yazarken aynı zamanda, yüz kadar kanal arasında seyredecek ne buldum dersiniz: Clint Eastwood'un "Hang'em High" kovboy filmi. Eh, hastalık işte, kovboy filimleri kuşağının hastalığı! Yüze yakın kanal!. Yüze yakın seçenek mi? Bu da, gerçekte bana egemen güçlerin kaynakları ve kararları dışında alternatif kaynakları sunmaz, sağlamaz. Ben bana verilenin kurbanıyım, ve benim özgürlüğüm kurbanlık koyunun özgürlüğüdür. Bundan tek kurtuluş, kendim kendi çabamla uğraşarak alternatif informasyon kaynakları bulmaya çalışmamda yatar. Bu da genellikle büyük engellerle dolu bir çabadır.
Kapitalist ideolojiye göre, örneğin, izleyici tek değil birçok media arasında seçim olanağına sahiptir, birçok media profesyonelleri birçok kaynakları kullanarak birçok iletişimi bize birçok biçimde birçok yolla iletirler. Birbirini destekleyen bir biçimde profesyonelleşmiş iş gören binlerce kaynağa sahip olabilirsin. Bu, dengeli, tarafsız ve nesnel bir temel üzerinde iş yapıyorsun anlamına gelmez.
Profesyonellerin kişisel ve örgütsel "çoğulcu farklılığa" sahip olduğunu ele alalım: Bu farklılık ne kadar fark atar: Bir maçta on gol atabilir mi dersiniz? On gol atmak, deredeki bazı balıkların bazen yalvan suda küçük taşların üzerine çıkıp güneşlenmesine benzer. Bu bazıları bile kafasını sudan çıkaramaz. Hayat memat meselesi! Bir başka örnek verelim: Her gazetenin kendine özgü editorial politikası vardır. Cumhuriyet, Tercüman, New York Times, New York Post gazeteleri kendi sahiplerinin veya yönetici kadrolarının saptadığı genel bir politikaya uyarlar. Basın oyunu bu politikanın izin verdiği sınırlar içinde oynanır. Profesyonel de bu politikaya kendini uydurmak zorundadır. Uymazsa, kibarca veya kabaca uydurulur. Profesyonelin önünde üç temel seçenek vardır: Politikaya uymak, uyumsuzluk nedeniyle terketmek, ve politikayı değiştirmek. Sonuncu seçenek düzen değişikliği, dolayısıyla güç gerektirdiği için, profesyonel için var olmayan bir seçenektir. New York Times ve Cumhuriyet gibi modern-burjuvasinin liberal-elit basını daha "demokratik" eğilimlidir. Kapitalist ideolojinin "ileri görüşlü ve entellektüel kesimini" temsil ederler. Buralarda çalışan profesyoneller bu basının izin verici politikasından faydalanma olanağına sahiptirler. Bu basın hükümet politikalarını, CIA ve FBI gibi örgütleri, El Salvador gibi ülkelerdeki Amerikan danışmanlarının rollerini eleştirirler. Bunu, insanlık için değil, insanlık düzeni olarak gördükleri düzenin çıkarlarına iyi hizmet etmediği görüşüyle yaparlar. İstedikleri düzen değişikliği değil, kendilerinin uygulanmasını arzuladığı politikanın daha verimli ve doğru olduğudur. Bu basın, ideolojinin ve politikanın haddinden fazla militaristik, baskıcı ve katı olmasının yanlış olduğunu, bunun yerine esnekliğin (ve aynı zamanda daha yüksek seviyedeki siyasal hipokrasinin) gerekliliğini savunur. Kısaca profesyonel tartışma düzen tartışması değil, politika tartışmasıdır.
DEMOKRATİKLEŞTİRME
Televizyon bize baleyi getirdi. Allah razı olsun. Baleye gidebiliyor muydu işçi ve memur sınıfı? Gidemiyordu. Kitle iletişimi bize konserleri, klasik müziği, değerli sanatcıları ve sanatı getirdi. Eskiden sadece aristokratlara açık olan kapıları herkese açtı. Sadece seçkinlerin aldığı haberleri ve kaliteli-eğlenceyi şimdi herkes alıyor (nah, alıyor). Siyasal partilerin kampanyalarını binlerce kilometre uzaktaki insanların televizyon evine getirdi. Böylece, siyasal katılmanın ve karar verme sürecinin dar çerçevesini ortadan kaldırdı. Kısaca, televizyon aristokrat ve burjuva olan herşeyi geniş kitlelere sunarak sadece iletişimde değil, ayni zamanda kültür ve siyasette de demokratikleşmeyi getirdi. Modern iletişim böylece demokrasinin geniş kitlelere yayılmasını sağlayan en modern demokratik araç oldu. Çok merak ediyorum, insanlar bu mavalları nasıl yutuyorlar? Nasıl yutuyoruz? Liberal-Burjuva ve hatta gerici entellektüeller televizyonun üstün kültürü halkın ayağına getirerek kültürü demokratlaştırmadığını, aksine bayağılaştırdığını, ticaret maddesi yaparak orospulaştırdığını söyleyip yakınmaktalar. Benzer şeyi ayrı bir açıdan Frankfurt Okulunun kültür eleştiricileri de söylemektedir. Herkesin bu kültür ürünlerini elde etme olanağına sahip olması, herkesin siyasetcilerin çatal dillerini televizyonda dinleme şansını elde etmesi, herkesin finans ve ekonomi informasyonunu dinlemek için sadece bir kanal çevirmesi gerekmesi, ne iletişimin, ne politikanın ve ne de kültürün demokratikleştirilmesi anlamına gelir. Demokratikleşme karar vermeye katılma olmadıktan sonra sadece ideolojik bir aldatmaca içinde anlam kazanan bir varsayımdır, yani, üçkaatçılıktır. Egemen güçlerin bana sundukları ve kendi çıkarlarını temsil eden, siyasi, ekonomik veya kültürel temsilciler arasından seçim yapmanın herkese sağlanmasının demokratikleşmeyle yakından uzaktan hiçbir ilişkisi yoktur. Kölelere efendilerini seçme hakkının verilmesi kölelik düzenini ortadan kaldırmaz. Bu ancak köleler arasında köleliklerini perçinleyen bir demokratikleşme anlamına gelebilir. Bugün ücretli\maaşlı kölelerin efendilerini seçtiği gibi... Benim şimdi sayısız kanallar arasından birini seçtiğim gibi... Bu sadece kitle tüketiminin demokratikleştirilmesidir, yani "parayı veren düdüğü çalar" diye istediğin herşeyin var olduğunu söyleyip, bunu demokratikleşme olarak sunmadır. Dur bir dakka, sözümü geri aldım: Tüketim demokratikleştirmesi bile değildir, çünkü tüketimin demokratikleştirilmesi için, pazarda herşeyin olması yeterli değildir. Tüketicilerin bu herşeyi elde edebilecek olanaklara sahip olması gerekir. Çok daha önemli olarak, tüketiciler tüketeceklerinin üretiminde karar verici bir pozisyonda değillerse, bu üretim ilişkileri demokratikleşme olarak nitelenemez. Hele teknolojinin yayılması ve yaygınlaşması, herkesin evinde televizyonu olması ve uydulardan falan programlar izlemesini teknolojik devrimle gelen demokratikleşme olarak sunmak, ki böyle iddialarla dolu kitaplar ve araştırmalar sürüyledir, eğer kasıtlı yapılmıyorsa, entellektüel körlüktür. Demokrasiyi ne sanıyor ki bunlar? Eh, Yunan kölelik düzenini demokrasinin beşiği sananlar (veya öyle sunanlar), elbette ninnilere devam ederler. Uyuyan var mı? Var ki söyleniyor. İyi uykular mı diyelim?
[1]. Bak: Golding
[2]. Bak: Garneau
[3]. Bak: Altheide
[4]. Bak: Williams; Curran
[5]. Bak: Parenti.