İrfan Erdoğan
18. ve 19. yüzyıllarda, bugünkü ekonomi, siyaset ve sosyoloji gibi sosyal bilim içindeydi. İlk siyasal ekonomistler dar ekonomik alan içinde değil geniş sosyal ve filozofik alanlarda çalıştılar; Ekonomi ile ilgileri, belli bir egemen sınıfın düzeninin etkenliğinin geliştirilmesi değil, insanlığın mutluluğunun artırılmasıydı.. Tabi, insanın mutluluğu da Tanrı ve\veya egemen yapıdan geçerek gerçekleştiği (veya gerçekleşmekte yetersiz kaldığı) için, ekonomi, büyük ölçüde, (a) yansız ve objektif bilim varsayımıyla, (b) kapitalist analiz, (c) kapitalist yapının ve yirminci yüzyıl pozitivizminin bir ürünü olarak gelişti. Bu gelişme sürecinde, ekonomi, pozitivist bilimin yaklaşım tarzıyla, sosyal bilimlerden koparılmış ve soyutlanmış, kendi başına toplumu belli ekonomik bir çerçeve içinde açıklayan bilim olmuştur. İstatistik ve bilgisayarın gelişmesiyle, daha da "kesin bilim" olma çabalarına girmiştir. Bu anlayış çerçevesi içinde, kalkınma ve modernleşme, ilerleme ekonomik kıstaslara göre ölçülür ve anlamlandırılır olmuştur.
Günümüzde siyasal ekonomi, genellikle Marks'ın yaklaşımından esinlenerek, etkilenerek yapılan toplum ve kalkınma yaklaşımıdır. Bu yaklaşım ekonomik analizi farklı sosyal sınıflara göre belli zamanda belli yapılar içinde anlamlandıracak bir biçimde yapar.
Marksist siyasal ekonomi sosyal üretimi incelemez, üretimdeki insanlar arasındaki sosyal ilişkilerle, üretimin sosyal sistemiyle uğraşır. Siyasal ekonomi, üretim güçlerininin herhangi bir üretim ilişkileri biçiminde (sosyal formasyonda, belli bir toplumda) nasıl kullanıldığı, üretim ilişkilerinin teknolojik gelişmelere etkisi ve sosyo-ekonomik sonuçları üzerine eğilir. Bu yaklaşımda toplum yapısı, seçimler veya siyasal yapıyla değil, üretim ilişkileri ile belirlendiği benimsenir. Siyasal ekonominin siyasal yapıya yaklaşımı bu nedenle farklıdır. Siyasal yapı ekonomik alt yapının belirlediği üst yapı olarak ele alınır ve ekonomideki etkisinin kapsamı ve biçimi incelenir. Bu üst yapının örgütlenmiş ifadesi kendini devlet biçiminde bulur. Bu nedenle, siyasal ekonominin devlet incelemesi devletin ekonomik ilişkilerdeki yeri ve gücü açısındandır.
Siyasal ekonominin üst-yapıyı ve bu yapının belli ölçüdeki etkenliğini ihmal ettiği, siyasal ekonominin "ekonomistliği" eleştirisi yaygındır. Bu "yetersizliğe" cevap olarak, özellikle 1970'lerden beri, siyasal ekonomiyle bağ kurmaya çalışan üst-yapıyı incelemeye ağırlık veren yaklaşımlar çıkmıştır. Marks 'ın ideoloji ve insan anlayışından esinlenen ve etkilenen bu yaklaşımlar tartışmalarını özellikle ideoloji ve kültürün üretim ilişkilerindeki rolü üzerinde toplamışlar ve etki alanının önemi üzerinde durmuşlardır. İngiliz kültürel incelemeler, kültür emperyalizmi tezi, Fransız Althusserci-yapısalcılık, Frankfurt okuluna karşı yöneltilen eleştiriler, dil ve ideoloji üzerindeki tartışmalar bunlara bir örnektir (Alemdar ve Erdoğan, 1990).
MARKSİST ÇEVRECİ ANLAYIŞ: İNSAN DOĞA İLİŞKİSİ
Siyasal ekonomi kalkınma sorununa yaklaşırken sürdürülebilir çevre konusunu uzun yıllar ihmal etmiştir. Doğa sadece materyal üretim ilişkilerinde bir kaynak veya üretim gücü olarak alınmıştır. Üretim gücü olarak alındığında da, insanının amaçlı faaliyetlerinin bir konusu olarak itlenmittir. Marksist literatürde çevre bozulması konusu ancak yakın zamanlarda ele alınmaktadır.
Lenin'e göre (1952) insan doğanın bir ürünüdür ve aynı zamanda doğanın bir parçası; Doğal bilimle tarihi materyalismin arasındaki benzerlik, paralellik inkar edilemez; Sadece tarihi materyalizm doğal bilimle uyum içindedir. Lenin'in tarihi materyalizmle (laik-burjuva mekaniksel materyalizmi değil) doğal bilimi birleştirmesi, aynı görmesi, marksist okulda çevre konusunun kendi başına bir konu olarak görülerek toprak kullanımı ve mülkiyet ilişkileri ötesinde ele alınıp incelenmesini uzun yıllar sağlanamamıştır.
Siyasal ekonomide doğa sınıf mücadelesinde mülkiyet ilişkilerinde önemli bir yer alması nedeniyle, kullanım biçimi sadece ekonomik açıdan değerlendirilmiştir. Kullanım biçiminin çıkardığı çevre ve insan peyzajında yaptığı bozulmalar, uzun yıllar (1970lerin başına kadar), sadece çalışanların işyerindeki çevre koşullarının yeniden düzenlenmesi, değiştirilmesi çerçevesi içinde kalmıştır. Çalışanların İş dışı çevrelerdeki durumu ise, çoğunlukla "boş zamanın (dinlenme ve eğlence alanlarının) kolonileştirilmesi" içinde incelenmiştir. Bu da temelinden çatısına kadar herşeyi insan olarak alan bir yaklaşım tarzının, kapitalist endüstrileşmenin ve bu endüstrileşme yarışına sokulan Sovyetlerin çevre ve insan durumuna getirdiği ciddi bir insanlık sorunu olan çevreyi, bir kenara ittiği görünümünü vermiştir.
Eğer Marksizm istisnasız her insanın insanca yaşamı ve gelişmesini sağlayan bir sosyal üretim biçimini savunan bir toplum anlayışının ürünüyse (ki Marksist kuramın temeli bu), o zaman çevre sorunlarına asla kayıtsız kalmaması gerekir. Gerçekte, Marksist yaklaşım, çevre konusunun 1960'ların sonundan ve 1970'lerin başından beri öneminin hızla artmasından beri dikkatlerini bu yönde de toplamıştır. Fakat çevre sorununu gerçek dünyadan ve yapısal ilişkilerden soyutlanmış olarak, kendi başına bağımsız bir konu olarak alma yoluna gitmemiştir. Bunun yerine, konuyu toplum yapısı ve yapısal ilişkiler içinde görmeyi ve incelemenin zorunluluğu üzerinde durmuştur.
Marks'ta çevre ve insan peyzajının tarihin belli bir anındaki durumu, toplumun materyal üretim güçlerinin belli bir kalkınma safhasındaki üretim ilişkilerinin ifadesidir. Bu üretim ilişkilerinde, doğal kaynaklar mülkiyet ilişkileri biçiminde kendini gösterir. Kaynaklar üzerinde mücadele üretim araçlarının kontrolu üzerindeki mücadelenin önemli bir parçasıdır. Marksist düşüncede doğal kaynakların kullanımı çoğunlukla kapitalist sınıfın üretim güçlerini sömürüsü çerçevesi içinde alınmıştır. Bu sömürünün sonucu olarak zenginliklerin eşitsiz dağılımı, işçi sınıfının yoksun bırakılması ve birçok ülkenin geri bırakılması (az gelişmişliği) üzerinde durulur. Doğal kaynakların tahribi ve çevre bozulması kapitalist gelişmenin negatif bir sonucu olarak kabul edilir ve üzerinde fazla durulmaz. Bu üzerinde durulmamanın nedeni, iki ayrı açıdan marksist ve pozitivist okulu birleştirir: Pozitivist okul bunu egemen düzen içinde yönetim politikası olarak görür ve değerlendirir. Marksist okul bunu kapitalist üretim biçiminin bir sonucu olarak görür ve çözümü üretim biçimi değişiminde arar.
Marks'a göre de, endüstrileşme insanın doğaya bağımlılığını teknoloji kullanarak azaltan progressive\ilerici bir güçtür. Marks'a göre, kapitalizmin büyümesi çevrenin, özellikle kırsal çevrenin, transformasyonu, yeni alan ve kaynak kullanımlarını gerçekleştiren verimli-etkili üretim ve artık-değerin appropriationı\kendine maledilmesi (gaspı, zimmete geçirilmesi) ile oldu. Çevre bu büyüme olanağını veren bir fonksiyon gördü, fakat bütün değer emek gücünün sömürülmesinden çıktı, çünkü bütün değerlerin yaratılması ancak emeğin uygulanmasıyla gerçekleşebilir. Dolayısıyle, doğanın kaynaklarının sömürülmesi emeğin sömürüsüyle birlikte gider.
Engels insan ile doğa arasındaki ilişkide, İnsanın, doğayı kontrol ettiği zaferiyle övünmemesini, çünkü "her zaferde" doğanın "bizden kendi intikamını" aldığını, her zaferin "önce bizim beklediğimiz sonuçları" ortaya çıkardığını, fakat sonradan "oldukça farklı, önceden görülemeyen etkilerle" bu sonuçları çoğu kez iptal ettiğini belirtmiştir (Engels, 1974).
Marks kapitalde insanla doğa arasındaki ilişkide insanın rasyonel bir şekilde doğayla ilişkisini düzenlemesini, doğanın "şuursuz güçleri tarafından yönetilme yerine" insanın "ortak kontrolu altına almayı," bunu yaparken de insanların "kendi doğalarına en uygun ve layık koşullar altında ve en az enerji karcayarak başarmaları" gerektiğini savunmuştur (Marks, 1971). Dikkat edersek, Marks'ta doğanın kontrolu ortak kontrolu ve doğayla ilişkiyi düzenlemede rasyonellik, insan doğasına uygunluk ve en az enerji harcama kıstasları hakimdir. Pozitivist anlayışta doğanın kontrolu doğa üzerinde, özel girişimlerler ve özel amaçlar için, egemenlik kurarak maksimum fayda elde etmektir. Özel çıkarlara hizmet eden maksimum fayda kıstası maksimum sömürüyü de getirir. Dünyanın bugünkü durumu bunun bir kanıtıdır. Engels'in belirttiği gibi (1974), Marksist anlayışta, insanın doğayı kontrolu "yabancı halk üzerinde bir galip gibi," "doğanın dışında duran biri gibi" doğanın üzerinde hüküm sürme değildir. Engels'e göre, biz "et, kan ve beynimizle doğaya aitiz, onun arasında varız," ve bizim doğayı üstünlüğümüz "bizim diğer bütün yaratıklardan üzerinde doğanın yasalarını öğrenme ve doğru bir şekilde uygulama kabiliyeti avantajına sahip olmamızdandır." Engels (1970a, 1974) 1875'de yazdığı "introduction to the dialectics of nature" yapıtında insan daha başlangıçtan doğayı biçimlendirdiğini, doğanın yasasını öğrenerek, doğaya yaptığına reaksiyon göstermeye muktedir olduğunu savunmuştur. İnsanın koşullara bu tepki kabiliyeti, örneğin bugün, çevre sorunlarına karşı olan reaksiyonları oluşturmuştur. Bir yıl sonra yazdığı "The part played by labor in the transition from ape to man" yapıtında ekonomik büyümenin doğayı tahribini gerektirmediğini savunmuştur. Bunun anlamı oldukça açıktır: Marksist yaklaşım neo-pozitivist yaklaşımların sunduğu doğa ve kalkınma zıdlığının kaçınılmazlığına karşıt bir anlayış getirir (Engel, 1970b, 1974).
Eğer, Foster-Carter'ın (1974) 20 sene evvel dediği gibi, çevre tahribi gibi bir sürecin Marksizmle ilişkisi olmadığında ısrar eden "marksist" varsa, bu iddia ile marksizmin dünyada olan bitenle hiçbir alakası olmadığını anlatır, ki bu da tamamiyle temelsizdir. Çevre sorunu ve çevrecilik liberal burjuvazinin kendini tatmin ve kapitalist düzenin sürekliliğini en etken biçimde sağlama girişimleri ötesine çoktan geçti. Ne göz yumulabilecek ve görmemezlikten gelinecek, ne de burjuva faaliyeti diye küçümsenerek bir kenara itilecek bir seviyede ve karakterdedir. Kapitalist üretim biçimi doğal kaynaklara sadece tüketici ve talan edicilikle büyük bir tehlike olmamakta, ayrıca kullanım biçimiyle hem doğanın hem de insanın bugününü ve yarınını çıkmaza sokmaktadır. Bu gelişme, uluslararası alanda 1972 Stockholm konferansında, 1974'de yeni eknomik dünya düzeni çağrısında, 1987 Brundtland raporunda ve 1992 Rio konferansında ve bu konferansa olan tepkilerde çeşitli boyutlarda dile getirilmiştir. 1990'larda kapitalist kalkınmanın geçerliliği sadece işci sınıfının durumu değil, aynı zamanda tüm insanlığın, canlıların ve doğanın durumu göz önüne alınarak soruşturulmaktadır. Bu gelişme siyasal ekonominin çevre sorununa gereğince önem vermesi gerektiği gerçeğini açıkça göstermektedir.
İNSAN, DOĞA VE EMEK
Marksist siyasal ekonomi yaklaşımı insanın hayati faaliyetinin sosyal materyal üretim üzerinde olduğu ve bu üretim faaliyeti sürecinde insanın doğa ile karşılıklı ilişkide bulunduğu varsayımıyla başlar. İnsanın doğayla ilişkisi çalışma\emek sürecidir. Bu süreç belli tarihte belli bir toplumda belli bir biçimde olur. İnsan çalışması\emeği bilinçli ve amaçlı bir faaliyettir. Bu faaliyet sırasında insan doğal maddeleri kendi istemlerini tatmin etmek için biçimlendirerek değiştirir. Bunu yaparken insan doğayı, doğanın kanunlarını anlar ve böylece kaynakların ve potansiyellerin kullanımında ilerleme sağlar. İnsan belli emek süreciyle doğayı değiştirirken, kendi çalışma kapasitesini geliştirerek, doğa ve insan hakkında bilgisini artırarak, kendi doğasını da değiştirir. Eğer bu gerek olmasaydı insan gelişmesi olasılığı ortadan kalkardı. insanın doğası emek süreci içinde biçimlenir. Örneğin kapitalist veya geleneksel insana belli egemen karakterler veren her insanın kendi özgü kalıtımsal yapısı değil, insanın kendini içinde bulduğu ve günlük faaliyetlerle yaşamını sürdürdüğü iş\emek sürecidir. Aile içi ve formal eğitim faaliyetleri, ve diğer insanı 'yetiştirme" girişimleri, bu faaliyetlerin bütünleşik bir parçasıdır.
Emek sürecinde, insanın üzerinde faaliyette bulunduğu doğa veya çevre içeriği işin\emeğin materyal-amacıdır. Çevre, emeğin\işin bu amacının gerçekleşmesinde girişilen faaliyetlerde çoğunlukla hammadde kaynağı olarak kullanılır. Bu kaynağın, çevrenin, kullanım amacı ve biçimi teknolojik düzenin yapısı tarafından belirlenir. Diğer bir deyimle, emeğin\işin belli ihtiyaçları karşılamadaki amacını gerçekleştirmek için, bu yapının yarattığı belli teknolojik aletler belli biçimlerde kullanılır ve bu kullanımla hem insan için hem de doğa\çevre için belli sonuçlar ortaya çıkar. Bundan da anlaşılacağı gibi, sonuçlarla (a) amaçlar, (b) işte kullanılan teknolojik araçlar ve (c) işin\emeğin uygulama biçimi arasında sıkı bağlar vardır. Bütün bunlar ve doğa (ormanlar, hava, su, canlılar, ekilebilen ve ekilemeyen topraklar vb) beraberce işin\emeğin koşullarını belirlerler. Doğa işin\emeğin evrensel bir koşuludur. Batı biçimi gelişmeci düşünü tarzında insanın doğayla ilişkisi doğaya üstünlük sağlama ve kontrolu olarak belirlenir. Bu görüş tarzında, kontrol ve sömürünün maximize edilmesi yatar. Aynı düşünü tarzı, yani doğal güçlerin üzerinde egemenlik sağlama anlayışı, Marksist yaklaşımda da, farklı anlam ve amaç içinde, egemendir. Doğa gücünü kontrol anlayışı insanın tahrip gücünü kontrol biçiminde değişmesi, insanın varlığının temel koşullarını sağlayan doğanın dayanıklılığının ve sürdürülebilir yenileme olanakları olduğunun hatalı bir değerlendirme olduğunu benimsemek gerekir. Eğer doğanın gücü kontrol edilecekse, bu güce karşı kullanılan insanın gücünün de kontroluyla, hem insan hem de doğa için sürdürülebilir ve sağlıklı koşulların yaratılmaya çalışılması gerekir. Doğa, bütün zenginlikleri ve canlılarıyla, ne Amerika'nın, Avrupa'nın, Japonya'nın, ne de Tanrının insana kendi yaşam süreci boyunca talan etmesi, öldürmesi, yok etmesi için verilen bir hediyedir.
İşin amacı ve koşulları (teknoloji, teknikler, ve doğa vb) birlikte üretim araçlarını oluştururlar. Dolayısıyle, doğa hem toplumsal üretimin amaçlarına ulaşmak için üzerinde işlem yaptığı hammadde kaynağı ve hem de üretim araçlarının bir parçası olarak, üretimin sonuçlarını ve sonuçde insanın durumunu etkiler. Doğanın kaynaklarının tüketilmesi, hasar verici bir biçimde kullanılması, kirletilmesi, zehirlenmesinin yarattığı çevre ve insan koşulları buna açık bir örnektir.
İnsan emeğinin kendisi üretim araçları olmaksızın var olmaz. İş araçları daima geçmiş emeğin ürünüdür ve canlı-emek ile ilişkisi kesilirse önemini ve anlamını yitirir. Diğer bir deyimle, teknolojik araçlar geçmişteki insan gücünün yarattığı ve kullandığı araçlardır ve eğer insan gücü\emeği\çalışması olmazsa, bu araçlar cansız bir materyal ötesinde hiçbir önem taşımaz. Bunun bir anlamı da, teknolojik üretim araçlarına sahiplik gücünü bu sahiplikten çok, bu sahipliğin yarattığı yoksunluk nedeniyle ücretli\maaşlı emekçi durumuna düşürülmüş insanların faaliyetlerinden alır. Dolayısıyle, iş süreci emek, amaç ve araç üçlüsünün mekaniksel bir birleşiminin çok ötesindedir. insanın kendisi, amaçlı faaliyeti, önemli bir faktördür.
İnsan emeğinin amaçlarını kendi ihtiyaçlarını karşılamak yönünde ayarlar. Bunu yaparken de, bu amaç çerçevesi içinde hem yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, eğlenecek, iletişecek vb materyal değer hem de hammaddeler, enstrümanlar, ek\yardımcı materyaller ve diğer üretim araçlarını yaratırlar. İş süreci daima bir emek ürünü yaratır, dolayısıyle, bu bakımdan, labor süreci üretim sürecidir. Bunun çevre sorunuyla ilişkili en önde gelen anlamı, çevre sorunları üretim süreciyle sıkı sıkıya bağıntılıdır ve çözümü de ancak bu süreçteki değişimle sağlanabilir. Sürecin biçimi değişmedikçe, yeni çevre teknolojilerin yaratılması ve yayılması soruna sürekliliği olan çözümler getirmez.
İş süreci daima bireyler tarafından etkilenir. Fakat iş sürecinin zorunlu ön-koşulu izole edilmiş bireyler değil, toplumun kendisidir. Kim ne üretirse üretsin, üretim daima sosyal üretimdir. Dolayısiyle, çevre sorunlarına çözümü izole edilmiş bireylerde, bireylerin davranışlarında aramak, ulaşılması belirtilen amaç bakımından büyük ölçüde sonuçsuzdur. Sosyal üretimde birbirine bağlı iki yan vardır: Üretici güçler ve üretim ilişkileri. Üretim güçlerinin temel elemanı bilgisi, tecrübesi, becerisi ve amaçlarıyla insandır. İnsan faaliyetleriyle diğer üretim güçlerini (üretimin materyal araçlarını ve doğayı)belli bir yönde harekete geçirir. Bunu yaparken de hem doğayla ilişkiye girer hem de birbiriyle karşılıklı sosyal ilişkilerde bulunur. Bu ilişkiler ve bağlar üretim ilişkileri, sosyal üretim ilişkileri veya ekonomik ilişkiler olarak nitelenir.
ZENGİNLİKLERİN BÖLÜŞÜMÜ VE DOĞA
Üretimde araçlarındaki mülkiyet ilişkileri buna uyan dağılım (bölüşme, pay) yapısını da belirler. Özel mülkiyet ilişkilerinde dağılım\bölüşüm biçimi toplumun küçük bir bölümünün zenginleşmesi ve büyük bir bölümünün yoksulluğa mahkum edilmesi biçiminde ortaya çıkar ve sürer. Bu yoksun ve muhtaç bırakmayı, doğayla ilişkide de görürüz.
Özel mülkiyet ilişkileri sistemi nasıl ki yoksulluk ve yoksunlukla mücadele tedbirleriyle gelmekteyse, benzer şekilde doğayı (kaynaklarını, canlılarını, ağaçlarını, sularını, denizlerini, topraklarını, yeşilliklerini, ıslak alanlarını vb.) koruma tedbirleriyle her zaman gelmiştir. Bunları hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Fakat yüzlerce yıl alınan tedbirlerın sonuçları bu tedbirlerin anlamını (ideolojik anlamı dahil) açıkça göstermektedir.
Özel teşebbüs sisteminde dağılım\bölüşüm üretim araçlarının ve üretim ürünlerinin belli eller arasında dağılımı ve bölüşümü, ve tüketim ürünlerinin ise daha geniş tabana dağılması biçimini görürüz. Tüketim ürünlerinin geniş tabana dağılım biçimi de üretim araçlarının dağılım biçimini destekleyen bir biçimde işler. Dolayısıyle, örneğin, çevreyi bozarak veya tüketimi sonrası çevre bozulmalarına neden olacak ürünlerin üretimini tüketimle destekleyen bir ilişki biçimi vardır. Bu ilişki biçiminde, egemenlik üretilmişi tüketenden çok, üretimin koşullarını belirleyen özel mülkiyet ilişkilerindedir. Tüketimin değişmesi davranışların değişmesine bağlandığında, bu davranışların değişimini de mülkiyet ilişkileri biçimine bağlamak gerekir.
Irfan erdoğan
Kaynak: Erdoğan ve Ejder (1997). ÇEVRE SORUNLARI: NEDENLER VE ÇÖZÜMLER. Ankara: Doruk Yayınevi.