CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:

MEDYA ÜRÜN BİÇİMLERİ, ÜRÜN DAĞITIMI VE MEDYA PAZAR İlİŞKİLERİ [1]

irfan erdogan
Uluslararası İletişim kitabımdan

NOT: Aşağıda yazılanlarda eski olan sadece istatistiksel bilgilerdir ve onların dağılım yüzdesinde de önemli değişiklik olmamıştır. SadeceTürkiye pazarı gibi taklit etmeyi çok iyi öğrenen pazarlar bölgesel pazarlara satış yapmaya başlamışlardır. Şunu asla aklımızdan çıkartmayalım: Bölgesel pazarda satış yapabilmenin ön koşulu egemen uluslararası yapıların paylarını bir şekilde vermeyle olabilir. irfan, 2013.

MEDYA ÜRÜN BİÇİMLERİ, ÜRÜN DAĞITIMI VE MEDYA PAZAR İlİŞKİLERİ [1]

İletişim teknolojisinin ortaya koyduğu en önemli ürün İletişimin iletileni, gözle görüleni, kulakla duyulanıdır. Bu ürünler media teknolojisinin özelliğine göre çeşitli araçlarla taşınarak, çeşitli araçlardan geçerek, çeşitli biçimlerde gelir: Film ile projektörden geçerek ve perdeye yansıyarak sinema-ses-görüntü şeklinde; Tv ve görüntü-teyple (VCR) odamızı istila eden ses ve görüntü biçiminde; Plak, CD ve ses teypleriyle müzik, dua ve beddua, ağıt ve nutuk şeklinde; Gazete, mecmua, kitap, dergi ile "yazılı" biçimlerde; Radyo ile dinlenerek anlamlandırılacak şekilde gelir. Bu iletişim biçimleri çeşitli kıstaslar kullanılarak çeşitli şekilde kategorilere ayrılabilir. Örneğin, amaçlanan izleyicinin karakterine göre (kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlılar için gibi) sınıflandırılabilir. Geldiği araca göre: Tv, Gazete, radyo, magazin gibi... Geldiği araca ve içeriğine göre: resimli roman, tele-roman, foto-roman, dizi, devamı-yarın akşam, radyo haberi, tv haberi, tv-comics, dergi-comics gibi... Ele aldığı konulara göre: ekonomik, siyasal, spor, cinayet, seks gibi... Amacına göre: eğitim, eğlence gibi... Bu software biçimlerinin üretimi ve dağıtımı da, uluslararası pazarda egemen ilişkilerin getirdiği tek yönlü bir akım karakterini taşır. Pazar paylaşımı ve pazar egemenliğinde sadece birkaç sayılı ülke vardır ve bunların başında da Amerika gelir.

Software akımının iki ana yanı vardır: Birincisi ideolojik ve kültürsel ve ikincisi de ticari. Ideolojik yan ticari yanı desteklemek, tüketicileri pazara alıştırmak ve entegre etmek için görev görür. Birinci yan bakımından, Amerikan kitle ideolojisi, kültür ve yaşam tarzı dünyada rakipsiz egemenliğe sahiptir. Dünya bu bakımdan 24 saat sürekli bombardıman edilmektedir. Bu da ne kendiliğinden ne de bu tarzın gerçek üstünlüğünden esinlenir. Tarzın sürekli olarak tekrarlanmasından, yüceltilmesinden ve yeknesaklıktan öte çoğulcu renkli ve umut verici bir görünüm içinde sunumundan, alternatifleri ortadan kaldıran pazar gücünden, ve insanlara fiziksel ve duygusal heyecan ve fantaziye kaçışla-doyumu getiren eğlence özelliğinden dolayıdır. İkinci, yani ticari yanda da dünya pazarlarında Amerikan egemenliği gerileyen bir şekilde sürmektedir. Bu egemenlik altında kendi etki alanlarını genişletmeye çalışan Japonya ve Avrupa kapitalistlerini, ve bu egemenlik tarzını kopye ederek kendi yakın çevresinde iş yapan diğer ülkelerin kapitalistlerini görürüz.

Milletlerarası pazar Amerikanın her firması için büyük gelir kaynağıdır. Kıtalara göre ülkelerin ithal ettiği ağırlıkta olan programlar aşağıdaki tabloda kabaca özetlenmiştir. Pazarda, her ülke hemen türde program satın alır. Fakat bazı ülkeler belli programlara daha çok rağbet gösterir. Dünya pazarına hakim olan eğlence türü programlardır. Aşağıdaki tablo, bu nedenle sadece bir genelleştirmedir.



Tablo 7 Ülkelerin ithal ettiği programlar



BÖLGELER

GELDİĞİ YER

PROGRAM TÜRÜ


Amerika

İngiltere, Meksika

Kültür (PBS için), oyunlar, teleroman


Kanada

Amerika

film, eğlence, özellikle durum komedileri


Latin Amerika

Amerika, Maksika, Venezuela, Brazil

film, eğlence


Avrupa

Amerika, İngiltere, Fransa ve diğer Ortak Pazar Ülkeleri

Film, eğlence


Arap ve Orta Doğu

Amerika, Avrupa, Mısır, latin Amerika

film, tv oyunları, belgeseller


Afrika

Amerika ve eski koloniciler

kültürel programlar, film




1970'lerden beri hızlanan ve gittikçe artan software trafiği tek yönlü bir trafiktir: Trafik Amerika'dan bütün dünyaya ve Avrupadan (Amerika hariç) bütün dünyaya doğrudur. Önce trafiğin başladığı yerden başlayalım: Amerika.



AMERİKAN PAZARI

Amerika dışardan ne alır? Made in Korea, Made in Taiwan yazan mallar alır. Bu malları üreten sermaye kimin? Büyük çoğunlukla Amerikan sermayesi, geri kalan da Amerikan sermayesinin ortaklarınındır.

Peki, Amerika'da gazete bayilerinde ne görürsün? Bir sürü Türk mecmuası, hepside ingilizceye çevrilmiş!. Bizim Çarşaf dergisi falan satılır. Amerikalı Türke hayrandır. Çok sever. Türk gibisi yok der. Hele Türklerin Kore savaşındaki kahramanlıklarını anlata anlata bitiremezler. Çok enteresan, MASH'ın bir serüveninde bir Türkü temsil ettiler: Türk "Çinli! Çinli!" diye elinde bıçak canavar gibi oraya buraya saldırıyordu. Sonunda bu "vahşi canavarı" yaralarını sarıp çinli öldürmesi için cepheye geri gönderdiler. Türkiye'de çevrilmiş bir Amerikan filminde, Charles Bronson ile bir Türk subayı konuşuyor. Türk subayı Türklerin ünlü ve kudretli geçmişinden bahsedip övünüyor. Ben de gögüslerim kabarmış bir şekilde pür dikkat seyrediyorum. Charles Bronson bizim aslan subaya dönüyor ve alaylı ve küçümseyici bir tonla soruyor: Eh, geçmişini dinledik, ataların epey şeyler yapmış. Peki şu sıralarda ne yaptınız?. Bu sorunun karşısında bizim aslan subay "Çırpınırdı Karadeniz" diyemez oldu. Şu sıralarda ne yaptık ki? Sen şusun, sen busun diye birbirimizi yedik. Kurt, koyun, orak-çekiç, ok, mızrak, Smith & Wesson resimleri yaptık. Ocaklardan ve camiden falan çıkıp bize benzeyip de bizden olmayanları kurşunladık, bombaladık, bıçakladık, yaktık. Yani boş durmadık, epey şey yaptık. Bizim subay nedense bu yaptıklarımızı söylemedi. Sustu. Ben tabi çok bozuldum Charles Bronson ineğine. Elden ne gelir. Bir filim yapıp Charles Bronson'a sormak gerek: En son ne zaman anasını bellemediniz bu dünya'nın?. Bu sorumu duyunca, zevkten beli gelir belkide çirkin kerizin!. Televizyonda herkesin delice seyrettiği Kaçak dizisinin baş oyuncusu İstanbul'a geldiğinde kıral gibi karşıladılar, kırıldılar ve büküldüler, en seksi Türk orospularını çerez olarak sundular. Herif yedi içti, s..ti, s..tı. Amerika'ya geldiğinde de Türkiye ve Türklerden nefret ettiğini söylediğini duydum. Herifler "Midnight Express" filmini yaptılar ve hapishanelerin gerçeğini anlatarak ve de epey abartarak doğruyu söyleyip biz Türk milletine hakaret ettiler. Geçen senen (1993) bu filmi çok güzel bir kılıfa sokarak Türk milletine sundular: Ne öğrendik? Herifin homoseksüel olduğunu ve Milliyetcilik!. Amerikan televizyonun meşhur 60 Minute'ünün (60 Dakka programı) yapımcı-sunucusu Ankara ceza evinde esrar kaçakcılığından 20 yıl yiyen bir Amerikalıyla söyleşi yaptıktan sonra Türk ceza kanunumuzun canilik ve ilkelliğinden bahsetti. Tabi New York'ta kimse, hiç değilse, "biz gene iyiyiz, siz, adamı ekmek çalarak suç tekrarladığı için yetmiş yıl hapse atıyorsunuz" diye bir karşılık vermeye kürk ve viski ticaretinden falan olacak vakit bulamadılar herhalde. (Amerikan adalet sisteminin ne denli adil olduğunu öğrenmek istiyor musunuz? O zaman benim Amerika adlı kitabımı okumanızı öneririm. İyi reklam değil mi?)

Yani, demek istediğim, Amerika'da yabancı mecmua veya dergi bulayım dersen ve New York gibi büyük bir şehirde değilsen, avucunu yalarsın. Yoktur. Tek çaren büyük kütüphaneye gitmektir. Orda da varsa tabi. Büyük şehirlerde, şehir merkezlerinde birkaç tane yabancı magazin satan bayiler vardır. Bu bayilerdeki magazinler İngiliz, Alman, Fransız, ve Italyan basınındandır. Gazeteler de vardır. Hürriyet gazetesini, özellikle Türklerin olduğu bölgede Türek bakkallarında bulursun. Amerikan pazarı birkaç büyük metropol ötesinde dışarıya kapalıdır.

Amerika diğer ülkelerden çok az program ithal eder. Amerika'nın ithal ettiği program Amerika'daki total yayının saatinin sadece yüzde ikisi kadarını kaplar. Bunun da çoğunu Spanish International Network Servisi programları oluşturur. Meksika ve ingiltere'den ithal edilenler % 50'ye yakındır. Diğer Latin Amerika ülkelerinden alınanlar % 30 ve Avrupa'da % 21'dir. Ispanyol kanalları (örneğin New york ve çevresinde seyredilen Kanal 41 ve 47) tamamiyle ithal malı kullanır. Amerika pazarında da tutulanlar, Meksiko ve Latin Amerika'nın (telenovela) ispanyol türü sabun operalarıdır. Amerika'da geniş ispanyol konuşan nüfus olduğu için, bu programların hemen hepsi ispanyolca olarak ispanyol kanallarında kullanılır. Amerika'da epey güçlü iki ispanyol televizyon şebekesi vardır: Univision ve Telemundo. Meksika'nın program üretim firması Televisa Amerika'daki bu şebekelerin programlarının % 50'den fazlasını sağlar. Tabi reklamlar o yörenin ticari reklamlarıdır. Amerikalı için, İngiltere'den ithal edilenler ise kamu medyasında kullanılan "kaliteli" programlardır. Kaliteli olması, kitle ürününün bayağılığını taşımayan, ince ve zarif, günlük siyasal sorunlardan ve bu sorunların bayağılığından uzak, burjuva zevkine uygun olmasındandır. 1990'ların başından beri, özellikle kablo kanalların artmasıyla birlikte, İngiltere'den ve Kanada'dan gelen eğlence programlarını da egemen olanların dışındaki kanallarda görmek mümkündür. Amerika'da dışardan gelip de ticari kanalda tutulan tek program Benny Hill Show'uydu.

Amerikan halkı dışardan gelen filmleri seyretme olanağına sahip değildir. Amerikan film endüstrisi bu olanağı gücünü kullanarak ortadan kaldırmıştır. Hiçbir yabancı filmin örneğin NEw York'ta bizim bölgedeki sinemalarda gösterilme olanağı yoktur. Bizim bölgenin nüfusu ne kadar? Çok değil, sadece 3.5 milyoncuk. Bırak yabancı filmi bağımsız Amerikan film yapımcıların filmlerinin bile gösterilme olanağı sıfıra yakındır. Çünkü sinemaların çoğu dikey-entegrasyonun bir parçasıdır ve bağlı olduğu konglemerate'in filmlerini gösterir.

Bunun yanında, Amerikan endüstrisi dışarıdan gelen filmlerin ve tv programlarının seslendirilip çevrilmesine karşıdır ve yapmaz. Neden olarak da "sanat eserinin dubbing ile, sanat eseri kalitesini ve orijinalliğini yitireceğini" ileri sürer. Öte yandan da, dünyada kendi mallarının dub edilmesine (çevrilmesine) ses çıkarmazlar. Niye karşı çıksınlar ki? Mallarının bu denli yaygın olarak satılmasının nedeni çeviridendir. Yoksa biraz zor egemenlik kurardı. Diğer ülkeler de, Amerikan ürünlerine "sanatın dürüstlüğüne uymaz" diye kesinlikle dubbing\çeviri yapılmasına karşı gelip, bunu durdursalar ne olurdu? Çok iyi olurdu. yabancı ülkelerin elitlerinden ve meraklı bir azınlıktan başkası bu ürünleri tüketmezdi. imperyalizmin saldırısı biraz durdurulurdu. Ben de bu kitabı bu şekilde yazamazdım. Amerika'ya gelen Avrupa ve diğer ülkelerin filmeri ancak kültür derneklerinde ve benzeri yerlerde gösterilir. Buralara da ancak "aydın" ve "elit" kesim ve de ilgilenen kişiler gider. Avrupanın zengin film tarihi, orijinal dilleriyle, ancak seçkinlerin gittiği böyle yerlere sıkıştırılmıştır.

Öte yandan, bazı Amerikan iletişimcileri, diğer ülkelerin ürünlerinin Amerika'da gösterilmemesine gerekçe olarak gönderilenlerin çocukça, basit, ve ilk okul çocuklarının bile seyretmeyeceği amatörce şeyler olduğunu iddia ederler. Yani, kendilerine gelince "sansür etmeyin, özgürlükleri çiğnemeyin, bırak seyirci karar versin" diye kafa ütülerken, başkasına gelince, hemen seyircinin kararını bilen müneccim başı olurlar. Eh, ne diyeceksin, egemenlik psikolojisi bu.

GELİŞMİŞ AVRUPA PAZARI

Avrupada, özellikle ortak pazar ülkeleri arasında bölgesel dağıtım ve trafik epey gelişmiş durumdadır. Amerikan dev firmalarına karşı, Avrupa kapitalistleri ancak dünya çapında sömürü yapan Avrupa firmaları geliştirerek rekabete girebilir. Avrupa'da üretici ve dağıtımcı olarak birkaç dev firma ortaya çıkmış ve egemenlik kurmuştur. Hemen her avrupa ülkesinden bir veya birkaç iletişim firması Avrupa pazarında yarışmaktadır. Kamu iletişim kurumları da Avrupa ülkeleri arasında birbiriyle ilişki kurarak güçlerini artırmaya veya korumaya çalışmaktadır. Avrupa ülkeleri Amerikan egemenliğine karşı sürekli çareler bulup, kendi çıkarlarını korumak için çaba göstermektedir. Özellikle Ortak pazar ülkeleri bu konuda sürekli tartışır ve kararlar alır, kotalar kor. Fakat Amerikan programları gene de Avrupada egemen güç olmaya devam etmektedir.

Amerikan ürünlerini taklit eden sadece geri kalmış ülkeler değildir, aynı zamanda gelişmiş kapitalist ülkeler de bu yolu seçmiştir. Amerikan kültürel egemenliğinden Avrupa da kaçamamıştır: Almanlar Amerikan tv serilerini alıyorlar ve yayınlamadan evvel "Almanlaştırıyorlar." Örneğin Alman tv pazarının lideri RTL Amerikan Almanlaştırılmış-kopyeciliğini başarılı bir formül olarak uygulamaktadır: RTL 1990-1992 arasında 100 Amerikan serisi yayınladı. Diziler, sitcom'lar, ve telefilmler programlarda ağırlıktadır. Amerikan "Tonight Show" "Gottschalk" olarak almanlaştırılmıştır. "Who is the Boss," "Married with Children" ve sabun operası "Restless Years" programları da Almanlaştırılanlar arasındadır. RTL "Cheers" programını da yakında Almanlaştıracak. "Nightline" biçimi kaliteli bir show yakında konacak. Buna "Saturday Night" eklenecek. [2] Tabi Amerikan "As the world Turns," "Guiding Lıght" gibi sabun operaları sadece Almanya'da değil birçok ülkede dub edilmiştir. İhtiyar annem bile gündüz sabunlarını seyrederek ufkunu genişletiyor. Bizde, enteresan birkaç "türkleştirme" gördüm: Bu da genellikle Amerikalıların siyasal-kültürüne bizim siyasal-anlayış ve kültürümüzün anlatış şekli ve kavramları ekleniyor, ve hatta bazen bizdeki tür siyasal yobaz kavramların Amerikan yobazlığında kullanılmadığını, yani Türkleştirilerek uydurulduğunu görürüz. "Almanlaştırma" veya "türkleştirme" çeviri yaparken originali belli klişeler ve kültür-bağımlı ifadeler koyarak değiştirerek kendi kültür ve siyasal ideolojisini katmadır.

Nederland Avrupa'da en çok oyun showuna düşkün bir ülke olarak kendini gösterir. Kamu yayın kanalları kendi oyun showlarını kendileri üretmektedir. Fakat yerel bağımsız üreticiler de bu düşkünlükten önemli bir pay almaktadır.

Gerçi Avrupada bölgesel değiş tokuş uzun yıllardır devam etmektedir ve Ortak pazar ülkeleri arasında daha da kolay bir hale gelmiştir, Gene de Avrupanın Amerika'dan ithalı % 40 gibi önemli bir miktarın üzerindedir. Batı Avrupa software'lerinin % 40-50'sini Amerika'dan, % 10-20'sini İngiltere'den, % 5 ile 10 arasını da Almanya ve Fransa'dan, ve % 5 kadarını da diğer ülkelerden ithal eder.

Fransa "Amerikan kültürel imperyalizmine" açıkça karşı çıkan en militan kapitalist ülkedir. Bu ülkenin televizyonunda bile en çok seyredilen on programlardan en az üç tanesi Amerikan yapımıdır. Örneğin Mayıs 1993'ün ortasında, en çok seyirci toplayan programlar sırasıyla: "Officer and a Gentleman" (Amerikan filmi, 8.7 milyon seyirci), "Columbo" (Amerikan polis serisi, 8.2 milyon), Sacree Soire (Fransız varyate show; 7.7 milyon), "Shoot to KiIl" (Amerikan filmi; 7.7 milyon), "Docteur Popaue" (French filmi; 7.1 milyon). [3] Fransız milliyetçiliği kendini gene de gösterir: Televizyonlarda gösterilen filmlerin yüzde otuz kadarı Amerikan filmidir. Kendi filmleri ise yüzde ellinin üzerindedir. Fransa bu nedenle Avrupa'da kendi filmlerini gösteren ülke olarak başta gelir. Bu denli "koruyucu" olmayan Almanya'da televizyonda kullanılan Amerikan filmleri yüzde kırkın üzerindedir. İngiltere'de ise Amerikan filmleri büyük çoğunluktur. Çok nadiren İngiliz filmleri en çok seyredilen 25 film arasına girerler. İlk 25'in hepsi Amerikandır.

İtalya'da televizyon eğlence showları ve filmler dışında, İtalyan tv yapıtları egemendir. Eğer o gün maç yoksa (Maçlar 11 milyon kadar tv seyircisi toplar), varyate ve mini seriler 5-7 milyon izleyiciyle başı çekerler. Ardından da filmler gelir. Italyanlar televizyonda filme, özellikle Amerikan filmlerini çok tüketirler. Televizyonda gösterilen filmlerin yarısından çoğu Amerikan, yüzde otuz kadarı yüzde on kadarı da Avrupa yapımıdır.

Norveç 1993'de TV-2'yu yayına soktu. Amerikalılar tv-2'nin kendileri için iyi müşteri olacağını ummaktalar.

Turner broadcasting System, İnc. TNT Latin Amerika eğlence programları ile Latin Pazarında, sadece diğer Amerikan firmalarıyla değil, Brazilya ve Meksika firmalarıyla da egemenlik yarışındadır.

Kanada televizyon pazarı büyük ölçüde Amerikanın egemenliği altındadır; Kanada televizyonlarında en çok seyredilen programlar Amerikan yapısıdır. Herhangi bir haftada en çok seyirci toplayan 10 programdan en az 7 tanesi Amerikandır. Televizyon filmlerinin ve tv oyunlarının yüzde doksandan fazlası Amerikandır.

Japonya'da yabancı tv programları pek tutulmamaktadır. Dışardan getirilen tv programları total yayın zamanının sadece % 1'ini kaplamaktadır (1993). Amerikan'ın faşist programı "A-Team", "family Ties", ve "Miami Vice" seyirci bulamadı ve yayından hemen kaldırıldı. Yabancı diziler tutulmamakta, ve tek bir serüvenden sonra gösterilmemektedir. Eğlence kanalı NHK-2 "Beverly Hills 90210", "The Cosby Show", "Beauty and Beast" ve "Wonder Years" programlarında biraz başarı sağlamışlardır. Bu durum tv programlarının satış fiatlarında da yansımaktadır. Diğer gelişmiş ülkelerde yarım saatlik Tv serilerinin bir serüveni 12,000-16,000 dolar arası satılırken, Japonya'da 4,000-6,000 dolar arasına satılmaktadır. Fakat bu fiat savaşıyla kullanımı sağlama şimdilik Japonya'da çalışmamaktadır. Bunun da en büyük nedeni, japonların geniş üretim olanaklarının olmasıdır. Bu fiat savaşı Türkiye gibi ülkede kolayca işler ve yerel-rekabeti ortadan kaldırır veya kendinin ortağı veya dağıtıcısı yapar.

BAĞIMLI PAZARLAR

Bağımlı pazarlar kendi üretim olanakları ellerinden alınmış, yozlaşmış, taklitçiliğe, kopyeciliğe ve hatta korsanlığa yönelmiş, dış ürünlerin egemenliğindeki tüketici ülkelerdir. Dünya pazarındaki tek yönlü trafik okunun sivri ucundakilerdir.

Bu trafiğe, Amerikan soap\sabun operasıyla başarılı bir şekilde rekabet eden tele-romanı (telenovela) türü ile Latin Amerika katıldı. Sabun operası programı, adını bu programların başladığında sabun firmaları tarafından desteklendiğinden veya sahipliğinden alır. Hala sabun ve kadınların kullandıkları eşyaların reklamını yapar. Telenovela tele-roman, foto-roman gibidir. Bugün bu programların ihraç edildiği dört merkez vardır: Brazilya, Meksika, Venezuela ve Porto Rico. Venezuela'nın önde gelen telenovela üreticisi Marte-Tv'ye Venezuelalı iki milyarder iş adamı, Hernan Perez Belisaro ve Enrique Cusco sahiptir. Tabi benzeri her ülkede olduğu gibi, bu kişiler gerçekte dıştaki ortaklarına bağımlıdırlar. HBO-Ole uydu servisi yoluyla Warner Bros Tv bu firmaya ortaktır. Warner Bros Tv Marte'nin uluslararası pazarlamasını yapar. Marte her yıl ortalama iki telenovela üretmektedir. Her telenovela genellikle 120 saattir. Brezilya'nın Globo şebekesi dünya'da Amerika'nın üç şebekesinden sonra gelen dördüncü şebeke durumundadır. Bugün Marinho ailesinin Globo imparatorluğu Brazilya'nın ne okuyup, ne dinleyeceği ve ne seyredeceğine karar verendir. Brezilya televizyon programları Amerikan değerlerini, davranış biçimlerini ve sosyal ilişki modellerini Brezilya halkına aktarmaktadır. Gerçekte, sabun-operaları ile telenovelalar Latin Amerika'da ve Amerika'da birbirine rekabet edecek bir yayın zamanı çatışmasına sahip değildirler. Örneğin Amerika'lı kadın öğleyin başlayıp ikindi sonuna kadar televizyonu açık hem ev işi görür hem de "sabun-operasını" (Amerikalı kadın "benim sabun-operam" der) seyreder. Eğer işte çalışıyor da seyredemiyorsa, VCR'da kaydeder ve akşam gelince vakit bulduğunda seyreder. Fakat latin Amerikan kadını (ve de erkeği), Amerika'da bile, telenovelaları akşam seyrederler. Çoğunlukla saat sekizde başlar. Bazı latin ülkelerinde biraz daha öne alınmaktadır. Dolayısıyla, sabun operası ile telenovela arasında "zaman" bakımından bir rekabet yoktur. Rekabet genel seçenek anlamında vardır. Fakat her ikisi de, örneğin Türkiye'ye getirildiğinde genel olarak birbirine benzerlik gösterirler: Latinlerinki daha çok bizim "gözyaşı, aşk, sevda" seviyesinde küçük bir çevre içine sıkıştırılmış sonu gelmez duygular ve duygusal ilişkilerin öyküsüdür. Bunu yazarken kanal 47'de gösterilen telenovelada kadının canhıraş ağlayışı tepemi attırıyor (eskiden gözlerim yaşlanırdı.) Amerikalıların sabun operasında ise daha çok para sorunlarını çözmüş profesyonel burjuvaların seks ve entrika oyunlarını seyredersin. Anlamak için seyrettiğimde bile miğdem bulanır. (Hele Dallas gibi bir diziyi seyretmek için, iyiden iyiye miğdesiz manyakça-hayranlık gerektirir.) Latinlerinki geleneksel kültürün duygusallığını, Amerikan sabuncuları da kapitalist kültürün "materyalist hırsını ve yozlaşmasını" ifade ederler. Bu nedenle, örneğin Annem latinlerinkini daha çok sever. Ama bir Ankara veya Istanbullu modern-kadın kendisi için daha çekici ve faydalı gördüğü sabunla sabunlanmayı daha kaliteli ve ileri görür. Gözyaşı ve sabun farkı mı dersin?!. Ne farkı olursa olsun, her ikisi de kitle tüketim pazarı için tüketiciler biçimlendirir ve onlara tüketim gündemlerinde neleri satın almalarının gerektiğini öğretir. Bunun sonucu olarak, örneğin Procter & gamble firmasının sadece Amerika'daki satışı 1992'de 29.9 milyar dolardı. Unilever US'inki 9.2 milyar, Colgate-Palmolive'ininki 7.0 milyar, Avon'ınki 3.8 milyar, ve Clorox'ınki 1.7 milyar dolardı. Latin Amerika pazarlarında üretilen telenovela'lar Amerika'da New York, New Jersey, Florida, Kalifornia gibi ispanyolların sık olduğu bölgelerdeki ispanyol kanallarında, ve İtalya ve Türkiye gibi ülkelerde geniş pazar bulmaktadır.

Latin Amerika tele-roman dizileriyle Amerikan sabun-operasının yanında başarı sağlamaları dışındaki diğer türler, filmler, seriler, oyun showları ve çocuk programları Amerikan softwarelerinin egemenliği altındadır. 1993'ün başında Şili'de en çok seyredilen tv showlarının başında sırayla Kino (oyun), Just in Case (U.S. telemovie), Three on a match (U.S. filmi), The Untouchables (U.S. Movie), Dark Shadows (U.S. seri), Cara Sucia (Venezuela, tele-roman), Life Goes on (U.S. seri); Grease (U.S. film), Indiana Jones (U.S. film), La Nina de la Palemera (Şili, filmi) geliyordu. [4] Orta Amerika Ülkelerinde (El Salvador, Panama, Costa Rica) yerel yapım hemen hemen yok gibidir. Bu ülkelerde 1980'lere kadar Amerika'nın total egemenliği altındaydılar. Bölgesel üretim ve dağıtımcıların (Meksiko, Venezuela) güçlenmesiyle, onlar da bu pazara girdiler. Bugün Orta Amerika ülkeleri programlarının % 80'inden fazlasını dışardan almaktadırlar. Bunun da % 65-75 arası Amerikan ürünüdür. Ardından % 15 kadarla Meksika ve % 3-6 arası Venezuela gelir. Serilerin, filmlerin, teleromanların hepsi, çocuk,programlarının % 90'ından fazlası ve diğer türlerin (müzik, eğitim, din gibi) % 60'dan fazlası dışardan gelir. Brazil ve Meksiko program üretiminde hemen hemen bağımsızlıklarını almış durumdadırlar: İletişim araçlarındaki programların % 70'i kendi yapımlarıdır. [5]

Ortak pazarın kuralına göre, Avrupadan Türkiye'ye yöneltilen yayınları Türkiye Türk halkının almasını garanti eder. [6] Türkiye'de korsan yayın yapan dış sermayenin çıkarlarının ifadecileri istasyonlar program kalitesi bakımından birbirinden kötüdürler. Türkiye televizyonlarında yaygın olan sinema filmleri, sabun-operaları, polis ve aksiyon dizileri, ve gece sonrası yayınlanan erotica, yani yumuşak-pornodur. Hepside programlarının büyük kısmını dışardan sağlar. Show Tv'nin son zamanlarda uluslararası pazarda aradığı gençler için hızlı-hareketli plot ve yakışıklı aktörlerin olduğu filmlerdir. Show tv tam bir parazit istasyon niteliğindedir: Program üretmez, satın alır. HBB ise spor, mini diziler, filmler ve sabun operalarına devam etmektedir. Kanal 6 kendi Amerikan-kopyesi oyunlarını ve sabah-konuşma programlarını kendisi yapar. Büyük çoğunluğunu dışardan satın alır. Bu istasyonların program politikaları Türk kültürü ve ahlakına ve kamu çıkarlarına aykırıdır (Öyleyse niye seyrediyoruz? Müptela oldum, sevgilim, yak bir sigara, tv ile koyun koyunayız.) Hatta TRT'nin politikası bile bu yönden eleştirilebilir. Interstar ve Tele On daha çok hareketli polis ve detektif ve yeni bluckbuster filmleri, dizileri ve mini serileri öne koymaktadır.

Türkiye pazarı epey çekici olmalı ki birkaç dev sermaye de direk girişimde bulundu: Örneğin R. Murdock kendi SKY kanalını kullanıp yayın yapmak için TRT Kanal 3'ü kiralamak istedi. Nieticesiz kaldı. Hürriyet-Sabah-Milliyet de benzer teklifle geldiler. Koç ve Time Warner birlikte aynı girişimde bulundular. Daha işin başında Türkiye. Yakında daha da güçlü girişimler olacak.

TRT'nin dış yayını TRT International Almanyadaki türklere yöneliktir, böylece ordaki halkla kültür bağının sürekliliği sağlanmaya çalışılır. TRT GAP güneydoğuya yöneliktir ve bu pratik milli şovenizmin ve egemen kültür pratiğinin bir örneğidir. Bu da egemenlik ilişkilerinde "normal" bir durumdur. Merak ettiğim: TRT'nin bu kanalında acaba kaç tane ispiyoncu, gizli ajan, yani insanlıkla insanca ilişkisi olmayan insan taslağı, program yapmakta veya programcılarla birlikte çalışmakta dersiniz? Olmaması düşünülebilir mi? Düzen bu, çalışması gerek ve istihbarat, casusluk propaganda, suikast bütün düzenlerin kendilerini koruma çabasında başvurdukları klasik yollardır. TRT AVRASYA TV kamu servisi açısından dünya Türkleri arasında dayanışma kurmada ve sürdürmede önemli bir girişim olarak yorumlanabilir. Ben tabi öyle yorumlamam. Ekonomik ve siyasal anlamda, Türkiye tipi yapının bu Türk ülkelerine satılmasına yardımda bulunmayı amaçlayan bir girişimdir. Bu girişimde bulunan TRT politikasını saptayanların bu ekonomik ve siyasal amacı düşünüp düşünmediğini ben bilemem. TRT Avrasya pan-Türkçülük trampetleri, davul ve zurnalarıyla, farkında bile olunmadan bu ülkelerde daha değişim olur olmaz başlayan uluslararası ekonomik ilişkilerin belli biçimde şekillenmesine (kabacası soyguna) yardım edebilir. Yabancılar yerine hiç değilse biz yapalım değil mi!. Bize fırsat kalırsa tabi... Belki kırıntıları ve döküntüleri toplarız. Bu ülkelerin iletişim alt yapılarının da yapılması gerekir. Milletlerarası firmalar orda. Türkiye kaynaklı NETAŞ bu iletişim alt yapısı girişimine zevkle katılmakta. Bizim sayemizde kardeşlerimiz Batılılaşacak ve kalkınacak. Gerçekte bizim sayenizde, kapitalist ideoloji kendini yaymada etken bir olanak bulmuştur: Türk Türkü ideolojik kakalamayla başkasının sömürüsü için alt-yapıyı oluşturma ve güçlendirmede yardımcı oluyor. Allah razı olsun. Koç moç buz dolabı falan hediye ettiler mi acaba? Kime ve ne için? Ayrıca sana ne! Dedikodu yapalım biraz, dedik de... Özel Tv'mizde yerel arzu ve ihtiyaçlara cevap veren Günün baş haberi: Milyarder Hamdullah'ın kırmızı donu Yardım Severler Cemiyetinin açık artırmasında beş milyara satıldı. Elde edilen para Hamdullah'ın Fukaralara Yardım Kurumunda fukaraları yardım için kullanılacak.

ESKİ DOĞU BLOKU

Sovyetler Birliği ve Doğu bloku bile çözülmeden önce ithallerinin % 57'sini Batı pazarından satın alıyordu. Şimdi Amerika ve Avrupa için eğlence endüştrisine ğe açık yeni pazar olanakları çıktı. Hatta kablo televizyonu bile... HBO (Amerikanın Home box office kablo televizyonu) Eski sovyet ülkelerinin Tv eğlence pazarına adım attı. Film ve video pazarı bu ülkelere doğru yayılmmaktadır. New York'ta Yankee'nin seyrettiği yeni filmleri Moskova'da Ruski seyretme olanağına sahip şimdi. Polonya, Çekoslovakya ve Macaristan diskolarında gençler son Amerikan popüler müziğiyle dansediyor, Alman birası yudumluyor, Amerikan sigarası tüttürüyor, Michael Jackson, Punk ve hardrock konuşuyor. Demokrasi ve özgürlük! İlerleme!. Biz gençken, neden bu tür martavallarla karşılaştığımızda, kafamızı azıcık çalıştırıp "Kimin?" sorusunu sormadık dersiniz? Çalıştırdığımızı sandığımız kafamızın belli kalıplar içinde hapsedilip çalıştırıldığından olmalı!. "Çalıştırsan ne olacak ki" diyor beynimin bir köşesine oturmuş şeytan. Taşlıyorum şytanı...

SİNEMA FİLMLERİ

Film satışları geleneksel olarak üç merkezden olurdu (Santo Monica, Cannes ve Milan). Şimdi bu merkezler dışı yapılan satışlar tüm satışların yarısından fazladır.

Amerika'nın dünya pazarlarından elde ettiği gelirler de bu endüstrinin pazar hakimiyetini sürdürdüğünü göstermektedir. Agustos 30, 1993'de, bir haftalık box office (yani sinemalarda seyirle elde ettiği) geliri 132.7 milyon dolardı. Ayni hafta içinde 1992'de 112.5 ve 1991'de 28.1 milyon yapmıştı. Bunu biraz daha anlamlı yapmak için yılın başında, Agustos 30'a kadar olana bakalım: 1991'de 2.91 milyar, 1992'de 2.94 milyar ve 1993'de 3.16 milyar dolardı. Uluslararası pazarda Kasım 4, 1993'de baş sırayı alan filmle Harrison Ford'un oynadığı Fugitive, The Firm, Jurassic park, Cliffhanger, In the Line of Fire, yani hepside Hollywood filmleriydi. kasım 4, 1993'de jurassic Park bütün dünyada para rekoru kırıyordu: Japonya'da 103 milyon dolar, Almanya'da 31 milyon, Brazilya'da 10 milyon, Kore'de 14 milyon, Meksika'da 17 milyon, Taiwan'da 14 milyon, Italya'da 8,9 milyon ve Arjantin'de 6,8 milyon dolar yapmıştı. .[7]

Amerikan film endüstrisinin dünya'da en önde gelen pazarları kapitalist ülkelerdir. Bunların başında da Japonya gelir. Aşağıdaki tablo son üç yıldaki (1990-92) dağılımı göstermektedir:

Tablo 8: Amerikan film endüstrisinin dünya pazarında kiralamayla elde ettiği gelirler (1990-1992)



Ülkeler

1990

1991

1992


Japonya

236.7

200.7

165.1


Almanya

175.0

142.4

162.0


Fransa

164.2

136.9

141.0


Kanada

148.3

133.9

130.4


İngiltere

144.4

121.3

127.4


İspanya

110.4

107.7

117.4


Avustralia

70.4

62.9

67.4


İtalya

117.0

74.9

65.2


Güney Kore

34.9

31.6

39.6


Meksika

22.7

27.1

36.9


İsveç

39.8

29.9

31.8


Belçika

26.4

22.6

26.1


İsviçre

27.5

24.3

24.3


Arjantin

14.1

20.5

24.2


Brazil

48.4

45.9

23.1


İsveç

39.8

29.9

31.8






Japonya'da 1992'de en çok para yapan 10 filmden 8'i hollywood yapısıydı. Japonya Amerikan film endüstrisi için dünya pazarında bir numara gelir kaynağıdır. Hollywood 1992'de film dağıtımından 165 milyon dolar yapmıştı. Bu miktar 1993'de çok daha arttı. Sadece Jurassic park filminden Japonya'da bu sene bu kadar gelir sağlandı. Aşağıdaki tablo bu dağılımı göstermektedir:[8]



Tablo 9: Japonya'da 1992'de film dağıtımdan elde edilen gelir (kiralamadan, göstermeden değil) (Milyon dolar)



Filmin adı

yapıcısı

gelir


Hook

Columbia\Tristar

2.4


kurnei No Buta

Toho, Japon

22.4


Alien

20th Fox

18.8


Basic Instincts

Nippon\herald

18.3


Kodayu

Toho, Japon

17.3


JFK

Warner Bros

16.3


Doremon Super cat

Toho, Japon

16.2


Beauty and Beast

Disney\Warner Bros

15.4


Farawat Sunset

Shochiku, Japon

14.4


The gangster Moll

Toho, Japon

14.4




Amerika'nın Japonya'dan sonra ikinci büyük film pazarı Avrupadır. Avrupada Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, Ingiltere, ve İsveç Amerikan filmlerinin Avrupadaki gelirlerinin % 80'ini sağlarlar. Eylül 1993'de Avrupa'da en çok para yapan 10 filmden en baştaki sekizi Hollywood yapısıydı: Jurassic Park, Sliver, Fugitive, Hot Shots, Made in Amerika, In the Line of Fire, Last Action Hero, Dennis the Menace, La Soif de L'or (Gaumont/BVI) ve Mucho ado about Nothing (Bağımsız)[9]

Avrupa film endüstrisi, hemen her Avrupa ülkesinde, dayanıklı ve zengin bir geçmişe sahiptir. Fakat Avrupa ülkelerinin Hollywood'un artan gücü karşısında kendi ülkelerinde ve aralarında bile pazar payları azalmaktadır. İspanya, örneğin, 1990'ın ilk yarısında. TVE (kamu) ve Telemadrid (özel) ve Berlusconinin kanalı Tele-5, ve Antenna-3 total 537 Amerikan filmi yayınladılar. Bu yayınlanan filmlerin % 45'ini buluyordu. Almanya'daki son üç yıldaki durum buna bir örnektir. Eylül 1993'de, Almanya'da gösterilen filmlerin en çok para yapan 10 tanesinden sadece bir tanesi (7'inci sırada) Alman filmiydi. Değerleri tümüyle Hollywood yapımıydı.[10]



Tablo 10: Alman film pazarının 1989-92 paylaşımı (yüzde olarak)



Yıllar

Alman

Amerikan

Diğerleri


1989

16.7

65.7

17.6


1990

9.7

83.8

6.5


1991

13.5

80.2

6.3


1992

9.8

82.8

7.4




Sinema filmleri yanında tv\kablo ve video filmleri de yeni gelirler yanında yeni sorunlarla dünya pazarlarına yayılmaktadır. Kablo sistemleri ve video pahalı yatırım gerektirir. Amerika bu alanda da elindeki sinema filmlerini kolayca kablo servisine ve videoya aktararak yeni gelir kaynakları elde etmektedir. Amerika kablo-tv için film satışlarında 1991'de 398,696,000 dolar ve video film satışlarından ise 228,524,000 dolar elde etmişti. Bunun da büyük kısmını Avrupa ülkelerindendi. Aşağıdaki tablo bölgelere göre, Amerikanın 1990 ve 1991'deki satışlarını özetler:[11]



Tablo 11:Amerikanın tv\kablo,ve video film satışı (1991 (Milyon dolar)





Bölgeler

Tv\Kablo

video


Avrupa

276.9

126.6


Latin Amerika

42.8

16.1


Uzak Doğu

34.9

51.5


Avustralya, N.Zeland

27.1

10.6


Güney Afrika

6.2

2.6


Rusya ve Doğu Avrupa

0.7

7.5


Diğerleri

10.0

13.6


Genel Total

398.6

228.5




Amerika'nın Avrupadaki en büyük tv\kablo filmi pazarı Fransadır (1990'da 49.8 milyon ve 1991'de 80.9 milyon dolar). Fransayı 1990'daki satışlarından 22 ve 26 milyon dolar düşüşle İngiltere (47.7 milyon) ve Almanya (47.5 milyon takip eder. İspanya (30.8) ve İtalya (37.9) yukardaki üçlüyle birlikte Avrupadaki tv\kablo filmleri satışlarının yüzde seksenden fazlasını oluşturur. Videokaset satışlarında İngiltere (38 milyon), Almanya (34.7), İtalya (14.4) ve Fransa (13.1) Avrupa totalinin yüzde doksanına yakınını oluşturur. Amerika'nın Uzakdoğudaki en büyük alıcısı tv\kabloda bölgenin yüzde yetmişbeşini alan (25.6 milyon) Japonyadır. Video casette de Japonya 29.6 milyon alışla başta ve Kore 12.5 milyon dolarla ikinci sırada. Bu iki ülke bu bölgedeki video satışlarının yüzde sekseninden fazlasını alırlar. Latin Amerikada dört ülke tv\kablo filmlerinin yüzde sekseninden ve videoların da yüzde doksanından fazlasını alırlar.

SERİLER/DİZİLER

Amerikanın yarım ve bir saatlik serüvenleri dünya pazarında kapışıldı ve hala egemenliklerini sürdürmektedir. Eski seriler Dallas, Dynasty hala Ingiltere'de, Italya'da ve Iskandinavya'da oynamaktadır. Waltons ve Dukes of Hazard serileri boş köşelere sıkıştırılmaktadır. ABC'nin "Amerika's Funniest Home Videos" Japonyanın Tokyo yayın sisteminde "Kato Chan ve Ken Chan ile eğlence" programında gösterilmektedir.

Cheers ve Cosby Show gibi komedi serileri dünyanın hemen her ülkesinde gösterilmektedir ve popülerdir. Roseanne şişman göbeğini hoplata hoplata dünyanın dört köşesine yaymaktadır. Aile ve komşu ilişkilerini Amerikan emekçi halkının yaşam tarzıyla ilgisiz bir şekilde saptıran ve savunan Bundy ailesi dünyanın birçok evini kirletmektedir.

Polisiye eski-serilerinden Hawai Five O ve Chips tekrar tekrar dünya ekranlarına pişmiş aş gibi sürülmektedir.

Romantik seri Beauty and Beast dünya turunu tamamlamış durumdadır. OYUN SHOWLARI

Oyun\game show'ları Amerika'da bıkkınlık vermiş durumda ve yeni oyun biçimleri aranmaktadır. Amerika'da tutulanlar ve benzini bitmişler dış pazarlarda kapışılmaktadır: Mark Goodson Production firmasının The Price is Right, Family Feud, Match game, To Tell the Truth, Barry & Enright firmasının Tic Tac Dough, Chain letters, Stewart Tv firmasının $ 25,000 Pyramid, Al Howard Production firmasının Supermarket Sweep, Merv Griffin Enterprise firmasının Wheel of Fortune, Jeopardy ve Dating Game gibi oyunlar. Bu oyun showlarının ömrü genellikle beş yıldır. Bu süreden sonra ya ortadan silinip giderler ya da cilalanıp ve yeniden paketlenip yeniden sunulurlar. Amerikan firmaları ya kendi başlarına ya da Avrupa'da hissedar ortaklıklar kurarak oyun pazarında egemenliklerini tutarlar. Örneğin, Grundy Worldwide firması yabancı ülkelere yaptığı reklamda 48 çeşit Amerikan yapıtı oyun show sunuyordu. Dünya pazarlarında egemen olan firmalardan en önde gelenlerden Fremantle International New York firmasıdır ve firmanın % 80'ine İngiliz, Amerikan ve Kanada reklam ajanslarının "Interpublic" konsortium'u sahiptir. Fremantle International Avrupa'nın oyun showlarının 76 oyunla % 80'ini sunmaktadır. The Price is Right, Dating game, Family Feud ve Block Buster gibi meşhur show'ların "format" hakkına sahiptir. İngilizlerin Action Time firması Zenith'e aittir ve hissesinin % 49'u Paramount'undur. Bu firma BBC, ITV ve BskyB için yılda 25 show üretir. Çok tutulan "Love at First sight" oyununu da üretmiştir. Oyun showları çok ucuza mal olan ve kolayca başka dile ve kültüre adapte edilebilen programlardır. Oyun showlarını birçok ülke çeşitli şekilde kopyelemişlerdir. Fakat son yıllarda format hakkını satın alma veya kiralama yoluyla korsanlık ve sahtekarlık azalmıştır. Avrupa ve diğer ülkelerin bazı firmalarının kendi oyun showlarını yapmaları da son senelerde başladı. Fakat bu show'ların eğlence anlayışı Amerikan anlayışının büyük ölçüde yansımasıdır. Örneğin Fransızların "La Roue de la Fortune" ve Almanya'da "Rad Van Fortuin" ve Türkiye'deki Çarkı Felek Amerika'nın "Wheel of Fortune" oyununun formatının kopyesidir. Ayni kopyeyi, diğer çok tutulan Amerikan "Price is Right" oyununu İspanya'da "El Precio Justo", Almanya'da "Preis ist Heiss" olarak görürüz. İngiltere'de BBC ve ITV hafta sonu oyun showlarıyla doludur. Diğer istasyonlar da bu yarışa katılırlar. İngiltere'deki en çok seyredilen oyun showları Amerikandır: (Sırayla) Blind Dayte, Strike it Rich, Family Fortunes. Fransız televizyon oyun show dünyasını Amerikan yapıları fethetmiştir. Fransa'da Wheel of Fortune TF-1'da en çok seyredilen programdır. Bu program 1987'de ilk yayınlandığından beri listenin başında gitmektedir. Ardından Family Feud, Price is Right ve Dating Game gelir. Fransız Antenna-2'nun yapısı Fort Boyard oyunu sıralamada dördüncü gelir. Fort Boyart oyunu Amerikalıların "Treasure Chest" (Hazine Kutusu) oyunundan esinlenmiş olmalı. Oyunda amaç yeterince anahtar toplayıp kalenin içinde ki hazinenin olduğu odaya gitme ve hazineyi ele geçirmedir. Milliciliğin çok önemli olduğu söylenen Fransa'da fransızlar hafta sonlarını en az on iki Amerikan veya Amerikan kopyesi oyun showlarını seyrederek geçirir. Alman yayınlarında hava Amerikan, kendilerinin yaptığı ve Avrupa'dan aldıkları oyunlarla doludur: Nederland'dan aldıkları "Aşk Mektupları (Flitterabend), Amerikan kopyesi Herzblatt (Blind date); Kendilerinin "Geld Oder Liebe" (Para mı Aşk mı) ARD'nin kanallarına hakimdir. ARD'nin rakipleri de elbette geri kalmamaktadır: İngilizlerin Avrupa'da tutulan "Liebe auf den Ersten Blick" (İlk görüşte aşk), ve "Die Pyramide" (Amerikanın Piramit oyunu), "Der Preis ist Heiss" (Amerikanın Prize is right oyunu), ve Italya'dan gelen "Der grossen Preis" ZDF'nin yayınlarını doldurmaktadır. RTL-PLUS, Almanya'nın önde gelen özel şebekesi günde ortalama altı saat oyun show'ları göstermektedir. Nederland "Aşk Mektupları" oyunundan sadece içte değil Avrupada da büyük başarı elde etmiştir. "Does he or does he not?" (seviyor mu yoksa sevmiyor mu?") ve "Guilder Show" da başarılılar arasındadır. İlk sırayı alan yerli yapımlardır: Ron's Honeymoon Quiz, Who am I, Lingo, Hitbingo 1992'de ön sırayı kaplıyordu. Longo, Boggle, Triviant gibi oyunlar "board oyunlarından" geliştirilmiştir. Diğerleri de, örneğin Fransa'dan ithal edilen Fort Boyard, ithal edilirler. İtalyan'lar Amerika'ya oyun show formatı ihraç eden bir ülkedir. Fininvest'in "C'Eravamo Tanto Amati" (Birbirimiz Çok seviyoruz) oyunu Avrupa ve Amerika'ya da yayıldı. Oyunda karı-koca eşler milyonlarca seyircinin önünde birbirini yerin dibine batırma yarışına girerler. Eşler hatta telefonla "şahit olarak" tanıdıklarını da oyuna katarlar. Oyunun sonunda kimin haklı olduğuna stüdyodaki seyirciler oylarıyla karar verirler. İtalyanlar hem Amerikan, hem İspanyol hem de kendi yapıtları oyunları bol bol seyrederler. Sıralamada en başta Italya Fininvest'in kanal-5'de büyük başarı kazanan Tele Mike'ı başı çeker. Ardından da Amerikalıların Wheel of Fortune, Hollywood Square ve Price is Right gelir. Bunları Fininvest yapısı "Biz Birbirimizi Çok Seviyoruz" oyunu takip eder. Berlusconinin üç özel tv şebekelerinde Amerikalıların Price is Rİght, The Hollywood Square, The Dating Game ve Wheel of Fortune başarıyla yayınlanır. Berlusconi İtalya'da oyun shows üreten en büyük firmadır. En önemlisi bu üretimi de dış ortak olmadan yapmaktadır. Bu başarıyı da Fatma Ruffini'nin kadrosunun Amerikan oyun showlarının İtalyan kültürüne uygulamasındaki becerisine borçludur. RAI'nin oyun showları ise çoğunlukla telefonla soru-cevap yarışı şeklindedir. İtalya'da Amerikan oyun showları yanında 20 kadar İspanyol oyun showları yayınlanır. İspanya'da oyunda ilk başları "Uno Dos tres" (Bir, iki, Üç) adlı Prontel firmasının yaptığı oyun programı, ABC'nin "Videos de Primera," Amerika'nın Price is Right, ve TVE'nin yapıtları "Primi Juego" (İlk Oyun) ve "Gülme Kötü olur" gelir.

GÖRÜNTÜLÜ, SESLİ VE BASILI HABER

Dünya pazarında, haber ve information akımı da tek yönlü bir karakter taşır. Kapitalist media, özellikle Amerikada, çok nadir üçüncü dünyadan haber verir. Haber verenler de büyük çoğunlukla sınırlı çevrelere yönelik basın (örneğin New York Times, Washington Post) ve CNN gibi major şebekelerdir. Bunlar da haberi ancak eğer Amerika olaya doğrudan veya dolaylı olarak karışıyorsa ve belli faydalı ve ideolojik boyutları varsa verirler. Eğer bu çerçeve dışında başka ülkelerden haber verirlerse, verilen haberler bu ülkeleri renksiz, donuk fırçalarla karanlık ve kötü bir biçimde çizer: depremler, kitle katliamları, terörist katliamlar, iç savaşlar gibi. Hayatımın en önemli kısmını Amerika'da geçirdim ve bu 23 yıl içinde bir kez bile üçüncü dünya ülkeleri hakkında ne olumlu bir haber okudum ne de seyrettim. "Olumlu bir sosyal olay" Amerikada bile haber değildir, çünkü olağandır, normal olarak beklenendir. Bayattır. "Olağan ötesi" de sunulduğunda, gerçek konumundan ve tarihinden soyutlanarak sunulur: "Adam köpeği ısırdı, dişi kirliymiş, beş senedir diş doktoruna gitmiyormuş, köpeğe her ihtimale karşı kuduz aşısı vurmuşlar, durumu iyiymiş." Haber "nesnel" olarak, yorum yapmadan verilir. Sonra tartışma, açık oturum gibi programlarla konuyu etraflıca işlerler: "Vay vahşi herif" denir, adamın çocukluk tecrübelerindeki, adamı köpeği ısırmaya iten, dramatik ve trajik olaylar aranır. İlk okul ögretmeniyle konuşulur: öğretmen "çok uslu bir çocuktu, sessizdi, demek ki birşey gizliyormuş bu sessizliğin altında" der. Çocukluk arkadaşları, komşuları, kız arkadaşları bulunur ve konuşturulur. Bazıları hayretlerini ifade ederler. Bazıları da "bir kere benim köpeği de ısırmaya kalktı, elinden zor aldım" gibi laflar eder. Eski bir kız arkadaşı da korku içinde "boynuma dişlerini geçirişinden belliydi, anlamalıydım o zamandan" diye korkuyla yorum yapar. Birkaç psikiyatrist konuşturulur. Klasik Freudian Psikiyatristler durumu adamın, anasını bellediği için babasına olan kıskançlık kinini, babasını ısıramadığı için, köpeği ısırarak ifade edip rahatladığını söyler. Neo-Freudian sosyal psikolojistler de küçükken kendi köpeklerinin onu ısırdığını ve herkesin bu nedenle onu suçladığını, o zamandan beri bu haksızlığa karşı içinde korkunç bir birikim olduğunu ve bu birikimin en sonunda bu köpeği ısırarak dışa vurulduğunu belirtirler. Önce köpeği ısıran adam "köpek bana saldırdı, altına aldı, parçalıyordu, birden köpeğin kalçasını ağzımda buldum, kendini savunma dürtüsüyle olacak bastım dişimi, pişmanım" der. Kimse kulak asmaz. Televiyonda ve basında herkesin dediğini duyar ve olaya en sonunda daha gerçekçi bir şekilde bakmaya başlar, ifadesini değiştirir, "ısırdım, ama benim suçum değil, anamı belleyen babamın suçu" veya "geçmişteki o trajedi beni böyle yaptı, beni böyle yapanlar, Allahtan bulsun" der, Zeki Züren'i öper ve hapis yerine tedaviye gönderilir. Hastahanedeki köpeğe Amerikanın her yerinden "geçmiş olsun" kartları yağar. Çiçekler gönderilir. Okullarda çocuklar resim ve sanat dersinde köpeğin resmini yapar ve ona bir sürü imzalarla postalarlar. Bunların hepsini televizyon ve gazeteler ballandıra ballandıra anlatırlar. Gırgır geçiyorum sanıyorsun değil mi? Modern Tv-haberciliği bu! Yokuş aşağıyı yokuş yukarı gösterir sana!. Ayrıca, bana ne yokuştan, bana ne su tersine akıyorsa, kadının tabutunu gıdıkladıklarında gülmüşse, boa yılanı bir koyunu yutmuşsa, kadın iki başlı bebek doğurmuşsa, Michael Jackson bir çocukla oynaşmışsa, Madonna sokak köşelerinden oğlanları toplayıp yatmışsa, Demirel ayakkabılarının bağını bağlamışsa, "Ablan kurban olsun" diye biri sana laf atmışsa, Holllywood'da kızlar kendilerini satmışsa, Frank Sinatra bir kızın gögsünde pirzolayı bıçakla keserek yemişse, lezbiyanlar alternatif yaşam tarzını seçmişse, kadın hayatını zindan eden kocasının şeyini salatalık gibi kesmişse bana ne!. Bananesi mananesi yok, ana haber işte bunlar! Sen ne diyorsun, CNN kocasının şeyini kesenin mahkemesini canlı yayınla verdi ve tüm Amerika soluğu kesilmiş vaziyette olayı izledi.

Liberal media profesyonelleri dış haber verdiklerinde ve hükümet veya devlet departmanlarından birini eleştirdiklerinde, ana tema, örneğin hükümetin, bir hükümet organının veya CIA'in soruna yaklaşım tarzının kaba (=burjuvazi kan döker, fakat kan dökülmesini duymak ve görmek istemez, miğdesi bulanır, iştahı kaçar), az-randımanlı, beceriksiz ve sakar olduğudur. Kısaca, seçilen politikanın doğru olmadığı, tutarsızlık ve uzun dönemde büyük sorunlara gebe olduğu, arzu edilmeyen neticeler çıkartacağı eleştirisidir. Bu media profesyonelleri eleştirilerinde sorunları yapısal özelliklere bağlamaya çalışmazlar, çünkü bunun anlamı düzen tartışması demektir. Düzen tartışılmaz, çünkü düzen meşru olarak, var olarak, tartışılmaz olarak kabul edilir. Kabul edilmeyen ve eleştirilen düzenin amaçlarını elde etmede tuttuğu yol, politikadır. İstenen bu politikanın arzu edilir önde değişimidir. Bu politika ve amaçlara ulaşmada seçilen metodların tartışılması da demokratik çoğulculuk, yeknesak bir ideolojinin yerine, birbiriyle çatışan rekabet halindeki fikirler pazarı hissini ve görünümünü verir. Gerçekte bu görünüm ideolojinin kendini günlük pratikler içinde sunuş şekillerinden biridir.

Amerika kimseden haber satın almaz. Kendi haberini kendi toplar ve kendi haberini kendi biçiminde dünyaya yayar. Tabi bu haber bizim bildiğimiz kitle iletişiminin haberi ile sınırlı değildir. Kitle iletişim haberi dedikodusundan ve ideolojisinden çok daha önemli olarak ticari haber kitlelerin seyretmediği kanallardan veya ödemeli kanallardan ve özel servislerden alınır ve çoğu gizli olarak yapılır. Açık olan borsa haberidir ve bunda da Reuter dünya hakimiyetini elinde tutmaktadır. Bunun yanında çeşitli özel servisler vardır. Örneğin ben şu an istersem kompütürümdeki modemimle bu servislerden birine aylık bir ücretle abone olabilirim. Böylece, kompütürümle borsada ne olduğunu, anlıyorsam borsayı tabi, anında takip etme olanağına sahibim. Hatta kompütürle borsadan alışveriş yapabilirim. Tabi bu olanağı, bu ticari özgürlüğü benim gibi kişiler değil, özel teşebbüs kullanır. Bunu kullanmak için de illeki evinde veya işte kompütürün başında olman gerekmez. Çantanın içinde taşıdığın kompütürünü bir telefona bağlayarak istediğin zaman istediğin yerde kendini pazar informasyonuna bağlayabilirsin. Sadece bağlamakla kalmaz, alış ve satış yapabilirsin. Uluslararası bir firmanın New Yorktaki ana ofisinde yöneticiler toplanmış. Firmanın Paris ve Japonyadaki yöneticileri de kendi ofislerinde. Oturmuşlar telefon, fax-modem, kompütür bağlantıları sağlanmış bir vaziyette, toplantı yapıyorlar. Direktifler veriliyor. Bilgi ve informasyon anında paylaşılıyor. İşte BUNA iletişim denir. Peki kitle iletişimine ne denir? Kitlelerin hapı diyebiliriz. Kitle iletişimi, iletiyi alanın kendi çıkarı yönünde karar vererek girişimde bulunması anlamında bir iletişim biçimi değildir. Daha evvelce de üzerinde durduğumuz gibi, daha çok ideolojik dedikodu, kişileri saldırı psikolojisiyle dolduran propaganda, kocakarı masalı, gerçeklerden kaçış-eğlence ve tüketim malı satın almaya hazırlama, teşvik ve kışkırtma aracıdır.

Dünya üzerinde AP. ABC, CNN, AFP, UPI, VISNEWS yanında 75 kadar Amerikan firması haber ve informasyon servisi vermektedir. Visnews International (Londra) milletlerarası tv haberi anında, uydu servisi, video\slide arşivi servisi, üretim olanakları servisleri verir. UPI global text, ses, foto-haber ve informasyon servisleri sunar. Reuters geleneksel hizmetleri yanında spor, eğlence ve hava durumu servisleri verir. ITN (Independent Tv Network (Londra) sadece İngiltere'de değil Amerika'da, Güney Afrika'da, Moskova'da, Washington'da büroları vardır. CNN ve CNN Headline News milletlerarası pazara uydu ve kablo yayınları ve hizmet satışlarıyla egemen bir şekilde girmiş durumdadır. Milletlerarası tv-haber servisine BBC'nin World Service Tv ile girişiyle, CNN birinci sırayı tutma mücadelesini hızlandırdı. Bu yarışa ABC news ve Ruperd Murdoch'un SKY News'ü de katıldı. CNN görüntü-haberlerini sadece kendi şebekeleri kullanmaz, aynı zamanda isteyen satar. Hemen her Avrupa televizyonu CNN'den görüntü satın alır. Örneğin, Amerikan istilasına karşı sürekli lafla direnen Fransa'da, Canal Plus CNN'in en baş müşterilerindendir. Canal Plus haberlerinin önemli bir kısmında CNN'i kaynak olarak kullanır. AP sadece text-haberi ile uğraşmaz, çeşitli servisler verir. AP'nin tv servisi APTV, AP News Power, AP headlines, AP Specialty Wires servisleri vardır. Grafik servisi olarak AP Graf Bank'a, Tv Direct graphics, AP Photostream'e sahiptir. AP'nin diğer software servisleri: AP News Center, AP News Desk; Telefon Informasyon Sistem kaynağı olarak AP Audiotex; Data Gönderme servisi olarak AP Express'e sahiptir. AFP (Fransa) Millerlerarası haber servisi yanında, altı dilde text wire eder, foto, grafik ve finans wire hizmetleri verir. Kime servis ve hizmet? Mangırı ödeyene...

FUTBOL VE SPOR

Hiçbir program türü futbol yayınlarının kısa sürede topladığı izleyici ve parayı yapamaz. Futbol kapitalist düzende tüketim endüstrisinin reklamını yaparak geniş kitlelere ulaştığı bir alandır. Televizyon firmaları spor yayını hakkını aldıklarında, bu onlar için reklamcıları çekecek büyük bir gelir kaynağı olur. Amerika'da üç şebeke (ABC, CBS, ve NBC) spordan aslan payını alanlardır. Spor kanalları yeni çıkmıştır ve kablo televizyonun bir parçasıdır (ESPN, MSG). Avrupa'da her ülkedeki kitle iletişim araçları spor yayınlarını kendi tekelinde tutmaya, eğer tutamazsa, kendi için aslan payını almaya çalışır. Bu nedenle mücadeleler verilir, çatışmalar çıkar. Türkiye'de TRT ile Korsanlar arasında çıkan çatışmalar gibi... Avrupa pazarında ismini duyuran spor kanalları Eurosport, Screen Sport, Sport Canal, ve Tv Sports'dur. Amerika'da Avrupa futbolu (bizim bildiğimiz futbol) stadyumlarda büyük seyirci toplamasına rağmen tutulmadı, bunun en büyük nedeni: Futbol Amerikan ticari düzenine uygun değildir. Amerikan düzeni Amerikan futbolu ve beyzbol gibi tüccarlara sürekli ve bol reklam zamanı vermesi gerekir. Bu da futbolda yoktur. Top taca çıktığı zaman bile reklam verme zamanı yoktur. Ya ticari düzenlerini değiştirmek ya da futbol düzenini değiştirmek gerekir. Futbol düzeni değişmediğinden, örneğin Latin Amerikalılar reklam düzeninine yenilikler getirdiler: Reklamları bütün sahneyi kaplayacak şekilde vermiyorlar. Sahnenin altında, yanında veya çevresinde falan veriyorlar. Bu da reklamlarla yapılan psikolojik dolandırıcılığın etkisini azaltabilir. Bu nedenle, bakalım Amerikalılar Dünya Şampiyonasında ne türlü bir yenilikle gelecekler. Hiç belli olmaz, oyunun düzenini bile değiştirebilirler.

Televizyon çıkıncaya kadar profesyonel spor gazete ve ardından da radyo tarafından canlı tutuluyordu. Ticari değeri sınırlıydı. Televizyon seyir-sporunu stadyumdan çıkartıp evlere, kahvelere, birahanelere ve eğlence yerlerine götürdü. Televizyonla birlikte sönük yıldız şistemi birden bire milyarlık uluslararası yıldızlık sistemine dönüştü. Profesyonel lig Sporu kısa zamanda oyuuculara milyonlarca dolar ödeyen ve milyarlarca dolar para yapan bir ticari alan oldu. Türkiye gibi ülkelerde profesyonel futbolda olan değişim ve uluslararasılaşma, futbolun yapısı ve yapısal ilişkiler, sömürücü kapitalist dünyanın minyatür yansıması gibidir. Yani profesyonel spor corporate kapitalist topluma benzer.

Televizyon profesyonel spor klüplerine yayın hakkı için Amerika gibi ülkelerde akılları durduracak miktarda para verir. Bu parayı vermesinin nedeni çekeceği seyirci oranınının yüksekliğindendir: Yüksek sayıda seyirci demek bu seyircilerin mal gibi reklamcılara büyük paralarla satılması, dolayısıyla televizyonların hem spor klüplerine ödedikleri parayı çıkartmaları ve hem de bir okadar kar yapmaları demektir. Dolayısıyla, spor seyri yoluyla kitlelerin seyiri\dikkati reklamcılara satılır. Bu satıştan seyirci ne alır? Havasını alır! Keşke havasını alsaydı, kaybettiğine nazaran çok daha karlı çıkardı. Yıldız sporculara ve klubün sahiplerine verilen paraya televizyonun da kendi masraf ve karları eklenir ve bu reklamcıların ödediği olur. Reklam yapan firmlar da reklam için harcadıklarını, üretim masraflarını ve karlarını da ekleyerek mallarına fiat keser ve bize sunarlar. Böylece hem bizim seyretmemiz sayesinde spor klüpleri, televizyon, reklam acentaları ve mal-satan firmalar zengin olur hem de bu zengin olma sürecinde bütün masraflar bize yüklenir. Seyretmemizin cezasını tüketim mallarına ödediğimiz yüksek fiatla öderiz. Farkında bile olmadan, kendi gözümüzle tuzağa düşürülüp, hindi gibi yolunuyoruz yani! Göz göre göre kakalanıyoruz, ruhumuz bile duymuyor valla! Avrupanın veya Latin Amerikanın bir yerinden getirilmiş spor yıldızına veya herhangibir spor yıldızına verilen milyarlarca liraya bakıp, "vay be, amma da para var bu klüpte ha! Para basıyor olmalılar, belki de uyuşturucu madde kaçakcılığı falan yapıyorlardır" deriz. Tahminimizde haklı da olabiliriz. Fakat gerçekte futbolculara, takım sahiplerine, televizyonculara, reklamcılara, ve reklam yapan firmalara gerçek ödemeyi yapan bizleriz! Haberimiz varmıydı? Nasıl haber: Özel teşebbüsün sorumlu haberine benziyor mu?

Her profesyonel spor, spor ve sporla ilişkili olmayan oyuncak ve eğlence endüstrilerinin palazlanmasına yardım eder. Örneğin, Amerika'da Spor endüstrisinin 1989'daki satışı 44.4 milyar dolardı. Her yıl da artmaktadır. Bunun 5.2 milyarı spor ayakkabılarından, 11.5 milyarı spor giysilerinden, 11.2 milyarı spor gereçlerinden ve 16.3 milyarı da spor araçlarından (bisiklet, eğlence araçları, spor kayıklar gibi). Bu sadece sporla ilgili olanlar, sadece küçük bir parça. Büyük çark döner durur böylece... Aslan gençlik sen çok yaşa! Spor da..! Hangi spor? Hangisi olacak, seyretme ve satın alma sporu. Uluslararasından bize yayın yapan, özgürlüğümüzün temsilcisi ve timsali, korsan televizyonlarda sporla gözlerimizin önüne Amerikalı sporseverlerin gözlerinin önüne serilenlerin hepsi serilir. Öğreniriz. Amma ne öğrenme değil mi?

Kibar İngiliz medeniyetinin insanları neden maça gittiğinde kuduruyor ve kuduz gibi etrafına saldırıyor? Onlar gibi imperyalist bir ülkenin her gün bir taraftan kanı emilirken diğer taraftan üstün bir ırk olduğu sürekli tekrarlanan halkı olsaydın, sen de kontrol edemediğin yenilgiler dünyanda maçtaki yenilgiyi kabul edemezdin. Tek başına olsan elinden bir mok gelmezdi. Ama sürü halindesin. Bu, ücretli-köleliğin getirdiği iş-dünyasındaki yenilgiye boyunsunmaya benzemez. İşten atılma ve işsiz kalma korkun yok. Bu "takım tutma" yenilginde (ve kazandığında) öfkeni (sevincini) içine atmak zorunda değilsin. Düzene tehlikeli değilsin, sürüleşmeye yatkınsın, sürüleşir ve hemen sürüden biri olursun. Benzer psikolojiyle dolu bu sürü içinde, birikmiş öfkelerini çıkartabilecek ve sıyrılıp gidecek güçtesin. Bu nedenle, kudurmuş sürü gibi gruplar halinde örneğin Trabzon'un sokaklarına dökülür, "takımın" yenildiği için küfürler yağdırarak salyalarını saça saça dolaşırsın; Avrupa'da İngiliz seyircisi olarak, sokaklarda rezalet çıkartırsın; Amerika'da maçtan sonra gruplar halinde saldırılar yaparsın (Amerikadaki saldıranların psikolojisinde spor takımı tutma psikolojisi hiçbir rol oynamaz. Amerika'da Amerikan takımlarının arasındaki maçlarından veya konserlerden sonraki olay, kendini birden bire bir gurupta bulan ezilmişin ırkçı kuduruşudur. Bazı İngiliz ve Türkiye seyircilerinin kuduruşu, milli maçların dışında, ırkçılıktan çok takım tutma ile bağıntılıdır.) Sanki babanın takımıydı da yenildiği için baban para kaybetti, babanın ekonomik çıkarına zarar geldi, nafakan azaldı... Dikkat: Ben burda sürülüğün nedenini sürüde bulan ve beslediği sürüden bile ödü kopan kapitalist sürü psikolojisi anlayışından bahsetmiyorum. Faşist\kapitalist düzende faşistçe ezilenlerin faşistçe ezilmelerinin öfkesini faşistçe davranışla, yapabileceklerini anladıkları durumlarda, faşistçe ifade edip geçici rahatlık sağlamalarından bahsediyorum. "Efendi spor seyircisi" burjuva seyir tarzını da savunmuyorum. Ezilmişin öfke dolu psikolojisini ve bu öfkesinin egemen düzene tehlikeli olmayacak bir şekilde (gerçekte faydalı bir şekilde) ifade alanını ve tarzını açıklamaya çalışıyorum. Mankafalılaştırılan mankafalığı da... Kelekliğe bak: Trabzon! Trabzon! diye bağırıyor, kuduruyor. Fakat kafasından bir kez şunlar geçmiyor: Trabzon Spor Trabzon takımı mı? Nah, Trabzon takımı! Kaç tane Trabzonlu oynuyor takımda? Trabzon Spor'un Trabzon takımı olarak Trabzon'un ekonomisine önemli katkısı olması gerek: Trabzon Sporun her yıl Trabzonun iç ekonomisine katkısı ne? Sahiplerinin cebini doldurma, dev iç ve dış firmaların reklamını yapmada araç olma, ve "küvette kürek çektiğinden haberi olmayana" kudurgan-sevinç vermeden öte Trabzon'a yıllık faydası ne? Trabzon Spordaki yabancı transfer oyuncuların anlamı ne? Sporun mu uluslararasılaşması yoksa sermayenin uluslararası reklam sermayesiyle işbirliği mi? Trabzon kendi oyuncularını yetiştiremeyecek kadar beceriksiz mi? Trabzon Spor kimin ve kime ve neye hizmet ediyor? Trabzonun adını kullanarak Trabzona mı yoksa kitle tüketim endüstrilerinin ve birkaç kişinin çıkarlarına mı? Kelekliği bırak da, Trabzonlu genç olarak, kudurman gerekirse, "Trabzon Spor'da sadece Trabzonlu isteriz!", "Trabzon'un adını kullandığı için Trabzon Spor'dan fukara okullara spor yardımı yapmasını isteriz!" "Trabzon Sporla yapılan paranın hiç değilse bir kısmının Trabzonu geliştirmek için Trabzonda kalmasını isteriz!" diye sokağa dökül!. Hiç değilse, kapitalist soygunda, kendi çıkarını arayan kapitalistin düşünü tarzıyla hareket et, kabak gibi yuvarlanma!. Ne olduğunu bilmiyecek kadar kelekleştirilenden sadece kelekliğin gereklerini yerine getirmekten başka ne bekleyebilirsin? Cevap: İkinci bir keleklik. Trabzonlu olmayan sporseverlere da sözüm: Kızım sana söylüyorum, Gelinim sen anla! Bir ek daha: Benim Yunanlı, İtalyan ve Arjantinli tanıdıklarım Trabzon'un adını biliyorlar. Trabzon ünlü. Eee, peki gerisi? Trabzon spor'un ünü boş böbürlenmeden ve psikolojik doyumdan başka Trabzon'un cebine birşey kopyuyor mu? Çemberi tamamlayalım: Kazansada kaybetse de parayı başkası cebine indiriyor ve Trabzonluya da soyut ünle bazen böbürlenmek bazen de kudurmak kalıyor. Ekmek, sirk ve umut meselesinin en açık örneklerinden biri bu: Paylaşmamız gereken ekmeği ben alıyor ve zimmetime geçiriyorum, sana da, ekmeğin üstüne yatmamda yaptığın hizmetin karşılığı olarak biraz kırıntı ve en önemlisi umut veriyorum yemen için. Sen sirkte bazen gülerek, bazen heyecanla soluğun kesilmiş vaziyette, bazen kızgın, bazen üzgün, ve bazen gözlerinde yaş kemirip duruyorsun umudu. Afiyet olsun!

ÇOCUK ÜRÜNLERİ

En sonda özlü olarak söyleneceği en başta sorup söyleyelim: Çocukların, örneğin, televizyonda seyrettikleri programlar ne için? Çocuklara sevdirilen film, comic, karton, video oyunu ve oyuncak karakterleri\kahramanları sürekli çocukların günlük faaliyetlerini dolduruyorlar? Yapılan ne, bu ürünlerin getirdiği ne, neden ordalar? Saldırgan pazarlama stratejisinde, bu ürünler oltadaki yem veya pavlovun köpeğine çalınan zil görevini görürler: Çocuk eğlencesi etiketi takılan bu ürünlerle yapılan, hem materyal hem de düşünceyi-biçimlendiren\bilinci belirleyen ve gündemi tanımlayan satıştır. Bu, tek cümleyle, kitle kültürünün yaptığının özetidir.

Çocuk programları, filmleri ve çizgi filmleri, dergileri, mecmuaları alanında da Amerika'ya kimse rakip olacak bir durumda değildir. Walt Disney ürünlerine ne ticari ne ideolojik yönden dünyada bir rakip vardır. Avrupa kapitalistleri bile dünya çizgi film üretiminin ve dağıtımının yüzde beşini bile sağlayamamaktadır. Amerika bu alanda sürekli üretim ve dağıtım yapmaktadır. Son yıllarda Japonlar bu alanda gittikçe güçlenmeye başladı. NBC'nin uluslararası bölümü 1991'de 13-17 yaşındaki çocuklara yönelik yarım saatlik "Saved by the Bell" ve "Guys next door" programları da ekledi. Fakat dünya televizyonlarında burjuva ideolojiye, kapitalist dünya düzenine ve pazarına en büyük servisi yapan Walt Disney ürünleridir. Disney'in faresi "dünyanın ilk ortak kültürü ürünü," "zararsız ve siyasal içeriksiz" bir fare olarak sunulur. Bu bir farece yutturmacadır. Dünyanın hemen her köşesinde, Walt Disney'in faşist yaratıkları çocuk televizyonlarında ve çocuk basınında genç beyinleri kitle tüketimine, sorunları faşistçe kaba kuvvetle çözme metoduna, mülkiyet haklarının herşeyden üstün olduğuna ve bunun sürekli tehlike altında olduğu ve korunması gerektiğine, tüketici-bireyciliğe alıştırılırlar. Walt Disney'in çocuklara yaptığı bir cinayettir bence: Ne biçim hayvanlar bunlar: Dayanışma yerine sürekli mülkiyete\kendi bölgesine tecavüz ve vahşet ilişkileri içinde yaşıyorlar? Kapitalist sistemde kapitalistin uykusunu kaçıran kapitalistin gerçeği, bu çocuk programlarında kapitalistin sürekli saldırganı altetmesiyle neticelenir. Hayvanlar arasında dayanışma olduğunda bile, bu dayanışma yapıcı birşeyi paylaşmak için değildir, ortak korunma-saldırısı içindir. Barışçı-birlikte yaşama, aynı kapitalist dünya düzeninde olduğu gibi, kaba güç ve tilkilik uygulanarak ancak programın sonunda sağlanır. Çocuk böylece kapitalist sistemin değerlerini evrensel değerler olarak benimser ve Walt Disney'in faşist faresine bile laf ettirmez. Sanki kendi faresi!. Walt Disney'in yanında diğer çocuk dergileri (Red Kit, Texas, Tom Miks, Zagor, Kit Karson, Uçan Adam gibi klasikler ve Marvel Comics imparatorluğunun yeni nesle sunduğu korku ve vahşet dergileri dünyanın her yerinde bulunabilir. Ülkelerin tarihlerini yanlış olarak yansıtan ve belli bir ideolojinin egemenliğini kuran bu dergilerin hemen hepsi Amerikan kaynaklı ürünlerdir. Japonlar da çizgi filmi üretiminde ileriler, fakat dünya pazarına yeni açılmaya başlamışlardır. Zaten bu alanda Amerika'ya tek rakip olarak çıkabilecek Japonya'dır. Avrupa imperyalistlerinin kendilerine özgü ideoloji ve tarih ve ilişki anlayışını Getiren TenTen ve Batılı düşünü ve giyim tarzıyla modernleşmiş-akıllı-Afrikalı fil Babar, Walt Disney'in faresiyle baş edebilecek güce sahip değildirler. Fare onları bir oturuşta çiğ çiğ yer ve üzerine bir Big Mac ve Coke devirir, sonra da "God Bless Amerika\Tanrı Amerikayı takdis eder" der ve kıkır kıkır güler. Hele Road Runner "biip biip biip" diye üzerlerinden geçip pestillerini çıkarır. Road Runner dünyayı soymada özgürce direksiyon sallama ve onu durdurmaya kalkanları özgürce tepeleme hakkının özgür bir ifadecisidir. Nasıl oluyor da hep "özgür" ve "özgürce" oluyor? Füzeler ve Amerikan filoları ve de yeniçeriler sayesinde...

Çocuk tv kartonlarının yarım saatlikleri pazarın özelliklerine göre 100-2,000 dolar arasında satılır. Birkaç yüz dolara yarım saatlik bir çocuk kartonu üretmek olanağı yoktur. Bu nedenle kitle üretiminin önemi ortaya çıkar: Üretimin maloluşu çoğaltım ve dağıtım içinde erir gider. Kitle üretimi yapamayanlar ise pazara bile çıkamazlar, kazara çıkarlarsa çıktıklarına pişman edilirler. Sadece bir fikir vermek,için çocuk programlarının bazı ülkelere satış fiatlarını aşağıdaki tabloda özetleyelim:[12]

Tablo 12: Yarım saatlik Çocuk kartonlarının satış fiatları

(1992) (dolar olarak)





Satın alan ülke

Satış fiatı


Avusturalya

2,000-6,000


Hong Hong

600-900


Japonya

5,000


New Zeland

750-1,500


Filipin

400-750


Taiwan

300-500


Kore

1,000


jamaica, Trinidat, Barbados

125-200


Brazil

2,000-3,000


Kolombiya

1,000


Orta Amerika ülkeleri

650


Meksika

1,500


Peru

400-600


Arjantin

1,400






DERGİLER

Müzik dergileri popüler müzik endüstrisinin, kadın dergileri tüketim-feminizmi ve bireyciliği, seks ve moda endüstrisinin destekleyicisi ürünlerdir. Bunların da çoğu Amerikan kaynaklıdır veya Amerika'dakinin tıpa tıp kopyesidir. Profesyonel dergiler de, örneğin kompütür dergileri, Mimarlık dergileri, Amerikan pazarının pazarlama dergilerinin taklitleri veya adıyla ve dizgi şekliyle çevrilmiş kopyeleridir. Bunların yerli-mallılıkla hiçbir ilişkisi yoktur: Dış pazarın pazarlama araçlarından bir tanesidirler. Türkiye'de, Frankfurt'ta, Brüksel'de, Atina'da, Pire'de, Roma'da, Güney Asyada, Hindistan'da, latin Amerika'nın bütün ülkelerinde gazete bayilerinde sergilenen mecmuaların büyük çoğunluğu ya direk olarak Amerikandır, ya Amerika'dakinin takliti ve kopyesidir. Yaratıcılığın boğazlandığı ticari pazar düzeninde egemenin borusu böyle öter! Halkın istediğinin değil. Benim çocuğumun evde okuduğu dergi, çocuk programı adı altında seyrettiği televizyon kanallarını ve saatlerini dolduran faşist ve ticari pislik, benim çocuğumun doğuştan olan arzuları ve yönelimleriyle gelen birşey değildir. Çocuğumuz için seçenek ya okumak, seyretmek ya da okumamak, seyretmemektir. Çocuk okumamayı, seyretmemeyi bizim baskımızla seçer, aksi taktirde okur, seyreder; Çünkü çocuk öğrenmek, eğlenmek ve oynamak isteyen çok canlı bir varlıktır. BÜYÜKLER gibi öğretilmiş faşistliklerinde kendilerinin sandıkları köşelere sıkıştırılmış, herşeyi bildiklerini sanan, oldukça yozlaşmış, ilericiliklerinde bile yobaz ve bağnaz, beyinleri kalıplaşmış yaratıklar değildirler. Çocuklar bunları talep etmezler. Bunlar çocukların beyinlerine sokulur ve çocuklar sonunda, yukarda özelliklerinden birkaçını saydığım BÜYÜKLER olur... Yani çocukları kendimize benzetiriz. Böylece kültürel, geleneksel, ve ideolojik benzetmeler gerçekleştirilerek, ekonomik benzetmeler-düzeni desteklenir.

Amerikan dergileri arasında dünya pazarında hemen her ülkenin diline çevrilerek yayılan bir dergi de Reader's Digest'tir. Türkiye'de de "Bütün Dünya" olarak 50 seneden fazladır vardır. Bu dergi 1920'den beri Amerikan ideolojisinin gerici kanadının savunuculuğunu, Amerika dahil, bütün dünyada yapmaktadır. Reader's Digest 1991'den beri Rusça basılıp Rusya'da dağıtılmaya başladı. Rus ve eski sovyet devletlerinin halkları yakında Reader's Digest'in özgürlük ve demokrasi bayrağıyla birlikte getirdiği "zengin" ve "değerli" informasyonla yaşamlarını zenginleştirecekler. Şimdiden Moskova'da McDonalds'ın bayrağı dalgalanmakta ve Coca Cola neonları ana caddeleri renklendirmektedir. Amerikan Times magazini "News in Review" bölümünü Moskova'da basıp Rus okuyucularını aydınlatmaktadır. Rus halkı çok yakında işsizliğin, açlığın, sefaletin, birbirini yemenin ne olduğunu yaşayarak tecrübeyle öğrenecekler. Bu öğrenme sürecinde öğretilenler de onları rus bayrağına sarılıp milliyetcilik türküleri ve teraneleriyle çözüm arama yoluna itecek. Kısaca, onlar da egemen dünyaya benzeyecekler, benzemek istemezlerse, benzetilecekler.

Foto-romanlar dünyanın hemen her ülkesinde yaygın olarak özellikle kadınlar\kızlar tarafından bol okunan bir türdür. Bunun yaygınlı tutulması nedeniyle, tele-romanlar üretilmiştir. Brezilya, Çili, Kolombiya ve Meksika'da yaptıkları araştırma'da Flora (1978) bu foto-romanların o ülkelerin kendi kültürel yapı ve geleneklerini yansıtmadığını, aksine milletlerarası kapitalizmin amaçlarının ifadecileri olduğunu buldular. Bizde de epey okunan Foto-romanlar romantikliği ve aşk ve seks ilişkilerindeki varolan his ve anlayış yapısını sömürerek, özellikle tüketime dayanan ticari ideolojinin propagandasını yapar. Fotoromanlar ikinci dünya savaşından sonra İtalya'da çıktı ve ordan önce diğer katolik ülkelere, özellikle Latin Amerikaya, ardından da diğer ülkelere yayıldı. Başlangıçta, filmlerden görüntülü resimler ve yazılı konuşmalarla yapıtlanan bir biçimdeydi. Sonradan, buna gerçek sinema-foto resimleriyle anlatılan foto-romanlar eklendi. Bizde de 1960'larda aynı şekilde başladı ve gelişti. Romantik aşkı işleyen fotoromanlar aynı standartlaşmış bir kalıba göre yapılır: Giriş, çatışma\çelişki\problem ve çare. Fotoromanlar kapitalist egemenliğin çarkına ikici-derecede-işçi olarak sokulan kadınların beklentilerini, umutlarını, arzularını, düşlerini hem sörür hem de tüketim endüsrisinin çıkarı yönünde yönlendirir. Fotoromanlarda kadınlara kapitalist sistemde verilen profesyonel yer verilir: Sekreter, hastabakıçı veya hizmetci. Çoğunlukla seksi vücutları görünen şeffaf gecelikle sunulan kadınlar provakatif seks objesidir. Playboy'un falan bulunmadığı yerde, gençlerin ellerini kullanırken seks fantazilerine epey yardım eder. Fotoromanda, aşk, kıskançlık, aldatma ve gözyaşlarıyla devam eden serüven en sonunda kadının bir peti-burjuvayla evlenmesiyle sonuçlanır. .[13] Neden peti-burjuvaya evlenir? Çünkü işci\köylü kadının olabilir-düş ufuğu oraya kadar sündürülebilir. Büyük burjuvayla evlenme fantazisini işlemenin yutturabilme olasılığının azlığı da buna bir nedendir. Bu foto-ronalardan televizyondaki telenovela'lar (televizyon-romanlar) doğdu. Neden doğdu? Nedeni karlı ve etkili pazar konusuna girer: kapitalist alınan malı çeşitli paketlerle satarak ekonomik ve ideolojik çıkar sağlamaya bayılır.

EĞİTİM SOFTWARELERİ VE ÜSTÜN KÜLTÜR

Kapitalist dünya'da kültürel programlar prime-time dışında, eğer konursa, belli köşelere sıkıştırılmıştır. izleyicileri belli sınıfsal karaktere sahip kişilerdir: Çoğunlukla büyük burjuva zevki ve anlayışında olanlarla, eğitim ve ideoloji bakımından seçkin olanlardır. Kültürel programlar ne demek? Neden kimse seyretmiyor? Eğlence ve müzik, sabun-operası, diziler, seriler adı altında gelen programlar kültürel programlar değil mi? Cevap verelim: Gerçekte programların hepsi ne tür kategori altında gelirse gelsin kültürel bir biçimin ifadesidir, kültürel programdır. Eğlence ve müzik, ne çeşit olursa olsun, kültürel bir üründür. Bunların "kültürel programlar" içine sokulmaması, yüksek ve alçak kültür ayırımının bir diğer görüntüsüdür. Bu ayırımın tuzağına elitist-toplumcular bile düşmüşlerdir. En kötüsü bu ayırımın temelinde Hırıstiyan Protestan ve Weberci gelişme kuramı yatar. Kapitalist sınıf Avrupa aristokrasisinden yükseklik, üstünlük, eşsizlik, kalitelilik, incelik, hassaslık, kibarlık, ince ruhluluk, ince anlayış gibi değerler miras aldı. Her yükselen sınıf gibi, imrendiği ve kıskanarak taklit ettiği kendinden önceki egemen sınıfın kültürel karakterlerini kendine mal etti. Kasaba ticari kültüründen yetişmiş bir burjuva tüccarın "kültürü" ancak ticari sahtekarlığın ve dolandırıcılığın ve parayla satın almanın çerçevelediği bir kültür olabilir. Burjuvazi feodal aristokrasinin elinden ekonomik gücünü almakla kalmadı aynı zamanda, lüks ve eğlence kültürüyle yaşam ve davranış tarzının imrendiklerini alıp üzerine oturdu. Fakat, gene de, burjuvazinin incelik ve kültürlülük satışına rağmen, asla aristokratlar gibi olamadılar ve olamazlar da. Çünkü aristokratlar ayrı düşünü ve ilişki biçiminin insanlarıydı. Aristokrasi için, burjuvazi bayağı zevkleri, amaçları ve girişimleri olan aşağılık bir yaratıktan başka birşey değildir. Burjuvazi "yüksek kültürün" ürünlerinin sadece toplayıcısı, istifcisi, kolleksiyoncusu ve tüketicisidir. Aristokrasi kendi içine kapalı ve dışarıyı red edici ve küçük görücü olduğu için, köylü kitlelerin aşağılık eğlencelerine ve yaşam tarzlarına el uzatıp elini kirletmeye tenezzül bile etmedi. Aşağılık yaratıkların aşağılık kültürel pratiklerini, kapitalistin aksine, kendileri için tehlikeli görüp kontrol etmeye kalkmadı. Tek istisna bu pratiklerin başkaldırı şeklinde kendisini göstermesiydi. O zaman da köylülerin kafalarını ezdirdi. Kapitalist sınıf, tam aksine, başkaldırıyla kendini egemenlik durumuna getiren kitlelerin başkaldırısı kabuslarıyla yaşadı ve yaşamaktadır. Kitleleri sömürmeyi sadece materyal ilişkiler içinde sınırlayacak bir durumda kendini asla hissetmedi. Kitleleri iş dışı yaşamda da kontrol zorunluluğunu duydu. Böylece, bayağı ticari kültürün burjuva sınıfı kendini geleneksel bayağılıktan kurtaramadığı gibi, aynı zamanda kitle kültürünün etkisinden de kurtulamadı. Eğer Donald Trump boks maçlarına yatırım yapıyor ve seyrine gidiyorsa, bu ticari çıkar kadar kültürel zevkin de bir ifadesidir. Avrupa burjuvazisinin futbol maçlarına gitmesi sadece yatırımını seyretmek değil, aynı zamanda eğlenmektir. Kapalı trübünlerde otursalar bile, kitle seyircileri gibi, küfredip heyecanla ayaklanmasalar bile, aynı kültür pratiğine pozisyon olarak farklı bir yerde yer alsalar bile, "yüksek kültürün" ürünüyle ilişki içinde değiller. Fakat kapitalizmin kendini satışı farklıdır: Aristokrasinin üstün kültürünün çocukları gibi görür kendini. Bu kültüre de çoğu kez satın alarak, seyrederek, dinleyerek sahip olur. Bütün klasik eserler kapitalizmde eser karakterlerini kaybetmiş ticari mal haline gelmiştir. Her eserin değeri dolar, Frank, Mark, Yen ile ölçülür. Açık artırmalarda bu eserler sahip olma hissiyle gözü dönmüş kapitalistler tarafından milyonlar verilerek satın alınır ve milyonlar verilerek el değiştirir. Kapitalist sahip olduğuyla övünür. Kapitalist karısına ve metresine sahiptir. Karısı ve metresi de kürke... Bu kapitalizmin kaderi olmalı: Kendinin olmayanın üstüne yatma!. Bu tür sahiplik, kalite\üstünlük ve aşağılık\kalitesizlik değerler ayırımını korur. Bu ayırım ne denli geçerlidir? Geçersizdir, çünkü ayırım doğal değil, yaratılmıştır, ve belli bir kültürün diğer kültürden daha iyi olduğuna dayanır. Hiçbir kültür diğerinden üstün değildir. Her kültür o kültürün insanının geçmişte ve şimdi yaşadığı tecrübelerinin, ihtiyaçlarının ve pratiklerinin çerçevesidir ve neyse odur, iyisi yoktur. Ondan farklı, ayrı olanı vardır. Farklı olması da farklı ilişki ve geleneklerin ve değerlerin şekillendirdiği bir kültür olmasındandır. Farklılık üstünlük ve kalite farkı değil, dünyada yaşam farkıdır. Kültürel programlar olarak tanımlanan programlar belli bir yaşam tarzının kendi kültürellik anlayışını empoze etmesiyle ortaya çıkan bir biçimdir. Bu biçimin de sadece belli bir azınlık tarafından seyredilmesi ve başarısızlığı bundan dolayıdır. Yoksa kitlelerin kültürsüzlüğünden ve kültürel programları izlememesinden değil. Kitlelerin her gün seyrettiği, okuduğu ve dinlediği kültüreldir. Bu kültürel de çağımızın imperyalist kitle tüketim kültürüdür. İmperyalisttir, çünkü kendini diğer kültürler üzerine oturtmakta ve onları doğal çevreleri içinde boğmaktadır.

Dünyadaki Eğitim ürünleri de, Amerikan sermayesinin uluslararası dev firmaları tarafından üretilip dağıtılmaktadır: McGraw Hill, Xerox, CBS, RCA, Prentice Hall, Scott, Foresman, ITT, Westinghouse, General Learning Co. gibi... Tabi burda ilk akla gelen: Ne tür eğitim ürünleri sorusudur.

Amerika'da her yıl üç milyara yakın kitap ve elli bine yakın "eser" 2000'e yakın firma tarafından üretilir. Üretimin yüzde 60'ını yüz kadar basımevi yapar, yüzde kırkı ise büyük çoğunluk tarafından yapılır. Benzeri monopolileşme durumu bütün kapitalist ülkelerde olmaktadır. Geri bırakılmış ülkelerin durumu ise, tahmin edeceğiniz gibi, hem eser sayısı, hem basımevlerinin yaşama koşulları bakımından pek de iç açıcı değildir. Amerikan ve avrupa firmaları bu alanda ortaklıklar, mümessillikler ve direk yatırımlarla aslan payını almaktadırlar.

EV-VIDEO PAZARI VE KORSANLIK

EV-video pazarı da gittikçe geri bırakılmış ülkelere doğru yayılmaktadır. Bu pazardaki tüketimde, Avrupada, İngiltere ve Almanya'dan sonra İtalya gelmektedir. Ev video satışı ve kiralanmasından 1992'de italya'da 700 milyon dolar elde edildi. En başta gelen videolar Walt Disney'in Fantasia, Beauty and Beast ve Snow White'ıydı. Her İtalyan ailesi yılda teyp için ortalama 95 dolar harcamaktadır (Avrupa'da genel ortalama 38 dolardır). Çin dışardan getirilen video-teyplerle rekabet etmektedir, ve durumu gittikçe kötüye gitmektedir. Çin film endüstrisinin üretim ve dağıtım sisteminin değiştirilmesi ve devlet tekelinden çıkarılması girişimleri hızlanmaktadır.

Bu alanda da egemen firmalar Amerikan firmalarıdır: RCA\columbia, Warner Bros, Penta (İtalyan) ve Paramouth\universal'dır. İtalyanlar da bizdeki gibi uluslararası yasaları ve anlaşmaları hiçe sayarak videoteyp kopyesi yapıp ticarete girmektedirler. Seyredilen teyplerin % 50'sinin kopye olduğu tahmin edilmektedir. Amerika'da sadece Mayıs 1993'de yasa-dışı olarak kopye edilip satılan\kiralanan 60 bin video kaseti yakalandı. Bunun 50 bin tanesi Virginia eyaletinde bir çoğaltma deposunda yakaladı. [14] El konan video kasetler her yıl artmaktadır: 1991'de perakende değeri 16.4 milyon dolar olan 252,184 korsan video toplatıldı. Eskiden sadece FBI bu işi ihbarlara dayanarak yapıyordu, Şimdi polisler de baskın işine başladılar. 1986'da 92 yer, 1987'de 105, 1988'de 211 ve 1989'da 246 yer basılmıştı. [15] Yakalananların sayısı yakalanmayanların sadece küçük bir bölümüdür. Türkiye'de de korsan video'lar (film ve tv programları) İngiltere ve İtalya Üzerinden Türkiye'ye, İstanbul'a geliyor. Dağıtıcı İstanbul'da bunları çoğaltıyor. Bazen çevriliyor, bazen altına yazı ekleniyor, bazen de orijinal şekliyle 4,000 ile 10,000 arası kadar sayıdaki dükkanlara gidiyor. Orda da satılıyor ve kiralanıyor. Türkiye'de birkaç video dağıtımcısı yaygınlığı elde etmeye çalışmaktadır. Bu firmalardan bazıları, (örneğin Ulusal Video), 300'den fazla perakendeci zincir halkasına sahiptir. Bazı perakendeciler dağıtımcıya tümüyle bağımlı değildirler, birden fazla dağıtımcıyla kontrat yaparlar. Bu yapı Amerikadakini andırıyor: Büyük konglomeratelere bağlı perakendeci kiracılar vardır. Bunların yanlarında mahalle köşelerinde, birkaç kontratçıyla anlaşma yapanlar vardır. Korsanlıkta en basit yollardan biri de kiralarsın ve kopyelersin. Bu kopyeleri ticari amaçla kullanıldığında korsanlık oluyor. Neden? Çünkü mülkiyet haklarını çiğnemiş oluyorsun. Türkiye'de dağıtımcılar muhakkak insafsız bir fiat politikası tuttuğu ve perakendecilerin "küçük esnaf" olamadan öteye büyüme şanslarını baltaladığı için, bu soyguna karşı-çare olarak diğer videocudan alıp kopye ediyorlar, ve kendileri bu kopyelerle dağıtıcıya zındık bile vermeden para yapıyorlar. New York'ta Türklerin çok olduğu Brooklyn'de her tür Türk filmi kiralayan bazı türk videocuların bu filmleri kiralama hakkını üreticiden aldıklarını hiç sanmıyorum. Bazen kopyeler o kadar kötü ki seyir zor ediyorsun. Bazen de kopye ederken kendileri "edit" bile ediyorlar: Zevklerine ve düşüncelerine göre kırpıyorlar.

Türkiye'de (ve benzeri ülkelerde) kamu servisinin sunduğu "sınırlı tercihin" yarattığı boşluğu doldurmak için videonun yaygınlaştığı kapitalist entellektüeller tarafından ileri sürülür. [16] Hiç alakası yok: "Boşluk" kapitalistin dolu-cebinde hissettiği "boşluktur," ve VCR endüstrisi de bu boşluğu doldurma girişimlerinden biridir. VCR tüketici için kamu servisine alternatif değildir, belli çevrelerdeki insanlara ek bir iletişim tüketimidir. Bunu ilerde daha ayrıntılı tartışacağız.



PORNO ÜRÜNLER

Seks filmleri Amerika'da ve Avrupa'da "ödemeli tv" ve video-satışı ve kiralaması endüstrisi içine sınırlanıp, kişilerin kendi seçimlerine bırakılmıştır. Amerikanın motellerinde televizyonu aç direk olarak konusuz seks filmi çıkar karşına. Avrupanın bu sıralarda en büyük dertlerinden biri de bu filmlerin bu sınırlanmış çerçeve dışında seyredilmesini önleme çabasıdır. İngiltere ve Almanya'da yasalara aykırı olarak decoder\şifre çözme-kutuları satılmaktadır. Bu kutuları alıp tv'ne takarsan Kuzey komşulardan (İsveç, Norveç gibi) uydu ile yayınlanan porno filmleri seyredebilirsin. Ingiltere ve Almanya bunu engellemeye çalışmakta fakat başarılı olamamaktadır. Almanya'da bu tür yayın yapmak isteyen VTO Tv polis tarafından eğer yayın yaparsa kapatılacağı ihtar edildi. Bu tv yayını İngiltere'den yapılandan aktaracaktı. Porno yayınları ülke içinden değil, ülke dışından (İskandinavya ülkelerinden) gönderilmektedir. Bu dış ülkelerde bu yayınlar porno değil "eğitici" olarak nitelemektedir. Devletin bu yayın içeriği politikasına karşı olanlar "devletin halkın evinde ne seyretmek istediğine burnunu sokmaya hakkı olmadığını" ileri sürmekteler. Alman kamu politikası kesinlikle porno-yayınını durdurmaya kararlı, fakat gayri meşru girişimleri kontrol etme olanağı çok sınırlıdır.

Porno videolar kişilerin kendi özgür seçeneklerine bırakılmıştır: Isteyen alır evine götürür seyreder. Fakat konu yayın'a gelince durum değişir: Eğer kablo yayınıysa ve sadece video gibi, seyretmek kişisel isteme-ödemeye sınırlıysa, pek az ülke buna karşı çıkmaktadır. Fakat eğer seyir olanakları sınırlı değil ve kanalı açıp herkesin seyretme olanağı varsa, çoğu ülkeler bunu sınırlamakta ve yasa dışı ilan etmektedir. Bu tabi videocuların ve ödemeli-kablocuların işine gelir: Onların pazarı korunmuş olur.

MÜZİK: RADYO VE KASETLER

Türkiye'de geçen yaz televizyonlara baktığımda, bana en şaşırtıcı gelen bir özellik de, televizyonların PTT ile birlikte çevir 900'ü dolandırıcılığı yapmaları yanında, müziğe verdiği büyük ağırlık oldu. Televizyon sanki müzik kutusu olmuş. İletişimin dolandırıcıları dolandırdıklarını göbek attıraraktan, diskoyla kıvırta kıvırta, bazen de arabeskle efkarlandıra efkarlandıra dolandırıyorlar. Çok sesli sazlar çalınıyor çamlıcanın bahçelerinde (Ne Çamlıca kaldı ne de bahçe!): Aç telefonu al arabayı!. Bu düpedüz ticari ahlaksızlık ve suç. Türkiye'de ilgili hukukcular neyin peşinde acaba? Devlet bu ticari ahlaksızlıkla vurulan vurgundan vergi olarak payını alıyor mu dersiniz?

Müzik endüstrisi Amerika'nın dünya pazarlarında sattığı iletişim ürünlerinin tarihsel-geçmiş bakımından hemen hepsinden önce gelir. Müzik ihraç edilen Amerikan "hayranlığının" belki de ilk ürünüdür. Amerikan iletişim firmaları plak üretimi ve dağıtımı yanında, videoların yaygınlaşmasıyla video-müzik üretimi ve dağıtımına büyük önem vermektedirler. Madonna kapitalist ideolojinin "materyal kadınını" temsil eder. Fakat bu materyal kadın, "Madonna" gibi birkaçın dışında, materyalden yoksun olan ve tüketim endüstrisinin elinde sıkılıp suyu çıkarılan kadındır. Madonna materyalleşmeyen materyalin seksi hayalidir. Burjuva feminizminin tüketimle ve burjuva davranışcılık psikolojisiyle özgürlük aradığı çıkmazdır. Michael Jackson ve Prince gibiler erkeklerin kadınlığı kendi içlerinde bulup, kendilerine dönüşün bencil bir ifadesidir. Bu kendine dönüş, erkeğin kendini ve kendi için kadını kadının yanında kadından uzak özleyişidir. Bu özlemle bulunamayanı kitle tüketiminin bireycilik ve özgürlük sloganlarıyla gelen despotluğunda arayışıdır.

Müziğin kendisinin ticariliği ötesinde, ideolojik araç olarak oynadığı rol gittikçe arttı. Müzik sadece kendini satma yerine başka ticari ürünleri ve kapitalist idelojiyi satmaya girişti. Geçen yaz (1993) Türkiye'de televizyonda yayınlanan bir festivalde, Roberta Flak'ın sahnede bir sabun firmasının direk olarak reklamını yapması miğde bulandırıcı geldi bana. Pepsi ve Coke'un milyonlar harcayarak en meşhur sanatcıları kiralayıp müzikle reklam yaptırmaları, müziğin kitle üretimi firmalarının ürünlerini satmada ne denli önemli olduğunu gösterir.

MTV (Amerika'nın müzik Tv'si) Avrupa'dan sonra (MTV Europe) şimdi (Ekim 1993) Latin Pazarına açıldı. MTV-Latino'nun genç sunucusu iki dille konuşuyor İspanyol seyircisine: Yarı ingilizce yarı İspanyolca. Güney Amerika'nın her köşesinde yakında millet MTV-Latino'yu seyredecek. Reklam için MTV 1 milyar dolar harcayacak. MTV'nin sundukları günümüzn uluslarasi kapitalizminin tuketim ideolojisini genç kuşaklara taşır. İnsan ve teknoloji ilişkisinde, teknolojiyi glorify eder, ve narcissistic modayı teşvik eder, kollektif anlayışı bireyci tüketime-yönelik red edicilikle ortadan kaldırır, ve kişi kollektif varlıkla (toplumla, diğer insanlarla) ilişkisinde kendinin kişisel arzularının su götürmez haklılığı ve başkaları için ne pahasına gelirse gelsin, bu kişisel arzuların gerçekleşmesi çerçevesi içine hapsedilir. Gençlerin gözdesi olan müzikte, devlet ve ana-baba baskısına açıkça küfredilir, fakat hiçbir siyasal çözüm verilmez: Çözüm popüler kültür mallarını tüketim olur: James Dean'in oynadığı Davasız Başkaldırının geliştirilmiş ve kitle endüstrisinin çıkarlarına göre ayarlanmış şekli... Madonna'nın ve devlet ve ana-babaya küfürlü isyan müziğinde, isyanla aranan, sosyal değişim girişimine yöneltme değil, McDonalds'a, Levy'se, disco'ya, Malboro'ya, uyuşturucu madde kullanmaya, vücudunu türlü çeşitli şekillerde süslemeye, benzeri giyime (örneğin küpe takıp altın-gümüş endüsttrisini palazlandırmaya), içkiye, kısaca PARAYLA SATIN ALINAN eglence ve yaşam tarzına yollamadır!.

Hollywood, Madison Avenue, moda endüstrisi ve sosyal eğitim görüntüyü gerçeğin üzerine süperimpoze eder. Görüntü gerçekten önemli olur, gerçeği sahte kılıflarla kaplar, gerçeğin önüne ve yerine geçer, ve bu gerçek olmayan gerçeğin abartılmış bir parçası gerçeğin tümü olur. Bir diğer iletişim software biçimi de, bütün dünyaya yayılmış müzik kasetleri yanında türemiş olan dini ses-kasetleridir. Bu kasetlere elbette, fukara sürüleri VCR satın alınca, video kasetler de eklenecektir. Amerika'da evangelistler ve diğer birçok dini gruplar tarafından dini vaazler veren ve müzikler çalan teypler yapılıp satılmaktadır. Amerika'da buna karşı hiçbir durdurma girişimi yoktur, çünkü bu ifade özgürlüğünü sınırlama olur. Dini teypler Humeyni zamanında çok yaygın olarak kullanılıyordu. Şaha karşı mücadele sırasında dışardan getiriliyor ve çoğaltılarak yasa dışı bir şekilde satılıyordu. Son zamanlarda din adı altında siyasal mücadeleye girmiş güçlerin teypleri bütün Orta Doğuda yaygın olarak dağıtılmaktadır. Örneğin, Mısır bunlarla mücadele etmesine rağmen başarısız kalkmaktadır. Çünkü toplatılanların yerini yenileri hemen kopyelenip dağıtılmaktadır. En son 1993 yaz ayında, sadece Kahiredeki baskınlarda 150 bin din-sömürüsü teypleri ele geçirildi. Dini teyp demiyorum, çünkü dini teypler, Amerika'da olduğu gibi siyasal saldırılar yapmayan, düşmanlıklar yaymayan, sadece dini müzik ve okumayı içeren, aktifce değil pasifce uyutan ve soyan teyplerdir. Fakat Mısırda toplanan teyplerin, örneğin Zafar Hawali ve Ahmed Kattan gibi hocalar İranlı fundamentalistlere taş çıkartacak kadar saldırgan "gerici" oldukları belirtilmektedir. Bunlar Soudi Arabistan'dan gelmektedir. Soudi Arabistan Amerikan'ın en büyük silah pazarından biridir. Soudilerin sistemi eğer müslümanlığın sistemiyse, Türkiye demokrasinin beşiğidir. Her ikisi de değiller. Zafar Hawai Mısır film artistlerini "orospu" ve direktörlerini de "gavur" olarak nitelemektedir. Hedef olarak Mısır televizyonunu da göstermektedir. Bu nedenle iletişim bakanlığındaki üst kişiler silahlı cennetlikler tarafından cehenneme gönderme saldırılarına uğramaktadır. Ahmed Kattan da müziği kendine hedef olarak almakta, ve müziğe ve müzisyenlere saldırıyı, cenabetleri ve cenabetlikleri ortadan kaldırmak için sevap ilan etmektedir. Öldürme yerine boy abdestini öngörsen daha iyi olmaz mı? Fesupanallah, olurmu, Olmaaaz, çünkü Müslümanlıktan dönüş yoktur. Döneni yonca gibi biçeriz ve huşu içinde kendimizden geçeriz. Müslümanlıktan dönen kendini ölüme mahkum eder. Başka dinden müslümanlığa dönense, bir kelimeyi şahadetle, cenneti boylar. Bu, eski-dönek-müslümana haksızlık gibime geliyor!

Hırıstiyanlık propagandası uydu yayınlarıyla bütün dünya üzerine yayınlanmaktadır. Hırıstiyan propagandası insanları pasifliğe ve pasif boyunsunuluğa davet eder. Kimsenin kellesini falan kesmeyi önermez. Hiçbir sınıfı veya insanı da hedef olarak almaz. İnsanlardan kendi içlerine dönmeleri, tanrıya dua etmelerini ve bu arada da pamuk ellerini ceplerine sokup birkaç kuruş tanrı adına kendilerine para göndermelerini isterler. Açıkça agitasyon ve kışkırtmaya girişmezler. teypleri de öyledir. Mısırda falan ele geçirilenlerin bu bakımdan dinle ilişkisi, dini kullanarak siyasal güç elde etme politikası nedeniyledir. Din bir amaç değil bir araç olarak kullanılmaktadır: Birinde parasal soygun amacıyla, diğerinde de siyasal güç elde etme amacıyla yapılan ruhsal sömürü oluyor. Her ikisinin de temelinde ekonomik çıkar elde etme yatar. Birisi kapitalist egemenlik altında siyasal gücü elde etme düşleri bile göremediği için direk ekonomik soyguna yönelmiştir. Diğeri siyasal egemenlik peşinde at koşturaraktan cep doldurmaktadır.

Radyo bütün dünyada Amerikan popüler müziğinin infiltrasyonunun en önemli aracı olmuştur ve bunda da devam etmektedir. Bugün radyo denince akla hemen müzik gelir. Radyo haberciliği televizyon haberciliğine taş çıkartacak şekilde "kapsül haberler" şekline dönüşmüştür. "Give us 20 minutes, we give you the world\Bize yirmi dakikanızı verin, biz size dünyayı verelim" diyen New York'un "FM 1010 WIN News" kanalı, dünya olaylarını yirmi dakka içinde kapsüllere koyup dinleyiciye yutturuyor. Bu kapsül yutturmaca bütün gün aynı şeyi tekrarlayarak devam ediyor. Bunun anlamı haber kıtlığından değil, haberciliğin bu şekilde profesyonel bir pratik içine sıkıştırılmasındandır. Önemli olan kısa fışkırtmalarla izleyiciyi yormadan ve sıkmadan kendine bağlamak ve bu sırada da ticari mal reklamlarını yapmaktır. Radyo'da uzmanlaşma, yani program yayınlarının belli bir türle sınırlandırılması, örneğin hard Rock, Soft Rock, Top 40, klasik music, punk Rock gibi tek bir alanda müzik ve program sunulması Radyo'da çok önceden başladı. (Televizyonda ise Kablo televizyonun yaygınlaşmaya başlamasıyla bu yönelim artmaktadır.) Böylece reklamcı hangi istasyona gideceğini iyi bilir. Bu nedenle de "genel kitleye sunum yapan" istasyonlara ödenen reklam fiatından daha çok fiat öderler. Türkiye'deki gibi, Radyo'larda kanalların belli müzik ve program alanı içinde sunulması "toplumun çeşitli kesimlerine uygun hizmet sunmayı amaçlayan" kamu servisi politikası olarak sunulur. Gerçekte, bu politika uygulamada, bu rasyonelleştirilmiş nedenden çok, bilinçli veya bilinçsizce Amerika'nın taklitciliği ötesine gitmez. Bugün iletişim teknolisinin anlık enformasyon ulaştırma olanağının olduğu dünyada, radyo haberciliği sürekli informasyon veriyor gibi sunulmaktadır. Kulağımızı biraz açar ve haber radyolarının bir günde verdikleri "sürekli" habere bakarsak, gerçekte haberlerde bolluk ve süreklilik değil, kısıtlılık ve tekrar görürürüz. Haberlerin de sürekli olması için her yerde her beş dakkada bir muhteşem cinayetlerin, soygunların, katliamların, depremlerin, faciaların falan olması gerek. O da olmadığı için zorunlu olarak süreklilik tekrarla sağlanmaktadır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yasalar engellediği için korsan yayın yapan radyolar haber ve müzik olayını daha da ticari hale getirmektedir. Radyoların haber ve program kaynakları da televizyonunkinden farklı bir özellik göstermez. Tv ürünlerinin üretimini ve dağıtımını kontrol edenler sadece kendilerini Tv içine sınırlamamışlardır. Örneğin Columbia veya Warner Bros sadece film işinde değil, ayni zamanda kitle iletişiminin her dalında elleri vardır. Her birinin plak ve kaset bölümleri radyoların kullandığı müzik yapımı ve dağıtımını yaparlar.



ÜRÜN FİAT POLİTİKASI

Diğer ülkeler neden kendi filmlerini ve programlarını yapmıyorlar? Neden kendi çocuk programlarını ve dergilerini üretmiyorlar? Ürettikleri de neden köşede bucakta kalıyor? Burjuva ideoloji buna verdiği cevapta, dünyayı maddi ve manevi bakımdan soyanların bu soygunlarını sadece "servis," "talebe cevap" olarak sunup haklı çıkarmakla kalmaz, aynı zamanda, soydukları yerlerin insanlarını kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar yeteneksiz olmakla suçlar. Birkaçına eğilelim:

Burjuva iletişim ideolojisi kitle iletişimiyle sunulan iletinin içeriğinin neden heberden tut çocuk programlarına kadar bu denli kanlı, seksten tut öldürmeye kadar olan ilişkileri göstermede bu denli canlı, arabayla takipten tut ırza geçmeye kadar olan kurgularda bu denli soluk kesici ve heyecanlı, teknolojiyi bu amaçlarla kullanma bakımından bu denli becerikli, işlerine gelen toplumsal gerçekleri ballandıra ballandıra aynısından daha güçlü bir şekilde yansıtıcı ve diğerlerini saptırıcı, haberlerden tut eğlence ve çocuk programlarına kadar olan her türlü sunumlarında ticari düzenin kendi çıkarına hizmet edici, ticari ideolojiyi demokrasi, özgürlük ve demokrasi olarak öğretici-yutturucu, kişileri kitle tüketimine hazırlama ve teşvik etme yönünde çalıştığı olduğu hakkında yöneltilen eleştirili-sorulara verdiği ilk cevap "biz halka istediğini veriyoruz, biz halkın talebini karşılıyoruz" şeklindedir. Bu "halkın talebini karşılama" ideolojisi çerçevesi içinde, bu konu, iletişim okullarında bile, "halka istediğini verme" ve bunun aksi "elitist tutum" ikilemi içinde sunulur ve doğal olarak "halkın istediği" galip gelir. Bu galibiyet de, "ne yapacaktık yani, halka aristokratların, elitistlerin, veya komünistlerin yaptığı gibi, onların istediğini değil de kendi istediğimizi mi empoze edelim?" diyerek perçinlenir. "Halkın isteği nerden geliyor, nerden çıkıyor, nasıl yapılaşıyor, neden başka türlü değil de bu türlü oluşmuş" gibi soruları sormak çok az öğrencinin ve kişinin aklından geçer. Bu tür soruları soran azınlığın bazıları da, benim gibi insafsız bir sonuca varır: "Kişinin topluma sosyalizasyonu, gelenek ve görenekleri öğrenmesi, kültür pratiklerini benimsemesi ve sürdürmesi, (kısaca toplumun sosyalleşmiş bir parçası olması)" diyerek başlayan burjuva sosyal bilimlerin yaptığı açıklama, gerçekte kendini bağımsız, özgür, farklı sanan Pavlov'un-köpeğini yetiştirmeyi demokratik sosyalizasyon olarak kakalamadır. Dolayısıyle, "halkın istediğini sunma," eğer gerçekte böyle bir sunum varsa, Pavlov'un köpeğine köpeğinin istediğini sunması gibi birşeydir (Pavlov köpeğine köpeğinin istediğini mi sunuyor?). (Burda sosyalleşmiş insanla köpeği karşılaştırmıyorum: Sosyalleşme ile şartlanmayı karşılaştırıyorum. Yani Aristo mantığının diyebileceğini demiyorum: Köpeğin evcilleşmesi belli kalıplar içine şartlandırılmasıdır. İnsanın sosyalleşmesi belli ideolojik kalıplar içine şartlanmasıdır. O halde, insan evcilleşmiş köpektir. Eğer bazıları şu sonucu çıkarırsa, suç bende değil: O halde, insanın sosyalleşmesi insanın köpekleştirilmesidir.

Burjuva ideolojisinin iddiası, gerçekte, "neden köpeğin zili duyunca ağzı sulanıyor" diye Pavlov'a sorup, "köpeğin istediği bu, ben onun isteğini yerine getiriyorum, kendim arabesk seviyorum diye bir de arabesk çalıp ağzının tadını mı bozayım" gibi bir yanıt vermeye benzer. Anladınız değil mi? Zil çalmaya gerek var mı? Ben, sen, Profesör Hüsnü, profesör Cevriye, yazar Çokyazar, akşam aynı program saatinde (1) milli maç varsa maç mı, (2)Seks, heyecan, macera, gerilim ve boşalım filmi mi, (3) yoksa AIDS tartışmasını mı seyrederiz? AIDS beni ilgilendirmez. Zaten seksi bildiğim kadar AIDS'i de biliyorum (Nah biliyorum! Bahane.). Maç seyrederim o zaman. Arada da filme çeviririm kanalı. Maç demek gerçek olanı anında seyretmek demektir. Anlamlı toplumsal bir olaya, zaten bütün gün yorulmuş ve anası ağlamış kafamı daha fazla yormadan katılmak demektir. Ayrıca, karşı takıma (=düşmanlarıma, beni hergün ezen, kafamı bozan, sinirlendiren, tedirgin eden ses çıkaramadıklarıma) korkmadan ve çekinmeden küfrü basar ve karşı tezahüratı yaparak deşarj olurum. Ayrıca, maç gibi toplumsal, canlı bir olaya katılmazsam ayıp olur. (Tv nasıl canlı oluyor ki?)

Bu birinciyi takip eden ikinci soru: Peki uluslararası iletişimde, geri bırakılmış ülkelerde dış pazarın malları neden hakim? Egemen ideolojinin buna cevabı: Talep meselesi, canikom, talep!. Kısaca, bu soruya verilen cevap birinci sorunun uzantısından başka birşey değildir. Yani, ayynı nakkarrat, hepp ayynı hepp aynı... (Ayrı bir açıdan benim bu kitapta yaptığım gibi?). Egemen düzenler işlerine gelince "halkın talebini karşılıyoruz" diye halkı göğe çıkarırlar. İşlerine gelmeyince de, "sen nasıl haftada beş gün ve 35 saat çalışma talep edersin, lan" diyerekten polislerini, tasmalarını çözüp, halkın üzerine salarlar.

Talep talep de, talebi tanımlayan ve meşru yapan ne ve kim? Meşrulaştırma egemen ideolojiye sosyalizasyon ile olur. Örneğin, meşrulaştırma "halk oyu araştırması" denen ve seyirci reaksiyonunu ölçen bilimsel-istatistiksel-sahtekarlıkla yapılır. Televizyon yeni dizi programları seçilmiş seyirci guruplarına seyrettirilir ve alınan tepkiye göre programın başarılı olup olmayacağı saptanır. Diziler ve benzeri programlar öyle farklı şekillerde hazırlanmazlar. Hepsi de belli standard ölçüler ve kalıplar içinde biçimlendirilirler. Eğer dizinin başarılı olacağı saptanırsa, yayına konur. Bu da halkın istediğini verme olarak sunulur. Peki neden azınlıklara saldırmadan önce, yarım gün çalıştırarak milletin cumartesinin içine etmeden önce, silah endüstrisine milli gelirin büyük kısmını peşkeş çekmeden önce, bir yörede çevreyi zehirleyecek ve yaşanılmaz hale getirecek bir endüstriyi kurmadan önce halk oyu araştırması yapılıp, "halkın talebine" göre demokratikce ve özgürlük koşullarına uyarak karar verilmiyor? Sen de çok cahilce sorular soruyorsun İrfan!: Temsili demokrasiye aykırı da ondan. Nasıl olur da aykırı olur, temsili demokrasi halkın taleplerini temsil etmez mi? Bu soruya kahkahayla gülerekten mi yoksa hüngür hüngür ağlayaraktan mı cevap vereyim?: Temsili demokrasi cambazlığı, burjuva ekonomik düzeninin siyasal yansımasının topluma genelleştirilerek meşrulaştırılmasıdır. Temsili demokrasinin temsil ettiği, egemen ekonomik düzenin çıkarlarıdır. Bu nedenle, üretim araçlarına sahip olmayan halkın egemen sömürüye karşı olan ücret ve iş saati, iş güvenliği, milli gelirin sosyal amaçlar için harcanması gibi talepleri, bu temsili demokrasiye aykırıdır.

Eğer karşıt grupların yaptığı halk oyu araştırması varsa, bu tür araştırmaların sonuçlarına neden kulak asılmıyor? Eminim benim okuyucum nedenini çok iyi biliyordur, evvelce bilmiyorduysa, bu sayfalara kadar okudukları bir kulağından girip, herşeyi bilen "BEN" tarafından "bu ne saçmalık be" diyerekten red edilerek, öbür kulaktan dışarı def edilmediyse, nedenini kolayca anlar.

Bunlara ek olarak, aynı ideoloji tutar "uluslararası ödeme gücüne sahip talep var mı?" diye sorup genellikle olmadığını anlatır ve böylece imperyalist olmadıklarını, sömürmediklerini üstü kapalı bir şekilde ispat ederler. Yani, Ankara'nın fukara semtlerindeki halka, "senin sömürülecek birşeyin yok ki sömürüyüm" der. Bunu söylerken de, bu semtlerde Coca Cola, Pepsi Cola, 7UP, Levy's, Nike, Adidas, Sony, Panasonic, Grundig, Siemens, Braun, Singer, Walt Disney, Viacom, Hollywood ve Madison Avenue, Exxon, Mobil firmaları cirit atar. Levi'sın 1992'deki satışı 5.5 milyar, Pepsico'nunki 22.1 milyar, Coca Cola'nınki 13.2 milyar, Exxon'ınki 103.5 milyar, mobil'inki 57.3 milyar dolardı. Bu "talep var mı?" sorusunu sormak ve yok diye cevaplandırmak, gözünün önünde duran minareye, gözünün önünde kılıfı geçirip, "bak, minare falan yok burda, çık otur" demek gibi birşeydir. Oturmazsan ne olur? Birşey olmaz. Baktılar ki, oturmayanlar çoğalıyor, bir yolunu bulup oturturlar. Acıdı mı? Şimdiye kadar sayfalarca verdiğim örnekleri bırak. Aç televizyonu veya bir gazete bayisine git ve bak, kimleri göreceksin: Wald Disney, Marvel Comics, Playboy, Playgirl, NBC, CNN, Warner Bros, COX, ViaCom. Kim bunlar? Sadece yoldan geçen, geçerken senin talebini görüp duran Durmuş-dervişler mi? Uluslararası pazarın olduğunu Çemişkezekli Zühtü bile hergün yaşayarak, tecrübeleyerek biliyor: Zühtü Malboro içiyor ve "Miami Vice" programını seyrediyor. O bilmesin de kim bilsin. Peki ama bu Durmuş-dervişleri durduran ne: Talep mi? Talebi tarif edelim: Talep Talib'in taliplendiğidir. Talep var olan alternatifler arasından tatlı gönlünün arzuladığı şekilde seçim yaparak, seni en çok doyuran ve mutlu eden seçenekleri istemektir. Sen istiyorsun, İletişim endüstrisi de, seni çok sevdiği için, "senin arzun bizim için emirdir, bi'tanem" diyerek, sana istediğini veriyor. Bu bana eski bir şarkıyı hatırlatıyor: Bu ne sevgi aaah, bu ne ızdırap!. Eğer talep böyle bir yapıya sahip olsaydı, herkes Brigit Bardot'la evlenirdi!. Yeltsin de Madonna'yla... Talep kapitalist pazarda üretimin biçimini, yerini, nasıl olacağını, kısaca iletişimin karakterini tayin etmez. İletişimde taleb egemen pratiklerle yaratılmış ve varolan genel karakterlerdir. Talebe hizmet bu genel karakterleri sömürerek, yöneterek, yeniden benzeri şekilde biçimlendirip destekleyerek, ideolojik ve ticari satış yapmak, ve bu satışı da "taleb" olarak sunmaktır. Kimin talebi? İzleyicinin mi, yoksa Murdock veya Hollywood'un mu? Daha açıkcası geleneksel arz-talep ikilemi klasik ekonominin anlattığı şekilde çalşmayan bir ayırımdır. İçinde yaşadığımız koşullarda arzın-talebi talebin-talebini tüyü yolunmuş pilice dödüremezse yaya kalır ve tepelenir. Peki, TRT'ci denetmen veya program satın alıcı veya yapıcısının görevi ne bu talep sorununda? Sadece Hollywood ve Madison Avenue'nun girmesini garantilemek. Neden? Çünkü onlar o'da ondan. O şekilde yetiştirilip yoğuruldukları için. O özlemlerle dolu oldukları için. O şekilde yapmazlarsa, kendileri için pek de hayırlı olmayacağı için... Yani, kısaca, pilicin pişmesi ve bilincin biçimlenmesi meselesi...

Serbest ticaret ideolojisine göre, arz, müslümansa veya müslümana mal satacaksa, "selamun aleyküm" der ve malını arzeder. Karar verici talepci taliptir. Talip parlak yüzlü elmaların görünmeyen yüzünün ne bok olduğunu bilir. Peki, bilir de, niye alır? Cevabı yarın akşam sekizde devam eden dizi'mizde sunacağız. Siz o zamana kadar, Palmolive kullanın ve dişinizi Colgate ile fırçalayın. Kapitalist ekonomide arz malını sergileyip sandalyesine oturup tesbih çekerekten müşteri beklerse, oturduğu sandalyeyi bile kaybeder. Kapitalist ideolojide, "izleyici, okuyucu böyle istiyor, bu halkın talebi" dendiğinde, gerçekte izleyici, okuyucu, halk = (eşit) endüstrinin çıkar hesaplarıdır. Dünya iletişim endüstrisindeki değişiklikler ve bu değişikliklere uygun olarak gelişen ve değişen kitle iletişimi durumu (Örneğin, Türkiye'de kamu iletişim düzeninin özel teşebbüsün gözü dönmüş saldırısıyla ortaya çıkan durum) genel halkın taleplerinin saptayıcılığından ortaya çıkmış bir durum değildir. Böyle bir iddia saçmalıktır. bir diğer örnek: Kablo televizyonları veya bir kanalın sadece tek bir türdeki program (örneğin müzik) içinde kendini sınırlamasını tayin eden faktör, genel endüstriye servis vererek zenginleyen iletişim endüstrisinin, bu tür uzmanlaşma yoluyla reklam endüstrilerine iyi hizmet ve kendine para sağlamakdır.

Amerikan iletişim sermayesinin dünyaya açılmasının nedeni "içerde satamadığı veya kar edemediği" için falan değildir. Daha fazla satış ve daha fazla kardır. Amerika'da bir dizi televizyona konmadan önce bir sürü "izleyici" testlerinden geçer, sonra da konur ve ilk veya birkaç serüvenden sonra, yayınlandığı saatteki normal yüzdedeki seyirciyi toplayamazsa (yani normal olarak o saatteki seyircilerin şebekeler arasındaki genel dağılımının çok altına düşerse) hemen yayından kaldırılır. Yapımcıların falan zarar etmesi diye bir konu yoktur, çünkü paralarını zaten şebekeden almışlardır. Şebekenin de zarar etme konusu yoktur, çünkü birkaç programla zarar görecek bir ekonomik yapıya sahip değildir. Kısaca Amerikan iletişiminin dışarı açılması ne Amerika'daki talep kıtlığından dolayı kar edemediklerinden, ne de dışardaki dünya milletinin onlara "n'olur gelin, Alla'nızı severseniz buyurun" diye yalvarışındandır: İmperyalist serüvenden desek, o zaman serüvende "şans" kavramının ağırlığı vardır. İmperyalizm hiçbirşeyi şansa bırakmaz, çünkü şansa bırakmak, feleğin pençesine düşmek demektir. Felek de hiç bakmaz paralar valla!. Bu nedenle imperyalist pazar kontrol altında yürütülen bir pazardır, taleplerin saptadığı bir pazar değil. Barbi doll\bebek talebini kız çocukları ham beyinlerinden uydurmazlar, bu talep yaratılır. Talep yaratıldıktan ve yönlendirildikten sonra da "onların istediğini veriyoruz" denir. İyi numara değil mi?

Talep konusunun bir başka boyutuna geçelim: İmperyalizmin imperyalist dünya pazarını insanlığa hizmet olarak sunmasında, bir diğer ideolojik kakalama da, "neden dış pazarların malları kullanılıyor?" sorusuna, "ulusal yapımın azlığı ve yerel yapım kapasitesinin zayıflığı, ve de yoğun bir ulusal talebin olması" diye cevap vermedir. Yani içerdeki talepleri içerdeki arz karşılayamıyor. O zaman tek çare dışardaki dostlarımızı yardıma çağırmak. İletişim ithalatı bu nedenle yapılıyor. Ah ne cici değil mi: İletişim ithalatcıları halka hizmet için yarışıyorlar!. Çorumlu Hamdullah, aylığını almış, pantalon alacak, Çorum pazarına gidiyor. Ulan, bakıyork ki, dükkanlarda millet pantol almak için beş kilometrelik sıra oluşturmuş. Bekliyor. Beş dakka sonra da dükkanlar pantol bittiği için kapanıyor. Millet buna çok bozuluyor ve bas bas bağırmaya başlıyor: Biz GAP isteriz! BİZ LEVY'S İSTERİZ!. Çorumda bu olay olurken, Sivasta Sivaslı hamal Hamza TRT'nin kanallarını çeviriyor: Türk müziği, halk müziği, uzun ve kısa havalar, zeybekler, halaylar, ağıtlar, çok sazlı geçişler, göbek havasıyla tepside gelişler, kdurmaya az kaldılar, "bakla bakla" diyenler, Modonnanın etrafında şeyi kalmış Modonnayla kıvrılarak dönenler, durmadan güzelleşen Ajda, Avrupa'dan spor falan çalıyor TRT'nin kanalları. (TRT'nin kanalları böyle mi çalıyor yoksa benim teller mi karıştı?). Hamza buna çok bozuluyor ve "TRT ibnesi benim isteklerimi karşılayamıyor" diye bir küfür sallayıp düğmeyi kapatıyor ve kendini sokağa atıyor (pencereden değil tabi). Bir bakıyor, millet hep sokağa dökülmüş ve bas bas bağırıyor: TALEBİMİZİ KARŞILAYAMAYAN TRT'YE ÖLÜM! ÖZEL RADYO VE TİVİMİZİ İSTERİZ!. Hamza da "demek ki sadece ben değilmişim TRT'nin yetersizliğinden canı yanan" diyerekten bağıranlara katılıyor. Bu sırada da, devletin aslan polisleri yüklendikleri kamu görevini yerine getiriyor: "Al sana özel" diyerekten basınçlı su sıkıyor bağıranlara.

Demek ki, Türkiye'deki iletişimin yapısı Türkiye'nin iç pazarı karşılayamayacak kadar beceriksiz, güçsüz, bilgisiz, yeteneksiz. Bu nedenle üstün insanların üstün pazarının üstün ürünlerine" Türkiye muhtaç. Bu muhtaçlıktan da Türk kültürü, halkı ve kamu iletişim endüstrisi sorumlu. Kurtarıcı kim?: Dandara dandara dandara, digidap digidap, tozu dumana katarak imperyalizmin atıyla özel teşebbüs geliyor, açın yolları!. Özel teşebbüsün sorumluluk hissini derinliğine bak be!, helal olsun!... Türk halkı da "neredeydin sen şimdiye kadar" diye sarılıyor özel teşebbüse. Sarılış o sarılış. Çam sakızı da ne demek, sülük gibi yapışıyor özel teşebbüs: Seniii böyle yakından şeey yapmaaak, aşkların en güüüzeliii, alnımııın yazısıydıın, ayrıl desen ayrılamam kiii... Gerçekte, "Talebi karşılayamama" iddiası özel teşebbüsün sömürüsünü servis olarak sunan ideolojik bir satıştır. Türkiye iletişim ürünü yaratacak kapasiteye, bilgiye ve kaynaklara sahip değil mi? Hangi talepleri karşılayamıyor? Bu karşılanamayan talepler nerden çıkmış, nerden geliyor, nereye gidiyor? Tabi Levi, coke, Pepsi, ve müzik denen duvarlar sarsan dangırtı, kanlı-canlı-heyecanlı uydurular, seks ve araba, ve benzerlerini isteyen bir talep yaratmak zorunlu olursa, bizim tesbih çeken tüccarların ya tesbihi bırakıp ellerine pepsi alması ve Levi's giyip Amerikan sakızı çiğnemesi, ya da Çıkrıkçılar yokuşunda veya Bit-pazarında pineklemesi durumuyla yüz yüze gelinir. Gerçekte, talepler karşılanamıyor dendiğinde, talep ithal edilen yabancı mallar anlamına kullanılıyor. Yoksa git Kızılay'a dükkanlar tıka basa dolu. TRT'ye git koridorlar kızılay gibi kalabalık, ofisler içkisiz-meyhane gibi oturup dert yanan ve sızlananlarla tıklım tıklım. Türkiye'de sokakta işsiz gezen ve evde bulaşik yıkayan bir sürü iletişimci var. Her yıl iletişim okulları bir sürü öğrenci sürüyor piyasaya. Simit satmak, memur veya ev kadını olmak için okumuyor bu gençler. Yaratmak için, katkıda bulunmak için, birşeyler yapabilmek için, kısa yoldan köşeyi dönebilmek için, rahat yaşabilmek için... TRT'de götünün üstünde oturan ve yıllar boyu birşey yapmayan bir sürü eleman, piyasada bir sürü filmci, yazar, basıncı ve yayıncı var. Neden bu kişiler işsiz, kaynaksız, oturmuş popolarını çürütüyorlar? Bazıları neden fırsatı bulup özel teşebbüs denilen dış malların ve sermayenin ortakları veya hizmetcilerinin yanında çalışmayı düşlüyor? Zevklerinden veya tembelliklerinden mi? Hiç de değil. Sorun psikolojik veya kültürel-tembellik sorunu değil, iletişim pazarının ticari ve kültürel kontrolu ve yönetilmesi sorunudur. Sorun iletişim pazarında belli anlayışın, zevklerin, umutların, tadların, alışkanlıkların benimsenip belli ürünlerin egemenliği sorunudur. Sorun iletişimdeki büyük çıkarların ve çıkar yarışının olduğu sorunudur. Sorun iletişimin siyasal ekonomisi sorunudur. Sorun dünya iletişim düzeninin yapısı sorunudur. TRT'de bu nedenle iş YAPTIRILMIYOR. Basınımız bu nedenle Batıyı taklit ediyor. Film endüstrimiz bu nedenle bayağılaşmış ve piçleşmiştir. Tv programları bu nedenle dışardan geliyor. Çocuk programları ve dergileri bu nedenle Amerikan ve Avrupa caniliğini ve yalanını Türk çocuklarına yansıtma olanağını elde ediyor. Bu nedenle ben "Walt disney kartonları faşist davranış ve sorun-çözümü tarzını öğretiyor" dediğimde, karşımda ilk önce elinde tava ile Disney'in Faresini veya dinamitle Road Runner'ı değil, bana düşmanca bakışla "asıl sen faşistsin" diyen küçük yeğenimi buluyorum: Ben doğduğumda, annem bana pantol giydirmeye çalıştı. Boktan bir Türk malıydı. Beymen'den bile değildi. Şalvar gibi birşeydi. "Olmaz" diye feryat ettim ingilizce: Ben Lev'simi isterim!. Türk malı daha mı kalitesizdi? Neden Levy's isterim diye tutturmuştum? Çünkü ne istediğimi ve istediğimin ne olduğunu çok iyi biliyordum ve özgürlüğümü yok eden ana baskısına tepki gösteriyordum (zavallı anam da, "o zaman kazan kendin al" diyemiyordu). Ne istediğimin bilincindeydim: Anamın karnındayken dokuz ayda neler öğrenmişim, değil mi? Bana iyi olanı, kaliteliyi nasıl da kavramışım hemencecik. Annem "Oğlum, bu daha rahat, ayrıca Levis Amerikan malı" demez mi!. Ben hemen çıkıştım: Amerikan malı bu, bizimkinden iyi olmalı. Olmasa sevgili burjuva çocukları giyer miydi?. Bu olay olurken, Amerika'da yeni doğmuş Amerika'lı bir kız da Annesine ağlayarak Fransızca bağırıyordu: Ben Fransız Parfümü isterim! Chanel getir bana, Estee Laurel de olabilir!. Fransız zehiri 50 dolar, ve benzeri Amerikan zehiri belki 10 dolar. Farketmez, ben öyle herkes gibi değilim, reklamdaki kız gibi klasım var, Fransız isterim. Talep işte, insanın içine doğuyor birden bire. Doğuyor mu yoksa doğduruluyor mu?. Kilisenin papazı "onu ancak tanrı bilir" diyor. Papaz da Levis giyor ve Big Mac yiyor.

Dünya düzenindeki software akımının durumuna bir diğer neden olarak, egemen ideoloji daha "ekonomistçe" (Ekonomist dergisinin her zaman yaptığı gibi) bir cevapla gelir: Diğer ülkelerin kendileri kendi programlarını yapma ve kendi iletişim ürünlerini üretme yerine Amerikadan alması daha ucuza mal oluyor da ondan. Yani serbest piyasa kaidelerine uyan iletişim pazarı, özgürce ve akıllıca ekonomik bir seçim yaparak kendisi için daha ucuz olanı bir sürü alternatifler arasından seçip alıyor. Niye enerji ve kafa yorsun ve kendisi üreterek bir sürü para harcasın ki! Önünde bir sürü kelepir fiata (pek de kelepir değil) ürünler serilmişken!. "Biz imperyalist falan değiliz" diyor melek kılığındaki şeytan: Herkes gibi ticaret yapıyoruz. Sizin peygamber Muhammed'iniz bile tüccardı. Malımız seviliyor ve tutuluyorsa, bizim suçumuz değil ki! Hem alan memnun satan memnun, sana da n'oluyor? Bu bizim sevgili alıcılar önündeki başarımızdır! Biz dünyaya hizmet ediyoruz, bizi dünya candan seviyor, bir de tutmuş imperyalizmle suçluyorsun! Böyle haksızlık, nankörlük, komümünistlik olmaz! Bak mesela biz Somali'ye millete ekmek vermeye gittik, bizim iyi kapli pilotlarımızı ve askerlerimizi öldürdüler. (Amerikan halkından sordunuz mu Somaliye ekmek vereceğiz ama çok tehlikeli diye? Amerikalı ana çocuğunun yabancı topraklarda öldürülmesini mi istiyor? Ne yazar ki. Amerikalı "sen kimsin de benim çocuğumu orda öldürtüyorsun" diyecek durumda değil ki. Her gün televizyonlarda bin kafadan bin ses geliyor. Kahramanlık postuna bürünmüş tilkiler "çekilmek mi asla olmaz, biz onlara hadlerini bildiririz" mavalıyla, Amerikan askerlerini savaşa sokuyor.) Biz nasıl imperyalist oluruz? Biz satıyoruz, siz ucuz ve iyi diye alıyorsunuz. Almayın!. Bu iddianın aksine, Amerikan programlarının fiatı pazarın yapısal özelliklerine göre saptanır. Gelişmiş kapitalist pazarlarda (Almanya, Fransa, İngiltere'de) gelişmiş kapitalistlerle yarış yaparaktan fiatlar yüksek tutulur. Yani yarış fiatı yükseltme yarışıdır. Buna istisna, örneğin Japonya'da Amerikan firmalarının yaptığı gibi, pazara girip tutunma çabası öncelik olduğu zamandır. Geri bırakılmış ülkelerde fiatlar uzun vadeli çıkarlar için çok daha düşüktür. İdeolojik mücadele verdikleri yerlerde (Eski doğu Avrupa ve komünist diye adlandırılan ülkelerde) fiatlar çok daha düşüktür. Amerika 1992'de gelişmiş kapitalist ülkelerden tv filmleri için ortalama 62,000 dolar, yarım saatlik seriler için 12,000 dolar, diğerlerinden (özel programlar, durum komedileri) 40,000 dolar, ve sinema filmleri içinse 225,000 dolar para alıyordu. Fiatların bu ülkeler arasındaki dağılımı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.























Tablo 13: Gelişmiş Pazarlardaki Amerikan iletişim ürünlerinin

Fiat Listesi (1992)(Bin dolar olarak)



Pazarın yeri

tv filmleri

yarım saatlik serilerin bir serüveni

Diğer özel programlar

sinema filmleri


Japonya

25-75

4-6

35-50

60-200


ingiltere

40-100

8-16

30-50

50-2,000


Almanya

39-70

4-12

23-58

22,5-175


Fransa

30-50

10-20

30-50

30-150


İtalya

15-50

4,5-10

20-50

20-750


Kanada

80-110

12-18

20-60

50-400


Avustralya

80-110

12-18

20-60

50-400




Gelelim ikinci derecedeki kapitalist pazarlara, bu grup ülkelere bütün diğer kapitalist Avrupa ülkeleri ve Brazil gibi ülkeler girer. Bu ülkelere tv filmleri ortalama 7,500 dolar, yarım saatlik bir seri serüveni 1,250 dolar, diğer özel programlar 5,000 dolar, sinema filmleriyse 11,500 dolara satılırlar. Bu fiatların ülkelere göre dağılımı aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.

Tablo 14: İkincil kapitalist Pazarlardaki Amerikan ürünlerinin

fiat listesi (1992) (Bin dolar olarak)



Pazarın yeri

Tv filmi

yarım saatlik seri (bir serüven)

Diğer

Sinema filmi


Austria

6-8

0.6-0.7

4-6

6-8


Belçika

4,5-6,5

3,5-4,5

1,7-2,2

5-21


Danimarka

4-7

1-1,5

3-5

3,5-4,5


Finlandia

2,7-3,2

0.8-1

2,2-2,7

3,5-4


Nederland

9-11

2,2-3,7

7-10

5-15


Norveç

3,7-4,2

0.9-1,1

1-2,1

3,5-7


İspanya

10-20

1-3

5-6

10-30


İsveç

8-8,4

1,7-2,2

3,7-4,2

10-30


New Zeland

5-10

0.75-1,5

5-10

6-50


Meksika

7-8

1-1,2

9-11

10-50


Brazil

16,5-61

2-3

18-22

15-30


Güney Afrika

7-9

1,1-2

4-5

5-10




Bu ikincil pazarda, danimarka, Nederlande ve İspanya en başta gelen pazarlardır. Diğerleri bunları çok geriden takip ederler.

Üçüncü tip pazarları geri bırakılmış ülkeler olarak niteleyebiliriz. Bu pazarların alış gücü ve bu pazarlardaki ideolojik mücadelenin yoğunluğunu nedeniyle fiatlar düşük tutulur. Fakat bu pazarlarda gerçekte bu fiat düşüklüğü asla piyasaya yansımaz. Aksine dış pazarla işbirliğindeki kapitalist ucuza aldığı halde büyük miktarda artışla malları sunarak, köşeyi kısa yoldan dönmeye çalışır. Bire alıp bine satma bu ülkelerin işbirlikçi tüccarlarının bir karakteridir. Bunu en son Türkiye'deki kompütür ve yazıcı fiatlarında gördüm. Özellikle yazıcıların fiatları Amerika'da satılan fiatların en az üç misline satılmaktadır. Bu üçüncü tip pazar tv filmlerine ortalama 2,700 dolar, yarım saatlik serinin bir serüvenine 575 dolar, sinema filmlerine 2,500 dolar, ve yarım saatlik bir çocuk kartonuna 400 dolar öder. Reklamcılardan fahiş fiat alır. Reklam yapan firmalar da bu fahiş fiatları mallarının mal oluşuna yükler ve böylece tüketicinin aldığı malın fiatı daha da artar. Düşün, biz seyrettiğimiz için iletişim firması, reklam firması ve malını reklam eden firma para yapıyor, ve bunun masraflarını da tüketici ödüyor. Bu tür ülkelerdeki satışların dağılımını aşağıdaki tablo göstermektedir:




Tablo 15: Geri Bırakılmış Ülkelerin pazarında Amerikan ürünlerinin

fiat listesi (1992) (Bin dolar olarak)


Pazarın yeri

Tv filmi

Tv serisi (tek serüven)

Diğer

Sinema filmi

çocuk kartonu (.5 saat)


TÜRKİYE

2700-3200

800-900

1400-1660

3000

-


YUNANİSTAN

2000-3000

500-600

1200-1700

3000-3500

-


PORTEKİZ

1900-2100

700-900

1400-1600

1700

-


HONG HONG

1700-2200

2000-5000

1000-2000

6500-10000

600-900


KORE

5500-8500

475-700

3000-4000

4000-15000

-


MALAYSIA

1500-2500

300-500

1000-2000

2500-9000

750-1500


FİLİPİN

2200-4500

900-1100

3500-6000

4000-7000

400-750


TAIWAN

2000-2500

425-475

1100-1300

4000-20000

600-800


TAYLAND

1100-1300

475-575

900-1100

1000-3000

300-500


ORTA DOĞU

2700-3200

650-750

1500-1700

-

-


Arj,Bol,Ur,Par

800-6000

750-850

1900-2100

3000-6000

1400


ŞİLİ

3500-4500

375-475

900-1100

3000-6000

600


KOLOMBİYA

2500-3500

650-750

3000-4000

2000-5000

1000


PERU

100-1400

350-450

900-1100

-

400-600


VENEZUELA

3000-5000

900-1100

3000-5000

2500-5000

1200-1500


ORTA AMERİKA

1700-2200

425-525

900-1100

-

650


JAMAICA VE DIĞER ADALAR

700-900

200-300

450-550

-

125-200




Dünya pazarına son yıllarda eski doğu avrupa ülkeleri de açıldı. Fakat Çekoslovakya ve Macaristan gibi iletişim alt yapıları sağlam olan eski doğu ülkelerine fiatların düşük ayarlanmasının önde gelen nedeni, eskiden olduğu kadar olmasa bile, ideolojiktir. Bu ülkelerin pazar ekonomisine alıştırılması gerekir. Bunun da en etken yollarından biri tüketici düşünü biçimini aşılayacak iletişim araçları ürünlerini bol bol sunmaktır. Bunun da olması için fiatların ucuza tutulması ve eski-komünistlerin veya kamu servisinin yenilgiye uğratılması gerekir. Bu ülkelere uygulanan fiat politikasının ifadelerini aşağıdaki tabloda görebiliriz:



Tablo 16: Doğu Avrupa pazarında Amerikan Ürünlerinin fiatı (1992) (dolar olarak)


Pazarın adı

Tv filmi

yarım saatlik serinin bir serüveni

diğer

Sinema filmi


Macaristan

1,500-2,500

550-600

1,800-2,200

1,500+


Çekoslovakya

2,000-3,000

330-830

2,400-3,600

2,000+


Yugoslavya

1,500-3,000

500-750

1,500

3,000


Polonya

1,700-2,500

450-550

1,800-2,200

3,500+




Ülkelerin pazar özelliklerine göre saptanan fiat politikasının ürünün mal oluş fiatıyla çok az ilişkisi vardır. Fiatların ayrı pazar gruplarında ayrı şekilde saptandığını aşağıdaki tabloya bir göz atarsak açıkça görebiliriz: (Her grubun ödediği ortalama fiatı şöyle saptadım: 1. Her ülkenin ödediği en az ve en çok fiatı topladım ve ikiye böldüm. 2. Grup içinde, örneğin ingiltere gibi bir film için 2.5 milyon kadar para ödeyen biri olunca, ortalama alma yerine "ortayı bulma" daha doğru olur. Bu nedenle, ortalama alma yerine "orta noktadaki değeri" kullandım. Orta noktadaki değer, örneğin eğer grupta 15 ülke varsa, bu ülkeleri ödediklerine göre az ödeyenden en çok ödeyene doğru sıraladığımızda, sekizinci ülkenin ödediği orta değer olur.)



Tablo 17: Amerikan pazar fiatlarının gruplara göre dağılımı (1992) (Dolar olarak)


Pazar Grubu

Televizyon filmi

yarım saatlik serinin bir serüveni

Diğer

Sinema filmi


Gelişmiş pazar

62,000

12,000

40,000

225,000


ikincil pazar

7,500

1,250

5,000

11,500


Geri bırakılmış pazar

2,700

575

1,500

4,000


Eski Doğu Avrupa

2,300

575

2,500

2,500




Afrika ülkelerine uygulanan fiatlar o kadar düşük ki, kayda bile gerek görülmüyor. Öte yandan, örneğin, İngilizlerin ve Fransızların ödedikleri daha da fazladır. Şunu aklımızdan çıkarmayalım, bu firmalar sadece film veya program kiralamak ve satmakla uğraşmazlar, bu sadece bakkalın sattığı ürünlerden bir tanesidir. Ayrıca, gelişmiş pazarlara daha fazla fiat uygulaması ve Örneğin Afrika'ya kelepir fiata satması imperyalizmin olmadığını falan kanıtlamaz. Avrupalının buzdolabında kocaman peyniri var, Walt Disneyin faresi o kocaman peynirden kocaman bir parça çalıyor. Afrikalının elinde peynir bırakılmıyor ki. Walt Disneyin faresi Afrika'nın peynirsiz bırakılmasını garantiliyor.

Amerikan programlarının ucuza satılmasının nedeni ucuza mal olmasından çok, uluslararası global politikanın pazar politikasındaki yansımasındandır. Bu politika uzun dönemli siyasal ve ekonomik hesaplarla kısa dönemli kapkaççı ve vurguncu politika arasında denge kurmaya çalışır. Bu nedenle, İngiliz halkı fahiş fiatlarla "yüksek kaliteyle" eğlenirken, aynı ürünle "geri bırakılmış ülkelerin" insanları (özellikle burjuva sınıfı ve şehirlerde yaşayan servis sektörü denen asalaklar kitlesi, bendeniz dahil) "bu yüksek kalite" anlayışı ve özleyişine hazırlanır ve alıştırılır. Bu "alıştırılanlara" imrenenler de taklit edenleri görüp taklit ederler. Bu politika sayesinde sadece (a) rekabet alaşağı edilmez, aynı zamanda (b) yerli üretim kösteklenir, ortadan kaldırılır, piçleştirilir ve bağımlı bir üye veya aracı haline dönüştürülür. TRT'de yılda bir tane bile program yapmayıp oturan programcıların yapacakları program Amerikalının yaptığından nasıl pahalı olabilir ki? Amerikalılar on saniyelik bir sahneyi çekmek için en az birkaç saat ve bazen bütün gün çalışırlar, ve binlerce metrelik film\video harcarlar. Su gibi para gider. Nasıl olur da daha ucuza mal olabilir?. Kitle üretimi sürecinde ucuza kopyelenip ve çoğaltıldığı için, geniş tüketici pazarlara sahip olduğu için. Dolayısıyla Amerikan kitle ürünün tek bir bitmiş-çoğaltılmış biriminin mal oluşu, yapımı milyarlara mal olan bir film olsa bile, çok aza gelir. Bu nedenle, kendisi için üreten TRT'nin rekabet olasılığı elde edebilmesi için, örneğin Orta Asya Türk ülkeleri gibi satabileceği, pazara sahip olması gerekir. Bu pazar olasılığı olsa bile (örneğin TRT Avrasya girişimi), eğer o pazarda Amerikan ürünleriyle rekabet zorunda kalırsa, Amerikan firmaları isterse pazarı ele geçirme amaçlarıyla 10 dolara bile satar. Sonradan bunun acısını çıkartır. Kısaca, pazar politikası meselesi, düdüklü tencere değil...




[1] Bak: Varis (1984, 1986); Boyt-Barret (1982); Becker (1992); Larsen (1990); Bruno (1981); Clark 1993a ve 1993b); Danow (1992); Fejes (1986); Wert (1988); Yeung (1990); Thomas (1989); Glenn (1989); McBride (1992); Dyson (1990); Tetzlaff (1986); Diğer referanslar. En son istatistik bilgiler Variety mecmuasında bulunabilir.






[2] Variety, Eylül 6, 1993.


[3] Variety, June 7, 1993.


[4] Variety, Şubat 15, 1993.


[5] Wert (1988)


[6] Simon Morgan (1989) European Tv: Broadcasting in the 1990's. International Media Law, Nov. 1989, s. 90-91.


[7] Variety, Eylül ve Kasım 1993 ayları.


[8]. Variety, Eylül 27, 1993.


[9]14. Variety, Eylül 20, 1993.


[10].Variety, Eylül, 1993, s.34.


[11]. Variety, Ocak 20 ve 27,1992


[12]. Variety, Şubat 3, 1992



[13].Anasagasti, Esther et al. (1977) "Notas previas y catalogo inicial para el estudio de la fotonovela en Espana." RS, Cuadernos de Realidades Sociales; 13, May, 93‑104.





[14]. Ogan (1988); Variety june 21, 1993.




[15]. Variety, Ocak 27, 1992


[16]. Bak: Ogan (1988)
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...