Postmodernizm insan tarihini zaman bağımlı olarak niteleyip reddeder: Geçmiş geçmiştir ve bu gün ise, bu gün. Postmodern dünyanın geçmişle bağı geçmişte kaldı, çünkü geçmişe bağımlı süreklilik ortadan kalktı. Böylece insan tarihi bu güne, yaşanan ana indirgendi ve sosyal tümcelik red edildi. Bu sonuçlar, ulus içi ve uluslararası endüstriyel yapı ve pazarları, yaşayan insanın yaşam süreçleri incelenerek elde edilmedi; yanıt verileri olarak “discourses” ve “artifacts” kullanıldı. Bu kullanım kaçınılmaz olarak var olanın mitleştirilmesini getirir. Bu yönelimle sadece tarihin sonu ilan edilmez, aynı zamanda kaçınılmaz olarak eleştirel veya Marksist siyasal ekonomi de bitmiş sayılır. Tümü ve belli bir yer ve andakini anlamlı bir şekilde kavrayabilmek için, tümün ve yerin, varsa diğer tüm ve yerlerle birlikte olan, tarihine bakmak zorunludur. Bir toplum bir andaki kesitindeki bireysel anlamlandırmaların, tarih ve yapısal koşullardan bağımsız, subjektif toplamından oluşmaz. Bir toplum üstün bir kolektiflik şuurunun veya “ruhunun” da ifadesi değildir. Toplum insanın, en yalın şekliyle birlikteliğinin örgütlü ifadesidir; dolayısıyla yaşayan insanın yaşayan toplumu kaçınılmaz olarak bir tarihe sahiptir ve bu tarih de sadece bir anın veya bir neslin ya da bir uluslararası egemenliğin meşrulaştırılmış tarihsiz tarihi değildir.
New York’un en işlek caddesinde yürüyen bir adam görürsünüz. Adamın elinde taşıdığı tabelada “Dünyanın sonu geldi! Tövbe et!” yazılıdır. Adam her gün dünyanın -insanın ve tarihin- yarın son bulacağını söyler durur. O yarın gelmez ve o adam o yarın gelinceye kadar orada koşacak. Bazı deliler Tanrı'nın elçisi olduklarına inanmış ve inandırmışlardır. Şizofreni veya delilik sadece sokaktaki insanlar arasında bazılarının boyunlarına ilan asarak dünyanın sonunun ilan etmesi ve Tanrı'ya sığınıp af dilenmesi çağrısıyla sınırlı kalmaz. Daha kötüsü akademik alandaki yeteneksizlerin şizofrenileri, egemen güçlerin çıkarına olduğunda delilik para yapar ve popülerleştirilir. Türk televizyonunun “büyük araştırmacısı” Teksoy’a bile taş çıkartacak “bilimsellikler” öne sürülür. Örneğin tarihin bittiğinin ilanı gibi… Fukuyama, Bell ve Huntington’dan daha ileri giderek, 1989’da sadece ideolojilerin değil, “tarihin bittiğini” haber verir: Fukuyama’ya göre, sadece Soğuk Savaş'ın sonu veya savaş sonrası belli bir tarihi dönemin geçişi değil, fakat tarihin son buluşuna şahit oluyor olabiliriz. Bu da insanlığın ideolojik evriminin son noktası ve insan yönetiminin son biçimi olan Batı Liberal Demokrasisi'nin evrenselleşmesiyle oluyor (Fukuyama, 1989’dan aktaran Tehranian & Tehranian, 1997:126). Tarihin sonu ilanıyla, Fukuyama, geriye temizlemesi için birkaç pürüzü kalan sermayenin, dünya egemenliğini kutlamaktadır. Fukuyama’ya göre (1992’den aktaran Sparks, 1998) “artık kimse daha iyi, daha özgür bir dünya düşüyle hareket ediyor gibi yapamaz. Onların siyasal ifadelerinden artık korkulmaz”. Fukuyama, böylece kapitalizme karşıtlığın tümüyle bozguna uğradığını belirtmekte ve Amerikan yaşam tarzı ve örgütlenme biçiminin evrenselliğini ilan etmektedir.
Nasıl ki, Bell’in 1960’da ideolojinin sonunu ilan ettiğinde ve sonrasında dünyada bağımsızlık mücadeleleri ve ideolojik çatışmalar kızıştıysa; Fukuyama’nın tarihin sonunu ilan ettiği 1990’ların başında Avrupa ve Amerika dahil birçok yerde laiklik ve fundamentalizm çatışmaları, kültürel emperyalizm ve direnişler kızışmıştı. Huntington, bu durumu (1993) “Uygarlıkların Çatışması” olarak nitelemektedir. Fukuyama’nın uluslararası sermayenin ideoloğluğunu yaparken ilan ettiği tarihin sonu, New York’ta meşhur 5. Caddede dünyanın batacağını ilan eden delininki kadar geçerliliğe sahip değildir: Tarih ne kendini yapar ne de kendi kendiyle son bulur. Tarih Hegel’in ileri sürdüğü gibi fikirlerin savaş alanı değil, bu fikirleri taşıyan ve yaşam koşullarına tepkide bulunan insanın yaşam mücadelesidir. Tarihi ne tarih ne de fikirler yapar. Tarihi yapan insandır ve tarihin sonu ancak insanın sonuyla gelir. Burjuva Liberal Demokrasisi denilen ücretli\maaşlı soygun sistemi insanın yarattığı tarihin en yaygın kölelik biçimlerinden biri karakterine sahiptir. Marks’ın belirttiği gibi, kapitalist sermaye dünyanın her köşesinde kendi imajında bir dünya yaratma peşinde koşmaktadır. Sermayenin dünya egemenliğini tamamlaması bile tarihin bir sonu değil, tarihin belli bir biçimdeki devamıdır. Sermayenin artı-değer (surpluss) gaspına dayanan kölelik sisteminin pazarını genişleterek elde ettiği dünya egemenliğiyle, tarih bitmez, aksine egemenlik ve mücadele yeni boyutlar kazanır. Huntington’un sermaye için korkusu 1990’larda (Huntington, 1993) işçi sınıfı olmaktan çıkmış ve İslam ve Doğu dinlerinin işbirliğiyle Liberal Burjuva Demokrasisi için yaratacakları tehlike kabusuna dönüşmüştür. Doğu Asya ve yeni Orta Asya Cumhuriyetleri'yle ekonomik ve kültürel ilişkideki Orta Doğu İslam rejimleri, özellikle İran, bu kabusu daha da artırmaktadır. Türkiye’de 1998’de “irticaya karşı” devletin aldığı siyasal ve kültürel tedbirler ve buna karşı direniş politikaları bu kabusun ulusal bazda önemli bir yönünü gösterir.
Liberal ideolojinin uluslararası sözcülüğü daima egemen güçler tarafından kucaklanmıştır: Fukuyama’nın görüşleri de Amerikan dış politikasıyla ve ideolojik kültürel savaşla ilgili kamu ve özel kurumları tarafından özellikle 1989-1990 yılında törenle karşılanmıştır. Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı sonrası George Kennan ile Amerika’nın Soğuk Savaş “durdurma politikası” başlatılmış ise, Fukuyama’nın önerisi ve özellikle Huntington’un kabusu, Çin’e ek olarak aranan yeni bir düşmanı göstermekte ve bu yönde Amerikan politikacılarına, Hıristiyan olmayan örgütlü dinlerin karşıtlığını gericilik, yobazlık, demokrasiye ve insanlığa düşman olarak ilan edip, bu yeni düşmanı “durdurma” politikası için gerekçe sunmaktadır.