Devlet, kesinlikle devlet egemenliği altındaki insanların tümünün veya toplamının temsilcisi bir siyasal örgütlenme değildir. Olmamıştır ve belli koşullar olmadıkça olamaz da. Tam aksine, devlet kölelik imparatorluklarının ve günümüzde ücretli/ maaşlı kölelik sistemlerinin ilişkiler düzeninde egemenliğin ifadesidir. Devlet kendini oluşturan çıkarları anlatır. Devlet egemen olan bir veya birkaç grubun, bir veya birkaç ailenin veya birbiriyle yatay rekabete girmiş bir sınıfın egemenliğini sürdüren siyasal yönetim organıdır. Devletin ekonomik girişimleri ve ekonomik yanı, onu kesinlikle sınıf karakterinden çıkartıp genel çıkarın temsilciliği karakterini vermez. Devletin yasa yapıcılığı da genel iradenin değil, egemenlik mücadelesinde kazananların iradesinin ifadesidir. Devletin orduyla ve polisle oynadığı rol, bir düzeni baskıyla sürdürmeyi üstlenmektir. Adalet, tarihin hiç bir döneminde güçlünün adaleti ötesine gidip "herkesin adaleti" olmamıştır. Fakat herkesin adaleti olduğunu göstermek için özellikle yönetilen sınıflar içinde eşit veya eşite yakın uygulamalar getirir.
Devletin sahipleri, sahiplik köleliği (mutlak sahiplik köleliği) üretim biçiminde, köle sahipleridir ve bu sahipler için ve kölelere karşı oluşturulmuşlardır. Feodal sistemlerde, devletin sahipleri feodal lordlar, baronlar, krallardır ve feodal devlet tarımda sömürdüğü kitleler için değil, o kitlelere karşı vardır. Kapitalist üretim ilişkilerinde, devlet, kapitalist sistemdeki devletdir; ücretli/maaşlı köleler kitlesine karşı, "örgütlü fikir birliğini” yaratan ve tutan ve gerektiğinde ordusu ve adalet sistemiyle "adalet ve düzeni" sağlayan teminat organıdır.
Özelleştirme, uluslararasılaşma, deregülasyon, gümrük duvarlarının yıkılışı, yabancı ülkeye girme ve ürünlerinin bir ülke içinde yaygınlığını kazanışı 1990'larda devlet kavramının ve rolünün yeniden gözden geçirilmesi gereğini ortaya çıkardı.
1990'larda dünya ülkelerinde iletişim teknolojileri ve örgütlü faaliyetleri devletle halk, uluslararası, ulusal ve yerel ekonomik ve siyasal güçler, üreticiler ve tüketiciler, sosyal plancılar ve yöneticiler arasında yeni gelişme ve değişmelere uğradı. Türkiye gibi ülkeler, reklamcılığın ve siyasal propagandanın kitle iletişiminden geçerek yeni gelişmelere ve biçim değişikliklerine uğradılar. Ulusal politikalar uluslararası firmaların sözcülüğünü kalkınma ve iş\ticaret\turizm adı altında yapmaya başladı. Yüzde yüzleri aşan enflasyonlar, işsizliğin ve ekonomik sıkıntıların artarak yaşanması yanında, eğlence endüstrilerinin (Oyun parkları, Disneyland, Arcadeler, çocuklar için modern video eğlence yerleri, müzikli ve televizyonlu birahaneler) daha da yaygınlaştığı yıllar oldu.
Post-modern ideolojiyle gelen baskıcı saldırıları yapanlar genel olarak en az üç gruba ayrılabilir: Birinci grup örgütlü ekonomik çıkarları içerir. Bu grup uluslararası ve ulus içi yatırımcı ve firmalardan oluşan ekonomik güçleri; bu güçlerle ortak veya bu güçler için araştırma ve geliştirme projeleri yapan üniversiteleri ve diğer kurumları içine alır. İkinci grup kurumsal güç çıkarlarını içerir. Bu grupta devletler, siyasal partiler, ordu ve seçimle gelen ve atanan temsilcileri görürüz. Üçüncü grup çeşitli çıkarları temsil eden kamu çıkar grupları (sivil toplum örgütleri), akademisyenler ve kapitalistleri içerir. İkinci grubu oluşturan devletlerin 1990’lardaki fonksiyonu oldukça çelişkili bir durum göstermektedir. Bu devletlerin “kamu politikaları” ile teoride “kamu çıkarını temsil etmeleri” arasında apaçık bir zıtlık ortaya çıkmıştır. Kamu politikaları kamunun çıkarını temsil etme yerine özel çıkarları, özellikle uluslararası sermayenin ve ortaklarının çıkarlarını gerçekleştirme yönünde biçimlendirilmekte ve uygulanmaktadır. Bir ülkenin devlet teşkilatı içinde başkanlık veya başbakanlık özelleştirme teşkilatının veya dairesinin bulunmasının amacı olsa olsa, özelleştirmeyi kamu yararına azaltma ve düzeltme olmalıdır; fakat Türkiye gibi ülkelerde kamu adına kamu politikaları çizen ve uygulayan güçler kamunun savunusu yerine kamuya saldırıyı ve özelleştirmeyi, kamu zenginliklerinin toptan özele satılmasını bütün gücüyle desteklemekte ve gerçekleştirmektedir.
Devlete olan ihtiyacın ortadan kalkması, gümrüklerin, milliyetçiliğin veya milli sınırların ortadan kalkması iddiaları, sömürü ilişkisi açısından yapısal bir değişiklik getirmez; çünkü devletin varlığı zaten sömürü düzenini güvenceye almaktır. Ancak devletlerin hepsi bu yeteneğe sahip olamadığı için emperyalizmin kendi orduları, dış yardımları, silah yardımı, satış ve eğitimleri vardır. Devletin ortadan kalkması ve globalleşme, bu bakımdan, sömürü ilişkilerine, sömürülen açısından olumlu bir değişme getirmez. Gümrük duvarlarının ortadan kalkması, gene sömürülenler açısından pek olumlu anlam taşımaz, çünkü sömürülenlerin gümrükle ilişkisi doğrudan yoktur; Dolaylı olarak iç sermayenin kendini dış rekabete karşı koruyarak içteki soygunu artırması (üretim ve fiyat politikalarını kendisinin saptaması) ile ilgilidir. Bu anlamda, gümrük duvarlarının kalkmasıyla ve uluslararası firmaların serbestçe gelişiyle sömürülenlerin kullandığı tüketim mallarında çeşitlilik ve eskiye nazaran ucuzluk olma olasılığı vardır. Fakat bunlar kesinlikle simetrik olmayan ilişkilerin ortadan kalktığı veya kalkacağı anlamına gelmez.
Milliyetçilik, kapitalist düzende ideolojik kontrol ve sömürünün güvencesi için kullanılmıştır. Irkçı-milliyetçi ilkelliğin ortadan kalkması, eğer kalkarsa, emperyalist politikaların, özellikle böl ve yönet politikalarının yeni çözümler bulmaları gereğini ortaya çıkartır. Hele din, vatan ve aile değerleri adına kapitalizmin ve uydularının işledikleri toptan cinayetlerin politika olarak uygulanmalarının geçersiz duruma gelmesi, egemenlik politikalarında, yeni "dikkatleri başka yöne çevirme mekanizmaları" yaratmasını ve yeni düşmanlar bulmasını gerektirir. Günümüzde kitle iletişiminin hapları toplum kontrolüne ebediyen yeterli olabilir mi? Sanmıyorum, çünkü bu haplar da hem pasifleştirme hem de siyasal bağnazlıkları ve yobazlıkları teşvik ve kullanma temelli olduğu için, kendilerine yeni haplar bulmaları ve haplarını yeni içerikle doldurmaları gerekir ki, bu içeriğin de eğlence ve spor ötesinde ne olduğu henüz belli değildir.
Politika uygulamalarında eğer konuyu iletişimin akımının kontrol mekanizmalarıyla dengelenmesi veya olduğu gibi kalması ikilemi içinde alırsak, bu ikilemin iletiştiği seçenek bizi ya dünyanın birçok ülkesindeki baskıcı ve açıkça sansür getiren kontrolü, ya da Amerika’nın serbest akım tezini savunma durumuna düşürür. Bu yol, iletişimde gündem hazırlamayla sunulan egemen alternatiflere ve yürütmenin getirdiği ideolojik çerçevelemeye saplanmadır. Sorun bu ikilemin ötesinde Üçüncü Dünya olarak aynı torbaya konulan ülkelerdeki egemen yapının meşruluğu sorunudur. Yeni sömürgecilerin kontrol ettiği diktatörlük veya şeyhliklerde, enformasyon kontrolü veya serbest akım egemen sınıfların yönetim ve sömürülerini sürdürme sorunudur. UNESCO’daki veya herhangi bir resmi uluslararası toplantıda iletişimle ilgili çatışan çıkarlar, egemen güçlerin aralarındaki mücadele ve işbirliğini yansıtır. Sorun aslında yönetici sınıfların çıkar artırma ve yönetimlerini sürdürme sorunudur. Bu toplantılarda insan kitlelerinin temsilcileri yer almaz, fakat tartışanlar kendilerini öyle nitelerler, tartışılan her alternatif insanlar içinmiş gibi sunulur. Egemen güçlerin sorunu egemenliklerini sürdürme sorunudur. Yoksullaştırılmışın sorunu ise yoksulluğunu getiren mülkiyet ilişkilerini değiştirme sorunudur.
Yuaridaki parca: Kapitalizm, modernizm, postmodernizm ve iletisim kitabimdan