Anlamlandıran kişilerdir, fakat anlamlar kişiler tarafından keyfi olarak verilmez ve kişiye göresel de değildir. Anlamların "göreselliği" ile anlattıkları arasında tek bir bağ yoktur. Bir kavram üzerindeki çoğul anlam her zaman birbiriyle uyum içinde olmayabilir, ve hatta çelişkili karaktere bile sahip olabilir. Benim kafamdan armut deyince ayı çağrışımını silebilmek için armutla ayı arasındaki "iyi armuta sahiplik" ilişkisinin ortadan kalkması gerekir. Benim bu anlam üzerinde ısrarım, benim, armudun "sadece meyva olması ve herkesin yiyebileceği" anlamına karşı mücadelemin ifadesidir. Armutluk belli bir ilişki düzeninin içinde kendini ve gerçek anlamını bulur. Tabi toplumdaki sosyalin ve materyalin dildeki sembolsel ifadeleri üzerinde olan mücadele daha da karmaşık ve önemlidir. Konumuzla ilgili kavramları ve anlamlarını özlüce açıklamaya çalışalım:
İLETİŞİM, ARAÇ, KİTLE
İletişim latincede communico, yani "paylaşma, ortaklaşma" anlamınadır. Tabi iletişim de her medeniyet gibi Yunan medeniyetinden ve Yunan demokrasisinden çıkar gelir. (Valla, çıkartılıp getirilir gibi geliyor bana. Ne dersinsiz?). Yunan\Latin medeniyetinden başka ve önce hiçbir medeniyet yoktu. Olanlar da ya medeniyetsizdi, ya da, daha kötüsü, "yaylalar yaylalar türküsü ağızlarında" yaylalarda kuş avlayan Türk'tü. Medeniyetin ve demokrasinin beşiği eski Yunan\latin devrinde bile, iletişim sözlüklerde ve medeniyetin-medeni-okullarında tarif edildiği gibi değildi. Çok doğru iletişim paylaşmadır. Ne tür paylaşma? paylaşmanın türü ilişkiler düzeninin biçimine bağlıdır. Demokrasi olarak yutturulan Yunan kölelik-demokrasisinde iletişimde paylaşma köleliğin paylaşmasıydı. Bugünün ücretli-köle-demokrasilerinde ise, iletişimde paylaşma bir ülkenin mal varlığının ve zenginliklerinin paylaşılmasının çeşitli yansımalarıdır.
Profesör W. Schramm ve dünyaya yayılmış eski-öğrenci şimdi profesörlerinin, East-West Center'in, Journal of Communication'ın söylediği paylaşma, "ortak referans çerçeveleri üzerinde mesaj gönderme veya mesaj alışverişi" olarak sunulur. Paylaşma bu değildir. Bu sadece iletişim olayının bize yansıtılanıdır. Kılıftır. Paylaşma basitçe birşeyi, bir işareti, sembolü bir kişiden bir diğerine, onun anlayacağı bir biçimde paketleyip aktarma, gönderme de değildir: Karısının suratının ortasına okkalı bir yumruk çekerek burnundan kanlar fışkırtan veya "bir daha işe geç kalırsan, işine son veririm" diyen, ya da Irak'a tepeden cehennem ateşi yağdıran iletişimde, iletiyi-gönderen tarafından "iletiyi alanın anlayacağı bir dille" paketlenmiş ve gönderilmiş ileti biçimi paylaşma mı? Ne tür bir paylaşma bu? Bu paylaşmada paylaşılan ne? Kim ne tür bir pay alıyor? İletişim paylaşmadır!
"İletişim insanlar arasındaki gönderilen, değiş tokuş edilen, ortaklaşa kabul edilmiş, tanınmış semboller ve bunu kullananlar arasında ortak sahiplik şeklinde tutulandır" diye iletişimi tarif edip, böylece, iletişim tanımına kültür ve gelenekleri de kattığımızda bile, iletişimi doğru şekilde anlatmış olmayız. Bu tarif bile, örneğin baba ve çocuk, anne ve baba arasındaki "dayak iletişimini" açıklamaya yeterli olmadığı gibi, yanlış yöne sürükleyicidir. İletişimi ortak tecrüblelere, geleneklere, göreneklere dayanan laf ebeliği veya kitle-iletişiminde haber denilen örgütlenmiş-dedikodu da sadece örtüyü gerçeğin tümü gibi göstererek açıklar.
Hele bu tanımlamaya bir de, kapitalist psikoloji ve vurguncu-psikiyatriyi de katarsak, yanılma ve yanlış yöne sürüklenmeyi birkaç katına çıkarırız. Elbette, iletişimde psikolojik etkenler önemli rol oynar. Ama bu psikolojik etkenleri sadece "kişiliğe, veya kişinin annesine\babasına karşı duyduğu bastırılmış seksüel dürtüye ve babasına\annesine karşı duyduğu kıskançlık ve nefrete, ya da çocukluktaki dramatik tecrübelerine" bağlamak durgun suları bulandırmaktır. Çoktan beri bulandırılmış suların durulması gerek ki, yüzeyden ötesini görebilelim. Bunun da olabilmesi için, bulandıran güçlerin sudan çıkmaları gerekir. Çıkmaları için de, yengeçlerin falan ayaklarını ısırmaları yetmez, yunusların gelip burunlarıyla tutup "siz dışarda biraz dinlenin" diye kıyıya atması gerekir. Adamlar yunus diye bel bağlananları bile kuru ekmekle ve sirkle\eğlenceyle kendilerine bağlamışlar.
İletişim öyle çocuk oyuncağı değil. Bugün çocuk oyuncağı bile, öyle, çocuğun yaşadığı çevrenin sağladığı teknoloji ve gelenekler çerçevesinde, bu çevreye bakarak kendi oyununu kendi yaratıp ve kendi oyuncağını kendi yaparak, kendiyle ve çevresiyle yaratıcı ilişkide bulunacak iletişimi anlatmaz. Aksine, oyuncak bu tür iletişimi engelleyen bir gücün, ticari, materyal ve ideolojik ifadesidir: Düşün çocuk kendisi bir oyuncak yapacak ve bunu arkadaşlarına gösterecek. Gülünç duruma düşer. Çocuk (ve anne ve babası), kendi oyuncağını kendi yapmak veya yaratmak için kafa yorma ve zaman harcama yerine, kitle endüstrisinin sunduğu ticari oyuncakları ve bebekleri satın almaya itilir. Bu kitle endüstrisinin yarattığıyla gelen iletişim biçimiyle, o endüstrinin dünyayı görüş, umut, sevgi ve ilişki anlayışını da böylece satın alır ve benimseme yolunu tutar. Böylece oyuncak tutuculuğun ve ticaretin bir ifadesi olur.
İletişim anlam iletimidir. Ama anlam iletimi öyle söylenen sözün doğru anlaşılması gibi basitlik çerçevesinde çalışmaz: Anlam iletimi, iletişimde "paylaşma, ortak referanslar" denilen ideolojik çerçeve içinde, yaratılmış belli imajlar üzerinde dil ve görüntülerle bir amacı gerçekleştirmek için yapılan girişimdir. Yani "paylaşma ve ortak referanslar" ilişkiler düzeni ve bu düzeni destekleyen ideolojinin sevimli örtülerle sunulan ifadeleridir.
İletişim, mesajı, aklınca, en iyi şekilde paketleyip göndererek, diğer tarafın vereceği karşıtı duayla ve umutla bekleme değildir. Eğer iletişimde böyle bir beklenti varsa, bu, iletişimde güç ilişkisindeki kişilerin durumunu gösterir: Güçsüz dua eder, güçlü dua edenin dua ettiğinin üzerinde oturur. Küçük esnaf veya işçi sınıfının çocuğu üniversiteyi bitirir. İş aramaya başlar. İşe başvurduğunda, bu genç standartlaşmış objektif ölçülere göre değerlendirilmez, ve bu değerlendirmeyle işe alınıp alınmamaya karar verilmez. Ne tür kıstasların karar verdirici olduğunu söylemeye gerek yok. Bunun anlamı şu: Pozitivist okulun anlattığı mesaj hazırlama ve iyi hazırlanmış mesajın etkisi, Pavlov'un köpeğini iştahlandırma ötesinde, ideolojik martavaldır.
İletişim sürecinden insan, toplum, yapı ve ilişki biçimleri çıkartılıp, iletişim bulunduğu ortam ve koşullardan soyutlandığında, "bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde" diye başlayıp, "ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken" dedikten sonra öykülenmeye başlanan masallar bilimsel gerçek olur.
İletişim toplum içinde belli ortam ve koşullar altında oluşur ve sürer. İletişim toplum içindeki güç uygulamasıdır, üretim ilişkilerinin önceden biçimlenmiş pratiğidir, ilişkinin olduğu düzenin gerçekleşmesinin zorunlu gereğidir. Egemenliğin ve egemenlik mücadelesinin sonucunun ve durumunun ifadesidir.
İletişimi olduğu ortamdan çıkartırsan, sudan çıkmış balık gibi olur: Havasızlıktan ölür. Ölen balığı süsler ve "(1)iletici, (2) iletilmek istenen ileti, (3) iletilmek istenen iletiyi ileten iletişim aracı ve (4) iletilmek istenen iletiyi ileten iletişimi aracından iletiyi alan alıcı" diye iletişim olarak pişirir, tabağa güzelcenek yerleştirir ve sofraya korsun. Yersen. Yemezsen sınıfta kalırsın. Ye. Afiyet olsun, yarasın!. Çok teşekkür ederim ama, bir sorum var: Yarasın yaramasına da, kime yarıyor: Yiyene mi yoksa yedirene mi? İletileni alan alıyor almasına da, nasıl alıyor? Belli şartların belirlediği belli alma çeşidi ve bu almanın anlamı vardır: Burnunun ortasına inen bir yumruğu, kafanda başının etini yiyen dırdırı, "işine son verdim, yıkıl" diyeni, "benim istediğim olacak, aksi taktirde..." diye karşında Rambo gibi dikileni, sokakta laf atanı, BMW'su ile kur yapanı, pişmiş aşa tuz katanı, fikirleriyle vatanı satanı, ithalat-ihracatla kitlelere iş alanı açanı anlamlandırma farklıdır. Bunun da egemen nedeni, pozitivist filimcilerin, pardon bilimcilerin dediği gibi "kişisel ve psikolojik" değil, yapısal-durumsaldır. Durumsal da ne demek? İletişimin ne zaman, nerde, hangi şartlarda, nasıl ve hangi biçimde olduğu, iletişime katılanların güçsel-kimliği, bu güçlerini hangi şartlarda nasıl kullandığı, ve bu kullanımın oluşturduğu ortam, bu ortamda güçsüzün iletişime etkileyici-başlatıcı veya alıcı-katılıcı olarak katılmasındaki biçim, bu biçimin getirdiği ve çıkardığı neticeler, bu neticelerin iletişim ilişkileri düzenine yaptığı etkiler ve bu etkilerin düzende oynadığı roller gibi ufak tefek önemsiz şeyler.
"İletişimin başarısı" deyimi, sevgi dolu, pozitif yükle yüklü bir deyim değil mi? iletişimin başarısı demek egemen iletişim düzeninin amaçlarını gerçekleştirmesi demektir. Peki gerçekleştirmezse ne olur? Iletişim başarısız mı olur?. Saçmalamayalım lütfen! Hiç iletişim başarısız olur mu!? Olmaz. Olmaz çünkü, bunun anlamı egemen düzeni beceriksizlikle falan suçlamadır. Böyle bir saçmalık yapmamak için, ne denir? "Communication breakdown," yani iletişimin çökmesi, yıkılması denir. Suçlu kim? Suçlu eğer alıcı\seyirci\işçi\memur\kadın değilse, iletidir. İyi iletide bulunmak gerek. Bunun için de mesajın çok incelikle hazırlanması lazım. Bu ne demek? Her türlü tekniğe ve baskı yöntemlerine başvurup, nükleer silahların gölgesinde, ideolojik egemenlikle, istediğini elde etmek demektir.
Mesajın yaptığı en büyük şey masajdır. Her mesajın (1) masajcısı, (2) masajı ve (3) masajlananı aynı değildir. Her masaj da masaj olarak herkes tarafından kabul edilmez. Bazıları bu masajın ırza geçmeye teşebbüs olduğu veya ırza geçmede taktik olduğu, ya da ırza geçmenin uvertürü olduğu gibi birçok karşıt iddialarla gelebilirler: İşveren ve sendika oturmuş kendi çıkarlarını sağlama yönünde kontrat üzerinde anlaşma iletişimindeler. Sendikacı kurdun hazırladığı "talepler" listesinde iki mesaj hakimdir: Sendikaya verilen emeklilik ve sigorta falan parası ve işçilerin eline geçen ücret. Kurt oyununu şöyle oynar: Karşılanma olanağı sıfır olan ücret artışı talep eder, onun yanında da, karşılanabilecek ve sendikaya yatırılacak ve ordan da sendika bürokrasisinin tepesindekilerin cebine girecek talepler yapar. Sendikanın kullandığı şantaj kendi cebine girecek talepleri elde etmek için olmayacak ücret talebidir. İşveren tilki bu oyunu çok iyi bilir. Tilki beş kuruş bile vermek istemez, hatta sendikadan kurtulma yolları arar. Bu ikili İletişime toplumun diğer yasal ve yasa dışı güçleri de katılır. Al gülüm ver gülüm oyununun iletişimi başlar. Önce olan ve birkaç kez tekrarlanan olay, pozitivist deyimle, "iletişim çöküşü\kırılmasıdır:" Sözleşme iletişiminin yüzyüze yapıldığı masalar terkedilir. Ardından, tehditler, grevler, lokavtlar iletişimi başlar. Pozitivist\tutucu iletişimciler grevleri "iletişim" olarak kabul etmezler, iletişim çökmesi olarak nitelerler. Çünkü, onlara göre, iletişim kurulu egemen bir düzenin egemen kaideleri ve kuralları çerçevesinde iletide bulunmaktır. Bu kurulu düzenin tanıdığı ve tasvip ettiği ilişkiler biçimi dışına düşen herşey gayrimeşru olarak ilan edilir. Bu gayri-meşru olana karşı alınan tedbirler de meşru sayılır. Sözleşme masasını terkedip greve gitmek, yasalarla tanınsa bile, kapitalist bilinçte iletişim kırılması anlamına gelir. Tekrar sözleşme masasına dönme "kırılan\çöken iletişimin yeniden-kurulmasıdır. Böylece, emeğiyle çalışan insanların tek mücadele gücü olan grev hakkı, yasalarla tanınsa bile, iletişimin olduğu ortamda kullanma olanakları çeşitli yollarla kısıtlanarak gayri-meşru ilan edilip elinden alınır: Sen hiç Polisin yasaları çiğneyen kapitaliste veya grevi kırmak için kiralanan sendikasız işçilere ve saldırganlara "kamu düzenini korumak için" saldırdığını gördün mü?. Tam aksine, devletin polis gücü, "çöken iletişim" nedeniyle, işçilerin yarattığı "kamu çıkarlarına ve sağlığına aykırı ve kamu düzenini bozucu" duruma son vermek için, adalet bakanlığının adil emriyle işçilere saldırtılır. İşçi liderleri hapse atılır. Kaç kapitalist lokavt nedeniyle veya kiralık saldırganları kullandığı için hapse girdi?. Birkaç sene evvel Ankara'da çöpcüler grevdeydi. Milleti çöpcüleri yaratılan durumla suçlayarak kudurttular. Bu insanlar artan enflasyona karşı artan maaş istiyorlar. Verilmez. neden? Öyle şey olur mu? Verilirse fonlarla, desteklemelerle, teşvikle, kontratlarla falan kapitaliste verilen milyarlar çoğalmaz. Egemen düzene söz yok! Böyle şey olmaz, çünkü düzeni bozan ne kapitalisttir ne de düzenin düzeni!. Böylece egemen güçlerin egemen iletişimi gerçekleşir. Böylece güç ilişkileri düzeni ve biçimi sürdürülür. İşte bu iletişimdir, Hüsnüye abla.
İletişim öyle yabani ot gibi kendiliğinden büyüyen ve kendiliğinden objektif şartlara objektif bir şekilde özgürce karşılık veren birşey değildir. Yabani otun böyle olduğunu kim söyledi ki? Kendini öyle sanan yabani ot söyledi. yabani ot bile yaşamak ve yaşamını kolaylaştırmak için kendini içinde bulduğu şartlara subjektif ayarlamalar yapar ve öyle yaşar. Yani, iletişim alternatiflerin seçimindeki güce bağımlı pazarlıktır. Pozitivis okul tabi "güce bağımlılığı" hasır altı eder ve demokratik İletişimi çoklu alternatifler arasında seçim yapma olarak sunar bize. Çok güzel. Hele bir de Amerika'da yaşıyorsan, üüüf, binlerce alternatif önünde. Hangisini seçeceğini şaşırırsın. Alternatifleri sunan kim, yaratan kim, alternatifler gerçek alternatif mi yoksa aynı tas ve aynı hamamın niceliksel renkli kılıktaki kopyeleri mi?. Diyelim ki, sen kanunsuz davranan işçilere saldırma emri verilen polislerden birisin. Demokrasiye ve insan haklarına gönülden inanan bir insansın. Saldır emri geliyor. Aldın mesajı. Eee, n'olacak şimdi? Bir tarafta, kişisel inançların, görüşlerin, saldırının haksızlığı, öte yanda "görevini yapmayarak" işinden olma, ekmek parası, çocuğunun rızkı... Elinde jop, belinde silah, kafanda "haksızlık" feryatları... Ne yapacaksın? Alternatif önünde. Seç. Seç demesi kolay. Alternatif seçimi öyle istediğin ve gönlünün arzu ettiği gibi olmaz. Alternatifler ve onların kendilerini sunum şekli yapısallaşmış ve örgütlü güç ve güç ilişkilerinden bağımsız birşey değildir. Polisin durumunu düşün. Alternatifler önünde polisin. Saldır mesajıyla aranan iletişimin haklı ve doğru olup olmadığını da biliyor. Böyle bir iletişime girmek kesinlikle istemiyor. Önünde, özgür insan olarak, tek bir alternatif var: Mesajın istediğini yapmamak. Polis bu seçimi yapamaz. Polisin yapacağı seçimi şoylemeye gerek yok. Bu seçim güç ilişkilerindeki iletişim biçimi kararlarında haklı ve doğrunun bile alternatif olarak ne denli zayıf bir durumda olduğunu gösterir. Bu gerçekten bir diğer iletişim gerçeği daha çıkar: iletişimdeki doğruluk ve haklılığı saptayan faktör mesajın, aracın veya alıcının kendisi değil, egemenlik durumudur. Alıcı eğer egemen durumdaysa, isterse mesajı ve aracı kolayca çöp tenekesine atar. Egemenlik altındaki insan ise, polisin (veya herhangibir egemenlik ilişkileri düzeninde görevini ve sorumluluklarını yapma zorunluğunda olduğu için, aksi taktirde ciddi neticelerle yüzyüze kalacağı belirlenmiş kişilerin, örneğin kazak kocası karşısında kadının, eli sopalı ve seksi bunalımının acısını çocuklardan çıkarmak için fırsat kollayan öğretmenin karşında titreyen öğrencinin, askerin, işçinin) durumuna düşer: Bu iletişim cebrinde (cebir dersi) eşit işaretinin her iki yanındakiler eşit değildir. Bir taraftaki ses çıkarmayandır, boyunsunandır. Bu boyunsunma ve ses çıkarmama iletişiminde kahramanlık, kabadayılık, erkeklik sökmez. Söker de, sinirli kalkan zararlı oturur şeklinde söker. Bu tür karşıtlık da "iletişim çökmesine\kırılmasına" neden olur: Örneğin işini kaybedersin. Kocan veya hocan kırdığın iletişimi tamir etmek için sana bir güzel sopa çeker, joblanırsın, gazlanırsın, hapse atılırsın, ve hatta öldürülürsün.
İletişim öyle Mr. Schramm'ın ve papaganlarının anlattığı gibi basit değildir. İletişim boşlukta olmaz, belli kuralların ve geleneklerin egemen olduğu sosyal bir biçim içinde kesintisiz olandır.
İletişimde bulunanlar arasında çeşitli görevsel ilişki ve ilişki düzeni vardır. Bu iletişimin her anını etkiler.
Bu ilişkide tarafların birbirine olan hisleri, tutumları, birbirini nasıl değerlendirdikleri, birbirine olan yakınlık ve bağımlılık hisleri iletişimin anlamını ve neticelerini, iletişim ilişki düzeninin özelliğine göre, etkileyebilir. Veya ilişki düzeni baskıcı bir şekilde kendi egemen neticelerini, kendi içinde kendi karşıtını yaratarak ve kullanarak üretmeye devam eder.
İletişimdeki pozisyon ilişkisi, yani iletişimdekilerin sosyo-ekonomik kimliği, sosyal üretimde ve ilişkideki aldıkları yer saptayıcı bir rol oynar. İletişimde bulunanların sosyo-örgütsel üyelik ilişkisi (memur, çaycı, kapıcı, patron, ev sahibi, kiracı, programcı, haberci, yönetici gibi) iletişimin olup olmayacağını, olursa nasıl olacağını ve neticelerini etkiler. Rotari klübün üyeleri arasındaki iletişim nedenleri ve neticeleri ile misafirlikte akrabaların veya arkadaşların iletişim nedenleri, biçimleri ve neticeleri birbirine benzemez. Her ikisi de amaçlıdır. Birisi yatırım ve yatırımların korunup geliştirilmesiyle ilgilidir. Diğeri hal hatır alma, beraberlik, vakit geçirme, dedikodu, boş laflama ile ilgilidir.
İletişim ilişkilerinde sosyal-örgütsel üyelik (a) dayanışma ve rekabet, (b) iletişim politikasını saptamada görüşme ve paylaşma ve politika kararlarından tümüyle dışarda bırakılma, (c) kendi dışında saptanan iletişim ve iletişim politikalarını uygulama, yerine getirme, bunlara uyma gibi birçok biçimler gösterir.
İletişimde eğitim ve kültürel geçmiş gibi faktörler, egemenliği saptayan değil, egemenliğin işleyişinin neticelerinin bir görünümüdür. Eğitim iletişimdeki kişilerin pozisyonlarını ve durumlarını saptamaz, kişileri bu pozisyona ve durumlara getirmez. Eğitim ve kültür "seviyesi" bu durumların ve pozisyonların beraberinde getirdiği ölçüsel ifadedir ve sınıf egemenliğinin bölünmez bir parçasıdır. İletişimdekinin eğitim düşüklüğü veya kültürsüzlüğü o kişinin iletişimde yer aldığı pozisyonda olmasının nedeni değildir. Yüksekliği de... Yani, kişinin toplumda tuttuğu yer o kişinin eğitimi düşük olduğu veya kültürsüz olduğundan değildir. Eğitimsiz olduğu için orda değildir. Ordan olduğu için eğitimsizdir: Eğitimsizlik orda oluşuyla gelir. Kapitalizmin tüccarlarının ve endüstrialistlerinin formal eğitimi, yani yüksek okul bitirmesi, Türkiye gibi ülkelerde, ikinci kuşakta başlar. Bu üniversite-bitirmemiş kaba, yontulmamış kapitalistlerin yaşadığı yer işçi bölgeleri değildir. Tuttukları yerde bu nedenle hor görülmeleri (milyarder hanzolar olarak nitelenmeleri) hiçbirşeyi değiştirmez. Bu kişilerin durumları kapitalizmin gelişmesi sırasında burjuvaların aristokratlar karşısındaki durumu gibidir: Yüksek zevk ve yaşam ve pozisyon, herkesten önce yüksek sınıfa aittir. Parayla o pozisyona gelen kapitalist, bu nedenle, o pozisyonun adamı olarak kabul edilmez. Çünkü her pozisyonun kalıplaştırdığı sınıfsal tipler vardır. Bu tipleri yapan da eğitim değildir, tipin geldiği sosyal çevredir. Eğitim seviyesi de bu tipin paketiyle birlikte gelir. Eğitim, tipi tayin eden faktör değildir, tipin tanımlayıcıları arasından bir tanesidir. Ekonomistlerin ve sosyolojistlerin İstatistiklerle eğitimle toplumda kişinin tuttuğu yer arasında buldukları "pozitif" ilişkinin de nedeni budur. Ardından da bu filim adamları bir ağızdan hicaz bir türkü tuttururlar: Oku ki zengin olasın, bu dünyadan zevk alasın, okumayla açılır tüm kapılar, oku ki zengin olasın!. İletişim bu, iletişim araçlarını kullanma olanağına sahip olanlar hicaz makamı da okur, disko da çalar, ve biz de zevkle kafa ve kalça sallayaraktan dinleriz. İyi sallamalar.
İletişimde bulunanların geçmiş tecrübeleri çoğunlukla iletişim ilişkileri düzenini destekleme yönünde çalışır. Geçmiş o denli önemlidir ki, birine küfür etmek ve hakaret yağdırmak istendiğinde, "senin geçmişini..., sülaleni..., soyunu..." falan diye söze başlanır ve devam edilir. Geçmiş geçmiş olmasına rağmen hala bugünü ve yarını kelepçesi içinde tutar. Geçmişimize laf söyleyenin, geçmişinin halını hatırını sorarız, böylece bugünün mücadele ve iletişimine geçmişle renk, tad, tuz, zevk ve heyecan katan bir iletişimde bulunuruz. Geçmiş bizi yapandır. Kendine bak ve bir de geçmişe. Ne görüyorsun? Şimdideki geçmişi. İnsanların durumlarına negatif yönden etkileyen ve insanı tutuculuğa gönderen en etken bir faktör, bugün oturup yarınları geçmişin kopyesi olarak tasarlamaktır. İnsanlar "bugün" dünlerin yaralarıyla ve ızdıraplarıyla ve yarınların kuşkusuyla yaşamaya mahkum edilmişlerdir. İnsan bugününü yaşayamaz, çünkü düne bakıp, dünün verdikleriyle, bugün yarınını hazırlaması gerekir. Dolayısıyla, bugün dünün hortlakları ve yarının düşleriyle bugünlüğünü yitirip "yanma ve hazırlanma" olur. Bugün nadiren bugün yaşanır. Bugün olan Yarın ise, dün olan bugünlerin ve olmayan yarınların sancılarıyla gelir. Kapitalizmin "gününü gün yap, bugününü yaşa" iletişimi, senin bugününü bugün olarak anlamlı bir şekilde" nasıl yaşayacağını da güzel paketler içinde sunar. Böylece, kitle tüketiminin insanının "bugünü" kapitalizmin "satış ve kar günü" olur.
İletişimin olduğu andaki psikolojik durumlar elbette çok önemlidir. Fakat bu psikolojik durumları sadece psikolojik-kişiye mal etmek ve bu psikolojik durumun yapısal ilişkiler içindeki anlamını hasır altı etmek, iletişime kurşun sıkmak demektir. Kurşun sıkma psikolojisi kişi-özgü bir psikoloji midir yoksa ilettiği anlam bu basitliğin ötesinde midir? Lafıma neden kurşun sıkarsın? Belki beni sevmediğinden, belki o an benden intikam almak istediğinden, belki bana haksız ve yanlış olduğumu anlatmak istediğinden, belki yeter artık bıktım bu dırdırdan demek için, belki de bana olan derin öfkenden... Kurşun sıkınca netice genellikle, duruma göre, karşı kurşunla karşılaşmadır. Böylece haklılık, doğruluk, üstünlük, benim dediğim dediklik, seninki hödüklük mücadelesi kurşun yarışıyla sürer gibi görünür. Gerçekte, kurşun yarışından çok, kurşunlanma ve kurşunları leblebi gibi her gün yutma vardır. Çünkü psikolojik olanın ardında bile psikolojik olmayan ve bu psikolojik olmayı saptayan başka bir neden yatar: İlişki düzeninin günlük işleyişi ve egemenliği sürdürme girişimleri....
Dildeki semantik, anlam ve anlamlandırmayla ilgili farkların iletişimde kendini göstermesi mekaniksel ve tekrarlarla falan düzeltilebilecek basit "anlamamak, veya yanlış anlamak" sorunu olmaktan çok daha ötededir: Amaçların ve ideolojik çatışmaların dildeki ifadesidir. Basit bir örnek: Seni çok iyi anladığını söyleyen veya böyle bir iddia ile seni anlamak istemeyene, senin hakkında kesin karar vermiş olana, elli dille ve binbir kuyudan binbir kovayla su çekerek, yani binbir türlü şekilde iletiyi formülleyerek gel, gene de istediğin yönde etkili olamazsın. Eğer çocuğun "özgürlük, özgürlüğüm" diye tutturmuş ve MCDonald'ını ve Punk müziğini istiyorsa, sen ona her saat müzik ve sağlıklı yemek dersi versen, hiç farketmez. Aksine çocuğun nefretini kazanırsın. McDonalds ve Punk müziği ve bunları çağrışım yapan özgürlük kavramları bir ideolojik çerçevenin boyadığı sanat eseridir ve buna, başka yemek, başka müzik ve başka özgürlükle gelmek, beyinlere saplı dildeki ideolojik imajları yıkmaya çalışmaktır. Bu da hemen ideolojinin taşıyıcısından geçerek ideolojinin sana kibardan başlayıp kelleni uçurmaya kadar giden iletişim biçimleriyle kendini korumaya çalışmasını ortaya çıkartır.
Dilde egemenlik insanların en çok değer verdiği kavramları kendine mal ederek ve kötülemek için bunların karşıtlarını yaratmak alanında da olur: Herkes "insan hakları" der. Fakat kitle iletişiminden gelen sesin söylediği insan haklarıyla, benim gibi birçoklarının anladığı insan hakları arasında gece ve gündüz gibi farklar vardır. Egemen güçler günlük iletişimlerinde sürekli örneklerle sana insan hakları kavramının ne olduğunu anlatır. İnsan hakları denince senin hemen onlar aklına gelir. Karşıtlarının da ne denli "berbat, rezil, modası geçmiş ve hatta tehlikeli" olduğu bol bol sunulur. Karşıtı da öğrenirsin. Bu egemen anlayışa karşı olan bazıları, "ulan, yavuz hırsıza bak, hem hırsız hem de kapıyı açık bırakıp onu hırsızlığa teşvik ettiğimi söyleyip beni suçluyor, 1 milyon dolarlık yanlış yola teşvik davası açmış bana" diye şikayet eder. Mahkemeler ve yasalar yavuz hırsız için\tarafından hazırlandığı için kazanır da davayı. Hırsızlığa teşvik "kapıyı açık bırakma" olur. Sen ne kadar aksini söylesen faydasız. Çünkü "Kanunların Ruhu" vardır. Bu da, Monteskiyo'nun falan söylediği gibi bir ruh değildir. Tuz ruhuna da benzemez. Bu ruh ruh olduğundan dolayı kendiliğinden ruhlaşmamıştır, eline "adalet kılıcı" verilerek ruhların daha ikna edici olduğunu bilenler tarafından ruh gibi yaşayanları yönetmede kolaylık sağlamak için ruhlaştırılmıştır. "Kapıyı açık" bırakmamaya çalış. Yoksa güçsüzün iletişimdeki sefilleri oynayan durumuyla, yani egemen düzeninin insanlık gerçeğiyle yüzyüze gelirsin. "Aaaa, bu ben miyim?" dersin. "Yok, baban" derler. Bozulursun. Babandan, a'binden, hocandan, patronundan, komutanından, ağadan ve paşadan hürmet ve sevgiyle nefret edersin. Bak ne güzel, dildeki mücadeleye bir örnek olacak birkaç kavramla karşılaştık: Babalık, ağalık, ve şimdi de onların yansıması olan patronluk var. Babalık, ağalık, ağabeylik kavramları, geleneksel kültürün ve şimdide bu geleneğin üstüne "sevgili işveren" kavramını oturtan kapitalist ideolojinin baskıcı düzeninin korku-hürmet-sevgi-nefret karışımı boyunsunucu insanını anlatır. Bu kavramlar, evde ve işte ve günlük sosyal yaşamda, faşist ilişkileri meşrulaştıran ve yeni faşistler yaratan düzenin iletişiminin dildeki egemenliğinin bir ifadesidir. Bu egemen anlama alternatif olan anlamda, babalık ve ağabeylik baskıcı, bencil, kendine dönük, hizmet ve hürmet bekleyen, bunu talep eden, bunu elde etmek için gerekirse her türlü kabalığa ve vahşete başvuran insanları anlatmaz. Bu anlamda, hürmet ve sevgi zorla ve baskıyla elde edilmez, insanca ilişkiyle KAZANILIR. Bu nedenle, faşist ilişki iletişimi biçimini ifade eden "baba" ve 'ağabey" kavramları, ve faşist ilişkilerin kurbanı "karılık, analık, annelik, kızlık" kavramları üzerinde bu kavramların bazılarının atılması ve yerine bu anlamdan ayrı anlamlarla yüklü bir şekilde ayrı kelimelerin sunulması veya bu kelimelerin anlamları üzerinde faşist anlamları defedip yeni anlamlar verilmesi mücadelesi her zaman vardır ve sürmektedir. Kişisel ve siyasal faşistlik egemen düzenlerin egemen eğitimlerinin egemen bir karakteridir. Bu karakteri kişi kendinde taşır, ve dolayısıyla, değişim ancak kişinin kendi kendiyle mücadelesini de zorunlu kılar. Bu mücadeleler karşısında, egemen ideoloji "orta direği" yasaklayarak veya kendi anlamlarını bazen yenileyerek ve hatta karşı-mücadeledekilerin kavramlarına sahip çıkarak karşılık verir.
Kitle iletişim araçları belli teknolojik seviyenin (örneğin pil veya elektrik) veya bu teknolojinin tüketim için varlığını gerektirir. Bunun da anlamı, eğer kitle iletişim teknolojisine yatırım yapman gerekirse, bu teknolojinin gereği olan diğer teknolojileri de satın almak zorundasın. Yani alt-yapısız olmaz. Bu alt yapı da sadece materyal değil, aynı zamanda kültürel ve ideolojik alt yapıyı da gerektirir: Ben senin Levis'ını giymek, Big Mac'ını yemek, Pepsini içmek istemiyorsam, n'apacaksın? Suyun ve dönerin zararlarından, ve Levis'ın seksiliğinden, sükseli yaşamdan falan bahsedersin, rekabeti boğazlarsın, sürekli önüme kendi ürününü binbir çeşit kılıf içinde sunarsın... Yutar mıyım? Yutmasaydım, havalı ve şekerli su ve kafeinli coke\pepsi'yi içmezdim. Bizde genirmek ayıptır. Havalı su içince mecbursun. O zaman, bu geleneksel genirme kültürü değişmek zorundadır. Pepsi kültüründe, genirmek kişisel rahatlamanın zevkli bir ifadesidir. Zevkini çıkarmak gerek. "Geri" ve "ilkel" bir kültürün baskısı nedeniyle, biz henüz bu zevki tadamıyoruz, bastırıyoruz. "Yobaz" doğu kültürünün egemenliği altında, kişisel özgürlüğümüzü ifade edemiyoruz. Kitle iletişimi alışverişi sayesinde bu da uzun sürmez, önce gazi olur, sonra kelimeyi şehadet getirerekten cenneti boylar ve mazi olur. Yaşasın kültürel imperyalizm, pardon, gene dilim sürçtü, yaşasın kültürel alışveriş ve modernleşme!
ÜLKE, VATAN, HALK, MİLLET, DEVLET
Ülke ne demek? Bu soruyu soran vatansız pezevengi kurşunlamak gerek!. Ülke aynı dil, aynı din, aynı ırk ve aynı renkten, geçmişi, şimdisi ve geleceği ortak insanların birlik, beraberlik ve dirlik içinde yaşadığı VATANDIR. En kutsal varlıktır. Nesinsiz Azizdir. Vatanı kimse satamaz (yönetici sınıflar hariç). Her vatandaş ülkenin bütünlüğünü bölmeye çalışan iç ve dış düşmanlara karşı vatanı kanının son damlasına kadar korumakla görevlidir (yönetici sınıflar hariç). Ülkenin birliğini ve dirliğini bozmaya çalışan ve satmaya kalkan ve hatta satan cezalandırılmalıdır (yonetici sınıflar hariç). Neden hep "yönetici sınıflar hariç" deyip duruyorsun? Çünkü onlar hariçtir (sen hiç kurşuna gögüs gerecek kadar salak bir yönetici sınıf üyesi gördün mü? Onlar vatan uğruna sağ kalır, sen şehit eder ve şehit olursun (cehenneme gönderir ve cehenneme gidersin): Oyunun adı bu!. Yönetici sınıfların yaptıkları vatanı satma değil ticarettir. Aziz vatanda Vatandaşlar arasına fitne sokan, birbirine düşüren, ırkçılığı teşvik edenler vatan hainidir (yönetici sınıf hariç). Türkiye demek Türklerin oturduğu, yaşadığı ülke demektir (yönetici sınıflar hariç). Çileli analarla dolu Anadolu demek.
Ülke demek yönetici sınıfların yöneterek katıldığı ve sosyal üretimin üzerine yattığı yer demek. Ülke demek varlıklıların sahip olduğu ve varlıksızların bu sahiplikle gurur duyup hayaller kurduğu ve birbirini boğazladığı; varlıklıların vurgun vurduğu, varlıksızların hedef tahtası olarak kupkuru, dimdik gerinip durduğu yer demek. Kimin bu ülke, bu vatan, altında ve üstünde yatan? Bana ait olmayan benim ülkem, benim vatanım!. Bu vatan uğruna neler yapmadım ki ben: Bu vatanı satmak isteyen benim gibi satma olanağı sıfır olanları, gerçek satanlar kolayca satsın diye, geberttim ve gebertmeye hazırım!. Sıkarken boynunu çırpınırdı Anadolu, bakıp kendini boğazlayan kendinin sandığı kendi eline!.
Uluslararası firmaların sahip oldukları, ortak oldukları ve göz diktikleri ülkelere bakıp mırıldandıkları bir sonat: Orda bir köy var uzakta. O köy bizim köyümüzdür. Gitmesek de, görmesek de, o köy bizim köyümüzdür.
O köylerden biri de Türkiye.
Ülke\vatan, Amerika, Türkiye dediğimde, o ülkenin kitlelerini de içine alan "BİZ" birliği ve dirliğinden kesinlikle bahsetmiyorum. Ne demek istediğimi şöyle açıklayım: Dünya iletişim ilişkileri ve düzeninde, "ben" sadece üretilen son ürünün tüketiciyim. Düzende, birçok ekonomistin serbest pazar iddialarının aksine, benim gücüm sıfır değilse bile sıfıra yakındır. Benim tek gücüm "almamak" seçeneğidir. Bu seçenek de birçok durumda geçersizdir. Ayrıca bu seçenek, alternatif seçeneklerin olmasını veya "seçeneksiz yapabilme" olasılığının varlığını gerektirir. Buna bir de sosyo-psikolojik hastalıklarımı da eklersek, ne kadar güçsüz durumda olduğumu görürüz. Yani ben iletişim düzenindeki güç ilişkilerinde, birçok iletişimcinin iddiasının aksine, güçsüz ve bağımlı bir konuma yerleştirilmişim. Burda, özgürlük, kendi geleceğimi ve isteğimi tayin etme gibi hayallerle, şu televizyonu seyretme yerine bu televizyonu seyrederek, şu gazeteyi okuma yerine bu gazeteyi okuyarak, Allahsızları izleme yerine Allahlıları izleyerek, kendini çeşitli şekilde sunan sömürüye çeşitli şekilde katılmadır. Özlüce söylemek gerekirse, iletişim düzeninde ve uluslararası pazarda, ülke, Amerika, Türkiye kavramının içinde benim yerim yukarda anlattığım özelliklere sahiptir. Geniş kitlelerin, "ülkelerine sahipliği ve katılmaları," Roma'da arena'daki halkın ve esirlerin katılması gibidir. İmperyal Roma'da ve uyduruk-demokratik Atina'daki kölelerden, bugünkü köle kitlelerin farkı, bugünkü köle kitleler kendi köleliklerini kazanılmış özgürlük olarak görürler ve savunurlar. Sürüdükleri kölelik zincirlerini boğazlarına geçirilmiş gül halkası sanırlar: İdeolojinin gücü ve çaresizliğin kendini yeniden biçimlendirerek çaresizliğe sırıtışı bu!. Yani ben Amerika veya Türkiye değilim. Ben "BİZ" değilim. Bu gerçeğin yanıda çok önemli bir gerçek daha var: "Milli" ve milletler arası yönetici sınıflar, benim dışımda ve benim gibi benler sayesinde imparatorluk kurmuş, bensiz yapamayan, bensiz "BİZdir." Ben sadece, bilinçsizce "bir ben var bende, benden içeri" diyen ve kuru nane yiyenim.
Kısaca, kavram iki ana anlam içinde kullanılabilir. Birinci anlam genel halkın çıkarını veya durumunun ifadesi, ikinci anlam ise, milli devlet içinde iletişim düzeninden en çok çıkar sağlayan egemen çıkarların ifadesidir. Kitapta, bazı açıkça birinci anlamı anlatan durumlar dışında, ülke ikinci anlamın ifadesi olarak kullanılmaktadır: Egemen çıkarların biçimlendirdiği siyasal ve ekonomik bir birim. Bu birimde yaşamak, seni bu birimin parçası yapar, sahibi değil. Sahip olan biri olabilmek için sahiplik gereklerini elinde tutman gerekir. Boş lafı, nüfus kağıdını, manyakca hisleri, manevi zenginliği falan değil. Somut mal varlığını ve zenginliği gerektirir. Herkes vatandaştır. Peki, vatandaşlık vatanı paylaşma değil mi? Evet. O zaman çoğunluk neden yaşayabilmek için bir azınlığa hizmet edecek bir şekilde vatan paylaşılmış? Onu Allah bilir. Biz şunu öğrenelim yeter: Kitle iletişimi ilişkilerinde, ülke dendiğinde, kendimizi bu kavram içine, hayali sahiplik duygusuyla çoşmuş bir şekilde, böbürlenerek katmayalım. Fenerbahçeliyim diye Beşiktaşlının anasını ağlatmayalım: Fenerbahçe senin değil! Onun da sahipleri var. Kimiz, neyiz, nerdeyiz, nerden gelip nereye gidiyoruz? Küvette kürek çekmeyi bırakmak zamanı gelmedi mi?. Nah gelir!. Ne zaman gelir? Belki de benim gibilerin umduğunun tam tersine, herkes, küvette küreği bırakıp, gerçek-kapitalist bireyci-açgözlü-kudurmuşluk, pardon, bireyci-özgürlük anlayışını kapitalistçe anladığı zaman!. Çünkü o zaman, kişisel çıkarların herşeyin üstünde tuttulduğu ve ancak kişisel çıkarın bilinciyle hareket edildiği ve ideolojik kandırmacaların çalışmadığı bir ilişkiler ortamında yaşanır. Bu tür ortamda, örneğin, vatan korumak bile, mecburi askerlik veya ideolojik uyutmacayla sefiller kitlesinin birbirini öldürmesi biçiminden çıkar, yönetici sınflara epey pahalıya mal olan, gene de sefillerin sefilleri öldürdüğü profesyonel paralı katillik olur.
Gelelim halk (ve kamu) kavramına: Halk için neler yapmadı ki Hamza. Ülkenin dirliğini bozan Hamza'yı, sonunda kiralanmış ücretli halk vurdu. Halk kitle halinde cenazesini taşıdı, memur babası önde. Hamza halk türkülerinde söylendi. Epey para yaptı (kim yaptı? Hamza değil tabi). Modern müziğe adapte edilip disco'larda bile çalındı. Gençler "yanak yanağa" dans etti Hamzanın öyküsüne.
Halk kavramını, kullanmak gerçekte bir hata. Fakat bu kavramı da dildeki idoelojik mücadelenin bir ifadesi olarak yeniden tanımlayıp kullanmak gerek. Kavram gerçekte tümüyle milliyetcilik sömürüsü yapan burjuvazinin malıdır. Solcuların "halkçılığı" ise, kendi çıkmazlarında, elitist idealizmden başka birşey değildir. Benim kullanımımda, halk hem işçi, hem köylü, hem bütün çalışan emekcileri, ve işsizler kitlesini anlatır: Halk kavramı, sosyal üretim kaynaklarına olan ilişkilerinde, sadece bu kaynakların kullanıcısı veya tüketicisi durumunda olan, ve kaynaklara sahiplikle hiçbir alakası olmayan insan kitlelerini içine alır. Biraz daha açıklamaya ve anlamaya çalışalım: Halk kimdir? Halk faşizme ve katliamlara karşı kitleler halinde yürüyüşle gösteri yapandır. Halk mehter marşıyla coşan ve "vatan haini" diye, gerçek vatan hainlerinin kışkırtmasıyla, komünistleri falan öldürmeye koşandır. Halk camiden çıkıp cinayete katılandır. Halk dört nala koşan enflasyonun ardından yaya yürüyen ve hayatı şikayetlerle geçen memurdur. Halk grev yapan işçidir. Halk grevcileri joplayan polistir. Halk kahvede tavla atan köylü, evde yemek yapan kadındır.
Millet ve halk kavramları havadan düşmedi, düşünen beyin tarafından da yaratılmadı. Halk eski-yunan kölelik demokrasindeki ilişkilerin ifadesiyle ortaya çıkmış, ve milli burjuva devletlerinin gelişmesiyle kendini gösteren millet kavramıyla birlikte bugünkü egemen anlamını kazanmış ideolojik bir tanımlamadır. Modern kullanış şekliyle, halk ve millet ideolojisi toplumsal üretimde ve üretim ilişkilerinde herkesi aynı kefeye kor, ayrılıkları ve farklılıkları siler atar. Bu ideolojide sömürü ve sınıfsal farklılaşmalar, ırksal ve dinsel azınlıklar yoktur, rafa kaldırılır, red edilir: Hepimiz aynı yolun yolcusu, aynı pazarın kuzusu oluruz. Kurtlar böyle der ve koyunları yer.
Halk daha çok sosyolojik bir kavramdır. Millet ise ırk bakımdan homojen bir bütünlük ve birliği ifade eden, ayrılığı ve başkalığı bozulma ve kendinden olmama ve hatta düşman olarak gören miliyetçi şovenizmin siyasal kavramıdır. Millet kavramının, "belli bir siyasi-coğrafik sınırlar içinde yaşayan dil ve aynılığı olan insanlar topluluğu" olarak, en masum görünen tanımında bile, yanlış temellere oturtulmuş potensiyal canilik taşıyan "bizlik" yatar. Fakat hepimiz bunu farkında olmadan kullanırız. Popülerdir, çekicidir, heyecan ve doyum vericidir, tatlıdır ve zararsızdır: Tereyağı gibi, çorbaya konan tavuk suyu gibi, döner gibi, şişkebap gibi, McDonalds gibi...
Kuzgun leşe, devlet başa... Devlet ne? "Karl marks'a göre..." diye başlarsam, "aman bu herif komunist mi ne!" diye kuyruğuna basılmış kedi gibi bazıları feryadı figan eder, yani bas bas bağırır. Kimseye gereksiz acı vermemek için, biz burjuva filozf ve ekonomistlerinden en önde gelen ikisinin devleti tanımıyla başlayalım: John Lock 1690'da devletin\hükümetin özel mülkiyeti korumak için yaratıldığını belirtmiştir. Adam Smith 1776'da sivil otoritenin\kamu gücünün (yani devlet ve organlarının) "gerçekte fukaraya karşı zengini korumak, veya biraz özel mülkiyeti olanları, hiç mülkiyeti olmayanlara karşı korumak için kurulduğunu" etraflıca anlatmıştır. Tabi toplumlar genişledikçe ve sınıf farkları arttıkça devletin gerekliliği ortaya çıkar: Değerli ve geniş çaptaki mulkiyetin ele geçirilmesi sivil devletin kurulmasını zorunlu kılar." Kapitalizmin faaliyet alanı genişledikçe, devletinki de genişler. [2]
Vatan, millet, Sakarya ve demokrasi oyununda (a) devlet, (b) mülkiyet ve (c) sınıf arası ilişki saklanır, çarpıtılır, yok sayılır. Vatan ve millet herkese maledilir. Sınıf farkı beceri ve çok çalışmaya dayanan gelir farkı yapılır. Mülkiyet ilişkisi özgürlüğün ifadesi kılıfına sokulur. Yurttaşlık derslerinde, kitle haberleşmesinde, evdeki ve çevredeki iletişimde bu bize böylece işlenir. Böylece biz demokratik bir vatanda milletçe yaşayan vatandaş oluruz.
TEKNOLOJİ
Teknoloji kavramını, konumuz nedeniyle, çoğunlukla iletişim teknolojisi anlamı içine sıkıştırdım. İletişim teknolojisi iletişim aracı değildir. ikisinin arasında çok önemli bir fark var vardır: iletişim aracı iletişim teknolojisinin sadece bir ürünü, parçasıdır. İletişim teknolojisi iletişim araçlarını\medyayı üretir. Hem bu iletişim araçları hem de bu araçları kullanarak üretilen iletiler iletişim teknolojisinin bir parçasıdır. Bu anlamda, teknoloji belli bir zamanda, belli bir yerde gelişmiş olan belli şartlar altında yapılan üretim biçimidir.
SINIF
Sınıflar (a) insan guruplarıdır. Bu gruplar birbirinden (b) sosyal üretim içinde aldıkları yere, (b) üretim araçlarına (teknolojiye) olan yasal ilişkilerine, (c) işgücünün sosyal örgütlenmesinde oynadıkları role, (d) elde ettikleri zenginliğin kapsamına ve elde etme metoduna göre ayrılırlar. Bu tanımlama açısından, kapitalist sınıf, sosyal üretimde sömürücü, yönetici olarak yer alır; yasal olarak üretim araçlarının sahipleridir; işgücünün sosyal örgütlenmesinde "işveren" rolünde olan, ve zenginlikleri sermayelerinin miktarına ve yatırım alanlarına göre değişen, ve bu zenginlikleri ekonomik sektörün çeşitli dallarında çeşitli girişimlerler "artık-değeri" gaspederek elde eden, birbiriyle sürekli ilişki, dayanışma ve aynı zamanda kişisel rekabet içinde olan gruplardır.
İşçi sınıfı sosyal üretimde el ve beyin emeğiyle yer alır, yasal olarak üretim araçlarına sahipliğe hakları vardır, fakat sahip olma gücünden yoksundur. İşgücünün sosyal örgütlenmesinde "işçi\memur\öğretmen\asker\polis\işsiz\evkadını" [3] rolünü üstelenir, ve elde ettiği zenginlik emeğinin karakterine (vasıflı, vasıfsız, el veya beyin-el emeği gibi) göre değişir. İşçi sınıfı da homojen bir yapıya sahip değildir. İşçi sınıfının büyük bir kesimi kendisi-için-bir-sınıf bilincini taşımaz.
Sınıf farkı yukarda belirttiğimle belirlenir. Sosyoloji ve siyasal bilimler kitaplarında bize sunulan egemen ideolojilerin iddiasının aksine, seks, eğitim, ve özellikle gelir farkı sınıfların tanımlayıcısı, sınıf farkının saptayıcısı değildir. Bu farklılıklar sınıf farklılığının görünümleridir. Sınıf farklılığının nedeni onlar değildir. Bu görümlere bakarak yapılan sınıf tanımı, bu sınıflı-düzenin varlığının meşrulaştırılmasına, ona evrensellik verilmesine yol açar.
Sınıf özelliği üretim biçimi ve ilişkisiyle belirlenir ve bu biçimdeki değişikliklerle değişikliklere uğrar. Burjuva demokrasilerinde ve demokrasi veya vatan-millet antanası okuyan geri-bırakılmış katil rejimlerde, üretimde ve ilişkilerde egemen olan sınıf kendi çıkarlarını toplumun bütün üyelerinin çıkarı olarak sunar. Başka türlü beklenemez, çünkü, bu, en basit anlatımla, "benim için doğru olan herkes için doğrudur, eğer doğru olmasaydı, benim için de doğru olmazdı" subjektifliğinin objektifleştirilerek meşrulaştırılmasıdır.
FİKİRLER VE İDEOLOJİ
Fikirler, beynin düşünerekten ve de düşünürken duyduğu "fikir yaratma dürtüsünden," arada bir kaşınaraktan, yaratıp ortaya attığı bir beyin-emek ürünü değildir. Düşün, Amerika'da her yıl milyarlarca sayfaları dolduran "fikirler" "üretilir," benim bu ürettiğim dahil, bunların hiçbiri yaratan-beynin kendi malı değildir. Hepside insanlık tarihinde birikmiş bilgi\informasyon kitlesinin çeşitli şekillerde biçimlendirilerek belli bir amaçla "anlam" ve "anlamak" ve de "anlatmak\iletişmek" için yeniden sunulmasıdır. Belki bu sunum biçimi ve "anlatım" kişinin\üretenin mülkiyeti olabilir, fakat fikirler kendinin de parçası olduğu insanlığın malıdır. Eğer fikirler fabrika bacası gibi dumanlar çıkaran (zehirli sigara dumanıydı belkide) beyinden kaynaklanmıyorsa nerden kaynaklanıyor? İnsanın yaşadığı materyal koşullardan kaynaklanır. Ardından da, benim gibiler çıkar ve çağımızdaki koşulların insanlığa aykırı olduğunu savunup, "beni böyle düşündüğüm için ıslata ıslata döverekten falan değiştirmeye çalışma yerine, beni böyle düşündüren insanlık koşullarını değiştir" diye kafa ütüler. Bu kafa ütüleme düşünen insanın kendini bu düşüncelere sevkeden koşullara karşılık vermesidir. Fikirlerin kaynağı (tavuk-yumurta tartışması gibi) tartışması ile fikirlerin (tavuk ve yumurtanın) toplumsal anlamı ve rolü arasında ayırım yapmamız, öncelikleri, öncelikleri tepetaklak etmeden saptamamız gerekir. Aç miğde guruldarken yapılan filozofluk, tavuğun ve yumurtanın üstüne yatanı sinsi sinsi güldürür. Gel sen bunu fikirler tarihi hocasına anlat: Sınıfta kalırsın!
Egemen fikirler (veya egemen kültür) doğruluğu herkes tarafından olmasa bile büyük çoğunluk tarafından objektif olarak saptanarak geçerli olarak kabul edilen fikirler demek değildir. Öyle görünmesi, gerçekte egemen materyal ilişkilerin fikirler halinde idealleştirilmiş ifadesinden başka birşey değildir. Materyal ilişkileri, materyal ilişkiler içinde yaşarken, lafla red eden ilahiyatçı ruhlar bile, dünyada fani vücutlarını doyurmak için, ruhları maddi zevklerinin kirlettiği maddi vücutlarından çıkıncaya, yani teneşir tahtasına yatıncaya kadar, materyal ilişkilere girmek zorundadırlar. Ezbere arapça falan tekrarlanan ilahi fikirler, bir zamanlar siyasal egemenlikte olan ve kapitalist burjuvazinin tekmesini yiyip kendini yerde bulan ve "tahtım tahtım, hırkam hırkam" diye egemenliği yeniden kazanıp dünyanın güç ve zenginliklerini kendi kontroluna alıp, kendi kullarına dilim dilim vermek, ve kendinden olmayanlara da zıkkım bile koklatmamak sevdasında kürek sallayanların, egemen materyal ilişkilere olan tepkisidir. Her yogurdun bir yigit yiyişi vardır!. Tepetaklak dünyanın hali bu! (Dünyanın aşası yukarısı var mı ki?
Sosyal fikirler, kendilerini ortaya çıkaran koşullar ortadan kalktıktan sonra bile, insanların kuşaktan kuşağa aktarmaları sayesinde varlıklarını sürdürürler. Benim hem şehirde kapitalist ilişkilerin egemen olduğu ortamda yaşayıp, hem de küçüklüğümdeki köy hayatının feodal ilişkiler altındaki dayanışma ortamını idealleştirip özlemem gibi... Monopoli kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada "malının her yıl yüzde kırkını, fukaraya ver" idealleriyle, tarihte bu sözün geçerli olduğu söylendiği zamanlarda bile bunun böyle olmadığını bilmeyenler, veya kendi mallarının yüzde yüzünü ellerinde tutarken başkası için bu lafı söyleyenler gibi... Başkasının kesesinden harcamak kolaydır. Malın yüzde kırkı her yıl verilseydi, birkaç yıl içinde verecek fukara bulamazdık. Bu da demokrasiye, dine, imana falan aykırıdır, eşitliktir. Olmaz böyle şey! Eşitlik olursa herkes fakir kalır. O zaman biz napaca'z? Nasıl övünüp, nasıl dövüneceğiz? Nasıl çile çekip, nasıl çile çektireceğiz? Nasıl kıskanıp, nasıl kıskandıracağız? Nasıl çatlayıp, nasıl çatlatacağız? Eşitlik mi? Haşa, Never, Asla, Nunca, No, kesinlikle olmaz!. Çünkü o zaman insanlığımızı kazanırız ki bu da hayatın zevkini, heyecanını, tadını ve tuzunu bırakmaz. Bayat bir hayat olur. Monotonlaşır. Televizyonlar ve gazeteler cinayetler, soygunlar, karısını dövmeler, sahtekarlıktan göbekleri şişmiş politikacılar ve soygunla trilyonlar üzerine yatan iş adamları pek olmadığı için, habersizlikten saçma sapan "bugün bilmemne yerde, bilmemne şekilde bilmemne içeriğinde iyi birşey yapıldı" gibi uyuşuk, saldırgan olmayan, seks'den ve sansasyondan uzak haberler verirler. Felek feleğin çarkında yok olur gider. Örneklere devam etmeyim, ağırlık bastı, uykum geldi, en kötüsü de, böyle eşitlik ve insanlık hikayeleri mide bulandırıcı, yanlış yola sevkedici komünizm falandır. Tövbe et. Beş vakit kilisene git. Duanı yap, suçlarını çıkart ki birikip de başına bela olmasın. Sakın televizyon seyretmeyi ve alışverişe gitmeyi unutma. İşini ihmal etme, sendikalaşmaya karşı diren, çünkü herifler akıl almayacak ve enflasyonu fezaya çıkartan taleplerde bulunuyor ve ananı ağlatıyorlar (sanki para ve ana senin anandı! Herif kapitalistin soygununu korumaktan zevk alıyor! Neden? Eh, umut, belki gelecekte ben de soyanlar arasına katılabilirim!). Sendikacılığa cebini doldurmada bir meslek olarak göz dik. Yasalar koy. Adalet sistemi milleti bu yasalara uymadığı için boğazlarken, sen de "asgari ücret" yasasını bile kevgire çevir ki, evde ispat edemediğin (veya dırdır yüzünden etmediğin) erkekliğini, güçlülüğünü, egemenliğini burda gösteresin. Bak, gördün mü, ben düşünerekten ne kadar fikir verdim! Hele, feza-kurgu romanları ve tv dizileri yazanlar uzak yarınları hayalleyerek fikirleri geleceğe götürürler: Lütfen biraz gözümüzü açaraktan okuyup ve seyredelim bu uydurmacaları!. Hepside bugünkü egemen sömürünün yarına uzantısı, bugünkü egemen sömürücülerin endişelerinin ve korkularının ifadesi ve bu endişe ve korkulara yeni silahlarla "kötüyü" yokederek çare buluşudur. Kısaca bugunün egemen ilişkiler düzenin yarına yansıması, bugünkü imparatorların evrende imparatorluklar kurma ve dünyayı paylaştıkları gibi evreni de paylaşma düşleridir. Bu düşleri ifade eden kapitalistin\egemen düzenin sahiplerinin kendisi mi? Şöyle cevap verelim: Orta çağlarda kilise hem kilisede çalıştırdığı insanlarla hem de kilisenin kontrolundaki sivil-dünyadaki insanların ürettiklerini takdis veya aforoz ederek egemen ilişkilere karşı olan fikirlerin kontrolunu sağlıyordu. Şimdi bu kontrol yazarların ve entellektüellerin ekonomik bağımlılığının, mülkiyet elde etme ve rahat yaşam olanaklarına sahip olma çabalarının getirdiği kişisel yönelimlerle, egemen ilişkilerin egemen ideolojisinin candan yürekten benimsenip savunulmasıyla olmaktadır. Yukardaki soruya bir başka türlü cevap verelim: Donald Trump denilen Amerikan'ın zengin bina-tüccarı bir kitap yazdı ve bu türkçeye de çevrildi: Kitaba bakan sanki bu kapitalistin korkunç derecede akıllı, işini ve pazarlığı iyi bilen biri sanır. Hiç de değil. Belki sonunda karar verici odur, fakat gerçek yürütücüler, gerçek pazarlıkçılar, gerçek daleveracı ve solucan gibi emeği emerek kapitalisti daha da zengin edenler, kapitalistin avukatları, danışmanları, işini yürüten üst düzeydeki menejerleridir.
Fikirlerin kendilerini yaratan koşulların ortadan kalkmasına ve ilişkilerin egemenliğini yitirmesine rağmen kalıcılığı sonucu, bu fikirlerin tutucu, gerici güç olarak rol oynadığını, bvu amaçlarla kullanıldığını görürürüz. Bunu derken egemen düzenin egemen çıkarlar için bu fikirleri ve bu fikirler ardından kürek sallayanları kullanışından bahsediyorum. Kurek sallayanlardan ve bu kürek sallayanların küreklerini kırmaya çalışanlardan değil. Şu aşağıda anlatacağım, ne demek istedigimi, bu kullanılışın ne denli uyutucu ve yanlış yöne gönderici olduğunu da göstererek açiklığa kavuşturacak bir örnek: Bir zamanlar siyasal egemenlik mücadelesinde, pastaya konmak isteyen bir grup "takunyalı, gerici" olarak nitelenirdi. Bilmiyorum, hala takunyalarını şıkırdatıyorlar mı yoksa başka şeyler mi şıkırdatmaya başladılar. Demokrasi ve cumhuriyetin koruyucuları (bendeniz dahil) yobazlıkla, gericilikle falan suçladılar hamamdakileri. Saçmalığa bak: Bu ne biçim demokrasi, modernlik, cumhuriyet ki, egemenlik arayışı ve elde etme ve sürdürme mücadelesi kendine gelince iyi ve, örneğin rekabet oluyor, başkalarına gelince, burjuvazinin yalanlarıyla gelmeyip de başka inanç ve dolanlarla geldikleri için, kötü ve gerici oluyor?. Modern ve demokrat olmak için illeki ta baştan burjuvazinin düzenini meşru olarak kabul etmek ve burjuvazinin kurduğu oyunu mu oynamak gerek? Sana ne herif takunyalıysa? Takunyalı olmak ayıp ve gericilik oluyor da, neden bluejeanli olmak ayıp ve gericilik olmuyor? Birinin güçsüzü ve diğerinin egemenliği ifade ettiği için mi? Neden kapitalistin "şeytan kutularından" birini kullanarak dört köşeden hoparlörlerle bangır bangır bağırarak milleti uykudan uyandıran modern-teknolojinin sabah ezanı "susturulması gereken bir başağrısı" oluyor da, komşunun sıpasının veya senin çocuğunun zangır zangır evi titrettiği müzik denilen başağrısını susturmaya kalkmak "ifade özgürlüğünün kısıtlanması" oluyor? Nasıl oluyor da kamu sektörünün yerel ve dünya pazarındaki girişimleri tekelci ve özgürlükleri kısıtlayıcı oluyor da, monopolistlerin\oligopolistlerin girişimleri serbest ticaret ve özgürlüğün ifadesi oluyor: Kamu sektörünün kısıtladığı özgürlük apitalistin sömürü özgürlüğü olduğu, ve kapitalistin getirdiği özgürlük kendisinin özgürlüğü olduğu için mi? Buna cevap vermek için telefona koşup "900-her-soruna-cevap" numarasını çevirip PTT adı altında bizi sömüren Avrupa firmasının cebini dolduralım mı? Çevirmeyelim, biz bir başka pakette sunarak cevaplandıralım: Bu, güç, güç ilişkisi ve bu ilişkilerin kurduğu düzen meselesi, sevgilim. Senin uzun saçlı aklın bunu almaz! Sen ikimiz arasındaki iş bölümüne uy, çocuğumuzu büyüt, gerisine karışma. Ben kazık erkeğim, (Güçlülük lafını sakınmamayı, kazık erkekliği olur kılar, ve güçsüzlük zorunlu boyunsunmayı ve hatta höt yalamayı getirir), lafımı sakınmadan sana gerçeği söyleyim. Bu binlerce yıl böyle gelmiş böyle gider. İkimiz arasındaki iş bölümü kapitalist düzende daha da yeni boyutlara ulaşarak ilk sınıf egemenliğinin (erkeğin aile düzeninde egemenliğinin) kalıcılığını ve kapitalist çıkarlar için kullanılmasını ortaya çıkardı. Sen bana aitsin. Sen de benim sana ait olduğumu düşünebilirsin, İyi olur. İşime gelir. Başka yolu yok. Bu böyledir ve böyle dediğim için ben gerici ve yabazım; Peki irfan amca, sen kadınların asgari ücret bile ödenmeden kapitalist tarafından ücretli-köle haline getirilmesini nasıl ilericilik ve modernlik olarak niteleme terbiyesizliğini gösterirsin? Terbiyesiz, babandır! Gerici de derim, yobaz da. Hatta terörist ve çok kızarsam kömünist diye lekeler, asar, keser, hapse bile atarım. Var mı ötesi? Yersen. Yemezsen yediririz. Nasıl mı? Örnek vereyim: Mısırda hapishaneler laptop kompütürlü, Fransız parfümlü, birinci kalite ipek gömlek ve kravatlı, insanları ekmeğinden, sığınağından ve sağlık hizmetlerinden yoksun eden büyük iş adamlarının profesyonel uşaklarıyla mı dolu... Yok, o herhalde Stalin'in, yok, Humeyni'nin Amerika'da çevirmek istediği bir filmdi. Şaşırdım. Allah şaşırtmasın, yoksa, kendini, tesbih çekip beş vakit namaz kılanlar ve orak çekiç çizenlerle süslendirilen demokratik Mısır hapishanelerinde bulabilirsin (Bir de demokratik olmayan hapishaneleri düşün). Biz bizim oyunumuzu bizim kurallarımızla oynamayana böyle yaparız. Bu tür yedirmemiz, efendice olanı. Başka türlü, türlü türlü yollarla türlü türlü şekilde yediririz. Sen hiç merak etme. Merak eden var mı, el kaldırsın!?
Modası geçmiş, köhnemiş, gerici, yani eskiden güce sahipken bu gücünü değişen şartlar nedeniyle yitiren, yediği tekmenin acısını hala hissedip diş bileyen, benim çıkar düzenimi kendi çıkar düzeniyle değiştirip, beni tekmelemeye çalışan fikirleri taşıyan insanlar, tarihte, büyük çoğunlukla, kendi durumlarını destekleyen şartları korumak isteyen egemen güçler tarafından bu şartları değiştirmek isteyen YENİ şartların güçlerine karşı kullanılmıştır.
Kapitalizm eskiyi eskiye dönmek için değil, eskiye değer verdiği için asla değil, fakat kendi çıkarı çerçevesinde kullanmak için hortlatır. Bu nedenle, Türkiye gibi ülkelerde, ölenler gömüldükleri halde gömülmez, sürekli hortlatılır: Hort! Hort! Anneee, öcü var! Korkma yavrum, o sadece hayalet. Ama anne, hayaletin arkasındakilere bak, ellerinde tırnak sökücüler, kalp deliciler, elekrik şok aletleri, silahlar, füzeler, bombalarla geliyorlar. Bak, Rambo bile orda. Gözünü kapa, uyu yavrum. Yoksa tepelenirsin. Ama, anne ben uyumak istemiyorum. O zaman yavrum, Amerikalıların deyimiyle, "face the müzik\gögüs ger."
Egemen fikirler toplumdaki egemen gücün egemenlik ifadesidir. Toplumdaki sosyal üretimi yapan araçları kontrol eden sınıf, yetiştirilen eğitilmiş kadrolar sayesinde, aynı zamanda fikir üretimini de kontrolu altında tutar. Fikir üretimi de mal üretimi gibi ticarileşmiştir. En çok basılan, propagandası ve reklamı yapılan, dağıtılan ve satılan fikirler egemen düzenin egemen fikirleri (modası, eleştiri biçimi dahil) olduğu için, üretimde tek taraflı bir egemenlik sağlanır. Dolayısıyle, Marks amcanın da çok haklı olarak söylediği gibi, genel olarak, fikirleri üretme araçlarına sahip olmayanlar, bu araçlara sahip olup da fikirlerini yayanların fikirlerinin egemenliğine tabidirler. Bu fikirler de, sosyal üretimdeki ilişkileri açıklar, haklı çıkarır, meşrulaştırır, ve alternatifleri yeren bir şekilde yapılanır. Bu yapılar, egemen ilişkilerin beyinlerde şekillendirilen ve bu şeklin çerçevesi içinde dışarı vurulan ideal dilsel ifadeleridir. Bu ifadeler. yerine ve geregine göre, dilselden, küfürsele, elsele ve füzesel'e kadar binbir çeşitlilik gösterir. Bu ifadelerle insanlar kendileriyle ve kendi dışlarıyla iletide bulunurlar. Bu süreçte de hem eskiyi, var olanı tutma, hem de değiştirme girişimleri vardır. Nasıl ki kapitalistin "kaderi ve kısmeti" başkalarını mahrum ederek daha fazlaya sahip olmak için dünyanın her köşesini ve fezayı arşınlamaksa, insanın "kaderi" de içinde bulunduğu koşullara hem adapte olmak hem de onu kendine daha iyi hizmet edecek şekilde değiştirmektir. (Valla kapitalist sistemin eşitsizlik ve yoksun bırakma üzerine kurulduğunu ben yumurtlamadım, Albert Einstein bile söylemiş.[4] Ayıp olur, hiç değilse, Albert Einstein gibi birinin benim gibi yalancı ve çarpık düşünceli olmayacağı olasılığını kabul edelim. Bu benim yaptığıma, bir otoriteye dayanarak, ikna etme veya kandırma yöntemi denir! Televizyon haberciliğinin en sık yaptığı birşey!)
Gelelim ideolojiye. 1960'lardan beri birkaç kez ideolojinin sonu ilan edildi. Enteresan olan, ideoloji öldü diyenler ideolojiyi kendilerinin kendilerine göre tanımladıkları komünizmle bir tutup, birkaç senede bir ideolojiyi öldürmekte devam etmekteler. Dokuz canlı kedi olmalı bu ideoloji, çünkü öldüre öldüre bitmiyor. İdeolojinin sonunu ilan edenler ya akıllı ideologlar ya da bir çeşit birşeylerdir. İdeolojinin sonunu ilan edince, geriye ne kalıyor? Demokrasi, özgürlük, insanlık falan... Hangi demokrasi, hangi özgürlük, hangi insanlık? Fikirsiz olan olmalı, çünkü ideoloji en basit tarifiyle, belli fikirler sistemini ifade eder. Sağduyu bile, ideolojisiz değildir, yerine ve zamanına göre, her türlü yönelimin ideolojisinin kendini "sağduyu" olarak da tanıttığı bir kılıftır. Ideoloji bir üretim düzeninin beyinlerdeki görüntü şekilleri dildeki ifadeleri, iletişimdeki iletişisidir. Üretim ilişkilerinin, toplumun, hayatın, gerçeklerin, geçmişin, şimdinin ve geleceğin fikirsel anlatımıdır. Bu anlatımın illeki üretim ilişkiler biçiminin ve düzeninin gerçeğini tamamiyle yansıtması gerektirmez. Aksine burjuva hakimiyeti altında, ideoloji gerçek ilişkileri ve onların anlamını başka türlü şekilde yansıtan biçimde sunma artmış ve gittikçe de artmaktadır. Böyle olunca, ideoloji aynı zamanda sahte imajları, umutları, beklentileri de içerir. Katıksız soygun daha da katıksızlaştıkça ve buna karşı direniş arttıkça, İdeoloji, bilinçte materyal ilişkilerin objektif gerçeğini yansıtmasından çok, bu ilişkileri fetişleştirmeye ve oldukları değil idealleştirildikleri şekilde yansıtmaya yönelir. Yani ideolojide gerçekler olduğu kadar mitler, masallar, hurafeler, hayaller ve hayaletler, ve hatta UFO'lar bile vardır.
ideoloji, öyle, tanımlar, tarifler, soyut fikirler değil, bu fikirlerin her günkü ifadelerinin hergünkü uygulanan pratikleridir. Örneğin, Amerikan medyasının kurulduğundan beri kendini "evrensel mükemmellik" ve demokrasinin, özgürlüğün vazgeçilmez parçası olarak sunması sonucu, Amerikan halkının çoğu başka türlü medya sistemi düşünemez. Düşünememesi sadece sunum nedeniyle değil, alternatiflerin halk bilincinden uzak tutulmasından ve saptırılmasından da kaynaklanır. Bir Amerikalı "bizim medya sistemimiz demokrasi ve özgürlüğün aynası" gibi laf ettiğinde, bu lafın kendine ait, kendi özgür düşüncesinin yarattığı özgür fikrin ifadesi sanır, buna yürekten inanır. Kazara medya'ya içerden ve dışardan bir tehlike geldiğini medyadan duyarsa (örneğin işçilerin grev tehditi, devletin burnunu sokması gibi), hemencecik medyayı desteklemeye koşar (New york'ta bir İşçi grevinde işçilerden birinin televizyonun tutumu hakkında yazdığım pankarta bakıp bana bozuldugu gibi). Gerçekte bu "benim" sanılan fikir ve fikrin doğrultusunda reaksiyonlarda bulunma, kişinin kendi özgür fikrinin değil, ideolojinin bir ifadesidir. Bir diğer örnek vereyim: Amerika'da basın özgürlüğü yasasal olarak tanınmış ve korunmuştur. Herkes basma hakkına sahiptir. Fakat kapitalist sosyal iş bölümünde bu hakkı sadece küçük bir azınlık kullanma olanaklarına sahiptir. Büyük çoğunluk kadınların iş bölümünde kendilerini buldukları durumdadırlar: Başkaları basar, onlar bazen basıldıklarının bile farkında olmadan, basanların onlar için bastığını sanıp zevklenirler. Bizim "basanımız, pardon basınımız" diye övünürler. Basılanların bu sahiplik hayalleri, bu hayallerle düşler kurmaları, ben FM'imi, ben STAR'ımı isterim diye "özgür arzularını" ifade ettiklerini sanmaları, ideolojinin ninni söyleyip uyutma ve "kalk saldır" deyip saldırtma yanıdır. Gerçekte Amerika'da (veya Türkiye'de) yasasal basma özgürlüğü basanlar için mülkiyet haklarının bir ifadesi, ve diğerleri içinse yasasal peri-masalı ve ideolojik uyumaca, uyutmacadır. Peri-masali ve hayaller ideolojisi şişede durduğu gibi durmaz, sevgisini ve bağlılığını göstermek için can atar: Düşman öldürür, adam yakar, araba bombalar, demokrasi adına vurur, milliyetçilik adına "davadan döneni" bile harcar, toplumu değiştirme adına "kendi gibi düşünmeyen revizyonistleri ve ajanları" temizler. Kısaca ideolojinin hayaller dünyasının verdiği haklılık ve doğrulukla hareket eden insan kendinden olmayan, kendi gibi düşünmeyene yaşama hakkı tanımaz. Sadece yaşama hakkı tanımamakla kalmaz, bu hakkı Azrailin falan almasını beklemeden Azrailin işini yaparaktan pratiğe döker. İdeoloji bu, boru değil! Bu kitapta, eğer kesinlikle nasıl bir ideoloji olduğu belirtilmediyse, ifade edilen ideoloji kapitalist sistemin demokratik, çoğulcu, özgürcü, insancıl, insan haklarına korkunç derecede riayet eden, dünyada bir eşi olmayan eşsiz ideolojisidir. "We are # 1," var mı ötesi? aksini ispata kalkanın başına Tanrının yardımı ve izniyle binlerce kilometre uzaktan ateş yağdırır, cehennemin tadını tattırırız.
FEODALİZM
Feodal demek, ortaçağlara, yani 1960'lara (şaka), ait demektir: Mesela ben... Feodalizm Avrupada ondan önceki iki ana üretim biçimini birbiriyle karşılaşıp, selamlaşıp, zırhlarla, balyozlarla falan kucaklaşıp birbirinin içine girdikten sonra ortaya çıktı: Kölelik (Roma imparatorluğu) ve ilkel üretim biçimi (Romayı parçalayan istilacı kabileler) birbirinin içine öyle bir girdiler ki, olan Roma imparatorluğuna oldu: Darmadağın oldu. Yıkıldı. Feodalizm ilk biçiminde bir feodal lord'un topraklar, topraklarda yaşayan insanlara ve ürettiklerinin büyük kısmına sahiplikti. Topraklarda yaşayanlar kiracılar ve\veya kölelerdi. Bu insanlar üretiyor, Lord'da gelip aslan payını kira, toprak vergisi, savaş vergisi, imperyal vergi, din vergisi, namus vergisi ve don vergisi, gömlek vergisi gibi uydurabildikleri vergi adlarıyla alıp gidiyordu. Köylüler bu soygundan dolayı, Tanrı ve papadan sonra gelen, Lord'a dua ediyorlardı. Yürekten ve ciğerden Lord'a bağlıydılar. Master Lord da bu sevgi ve bağlılığa karşı kendi ilgi ve sevgisini göstermeden geri durmadı: İlk evlenenleri kutlayıp, gelinle ilk geceyi geçirdi. Yasalar da kulak, burun, parmak, el, kol kesmeyi, gözünü kör etmeyi, kafasını kesmeyi, cadı ise yakmayı öngörüyordu. Kudretli ve iyi kalpli lord da, Tanrının elçisi kilisenin duasını ve niyazını da alıp, bu yasaları zevkle bol bol kullandı. Mahkemeleri de ne yaptıklarının çok iyi bilincinde olan ve bugünkülerden sadece giyimleri ve yiyimleri farklı olan aynı profesyonel bürokratlar yaptı: Kilise mensupları, kanun uygulayıcılar ve patricians. Feodal sistemin görünüşü orta çağa gelindiğinde tamamiyle teolojik\dinseldi. Avrupa kıtasının birliği içsel yapı bakımından yoktu, çünkü birçok lordluklara ayrılmıştı. Avrupanın birliği inanç sömürüsünden geçerek hıristiyanlık tarafından sağlandı. Bu teolojik\dinsel bağ sadece inanç bağında değil, gerçek materyal ilişkilerde vardı: Kilise Avrupa'da bütün toprakların üçte birine sahipti. Feodal sistemde egemenliği paylaşan major güçtü. Kilise Avrupa'da tek eğitilmiş sınıftı. Fikirlerin üretimi ve yayımı tekelini elinde tutuyordu. Avrupa'daki sosyal iletişimin kontrolunu eli altındaydı. Bütün bilim adamları kilisenin doktrinine uyup uymadığına göre değerlendiriliyordu. 14 ve 15'inci yüzyıllarda feodal sistemin üretim biçimi merkezi monarklıkların güçlenmeye başlaması ve köylü ayaklanmalarının çoğalması karşında zor duruma düşmeye başladı. 13'üncü yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar Avrupa din sloganlarıyla köylüler, ve kasabalardaki zanaatkarlar (=ilk burjuvalar) ve plebians ayaklandılar ve her ayaklanma sonucu Tanrının elçisi kilise ve Kral veya lord adına kiralık-kendileri tarafından kılıçtan geçirildiler. 16'ıncı yüzyılda, Fransa, İngiltere ve İspanya'da merkezi monarklıklar kuruldu. Feodal üretim ilişkileri ve yönetici sınıf aynı kaldı, ta ki kapitalist tarafından tepeleninceye kadar. Bütün bunlar olurken de Osmanlılar imparatorluklarını kurdular, en güçlü ve en modern ve en ileri bir imperyalist güç olarak Asyanın, Avrupanın ve Afrikayı kapsayan geniş topraklarda egemenliklerini sağladılar. İstanbul ve İzmir o zaman bugünün New yorku oldu. Baskılardan ve egemen örgütlü dinsel yobazlığın kudurmuş saldırılarından kaçmak isteyen diğer ülkelerdeki kafirler özgürlüğün yeri olarak Osmanlı topraklarına sığındılar. Geçmiş işte! Bir zamanlar bir yar vardı... O sadece bir zamanlardı. Feodalizm gibi...
KAPİTALİST, SERMAYE, KAPİTALİZM
Kapitalist kavramı, somut bir kişiyi, örneğin Hayrullahın fabrikatör amcasını değil, belli bir üretim ilişkisinin belli bir sınıfını anlatır. Sermaye kavramı da öyle.
Kapitalist, kapitalizm, sermaye ile ilgili sorunlar "kişisel, kişiye özel" sorunlar değildir: Hayrullahın fabrikatör Amcasının, CIA'nin veya Rockefeller'in de suçu değildir. CIA'yi, Rockefeller'i veya Koç'u ortadan kaldırmakla da ortadan kalmaz. Ne de kahve kurşunlama, dönenleri ve revizyonistleri vurma, toplantı salonlarını yakma ile... Aziz Nesin'in ölmesi dinsizlik, imansızlık sorunlarına cevap değildir. Dinsizlik ve imansızlık kişisel sorun değil, örgütlü dinin kapitalist pozitivizmle olan ilişki biçiminin, yani kapitalist sistemin örgütlü-din soygununu kendi soygunlarını gerçekleştirmek için bir köşeye atmasının (ve şimdi de siyasal amaçlarla kullanmasının), bir ifadesidir.
Kapital\sermaye sadece para demek değildir. Kapital\sermaye burjuva toplumunun bir üretim ilişkisidir ve şunları içerir: Ham maddeler, yer altı ve üstü zenginlikleri, iş araçları, diğer üretim araçları ve kaynakları, değişim değerleri (para).
Orta çağ köylü ve özellikle kasaba ayaklanmaları değişim isteyen, değişen dünyanın ve yeni şartların değişmeyi red edenlere karşı mücadelesiydi. Köylülerin tanrı adına tanrının temsilcisi örgütlü egemenliğe karşı verdiği yüzyılların mücadelesi bozguna uğradı. Fakat kasabalarda yetişen ve palazlanan burjuvazinin mücadelesi, kendi ekonomik güçleri artıkça güçlendi. Orta çağların toprağa-bağlı köleleri arasından, yeni ortaya çıkan kasabalarda tüccarlar ve zanaatkarlar ortaya çıktı. Bu tüccarlar ve zanaatkarlar ticaret ve zanaatkarlar birliklerini kurdular. Bunlardan burjuvazinin ilk elemanları\özellikleri gelişti. Kasabaların gelişmesi, elişi endüstrisi ve ticaretinin gelişmesi (eskiden bizdeki Orta Anadoludaki çerçiler, kasabalardaki demirci ve at ve eşşek nallayıcılar), bu ticaretin önce ülke sonra da ülkeler arasına yayılması ve şehir burjuvazisinin gelişmesi kapitalizmin doğum ve büyüme tarihinin bir parçasıdır. Sonunda, Burjuvazi dinin egemenliğindeki düzeni yıkıp laikleştirdi. İnsan hakları (=kapitalistin hakları) tanrı tarafından verilen hakkın ve doğmanın yerini aldı, kilisenin yerini de burjuva devleti. Kapitalizm absolut monarklara ve lordlara ya kendilerini tanımalarını ya da pılı pırtısını toplayıp gitmelerini sürekli münasıp ve münasıp olmayan dille söyledi. Sonunda onları da yerlerinden etti. Bu lordların ve monarkların torunlarının bazıları, yaşlı prens ve prensesler, bugün Amerika'da babalarının yatırımlarından elde ettikleri hisse senedi geliriyle yaşamaktadırlar.
Kölelik olmadan ne Yunan medeniyeti denilen kölelik sisteminin devleti, ne sanatı ne de bilimi olurdu. Kölelik olmadan Roman İmparatorluğu olmazdı. Avrupanın tarımda çalışan köleleri ve köylüleri olmadan feodalizm olmazdı. Ayni şekilde, karın tokluğuna çalışan insan kitleleri olmadan kapitalizm de var olamaz. Yukardaki sistemlerin hepsi de, sahte-yunan demokrasisi ve kölelik medeniyeti, Muhteşem Roma imparatorluğu, orta ve yeni çağların lordları, kralları, Tanrı adına köylüleri soyan kilisesi, ve özgürlük, insan hakları ve endüstrileşme adına özgürlüğün ciğer kanserine yakalandığı, insan haklarının verem edildiği ve endüstrileşmenin seksileştirilip Madonna'yla tanrısalllaştırıldığı kapitalizm, ucuz ve aşağılaştırılmış insanlık ve insan emeği üzerine kurulmuştur.
İŞ, EMEK
Dil ideolojik bir görev görür ve teknolojinin, yani bir sosyal birimin belli bir zamandaki üretim biçimi seviyesinin, fonksiyonudur. Tabi, kapitalist batı kendi tarihi sürecinde üretim ilişkilerinin biçimine göre, her ilişkinin özelliğini açıklayan ideolojik terimler ve onların tanımlamasını getirmiştir. Bizim gibi teknolojiyi transfer eden ülkeler de, kendilerinin düzenlerinde böyle bir üretim ilişkisinin olmadığı veya oluşma döneminde olduğu için, kapitalistin kavramlarının çoğu kendi dilinde yoktur, bu nedenle tek çare , teknoloji transferinde, sadece teknolojik aracı değil, aynı zamanda teknolojik dili de almak zorunda kalır. Birçok iletişim ve taşım araçlarının dilsel sembolik ifadeleri ya aynen transfer edilmiş ya da Türkçenin okunuşuna uydurulup alınmıştır: Televizyon, Radyo, Gazete, otomobil, taksi, kamyon, otobüs, posta, telefon, telgraf, sendika, kapital, demokrasi ve sonu "sİ" "ik" ve "ji" ile biten hemen her siyasal, sosyal ve diğer bilimlerin kavramlarının çoğu. Labor ve business kelimelerini, ingilizce düşündüğüm için, kafamda çevirirken zorluk çekiyorum. "Business" sadece ticaret değildir. Başka çare yok, ticaret ve bazen de iş olarak çevirdim. "Labor" en geniş anlamıyla el ve kafa emeğiyle yapılan iş anlamınadır. Daha kapsamlı anlatımla, labor belli bir amacın elde edilmesi için yapılan kasıtlı faaliyettir. Uygunluğuna göre, bazı yerlerde emek ve bazen de iş olarak kullandım. Fakat her iki kullanışta da anlatmak istediğim anlam emekle yapılan iştir. Labor aynı zamanda örgütlü işçi sınıfı anlamına da gelir, fakat bu anlama kullanmadım. Dil bu, kemiği yok ki keratanın: Çektiğin, döndürdüğün, uzattığın yere koşa koşa gider. Sen öyle san!
AZ GELİŞMİŞ
Bir şeyi, toplumu veya kimseyi az gelişmiş diye çağırabilmek için ne gerekir? Bir ölçek. Bir tane ölçek var mı? Gırgır mı geçiyorsun, ne biri bin tane ölçek var!. Mr. Amerikalı Kobra Smith, bilmemnereli büyük iş adamı Bay AllahınbiledoyuramadığıRüstem'in ona kılınışına bakar, ve bu kılınışı kılınanın kapladığı misafirperverlik örtüsü içinde algılamaz, zayıflığını kapatma yolu olarak yorumlar ve "az gelişmişin özelliği" der. Bay Rüstem üstüne yattığı milyarları kazanması için işini yürüten Bay Çokokumuş'a bakar ve "kafasız herif, ne kadar okusa gene de ticareti öğrenemez, çünkü iş adamı olma okulda öğrenilmez" der. Bay Çokokumuş emrinde çalışan Bay Yüksekokulmezununa bakar ve "bunun da kafası ancak buna yeter" der. Kısaca, bu hor görme ve kendini kendi ölçüsüne göre üstün görme zinciri aşağı doğru halka halka iner. Zincirin en alt halkasındaki yaratık bile küçük görmek için birşey veya birini bulur.
Az gelişmiş ülke kavramı Max Weber'in ideal tipinden aranje edilerek yapılan karşılaştırmayla saptanmıştır. İdeal tip de, kültür olarak, Protestan iş ahlakı ve anlayışının (yani kapitalist ideolojinin) gelişmiş tip olarak alınıp sunulmasıdır. [5] Bu tipin özelliklerine uymayan toplumlar geri toplumlar olarak nitelenir. Bu tipi detaylı olarak anlamak istersen herhangibir toplum kalkınması kitabını veya herhangibir kalkınma planını okuyuver. Bu ideal tipe göre Protestant iş ahlakına sahip olmayan ve Kapitalist bireyciliğin ve teknolojinin gelişmediği her yer, daha doğrusu Kuzey Avrupanın ve Amerika'nın dışındaki bütün ülkeler, geri kalmış ülkelerdir. Bazen az gelişmiş ülke yerine, ayıp olduğu ve küçültücü olduğu için gelişmekte olan ülke gibi sözcükler kullanılmaya başlanmıştır. Bazen de geri kalmış ülke kavramı kullanılır. Geri kalmış ne demek? Yarışta kaybetmiş beceriksiz biri demek. Geri kalmışın vazifesi kendini geçeni alkışlamak ve geri kalmışlığına yanmaktır. Batının bağnazlığının bir ifadesi olan bu tanımlamaların en keskin biçiminin ifadesini Hitler Almanyasında gördük. Teknolojinin ve onu besleyen kültürün egemenliği bir tarafın "gelişmiş karakterlere " ve diğeri tarafın da "az gelişmiş" karaktere sahip olduğundandır. Az gelişmiş olmak bir tür geri zekalılıktır. Bu da tabi gerçeklerin saptırılmasının bir ifadesidir. Az gelişmişlik, gerilik, ne beceri ne zeka, ne çalışma ile ilgilidir. Bir ülke ve bir ülkenin içindeki yoksul insanlar "az gelişmiş veya geri kalmış veya gelişmekte olan" olarak nitelendiğinde, egemenlik ilişkileri ve bu ilişkilerin neticesi saklanmaktadır: Ne Türkiye, ne Asya, ne Latin Amerika ve ne de Afrika kendiliğinden az gelişmiş veya geridir: Aksine, bu ülkelerde topraklar, sermaye, doğal kaynaklar, ve teknoloji avuç içi kadar bir azınlığın ve uluslararası dev firmaların elindedir. Sistematik bir şekilde yüzlerce yıllık sömürüyle ve kaynakları talan edilerek, olanakları ellerinden alınarak az geliştirilmiştir, geri bırakılmıştır.
Azgelişmişliğin veya geri kalmışlığın kültürel anlamına gelince durum daha da farklıdır: Üstün kültür, gelişmiş kültür gibi kavramlar milliyetçi şovenizmin ifadeleridir. Sosyo-kültürel bakımdan "az gelişmişlik" "gerilik" gibi kavramlar bu şovenizmin egemen ifadeleridir. Hiçbir kültür bir diğerinden üstün olamaz. Kültürler farklıdır, üstün değil. Üstünlük bencilliğin ve yobazlığın ve kendini beğenmişliğin bir ifadesidir. Örneğin kapitalizmin kişisel bireyciliğinin kendine göre "iyi" ve "kötü" yanları vardır. Aynı şekilde geleneksel kültürlerin de kendine göre "iyi" ve "kötü" yanları vardır. Bu iyi ve kötü yanlar gerçekte kişiye göre değişen subjektif değerlendirmelerdir. Fakat, bu değerlendirmeleri hepimiz yaparız. Burjuva demokrasisinin siyasal kültürü Türkiye gibi ülkelere kendi anlayışlarının üstünlüğü ideolojik-paketiyle geldiler ve "eski ve gerinin" atılmasının zorunluluğunu savundular. Bu tabi gerçekte Batının demokrasi adı altında gelen siyasal kültürünün egemenlik kurma girişimidir. Bunun yanında, eğer Batının siyasal örgütleri diğer ülkelerde büyük katliamlara neden oluyorsa, bunun en büyük nedeni batının siyasal kültürünün örgütlerinin ayrı kültürlerde bu tür davranış şeklini getirecek şekilde hazmedilmesindendir. Bu da az gelişmişlikten veya gerilikten değil, empoze edenin kültürel bakımdan aykırılığından ve başkalığındandır. Öyle mi? Bence konu hazmedememe meselesinden çok, öncelikle, yenilenin karakterinin böyle olduğundandır. Yani hazmedilemeyen şey, demokrasi, eşitlik vesaire salçaları altında gizlenen Batının siyasal sahtekarlığı ve Makyavelci ilişki anlayışıdır.
Gelelim az gelişmişliğin materyal varlık ve tüketim yanına: Benim üretimimi ilkel teknolojiyle yapmam ve pınardan tasla su içip şalvar giymem, ve senin üretimini assembly line'da (=fabrikada motajın bir sürü işçi, makineler ve robotlar tarafından yapıldığı uzuuun tezgahda) yapman ve Coke içip Levy giymen senin benden "daha değerli, daha iyi, daha üstün" olduğunu anlatmaz. Benim evimde birkaç ceketim ve pantolum ve kazağım vardır. Başkasının evinde adam kazaklarının sayısını bile bilmez. Bu o adamı benden daha iyi biri mi yapar? Herifin BMW'su var benim de Red Kit'den aldığım yaşlı bir düldülüm (Red Kit şimdi Ferrari kullanıyor): O herif benden daha mı değerli, daha mı üstün, daha mı ileri? Onu üstün yapan BMW mu yoksa BMW'yla gelen anlayış biçimi mi? Kısaca, az gelişmişlik, geri kalmışlık kavramları belli bir ideolojik pratiğin belli bir üretim biçimini haklı ve üstün çıkarmasını sağlayan düşünsel-araçlardır. Sahipliği meşrulaştıran ve üstünlük olarak niteleyen, bir ilişki biçiminin beraberinde getirdiğidir. Mülkiyetin değerinin tastikidir. Ve en kötüsü de imperyalizm ve sömürgeciliğin yarattığı durumların sapık bir şekilde açıklanarak ezilerek yoksul bırakılan insanların suçlanmasıdır. Kısaca, az gelişmiş veya geri ülke yoktur dünyada. Teknolojik bakımdan geri bırakılmış, egemenlik altında, sömürülen, ülkeler vardır. Bugünkü dünya dengesiz ve çarpık ekonomik ve siyasal ilişkiler dünyasıdır. Egemenlik ve sömürü konusu da, artık, bir ülke sınırı içinde, o ülkeyi o ülkede doğup büyümüş bir azınlığın soyması sınırı ötesine hızla çıkmaktadır. Dolayısıyla, az gelişmişlik veya geri-bırakılmışlık bir ülkeye veya birbiriyle-bağıntısız ülkelere özgü birşey değildir. Aynı şekilde, gelişmişlik ve gelişmiş pazar da birbiriyle-bağıntısız ülkelere özge birşey değildir. Az gelişmişlik veya geri-bırakılmışlık ve imperyalizm dünyanın sorunudur. Bu sorunlardan en büyüğü de, emperyalist güçler sürekli aralarında dayanışma kurarken, sömürülen kitleler birbiriyle böyle bir ilişki ortamının gelışmesi ve güç kazanması sürekli engellenmektedir. Çemişkezekli Hayriye teyzenin dediği gibi, "sen ne diyorsun, İrfan, kapitalist sendikalı işçileri sokağa atıyor, onlar sokakta bas bas bağırıp tepinirken, grev falan yaparken, yenilerini işe başlatıyor, ve hatta bir sürü vatan-millet falan kurtaranları tepinenlerin üzerine saldırtıyor. Sen de tutmuş, sömürülenlerin uluslararası dayanışmasından falan bahsediyorsun.
Dünya imperyalizminin pazar ilişkilerinde egemen güçlerin birbiriyle "barış içinde birlikte yaşama" çabalarını saptayan uyduruk-millilik değil, gittikçe uluslararasılaşan pazar güçlerinin çıkarlarının ifadesidir. Uluslararasılaşma da çıkarlar sağlamada ve sürdürmede en sağlıklı ve verimli yoldur: Uluslararasılaşma sadece milli devletlerin kaba-güç kullanma ve şantaj kompozisyonunun değiştirmez, aynı zamanda, güç birliği ve uzlaşmaya, pazarı etken şekilde sömürmeye ve gelirleri azamıleştirmeye yardım eder.
ALT-YAPI
Alt-yapı üst yapı kavramlarını açıkca gereğince açıklamadığım ihtarı geldi. Açıkça açıklayım: Alt ve üst yapının en az üç tür açıklaması vardır:
1. Benim bu kitapta kullandığım anlamı: Gayserili Gorgmaz tutmuş, küçücük Can Sinan ta yatak odasından başlayıp oturma odasına kadar, dağlar, tepeler, ovalar, göller ve ırmaklar yaparaktan etrafa ettiği için bozuluyor. Sen de maç seyretmeyi bırak çocuğa bak, kardeşim. Gorgmaz suçu kendinde bulursa ayıp olmasa bile yanlış olur. Halbuki Can'ı çıplak ayakla betonda gezmesini engellemek için kalın bir çorap giydirseydi, "al oğlum, aman aç kalma" diye üç bardak süt yerine yarım bardak verseydi, sütün üstüne de Nestle-çikolotasının hepsini ve sarımsaklı çamanlı pastırmayı yedirmeseydi, kendi donu gibi kocaman ve gevşek bir don yerine, çocuğa Pampers'in "on kerre ötürsen ve işesen bile dışa vurmaz" donunu giydirseydi, karşılıklı camları açıp evde fırtınalar estirmeseydi, ve bunları yapmasa bile, Can'ı yanından ayırmayıp, altına yapmaya başladığında hemencecik avucunu açsaydı, o zaman, Can da, "gaga gaga" diyerekten, Picasso'ya taş çıkartacak doğal ve yaratıcı bir yöntemle, evin bir odasından başlayıp, koridoru da süsleyerekten, ta oturma odasına kadar uzanan sanat eserini yapmazdı. Korkmazın problemi ne? Alt yapıyı gereği gibi hazırlamaması ve tutmaması!. Eğer bu alt yapıyı gereğince hazırlamazsan, kurulu bir düzenin (örneğin evin) bile içine edilebilir. Eğer alt yapıyı gereğince hazırlasaydı, Can ne ishal olurdu, ne de, ishal olsa bile, altına ettiğinde halıların üzerinde ressamlık yapma olanağı bulur ve bunu zevkle yapardı: Hem düzenler, hem denetler ve hem de engellerdi. En önemlisi de, Gorgmaz İngiliz liğ maçını zevkle seyrederdi. Seyredemedi, çünkü Can maçın da içine etti. (Can'ın suçu ne ki?).
Alt yapıyı ne anlama kullandığımı anladınız değil mi? Alt yapı belli-bir üretim biçiminin başarılı yaşamını ve sürmesini sağlamak için gerekli olan maddesel ve maddesel-olmayan koşulları yaratmaktır.
Peki üst yapı? Bu gereğince yapma veya sadece kendi altına-yapma yerine, oraya-buraya-yaparak ressamlık girişiminde bulunma ve bunun getirdiği neticeler ilişkisinde, Gorgmaz'ın bu ilişkinin biçimini, kendi çıkarına göre "normal olanı" tanımlayarak, benimsenmesi\uyulması\yapılması\izlenmesi gereken "evrensel doğru gerçek" olarak kendine ve Can'a ögretim ve eğitimle falan yutturmasıdır. Gerçekte, yutturan, Gorgmaz'ın kurduğu düzeni meşrulaştıran, normal olarak gösteren ve kabul ettiren, biçiminin getirdiği "gerçektir"; Bu gerçekte, Can ancak önceden belirlenmiş "normal" yapma koşullarını "hayatın gerçeği olarak" benimser ve uygular. Can "ama Koko güzel resim yapıyorum, bak şu ovaya, dağa ve hele şu kıvrılıp giden ırmağa! Sen bile yapamazsın böylesini! Hadi beraber yapalım da gör" derse, olmaz, çünkü bu düşünü tarzı "normal gerçeğe" aykırıdır ve "normal düzenin içine ettiği için doğru değildir. Bu, egemenlik altındakinin kendini içinde bulduğu ve yaşadığı kurulu düzenin koşullarına uymamadır, koşulları ve "normal" davranış ve ilişki biçimlerine karşı gelmedir, hiçe saymadır. Israr etse, cezalandırılır ve neticede yamulur. Can gibilere karşı düzeni korumada cüsse (örneğin eğrı ve keskinn kılıçlı Yeniçeri ve onaltıncı filo) zorunlu bir gereksinmedir: Korkmaz kocaman, Can daha yeni yürümeye başlamış. Korkmaz'ın elleri ve ayakları da büyük. Can bazen "Kokonun ayakları benim boyum kadar, kazara bir basarsa üstüme" diye düşünüp korkuyla titrer. Eğer Can'ın elinde "düğmeye bas ve Annen babanı oklavalamaya başlasın" adlı babayı-hizaya-getirme-silahı olsaydı, o zaman Can canının istediğini yapar, babası da bunu "normal" olarak görerek şikayetsiz bir şekilde Can'ın yaptığı resimleri "sil" demeden silmeye bile cesaret edemezdi. Ama Can'ın eli ufacık. Can Miki fareyi seyreder ve çok sever. Miki Fare bile bir kerecik olsun babasının kafasına tavayı yapıştıraraktan yardım etmiyor. Can bu nedenle bazen fareye çok bozuluyor. Arada bir kaçamaklar yapsa bile, Can'ın Gorgmaz'ın alt-yapısının içine etmemeye, yani üst yapısını kabullenmeye eli mahkum. Can böylece neyin doğru ve yanlış, neyin faydalı ve zararlı olduğunu, dostunu düşmanını, vatanının ve satanını sosyalleşerek öğrenir. Büyür ve İrfan amcası gibi 18 yaşlarına geldiğinde fikirlerin özgürlüğünden falan bahsetmeye başlayabilir. Çünkü fikirlerle (üst-yapının birimsel öğeleri) ilişkiler düzeni (alt-yapının günlük işleyiş biçimi) arasındaki ilişkiyi fikirlerin saptadığını sanır. Değişimin de fikirlerle geleceği hayalleriyle hayallenir. Tabi, İrfan amcası gibi keleklik yapmayıp üst-yapıdan başlama yerine materyal yapıdan işe başlarsa, genç yaşta epey kız bulur, hatta babasına bile, arada, "Koko sen kadınları seversin" diye hediye olarak sunar, ve ardından da diğer mükafatlar gelir. Hatta kimbilir, değişim ve değiştirme yolunda daha olumlu adımlar atabilir. Umut işte! Umut da üst yapının en tatlı ve en önemli, en etken ögelerinden biridir: Umutsuz üst yapı katı-kuru bir sırık gibidir, kolayca kırılır gider: Düzen tehlikeye düşer. Ama umut. Umut bu sırığa esneklik verir: Ekonomik düzenin paylaşılmış gerçeğinde ve egemen ilişkiler içinde umut, ahırda kuru samanı bile zor bulan ineğin bu düzeni sürdürme kamçısıdır: İnek kamçılar kendini. Kamçılanır.
2. Karl Marks ve Marksın Sakalını Sevenler ve sevdiğini söyleyenler Cemiyetlerinin açıklaması: Alt-yapı materyal üretimin biçimidir, yani belli bir materyal üretim biçimini oluşturan sosyal, kültürel ve ekonomik faktörler ve servislerdir. Üst yapı ise materyal üretim ilişkilerinin fikirler olarak insanın beyninde yansımasıdır. Üst yapı oluşumundan sonra belli bir ölçüde alt-yapıdan bağımsızlık kazanır ve büyük ölçüde bağımsızlık iddia eder. İddiası ne olursa olsun, fikirler zamanın zamane düzenini, kendi başına, zamanından öteye götüremez. Yani fikirler kendi başlarına birşey yapamazlar, yapan bu fikirlerle hareket ederek durumunu değiştirmek için üretim ilişkiler düzenine tepkide bulunan insandır. Zamanın egemen ideolojisinin o ideolojiyi besleyen ve o ideolojinin beslediği ilişkiler düzenine tepkisi tutuculuğun ifadesidir. Tutuculuk da illeki tıpkısının aynısını tıpkısının aynısıyla yeniden üretmek anlamına değildir: Pozitivist Talcot Parson'un ve takipcilerinin deyimiyle, sistem alt-sistemlerde değişiklikler yaparak, alt-sistemi ayarlayarak ve yeniden ayarlayarak, kendini sağlar ve olgunlaştırır, yeniler.
Marksist gelenekte, görüşler, üst-yapının alt yapıyı direk olarak yansıttığı görüşünden, üst yapının (ideolojinin, kültürün bağımsız bir şekilde etken rol oynadığına kadar değişir. Marks, yukarda belirttiğim şekilde bir bağımsızlık verir, ve en son sözün alt-yapıya ait olduğunu belirtir: Örneğin, Meşhur iletişimci Marshall Macluhan'ın başdöndürücü bir şekilde masajladığı başdöndürücü fikirlerinin başdöndürücü bir hızla moda yapılıp baş döndürücü bir şekilde ortadan kaybolmasını saptayan, fikrin kendisinin tabanıyla olan ilişkisidir: Taban kalıcılığını ve sürekliliğini ayrı görünen benzer ve destekleyici "yeni" ve "değişik" açıklamalarla sağlar: Marshall McLuhan Playboy'un orta sayfasının seksi ve çekici güzeli olur bir ay, öbür ay bir başkası onun yerini alır.
3. Alt ve üst yapının üçüncü tür açıklaması da Pozitivist okuldan, yani Playboy ve Penthouse ve en "demokratik" şekliyle New York Times düzeninin entellektüellerinden gelir (Benim de aynı düzenin yaratığı olduğumu aklınızdan çıkarmayın. Ben ve sen fezadan düşmedik. Önemli fark: Benim gibiler, egemenin istemeyerek, "Allah kahretsin sen de nerden çıktın, al şu oklavayı kafana!" falan diyerek, ürettiği (ve üretmemek ve yok etmek için epey tedbirlere başvurduğu) karşıt parçadır. Bu karşıt parçanın faydası, değişimde ve düzenin kendini sürekli yenileme ve destekleme zorunluluğunu duymasında itici güçlerden birisi olmasıdır. Zararı ise, serbestçe at oynatanların atlarının önünde kösteklerden biri olması ve karşıt parça olması nedeniyle kendinedir.): Hepimizin çok iyi bildiği pozitivist açıklamaya göre.... Bir dakka, nerden çıkardın ki hepimizin bildiğini? Pardon, daha doğrusu çoğumuzun "olduğu" bu açıklamaya göre... Tekrar dur, kardeşim, "Olduğu" ne demek?. Ne bildiğimiz ne olduğumuzla sınırlıdır. Birşeyi ifademiz ne olduğumuzun tanımladığı bildiğimizin çerçevesini taşır. Bu çerçeve de, büyük çoğunlukla egemen düzenin çerçevesiyle tümüyle olmasa bile büyük oranla çakışır. Böylece, bizim herhangibirşeyi, fikri, olayı, oluşumu vesaireyi geleneksel\alışılagelmiş\normal ifademiz, gerçekte, çoğunlukla, egemen ilişkiler düzeninin ideolojisinin kendini ifadesidir. Pozitivist okul bizim bildiğimizi, bizi, olduğumuzu, sistematik bir şekilde açıklar ve buna evrensel meşruluk verir. Bu açıklamaya göre, alt-yapı ve üst yapı birbirini tamamlayan birbirinden farklı, bir bütünün iki ayrı parçasıdır. Dünya fikirlerle yürütülür. İnsanlık tarihi fikirler tarihi olur. Dünya fikirlerle yürütülür. Bu nedenle akıllılar ve fikirliler dünyada hüküm sürer.
Dur bunu daha açık bir dille anlatayım (gülmeyin, lütfen!): Pozitivist okul toplumu bir vücut gibi çeşitli parçalardan meydana gelen bir bütün olarak tanımlar. Marksistlerin falan yaptığı alt ve üst yapı ayırımını yapmazlar. Pozitivistler alt-yapı kavramını kullanırlarsa, bunun anlamı, bir binadaki iskelet anlamına kullanırlar. Örneğin, asfalt yollar taşıma\ulaşımla-iletişimin alt-yapısıdır. Üst yapı sözcüğü yerine fikirler, düşünceler ve ideolojinin sonunu ilan etmeyen eleştirici-liberaller de (örneğin John fiske) ideoloji kavramını kullanırlar. Alt yapı zayıfsa, durum fenadır. Yazık o yapıya, epey zor ve dertlerle dolu hayat yaşar. En küçük sarsıntıda falan çökebilir. Üst yapı da çok önemlidir, ama o kadar önemli değildir, çünkü plastik ameliyatla falan istenen görünüme sokulabilir, istenen imaj verilebilir. Dolayısıyla, alt-yapı meselesi doğa meselesidir, Allah vergisidir, değiştiremezsin, ancak traş edebilirsin. Üst-yapı da Allah vergisidir, fakat parasal gücün yetiyorsa arzu ettiğin her tür değişiklikleri yaparsın. Altı bu üstle örter, saklar ve altı üste göre tanımlayarak satarsın. Konular ve sorunlar böylece üst-yapı konusu ve sorunu olur ve rahatlarsın.
DEREGULASYON
Deregulasyon yasasal-düzenlemeye son verme demektir. Böylece, İletişim pazarlarının operasyonunda ve bu pazarlara giriş şartlarında gevşeme anlamına getirilir. Böylece deregulasyon arayan firmalar işlerini kolayca yapma olanağına sahip olur, regulasyon arayanlar ise tepetaklak. Deregulasyon yasasal düzenlemesizlik anlamına değildir. Deregulasyon da düzenlemedir: Pazar serbest olacak, hiçbir yasasal düzenlemeye (örneğin gümrüğe) tabi olmayacak diye getirilen ve eski koruyucu düzenlemeleri ortadan kaldıran "deregulasyon" gerçekte yeni bir regulasyondur. Bu deregulasyonu da yaptıran tabi kahraman, müslüman ve akıllı, becerikli bir cumhurbaşkanı değil, onun ipini çeken, onun ve etrafının cebini dolduran, Koçları ve Koyunları, Hakirleri ve Hacı Şakirleri, Sabancıları ve yabancıları falan sömürü pratiklerinde değişiklik yapmaya zorlayan, kapitalist dünya pazarındaki yeni durumlardır. Bu Koçlar falan dünya pazarının zorlamaları önünde yaşayabilmek için tek bir seçeneğe sahiptirler: Ayak uydurarak işbirliğine girmek, yoksa talan olurlar. Yoksa, örneğin, Hacı Şakir'i Procter & Gamble çiğner dümdüz eder geçer. Evde kullandığın Şakir sabunun üzerinde yazılanları hiç okudun mu?. Oku, belki ne demek istediğimi daha iyi anlarsın. Yani, örneğin, Türkiye'nin dışarıya açılışını herhangibir hırsız aileye, pardon herhangibir değerli devlet adamına mal etmek gülünçtür, basitliktir, cahilliktir, ne düşündüğünü bilmemezliktir. Yasasal-düzenlemeye son verme, gerçekte, pazarda oluşmuş ve oluşan rekabet kaidelerine ve kurallarına ve pratiklerine göre, pazar işlerinde devletin yargı örgütlerine sığınmanın yeniden-düzenlenmesidir, eskinin (=yani kaybedenin) ortadan kaldırılarak, yeninin (=yani kazananın) egemenliğinde iş yapılmasıdır. Bunu daha etraflıca ilerde yeri geldiğinde tartışacağız.
GLOBALLEŞME\ULUSLARARASILAŞMA
Globalleşmenin birbirine bağıntılı iki anlamı vardır: (a) Bir firmanın bir ülkenin sınırları ötesinde yatırım yapması, (b) firmaların birbiriyle birleşerek\karışarak (Örneğin Time ile Warner Bros. firmalarının birleşmesi), veya satın alarak ya da ortak-girişimle uluslararasılaşması anlamınadır. Bu tür büyüme iletişim teknolojisinin ve uluslararası pazarın kapsamı ve kapasitesinin genişliği, yüksek maliyet ve finans gerektirmesi, ve pazar kontrolunda daha etken olması nedeniyle gerekli olmaktadır. Bu aynı zamanda üretim ve pazar kontrolu sayesinde karların azamileştirilmesi olanağını sağlar. Globalleşme bugünün dünya kapitalizminin kaçınılmaz bir gereğidir. Bu gereği Amerikan firmaları ve Avrupalılar çok iyi anlamış durumdalar.
Globalleşmenin yukardaki anlamı üzerine örtü çekilir ve globalleşmeye yeni ve popüler bir anlam verilir: Globalleşme evrenselliği, evrensel işbirliğini, evrensel kardeşliği, yoldaşlığı, evrensel birliği, dirliği ve beraberliği ifade eder; Globalleşme kader birliği, dünyada ortaklaşa barış ve özgürlük içinde yaşamayı anlatır. Ne anlatım ve ne ifade!: Epey güçlü. İnsanın içine işliyor ve insanca özlemlerini gıdıklıyor. Yutuyoruz tabi. yutuyoruz çünkü, bu iddia tek bir alandan hücumla gelmiyor, her gün her yönden, popüler media ve müzik, sanattaki gösterilerle desteklenerek geliyor ve güçlendiriliyor: "We are the World, We're the children" diyor içtenlikle Amerikan sanatçıları hep birlikte, ve bunu seyreden sivil-military-endüstriyel kopmplex'in büyükbaşları whisky'lerini yudumlayıp gülümsüyorlar. Ben onlar gibi olsam, ben de gülümserim: Modern kapitalizmin Tanrıyı öldürdüğü ve artık misyonerlerin beş paralık değerleri olmadığı kentsel alanlarda, yeni misyonerler türedi. Bu misyonerler, eskilerden farklı olarak, görevlerini tanrı adına ve karın tokluğuna değil, kapitalist pazarın maddi çıkar gereklerine göre yaparlar: "We are the world" diyenleri çoğumuz huşu içinde dinler ve duygulanırız, kendimizi o "We" içine katarız. Fakat yaşanan dünyanın yaşanan gerçeğinde, "we are the world" demek, ve kardeşlik, barış ve beraberlikten bahsetmek, "savaş, açlık, kıtlık, sefillik ve sömürünün nedeni olan dünya düzenini değiştirmemiz gerekir" diye insanları mücadeleye davet etmedikten sonra, sömürü düzeninin tasdikinden öte birşey değildir. Dünyada barış ancak, dünyanın her yerindeki insanların, ve özellikle ellerine silah verilmiş ve öldürmeye hazırlanmışların silahlarını bırakarak, sokağa dökülerek "sömurüye yeter!" demesiyle olur. Barış ve beraberlik teraneleri okuyanlar, gevşetici, rahatlatıcı ve uyutucu mesajla-masaj yerine, benim dediğim şekilde bir mesajla gelsinler, bakalım ne olur!! "We are the world" diye imperyalist ideolojinin bizlik uyutmacasını destekleyenlerin mesajları sürekli her yerde yayınlanır ve destekleniri, geniş kitlelere ulaştırılır. Benim dediğim şekilde olan ise hemencecik boğulur. Tekrar sorayım: Benim dediğim gibi bir mesaj, "we are the world" masajı gibi popüler iletişim araçlarıyla dünyaya dağıtılsa ve popülerleştirilse, ne olur dersiniz? En azından, silahlanmışlara silahları bırakmalarını söylediği için isyana davet nedeniyle boğazlanırlar. Sermeyenin devleti tarafından sermayenin imparatorluğunu korumak için eline öldür diye silah tutuşturulmuş adam, "ben öldürmem" diye silahı bıraktığında, isyan (veya vatana ihanet) olur!. Bu denli çarpıtılmış, adileştirilmiş, çaresizleştirilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Silahı birey olarak kendi başına bırakabilir misin? Nah bırakırsın. Bırakmak olanağı sadece fikirlere bağlı olsaydı epey kişi askere gitmeyi red ederdi. Edemez, tıpış tıpış benim gibi gider. Neden red edemeyeceğini anlatmaya bile gerek yok: Egemen düzenin egemenlik borusu öter. Bu boru da ancak, toplu karşıtlıkla susturulabilir: Ücretli-köleler ve ellerine silah tutuşturulmuşlar, silahlara veda deyip sokağa dökülsünler bak ne olur o zaman!.
ÇOK ULUSLU ŞİRKET
Pittsburgh Üniversitesinde örgütsel iletişim dersinde çok uluslu şirketi öğrenirken, çok ülkede ticaret yapan firmalar olarak görmüştük. Bu gerçekte çok sınırlı ve yetersiz ve hatta yanlış bir tanımdır. Gerçek anlamıyla çok uluslu (a) sermayesi tek bir ülkeden olmayan, (b) yönetici\karar verici kadrosu tek bir ülkeden olmayan, (c) üretimini uluslararası pazar için yapan, ve (d) faaliyetleri uluslararası pazarda olan firmadır. Bugünkü uluslararası firmaların çoğu uluslararası pazarda iş yapan milli firmalardır.
DIVERSIFICATION\ÇEŞİTLİLEŞME
İnformasyon sektöründe tek bir alanda değil, çeşitli alanda yatırım yapmaktır. Globalleşme ve diversification, beraberce, satın almayla, birleşmelerle, anlaşmalarla, ortaklıklarla ve yeni yatırımlarla olur.
DİKEY ENTEGRASYON\BÜTÜNLEŞME
Firmanın belli bir endüstri alanında üretimden tüketime kadar olan her safhada sahiplik yoluyla kendi kontrol ve egemenliğini kurmasıdır. Buna en güzel örnek Amerikan film endüstrisidir. Birkaç dev iletişim firması film stüdyolarından ve film üretiminden tut, filmlerin dağıtımı ve gösterildiği sinemalara kadar olan her basamaktaki ekonomik örgüte kendileri sahiptir.
HABER, PROGRAM, ÜRÜN
Haberin ne olduğunu bize epey kitaplar ve bazı hocalar güzeeeelcenek anlatmıştır. Haberin ne olduğunu biliyorsunuz. Bir de ben kısaca anlatayım haberin ne olduğunu, bakalım size anlatılanlardan farklı mı: Haber nedir? Haber demek farkında olmak, duymak, bilmek ile ilgilidir. Haber herhangibir şeyle (olayla, oluşumla, maddeyle, ilişkiyle) ilgilidir. Bu haberin günlük gerçek ilişkilerden soyutlanıp idealleştirilmiş, nesnelleştirilmiş yanıdır. Günlük kapitalist gerçek-ilişkiler dunyasında haber maldır. Hem de ne mal! Bazen erkekler için kıvır kıvır çıplak, ve dişiler için de gayetten de yakışıklı-biçimli-renkli paketlerle gelir. Çoğu kez de kanlı, oldukça canlı ve heyecanlıdır. Çığlıklar attırır. Nasıl ve hangi biçimlerde gelirse gelsin, hatta hava raporu olarak bile gelse, her mal gibi mülkiyet ilişkilerinde haberin de bir sahibi vardır, ticari mal olarak satılır ve alınır. Sakın bu mal alıp satma ilişkisinde, kendini "alıcı" olarak görme. Benim ve senin haberi alıcılığınla bu alıcılık arasında büyük fark var: Ticaret.
Peki tv programları, filmler, oyun-showları kısaca bütün iletişim ürünleri nedir? Ne olduğunu sanıyordun? Aynısının tıpkısı: Satılan mal ve bu satılan malın sergilenmesiyle satılan başka mallar...
Haber malın üç ana karakterini de taşır: (1) Haber endüstriyel kapitalist ortamda gelişmiştir, üretim ilişkilerini ve bu ilişki düzeninin bir ürünü ve ifadesidir, (2) alınıp satıldığı veya belli çıkarlara hizmet yönünde kullanıldığı için, kullanma (fayda) değerine sahiptir, (3) insan emeğinin bir ürünüdür, kapitalist pazar sisteminde başkalarının kullanması için el değiştirir.
[1] Anlamda\Dilde ideolojik mücadele için bak: Mattelart; Philipson (1992); Hall (1982); Chomsky; Bertaux (1972).
[2] Lock (1937) Treatise on civil government. NY: Appleton.
Smith, A. (1952) An inquiry into the nature and causes of the wealth of nations. Chicago: Encyclopedia Britannica.
[3] Evişinin ve Kadının evkadını olarak kapitalist ve önceki sistemlerde aldığı yerin analizi için bak: Stevi Jackson (1992) Towards a Historical Sociology of Housework: A Materialist Feminist Analysis. Women's‑Studies‑International‑Forum; 15, 2, 153‑172. (Dept Behavioural & Communication Studies Polytechnic Wales, Pontypridd Mid Glamorgan CF37 1DL, England).
[4] Einstein, Albert (1992) Why Socialism? Mothly Review, 44, 1, May, 1-8 (1949'dakinin yeniden baskısı)
[5] Ideal tip için bak: Weber, Max; Alemdar, K. ve İ. Erdoğan (1989)