Pozitivizmin postpozitivizmle sona ermesi demek aynı zamanda modernleşme ve kalkınma teorilerinin de sonu anlamındadır. 1960'larda başlayan Rostowcu kalkınma ideolojisi, (1961) kalkınmayı ekonomik safhalar içinde sunuma dayandıran, siyasal-sosyologların da benzer biçimde, psikolojik ve Weberci “ideal tipe” dayandıran modernleşme yaklaşımları globalcilikte yeni bir aşamaya ulaştı: Artık teknoloji ve bilgi transferiyle her ülke kendi kabuğu içinde “kalkınma” çabasında (= milli soygun çabasında) değildir. Onun yerine, modernleşme ve ilerleme süreci globalleşmeden geçerek olmaktadır (= uluslararası soyguna dönüşmüştür.) Bu süreçte, eskiden olduğu gibi gene aynı söylemler okunmakta ve başarının yolunun “özelleştirme gibi ekonomik reformlar ve deragülasyon gibi siyasal modernleşmeden” geçtiği söylenmektedir (= uluslararası pazar talanına açılış). Globalleşme, türkçesiyle küreselleşme, 1990’larda bürokratların, danışmanların, gazetecilerin, politika analistlerinin ve akademik çevrelerin kullandığı popüler terimlerden biri oldu. İngiliz sözlüklerinde olmayan “globalization” ender olarak tanımlanır Globalleşme, postmodernizmin “ekonomik reformlar” paketine paralel olarak gelir. Globalleşmeyle, sermayenin çıkarlarını savunan tartışmalar desteklenir..Globalleşme, propagandanın vatan, millet, din gibi, kutsal yaptığı şahanelik, kutsallık havasını ve meşruluğunu kazanır.. Böylece globallik adına (a) sermaye ve devlet politikaları (b) ekonomik adaletsizlik, gelir eşitsizliği, büyük çapta işten çıkarmalar ve düşük ücretler haklı çıkartılır.
Globalleşme finans, yatırım, üretim ve pazarlamanın artan bir şekilde görüşleri ve faaliyetleri ulusal sınırlar veya ulusal çıkarlar tarafından sınırlanmayan ajanların egemenliği altına girdiği bir süreçtir. En açık şekliyle ekonomik bir süreçtir. Bu süreçte, siyasal ve ekonomik güce sahip güçlü bireyler, firmalar, bankalar, finans kuruluşları, vb yoluyla, firma içi ilişkiler ve firmalar arası anlaşmalar\birleşmeler şebekeleri kurulur. Bu şeekeler finans ve teknolojik güç, karşılaştırmalı üstünlük (comparative advantage) ve üretim pratikleri hiyerarşisi üzerine inşa edilir. Yani güç, etki ve çıkar silsilesi zinciri ve ağı vardır. Şebekelerin çalışması sonucu ülke sınırlarını geçen ticaret, sermaye ve enformasyon akışı artar (Keller-Herzog ve Szabo, 1997). Globalleşme özlüce uluslararası sermayenin egemenliğini kurma ve geliştirme süreci ve bu sürece ulusal devletlerin çekilmesi olarak nitelenebilir.
Elbette, globalleşme, her ekonomik oluşumda olduğu gibi aynı zamanda toplumların siyasal yonetimi ve yönetim politikaları, ideolojisi ve kültürleri üzerinde uluslararası sermayenin politikası, kültürü ve ideolojisinin egemenliğini kurma ve geliştirme sürecidir. Globalleşmenin siyasal yönetimi ademi-merkeziyetcilik, devlet bürokrasisinin küçültülmesi, özelleştirme, yapısal uyarlamalar, deregulasyon, gümrüklerin kaldırılması, uluslararası şirketlere garantiler, teşvikler ve teşviği kolaylaştıran kurumlar gibi global sermayenin işini kolaylaştırıcı, karını artırıcı ve güven sağlayıcı yasal kurumlaşma ve uygulama yönünde politikların biçimlenmesi ve makanizmaların oluşturulması şeklindedir. Bilinç yönetimiyle ilgili meşrulaştırıcı gerekçe ise bu şirketlerin gittikleri yerlerde iş alanı açtığı, istihdamı artırdığı, standartları yükselttiği, demokratikleşmeyi sağladığı vb iddialarıdır. Dolayısıyla, globalleşmeyi sadece ekonomik ve siyasal alana sıkıştırmamak gerekir. Ekonomik globalleşmenin başarısı ideolojik, düşünsel, bilinçsel, bilişsel ve kültürel globalleşmeye bağlıdır. Bu ikinci tür tamamlayıcı globalleşme ekonomik globalleşmenin olumlu anlamlandırmalarla, düşünce ve umutlarda meşrulaştırma ve savunulması;. ekonomik egemenliğin dil ve düşünce üzerinde kurulan egemenlikten geçerek desteklenmesidir.
Globalleşme yeni bir oluşum değildir; farklı biçimlerde insanlık tarihinde uygarlık iddiasıyla talan ve sömürünün bir siyasal birimin sınırları dışına taşınmasından beri vardır. Eski imparatorluklardan beri bütün imparatorlukların yaptıkları ilk ve en önemli işlerden biri de dünya üzerindeki ticaret yollarının güvencesini sağlamak olmuştur. Endüstrileşme ile birlikte, Avrupa sömürgecilerinin demiryolları, kanallar, buhar gemileri ve ticari kolonicilikten geçerek egemenliklerini perçinleme ve yaygınlaştırma çabalarında uluslararasılaşmanın kapsamı daha da genişledi ve derinleşti. Kitle tüketimi gerektiren kitle üretiminin yaygılaşması, yabancı yatırım denen ve yeni-sömürgeciliğe geçişe hazırlanan ülkelere olan sermaye akışının artması, dev firmaların dış ülkelerde fabrikalarının bölümlerini açması ve yerel sermayeyle ve devletlerle ortaklık kurmasıyla 1960 ve 1970’lerde “multinational” şirketler ve uluslararası finans kuruluşları yoluyla emperyalizmin yaygınlaşması devam etti. Multinational olarak nitelenen şirketler aslında tek ulus, özellikle Amerika ve Avrupa, merkezli olan ve ekonomik sömürüyü uluslararası alanda yapan şirketlerdi. Bu nedenle “multinational” kavramı faaliyet alanı kıstasına göre geçerliydi. Kelimenin gerçek anlamıyla multinational şirketlerin çıkışı veya şirketlerin dönüşümü sermaye ve yönetim yapısında tek ulusluluğun, hiç değilse tek ulusun sermayesinin, yerini birden fazla ulusun sermaye ve yönetiminin almasıyla oluştu. Bu bakımdan sorulması gereken birkaç soru şunlardır: Hem sermaye, hem yönetim, hem üretim ve dağıtım bakımlarından uluslararası niteliği taşıyan firmalar hangileridir ve gerçek anlamıyla uluslararası niteliğe sahipler mi yoksa egemen sermaye gene Amerika, Avrupa ve Japon sermayesi mi? Globalleşme, sermayenin karakteri nedeniyle, emperyalizmin 20. Yüzyılın sonunda ulaştığı ve ulusallık tarafından örgütlenen yeri ve işgücünü kendi çıkarına yeniden örgütlediği bir aşama mı? Transnational, yani ulusallık ötesi olan aslında her ülke ve sermaye için transnational mı? Hangi uluslar ve sermaye için transnational ve hangi uluslar ve sermaye için başka anlam taşıyor ve neden?
Uluslararası şirketlerin sahipliği 1970’lerin sonlarında değişmeye başladı ve bu şirketlerin mülkiyet yapısı Amerikan veya İngiliz, aynı tek ülkenin sermayesinin sahipliğinden çıkıp çok ülkenin sermayesine, yönetim yapısı tek ülkenin yöneticilerinden oluşmasından çıkıp çok ülkeli olmaya, üretim, dağıtım ve tüketim yeri de çok ülkeli olmaya başladı. Bu dönüşüm serbest pazar, ekonomik ayarlamalar, Amerikan ve diiğer endüstriyel ülkelerin politikaları, IMF, World Bank gibi finans networklerinin koyduğu koşullar ile 1980’lerin ortasından sonra hızlandı. Bu dönüşümle birlikte yerel (ülke) sermayeleri ve siyasal ve kültürel yapıları kapitalizmin globalleşme biçimine uydurulmaya başlandı. 1990’lara gelindiğinde, globalleşen dünya adı altında kapitalizm kendi imajında bir dünya yaratmada önemli mesafeler aldı. Bu gelişmelerle birlikte, (a) global ticaret ve finans akışı büyük ölçüde hızlandı. Kalkınan ülkeler arasında bölgesel ticaret de bir önceki on yıla nazaran çok daha arttı: 1985-1994 arası yıllık ortalama yüzde on iki oldu. 1970’de % 5 iken 1994’de % 13 oldu (çoğu imalat). Ticaret yapısında değişimler olmuştur: Yabancı yatırım ve ihracatta önde gelen sektörler imalat ve hizmetler -- % 70’den fazla-- olmaktadır. (Keller-Herzog ve Szabo, 1997).
Bankacılık ve finans dışındaki en büyük 100 transnational firma 1990’ların ortasında dünyanın üretim mal varlıklarının yaklaşık altıda birine sahiptiler. Bu sahiplik yerel üreticiler ve üretim networkleriyle artan bağların çogalmasıyla artmaya devam etmektedir.
Uluslararası şirketler, dünya çapında network örgütlenmesiyle, ulusal firmanın ulusal kimliğini silerek özellikle bankalar, reklamcılık, legal, yük-taşıma ve kredi hizmetlerinde hızla büyümüştür.
Global ticaret ve yatırım akışının sonuç ve etkileri oldukça dengesiz\eşitsiz olmaktadır. Ulusal seviyede, bunun anlamı, kalkınan ülkelerin global ekonomiye olan artan uyumsuzluğudur. Bir uçta Kuzey Kore ve Zambia gibi reformları yapmamış ülkeler global sisteme entegre olmamıştır. Diğer uçta, East Asya gibi tümüyle entegre olmuş ülkeler vardır. Fakat çoğu gelişmekte olan ülkeler bu iki uç arasında entegre olma sürecinde bir yerde durmaktadırlar.
Diğer bir dengesizik de ülke içinde olmaktadır. Uluslararası şirketlerin gittikleri bölgelere göç olmakta; tarım alanlarından nüfus boşalmakta; tarım alanları büyük firmaların eline geçmektedir.
Globallik ideolojisine göre, (1) ilerleme artık eski ulus-devlet sınırları içinde değil, küreselleşme yoluyla olmaktadır. Bu ideolojik uyduru ile (fallacy), aslında uluslararası şirketlerin ve ortaklarının “ilerlemeleri” herkese mal edilerek evrenselleştirilmektedir. (2) Ekonomik reformlar bu ilerlemeye katılmada tek yoldur. Bu ideolojik uyduru aslında, ekonomik reformlar olarak sunulan ve uluslararası şirketlerin ve ortaklarının çıkarlarının sürekliliğini sağlayan özelleştirme, deregülasyon, yerelleşme, adem-imerkeziyetçilik, demokratikleşme gibi biçimlendirmeler ile meşrulaşır ve uygulanır.
Ekonomik politikalarda, postmodern globalleşme söylemine yeniden-yapılandırma (ekonomik restructuring). kavram eklendi. Bu yeniden-yapılandırma¸örneğin İkinci Dünya Savaşı'ndan harap çıkmış Avrupa’nın yeniden yapılandırılması (yani Amerikan sermaye ve ideolojisinin Amerika kıtasından çıkıp diğer kıtalarda egemenlik kurması girişimi) değildir. Ulusal yapı ve pazarların uluslararası pazarın gereksinimleri doğrultusunda yeniden düzenlenmesidir. Bu düzenlemeyle birlikte, bu düzenlemeyi meşrulaştıran bir diğer kavram daha sunuldu: Enformasyon Çağı. Yeniden yapılanmanın amacı endüstriyel çağdan enformasyon çağına geçiş içindi. Böylece, uluslararası şirketlerin global pazar kontrolü süreçlerini örten ideolojik anlamlandırmalara enformasyon teknolojileriyle bilgi\enformasyon çağı söylemi de katılarak örtü üzerine örtü eklendi. Neden bilgi\enformasyon çağı efsanesi? Kimin için bilgi ve kimin için bilginin bilgisizliği? Türkiye taşıma ve enformasyon ağlarıyla dev şirketler tarafından kamu zenginlikleri kullanılarak örülmektedir. Bu ağ yoluyla endüstriyel çağın ne olduğunu yaşamamış olan Türk insanı enformasyon çağına mı atlıyor? Türk insanı artık temel gereksinimlerini karşılamış ve doyuma ulaşmış, artık bu temel üretim yerine “enformasyon” üretimine geçerek çağını mı yakalama çabasında? Enformasyon ve transportasyon ağlarının yaygınlaştırılması ve öneminin oldukça artması, uluslararası sermayenin ve ortaklarının etkili ve verimli dağıtım (distribution) gereksinimlerini heceler. Günümüzün kitle üretim teknolojilerinin kitle tüketimiyle karşılanması mal, hizmet ve ideolojik dağıtım yol ve kanallarının uyumuyla sağlanabilir. Aksi taktirde ciddi tıkanıklıklar ortaya çıkar.
Modernleşmeden globalleşmeye, endüstrileşmekten endüstri-ötesine, pozitivizmden postpozitivizme, endüstriyel çağdan bilgi ve enformasyon çağına, vb. iddialarının gerçek anlamı üzerinde dururken, aynı zamanda bu iddiaların yapıldığı “konum ve koşulu” göz önünde bulundurup anlamaya çalışmak gerekir. Örneğin, bırakalım Türkiye’nin Ankara veya İstanbul'unu, postmoderni yaşayan Amerika’nın çok iyi bildiğim “New York” unu ele alalım: New York postmodern enformasyon çağını mı yaşıyor? Aslında, sorulması gereken soru, postmoderni New York’ta kimler ve nerede yaşıyorlar? Postmodern durum New York insanının mı durumu yoksa belli bir azınlığın durumu mu? Belli bir azınlığın durumunun genele yansıtılması mı? New York’ta ne İspanyol ne de Zenci harlemleri postmodern durumun nimetlerinden faydalanarak yaşamaktadır. Ne Queens ne Brooklyn ne de her iki nehrin boyuna dizilmiş insan yığınları... Enformasyon ve bilgi çağı bu yığınlar için değil bu yığınlara rağmen var; bu yığınları özgürleştirmek için değil, bu yığınların köleliklerini perçinlemek için var. Peki Türkiye için postmodernizm ne demek? Harlemden çok uzaktaki harlemlerde yaşayanların, kendilerini sevmeyişi, kendilerinden uzaklaşışı, kendilerini kendilerinden olmayanla tanımlayışı, efendilerine kur yapışı ve umutlu kuyruk sallayışı… Özlüce, yeni bir çağ ve durumu anlamak için, iddia edilenleri doğru bir biçimde anlamlandırabilmek için, evrensellik ve herkese mal edilen iddiaların içini açıp sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel faktörlerin ne tür özellikler gösterdiğine bakmak gerekir. Bu da kaçınılmaz olarak bu iddiaların ardındaki örgütlü çıkar ilişkileri ve çatışmalarını göz önüne serecektir. Bu analiz öncelikle Marks’ın önerdiği tarihsel materyalist inceleme biçimidir.
Postmodernizmle betimlenen, şahane peyzaj sermayenin serüveninin süregelen satış kampanyalarının 1990’lardaki biçimidir. Bu kampanya ile aynı zamanda var olan sınıf ve güç yapısını korumada görevsel olan ideolojinin de satışı yapılır. Sermayenin ideolojisi daima ne hakkında ve nasıl düşünüleceği üzerinde durmuş ve dikkatleri yönlendirmeye çalışmıştır. Pozitivist-empiricism bu yönlendirmede bilimi yapısal karakter ve ilişkilerden uzak tutmada belli başarılar sağlamıştır. Fakat sosyoloji ve siyaset bilimi kaçınılmaz olarak yapısal konulara yapısal-görevselci açılardan eğilmek zorunda kalmıştır. Dünyada artan yoksun bırakma süreçleri ve uluslararası şirketlerin 18. yüzyıldaki Avrupa'da yaptıkları hunhar sömürü koşullarını 21. yüzyılın eşiğinde Amerika ve Avrupa dışındaki ülkelerde yapmaya devam edebilmesi için postmodernlik oldukça faydalıdır; bu faydalılığın gerçekleşebilmesi için öncelikle postmodern durumda geleneksel yapısal-fonksiyonalizmin ve Marksist siyasal ekonominin son bulması gerekir. Bilim ve insan geçmişinden koparılmalı, çoğulculuk, özgürlük vb. ideolojik söylemlerle kitle üretim teknolojilerinin ürünlerinin tüketimiyle doyum arayan yanlızlık ve teklikte anlam aratılmalıdır. Karşıtlık örgütlü toplumsal değişim arayan faaliyetlerden soyulmalı ve modacı tüketimden geçen, örneğin vücudun çeşitli yerlerine takılan küpeler gibi, bireysel ifadeler olmalıdır. Böylece hem ana akım hem de alternatifler kontrollü bir güdülenme ve yönlendirme içinde tutulabilir.
Globalleşme ile Marksist ve Marksist yönelimli yaklaşımlar farklı bir anlam iletirler: Globalleşme veya küreselleşme, günümüzdeki koşullar altında, özellikle güç ve iletişim ilişkilerinin dünya üzerinde yayılması, zaman ve uzayın (yerin) daraltılması ve sosyal ilişkilerin yeniden biçimlendirilmesi olarak anlamlandırılır. Küreselleşmenin gelişmesinde hızlı pazar değişimi, özelleştirme, deregülasyon, merkeziyetçiliğin yerini yerelliğin alması, uluslararası firmaların devleşmesi, enformasyon ve eğlence teknolojilerinin yeniden biçimlenmesi, özellikle uydu iletişiminin yaygınlaşması, bilgisayar teknolojisinin ekonomik ve siyasal pazar mekanizmalarının egemen bir parçası olması, kültürel ürünlerin emtialaşması ve hızla yayılması gibi özellikler görmekteyiz. Elbette, globalleşmeyle kurulan “information highway” global firmaların global pazarlara daha iyi ulaşması ve kontrolünü sağlama görevini yapmaktadır. Gerçi Amerikan ekonomik gücü özellikle 1970’lerin ikinci yarısından beri gerilemektedir; fakat yine de Amerikan uluslararası firmaları daima global pazarlarda önde gelmektedir. 1990’da, en büyük 100 uluslararası firma, 3.2 trilyon dolar servete sahiptir ve bunun 1.2 trilyonunu kendi ülke toprakları dışından elde etmektedirler (Schiller, 1995:94).
Globalleşme temel olarak iki tür yayılmayı içerir: Uluslararası şirketler yoluyla finans kapitalin yayılması ve bilgisayarlar-iletişim teknolojileri gibi yeni teknolojilerin yayılması ve beraberlerinde global firma ve pazar yapısının ideolojik meşrulaştırılması. Özlüce sermaye ve teknolojik ürün transferinin uluslararası şirketler yoluyla şimdiye kadar olmayan bir çapta yaygınlaştırılması.. Elbette finans kapitalin yayılması yeni bir fenomen değil, emperyalizmin özellikle 1945’lerden sonra kurulan yeni sömürgeciliğinin en etken kontrol ve sömürü mekanizmasıdır. Teknolojilerin yayılması da yeni değildir: Kalkınma için teknolojik yapıların transferi Batılılaşma adı altında yüzyıldan fazladır ve modernleşme adı altında 1950’lerden beri yapılmaktadır.
Globallik ideolojisi, eskiden beri gelen finans kapitalin uluslararası serüveninin 1960'lardaki teknoloji transferiyle zenginleşen kalkınma ideolojisiyle birlikte dünyayı soyuşunun, 1990’larda yeni teknolojilerle, özellikle iletişim teknolojilerinde (bilgisayarlar ve telekomünikasyon teknolojilerinde) erişilen hızla (uzay ve yerin hızla gaspı ve kontrolüyle) yeni bir boyuta ulaşmasını anlatır. Globallik ideolojisi, 1990'ların finans ve teknoloji sermayesinin küresel sömürüsünü meşrulaştırır, haklı çıkarır, olduğundan ve amacından farklı gösterir, arzu edilir ve şehvetle istenir yapar. O zaman sonuç, “globallik iyidir” olur. Kimin için iyi olduğu, sanki herkes içinmiş gibi gösterilerek, gerçeği tepetaklak edecek biçimde dönüşüme uğratılır. Globalleşme denen uluslararası sermaye ve yerel ortaklarının dünya sömürüsünün, kalkınma, ilerleme, büyüme, teknolojinin o ülkede gelişmesi gibi sonuçları herkes için getirmediği, bunun sadece uluslararası sermaye (ve ortakları) için olduğu istatistiklere bakıldığında açığa çıkar. Örneğin 1980-1992 arasında, OECD ülkelerinin finans varlıklarının yıllık büyüme hızı, bu ülkelerin kendi gerçek ekonomilerinin büyüme hızından (=iş yaratılarak gerçek üretimin büyümesi) iki mislinden fazla olmuştur. Dünyanın finans varlığı 1992'de 35 trilyon dolara ulaşmıştır ve hızla büyümektedir. Finans kapitalin yansıdığı dünyadaki borsalarda yabancı mübadele alışverişleri, mal ve servislerdeki mübadeleden 50 misli fazladır. Ne zamanki borsa artarsa gerçek ekonomi gerilemektedir. Bu da finans kapitalin büyümesiyle ekonomik gelişme arasında negatif (tersine giden, biri artarken diğeri azalan) bir ilişki olduğunu gösterir. Bunun önde gelen bir nedeni kar sağlamanın günümüzdeki doğasında yatmaktadır: Örneğin, Washington'daki Ekonomik Politika Enstitüsü’nün (Economic Policy Institute) incelemelerinden birinde de görüldüğü gibi, karlar yeni yatırımlar ve verimliliğin artışıyla değil, ücret politikaları yoluyla (ücretleri dondurma, işçi sayısını azaltma gibi yollarla) sağlanmaktadır. Uluslararası pazara uzanma ve üretimini ucuz emek ortamında yapma bu kâr oranını daha da artırmakta ve talan edilen yerdeki büyümeyi daha da engellemektedir.
Uluslararası ticaret global ekonominin can damarı ise, dünya çapındaki finansal entegrasyon sinir sistemini olusturur. Finans piyasalarında (Exchange) 24 saat durmayan ve elektronik olarak birbirine bağlı olan değiş tokuş yoluyla ulusal sınırlar boyu günde 1.3 trilyon dolar akmaktadır (Schiller, 1995). Zenginliğin yaratılışı günümüzde “good old Amerikan way” çalışma denen ideoloji ile anlatılandan farklı bir biçimde olmaktadır. Klasik olarak zenginliğin yaratılışı üretim faktörlerinin (işgücü ve sermayenin) işe koşulmasıyla olurdu. Her faktör çıktıya bir katkıda bulunur ve bunun karşılığında bir ödül alır. Sermaye sahipliği küçük bir azınlığın elinde toplanmıştır. Karl Marks 19. yüzyılda ekonomik exchange’in Mal -- Para – Mal kalıbından Para – Mal – Para’ya dönüştüğünü açıklamıştır. Üretim sürecinin örgütlenmesi ve yönetimi bu azınlık tarafından ve bu azınlık için yapılmaktadır. Bu nedenle yaratılan zenginlikler de bu azınlığın elinde toplanmaktadır. Zenginliğin yaratılmasında, günümüzde bu tür üretim ilişkileri yanında bu ilişkiyle meşrulaştırılmış güçlü fakat mal üretimiyle ilişkisiz bağı olan “finans transaction endüstrisi” denen ve günlük dilde en çok “borsa” olarak bilinen faaliyetlerdir. Elbette, bunun yanında “kara para endüstrileri”, meşrulaştırılmışın yanında çok güçlü bir yer kaplarlar. Borsa ve finans transaction endüstrisinde yaratılan zenginlik bir mal üretiminden geçerek yaratılmaz; transaction yoluyla yaratılır. Bu transaction’da para, borç bonoları, döviz, tapu senetleri, hisse senetleri gibi finans kağıtlarının el değiştirmesini içerir. Bu dev endüstrinin varlığı “Para -- Finans kağıdı – Para” üzerine kurulmuştur. Hele döviz gibi transaction’ında süreç “ Para – Para – Para” biçimindedir. Bu tür transaction’da üretilen zenginlik bir mal üretiminden, örneğin bir araba üretiminden, doğrudan geçmez. Fakat transaction sayısının fazlalığı, örneğin dolar ile Türk parası değişimi yapan bir döviz yerinde her dolar için 100 bin liralık küçük bir ücret veya her hisse için alınan % 3 gibi az bir miktar oldukça büyük toplamlara ulaşır. Dolayısıyla, örneğin borsada yaratılan zenginlik bu tür el değiştirme (transaction) yoluyla bir emptia\mal üretimi yapılmaksızın yaratılan zenginliktir.
İkinci olarak, globalleşmeyle gelen finans kapital ve talan, işçi sınıflarının gelirlerinde ve yaşam tarzlarında iyiye giden anlamlı bir değişiklik yapmamıştır. Çünkü finans kapitalin amacı, bu ülkelerde gelir dağılımı eşitsizliklerini kaldırmak veya gelir farkı uçurumunu kapatmak değildir; en az vererek en çok kârı sağlamaktır. Bu nedenle, finans kapital büyüdükçe, sefalet de büyür. Birleşmiş Milletler UNDP Human Development Report'a göre (1994), 1970'de dünya nüfusunun en zengin % 20’si, dünyanın en fakir % 20'sinden 32 misli fazla ortalama gelire sahipti. 1991'de bu 32 misli fark, 61 misline çıkmıştır. 1970'de en fakir % 20 dünyanın toplam gelirinin % 2.3’ünü alırken, bu rakam 1991’de 1.4’e düşmüştür. Finans kapital büyüdükçe, uluslararası ekonomi durakladı. Bunun anlamı oldukça açıktır. Birleşmiş Milletler'in World Development Report (1992 ve 1994) istatistiklerine göre, dünyada 1965-1990 arasında kişi başına düşen ortalama brüt iç hasılat (GDP) büyüme hızı % 1.5 'di; Bu hız 1980-1992 arasında % 1.2 olarak tespit edildi (Diwan, 1995). Bu istatistikler 1980'lerde sermaye ve yeni teknolojiler gelişirken ülkelerin gelişme hızının azaldığına işaret eder. Bu duraklamaya, yeni teknolojilerin ve finans kapitalin uluslararasılaşması cevaptır ve bu cevap da finans kapitalin uluslararası ekonomide büyüme kaynağı olmadığıdır. Bunun anlamı, globalleşmenin uluslararası ekonominin ve ülkelerin gelişme potansiyelini engellemekte olduğudur.
Globalleşme, sermaye sahibi olanlara veya sermayeye ulaşma olasılıkları olanlara yeni firsatlar verirken, diğer insanlar için yaşam koşullarını zorlaştıran büyük riskler taşımaktadır. Globalleşmede maliyet ve benefitler dengesiz bir şekilde dağılmaktadır. Daha kötüsü, ucuz ücreti sağlamak içın kadın ve çocuklar yeni endüstrilere kitleler halinde çekilmekte, ve bu onlara yeni fırsatlar tanıma”olarak nitelenmektedir. 1985 ve 1992 arasında uluslararası şirketler tarafından yaratılan işin % 60’ı gelişen ülkelerdeydi. Globalleşme ve neo-liberal politikaların sonucu yaygınlaşan sefalet nedeniyle kadın ve çocuklar çok az ücretlerle çalışmak zorunda bırakılmıştir. İş olmadığı için, çocuk ve kızların seks ticaretinde, seks turizminde kullanılması da artmıştır. Ayrca kadınlar firmalar tarafından parmaklarını daha iyi kullandıkları, daha uysal oldukları, katı iş disiplinini kabul ettikleri, sendikalara katılmaya isteklerinin az oldukları belirtilmekte ve sıkıcı, tekrarlanan ve monoton işlerde kolayca kullanılmaktadırlar. Kadınlar elektonik, giyim\tekstil ve oyuncak fabrikalarını ucuz ücret ve uzun saatler çalışarak dünyanın her yerinde doldurdular. (Elson ve Pearson,1981:93)
Sefalet ile birlikte, kötü iş koşullarının da tutulması ve değiştirilmemesi kolaylaştı. Uluslararası firmalar yerel üretimde kaynakları tüketince veya başka alana gitmeyi daha karlı bulup taslarını ve taraklarını alıp gidince, geriye eski üretim tarzından kopmuş bir işsizler grubu bırakmaktadır.
Globalleşme zengin ile fakir ülkeler ve ülke içinde sınıflar arasında eşitsizliği artırdı (UNDP, 1996).
Globalleşmede eknomik politikalarla uluslararası şirket ve ortakların ortaklığına katılan siyasal güçler, elde edilen sonuçlara ciddi katkıda bulunmaktadırlar. Bu da rüşvet gibi gayri meşru yollar yanında daha çok yasalarla, derugülasyonla, güç çıkarlarını engelleyici yasaların uygulanmamasıyla, meşrulastırma ve teşviklerle devlet tarafından sağlanmaktadır. Kamu gücü hiç bir zaman çoğunlukla kamu için kullanılmamıştır. 1980 ve 1990’larda, bir zamanlar kamu hipokrasisi söylemi yapan politikacılar artık açıkça kendini besleyen kamuya karşı ve özel için olmaya başladı. Kamu kaynakları ve gücü özele parayla transfer edildi.
1990’larda, kalkınma kavramı globalleşme içinde eritildi ve “karşılıklı bağımlılık” içinde evrenselleştirildi. Kalkınma, gelişme, modernleşme küresel bir çehreyle gelen emperyalizmde ortaklaşalık, şimdi ve gelecekteki beraberlik yapıldı. Kolonicilik ikinci dünya savaşından sonra hizla yeni sömürgeciliğe dönüşmeye başladı; 1990'larda globallik içinde ortadan kaldırılarak, beraberlik içindeki “kolonicilik ötesine\sonrasına” post somurgecilige dönüştürüldü.
1990'a ulaşıldığında, 1950'lerden beri bütün ülkelerde çeşitli oranlarda gelişmeler oldu, fakat endüstriyel Batı'ya yetişme ve endüstrileşme anlamında “kalkınma” yerine geri kalmışlık devam etti. Yukarıda verdiğimiz örneği bir kez daha incelersek; gelişmişlerle gelişmemişler arasındaki gelir uçurumu daha da büyümüştür: 1950'lerde kişi başına düşen ortalama gelir (ABD dolarının 1980 değeriyle) az gelişmişlerde 164, gelişmişlerde ise 3841 dolardı: Arada 3677 dolar fark vardı. 30 yıl sonra 1980'de, bu rakam azgelişmişlerde 245 dolara çıkarken, gelişmişlerde 9648 dolara yükseldi: Fark 8403 dolara yükseldi. 1990'a gelindiğinde, uçurum daha da açıldı: Fark (ABD dolarının 1990 değeriyle) 19,820 dolara çıktı. (Az gelişmişlerde 353 dolar ve gelişmişlerde 20173 dolar). Dünyada 3 milyarın üstünde insan, kişi başına geliri yılda 400 dolardan az olan ülkelerde yaşamaktadır (Seligson, 1993:3-4).
Teknolojinin zamanı ve yeri fethi teknolojinin içeriğine çökertildiğinde gerçekler değiştirilerek egemen masallar yaratılır. Globalcilerin ideolojisi, Marshall McLuhan'ın global köy ve teknolojik determinizmi ve Brezinski’nin global kenti böyle bir masallaştırmayı öyküler: Dünya önce yerel iletişim ağlarıyla birbiriyle ilişkide bulunan geleneksel köylerden ve onların uzantısı kentlerden oluşuyordu. Fakat elektronik iletişim araçlarındaki gelişmeler, özellikle televizyon yayınlarının yaygınlaşmasıyla ve ev birimine lüks tüketim maddeleri ve bunlarla birlikte gelen “demokratik” ve “özgürlükçü” kültürle birlikte, bu geleneksel, dışa kapalı köy global köy biçimine dönüştü. Global köyün insanları televizyon sayesinde dünyanın her yerinde olup bitenlere (= Coca Cola, Adidas, Nike, futbol maçları, IBM, Converse, McDonalds, Walt Disney, Marvel, Rambo vb.) anında şahit ve sahip olmaktadır. Marshall McLuhan'ın bu global köyü 1970'lerden sonra, uydularla birbirine bağlanan, postendüstriyalizmle, ideolojinin sonunun yeniden ilan edildiği ve hizmet sektörüne dayanan global kente dönüştü. Dünya modern uydu iletişimi ve kapitalist üretim biçimindeki gelişmelerle bütünleşik bir dünya oldu. Televizyon barışta ve savaşta kitlelerin “izleyici” olarak değil, “katılımcı” olarak küresel olaylara katıldığı “iletişim devrimini” getirdi. Vietnam Savaşı global köyde “ilk televizyon savaşı” olarak nitelendi. Global kentin global dünyasında, “Körfez Savaşı” da karşılıklı bağımlılık içindeki dünyanın iletişimle katıldığı, ilk global “kurtarış” savaşı olarak sunuldu. Eski modeller, ideolojiler, kalıplar yok oldu. İnsanlar teknoloji ve iletişim devrimiyle bütün dünyada katılıma yöneldiler. Emperyalizm yerini, “gelişmişi” taklit ederek, onlardan yeni teknik, bilgi ve tecrübeleri transfer ederek sağlanan “küresel karşılıklı bağımlılıkta gelişmeye” yani globalleşmeye bıraktı.
Bu iddiaların bazılarının teknolojinin ulaşabilirlilik potansiyeline bakarsak doğru olma olasılıkları vardır! Fakat iddialar mekanik ve teknikten bahsetmiyor; mekanik ve tekniğin ötesinde, mekanik ve teknikle gelen içerikten bahsetmektedir. Bu bahsediş biçimi egemen gerçeklerin üzerine desenli kılıflar örmektir. Aslında, iletişim teknolojisinin devrimi içerik açısından reklamcıların devrimidir; Global köy, reklamcıların reklamını yaptıkları tüketim mallarının üreticisi çok uluslu firmalar ve ortaklarının köyüdür. Bu köydeki insanların övünülen “katılımı”, kendi sömürüsüne kendi eliyle tüketim seviyesinde, üretilmiş son ürünün kullanımındaki katılımıdır (= tüketim kalkınması). Ne Vietnam ne de Körfez Savaşı'nda televizyon, kitlelerin arzularının belirlediği ve uygulandığı bir araç veya alan olmuştur; tam aksine, örneğin Körfez Savaşı'nda tümüyle askeri güçler tarafından kontrollü bir şekilde verilen enformasyon çokluğu, bolluğu vardı. Bu bollukla global kentteki savaşa katılan Amerikalılar (ve dünya) ne savaşın ideolojisine ne de gidişine herhangi bir etkide bulunabilecek bir pozisyona getirildiler. Seyrederek ve seyrettirilerek global kentteki emperyalist petrol çıkarları düzeninin yeniden kurulmasına katıldılar. Böylece, materyal ilişkilerin egemen saptayıcılığında, globalciliğin teknolojik saptayıcılığının yönetimin bir aracından başka bir karaktere sahip olmadığı örneği verildi.
Global köycü McLuhancılığa göre yeni iletişim teknolojileri siyasal devrim saplantısını tümüyle moda dışı yaptı ve ideolojilerin sonunu getirdi; iletişim devrimi siyasal devrimlerin çözemediği sorunları çözmeye başladı. Mattelart'ın belirttiği gibi (1994) iletişim teknolojilerindeki gelişmeler (videolar, kablolu televizyon, uydu gibi) hem eşitsiz\dengesiz teknolojik medya akımını hem de alternatif gelişmelerin engellenmesini getirir. Egemenliği destekler (Daha geniş bilgi için Mattelart, 1994 ve 1991; Raboy, 1990).
Global köyün insanları, özellikle Batılılar'ın dışındakiler, 1980'den beri elektronik medyanın haber, hayal ve imaj dünyasının içine kitleler halinde atılmışlardır, fakat globalcilerin iddiasının aksine, globalleşme ve dönüşüm/trasformasyon siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel farklılıklar ötesinde insanları egemen bir dünya cemiyetinin üyesi yapmamıştır. Üyelikle kölelik ve sömürü karıştılmamalıdır. Zincire vurulanın zincirine üyeliği, zincirine vurgunluğunu (sahte bilinci) anlatır ki bu da zincire vurulmanın (örneğin ücret köleliğinin) ortadan kalktığını (veya emperyalizmin olmadığını) anlatmaz.
Ayrıca, 1990’larda Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri'ne Türkiye’den giden sermayenin olması, ne Türkiye’yi emperyalist yapar ne de Türkiye’nin Amerika’ya olan ekonomik bağımlılığının ortadan kalktığını anlatır. Türkiye kökenli sermayenin dışarıda sömürü alanı bulması 1990’ların dünya pazar yapısında oldukça olağandır. Bu olağanlık Türkiye’nin “globalleştiğini” hecelemez, sermayenin artan bir şekilde Amerika’nın egemenliğinden ayrıldığı ve global karaktere sahip olduğunu anlatır. Globalleşen Türkiye veya Türk insanı değil, fakat sermaye ve emeğin sömürüsüdür. Sermaye gibi emeğin de globalleşmesi ancak emekçiler arasında uluslararası örgütlerin kurulması ve örgütlü mücadeleyi uluslararasına yaygın bir şekilde taşımasıyla olabilir.