MODERNDEN POSTMODERN SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞE: NEYİN VE KİMİN?

Uluslararası iletişimde, önce geri kalmışlık vardı (1960'ların öncesi), sonra geri kalmışlık 1960'larla birlikte az gelişmişlik olmaya başladı. Ardından gelişmekte olan, gelişen ve kalkınan ülkeler kavramları oluştu. Bir zamanlar Batılılaşma vardı, ardından modernleşme ve kalkınma geldi. 1980'lerin sonunda, kalkınma, modernleşme ortadan kalktı ve yerini postmodernizm, postendüstriyalizm ve postmodern dünyanın sürdürülebilir kalkınması aldı. Kavramlardaki değişimler egemenlik mücadelesinde ve ideolojik mücadelede çerçeveleme ve paketleme biçimleridir. Az gelişmişlik, geri kalmışlık, gelişen ülke gibi kavramlar gerçekte tek bir dünya gerçeğini anlatır: Belli üretim biçimleri ve sonuçları... Batılılaşma, modernleşme, kalkınma, gelişme ve sürdürülebilir kalkınma da tek bir ortak anlam taşır: Sermaye düzeninin kalkınması. Sürdürülebilirlik de bu kalkınmanın devamlılığının sağlanması kaygısını ifade eden politikadır. Özellikle sürdürülebilirlilikle ileri sürülen tartışmaların hepsinin altında bu kaygı yatar. 

A. Comte'un pozitivist görüşüne göre, ilerleme düzenin gelişmesidir. 19. yüzyılda sömürgeci imparatorlukların yayılması “medeniyet götürme” adına yapıldı. Medeniyeti yayma işini tüccarlar, silahlı kuvvetler ve misyonerler yaptılar. 20. yüzyılın başında, Birinci Dünya Savaşı'yla kurulan yeni düzende, Milletler Cemiyeti’ne göre, “kendine bakamayan ülkelerin bakımı ve kalkınmasına” yardımın “medeni ülkelerin kutsal görevi” olduğu belirtilir. Buradaki kalkınma anlayışı “medeniyet götürme” ideolojisiyle tanımlanır. Kalkınmanın ekonomik anlama bürünmesi 1949'dan sonra olmuştur. Türkiye gibi ülkelerin liderleri bu medenileşmeyi Batılılaşma olarak aldılar. Cumhuriyet çocukları bacalarından kara duman fışkıran fabrika ve makineler sevdasıyla yetiştirildiler. Fes atıldı, şalvar atıldı, pantolon giyildi ve 1990’lara ulaşıldığında Levi’s 501 “postmodern uygarlığı” getirildi. Rakıyla viski, aynı raflarda, (elbette Amerika'nın değil Türkiye’nin raflarında) rekabete girdi: Liberal burjuvalar her ikisini de tercih etmeye başladı. Çağdaş tutucu burjuvalar rakıyı aşağılık ve bayağılık olarak niteledi. Türk-İslam senteziyle cennete gitmeyi garantileyen ve Araplaşan Türk milliyetçisi; Kuran kurslarından başlayarak yılda milyarlara varan din sermayesinin özel okullarındaki uğurlu eğitiminden geçerek “kalkınma” peşindeki, bir yandan rakının en büyük düşman olduğunu ilan ederken, aynı zamanda viski yudumlayıp şerbetin tadıyla karşılaştırmaya başladı. Çağdaş okullar, dün ‘Batı'nın modernini” ve bugün postmodernini, Türk yurttaşlığı ve milliyetçiliği olarak genç nesillere iletti. Osmanlılar zamanında Türk, Türk olduğu için Türklüğü'nden utanırdı. Atatürk devrimiyle başlatılan (gerçekte 150 yılı aşkın bir zaman önce başlatılmış olan ve Cumhuriyet'le egemenliği ele geçiren) uygarlaşmada (Batılı gibi olmada), önce Arab'ın dinine karşı, Türk Türklüğü'nde öncelik kazanmak için mücadeleye girdi. Bu mücadele 1960'lara geldiğinde egemenin kısmi zaferini gösteriyordu. Bu yeni Türk, egemen cehalette “milliyetçi” ve egemen ideolojinin aydını olarak “kendini reddeden aşağılık duygusuyla dolu Batı hayranı aydın” oldu. 1980'lere gelindiğinde ise örgütlü din hem kendisi kendi için siyasal güç arayışına girdi, hem de “Türk'ün ne ve kim olduğunu bilmeyen milliyetçiliği” kimsesizleştirerek “Ne mutlu Türk'üm” yerine tekbir sesleri yayınlamaya başlattı. Bu kez, yeniden araplaşmış Türk kültürü, 1930, 40 ve 50’lerde kendi Türklük'ünü kurmaya çalışan ve Türk olduğu için utanç duyan Türk'e karşı değil, yeni sömürgeciliğin Levi’s ile, Maradona’nın küpesiyle, Pepsi’yle, Adidas'la, Marlboro'yla ve Amerikan medya ürünleriyle kendini Batılı hisseden ve bunları tüketemediğinde Türklük'ünü hatırlayıp aşağılık duygusuna kapılan yeni ve laik Türk'e karşı mücadeleye başladı. İlginç olan, Araplaşmış Türkiye’linin de elinde Coca Cola, Nike ve Camel olmasıdır. 

Türklüğün Batılılaşarak uygarlaşması\medenileşmesi 1960'larda medenileşmeden kalkınmaya dönüştü. Çok kısa zamanda kalkınmanın pek de toplumun kalkınması olmadığı, zengin bir sınıfın gümrük duvarları kalkanıyla kurduğu dış ortaklıklarla sömürünün kalkınması olduğu anlaşıldı. Medenileşmenin yücelttiği Türklük, sosyalizm ve millilik duygularıyla ayaklandı. Aynı modernleşme ve uygarlaşmanın yücelttiği eşitliğe ve insanlığa düşman, burjuva milliyetçiliğiyle eşitlikçi ulusallık birbirine girdi. Buna, düzeni korumayla görevli devlet güçleri eşitlikçi ulusalcılara “vatanı satan komünist” diye saldırarak, tutuklayarak, hapse atarak ve işkence yaparak karşılık verdi. Bu sırada, vatanın gerçek satıcıları demokratik rekabet içinde kadeh tokuşturuyorlardı. 

1990’lara gelindiğinde, kalkınma bitti, onun yerini sürdürülebilir kalkınma aldı. Sürdürülebilir kalkınma nedir? Önce egemen tanımını yapalım: Kaynakların kullanımıyla, özellikle doğal kaynakların kullanımıyla kalkınma arasında denge kurarak, hem doğayı gözeten hem de kalkınmayı engellemeyen bir kalkınma. En basit anlamıyla, bazen “bizim başbakanımız” olduğunu hatırlayan, “isteseniz de özelleştireceğiz, istemeseniz de” diye tehditlerle neo-liberalizmin o ulvi (!) duygularını kalın kafalarımıza sokmaya çalışan kişinin söyledikleri sürdürülebilir kalkınma türküsüdür. Sürdürülebilir kalkınmayla en çok kalkınan, sürdürülebilir kalkınma teknolojileri, özellikle çevre koruma teknolojileri ve endüstrileri olmaktadır. Destek bulan ve kalkınan da gene kapitalist yapıdır. 

Aslında, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilirliği hem insanlık hem de doğa için büyük tehlike olan, sömürü ve talana dayalı bir pazar yapısının egemenliğini sürdürme çabasıdır. Bu pazar yapısının altında kapitalist üretim biçimi yatar. 

Sürdürülebilir kalkınma teziyle birlikte, Amerikan ideolojisi ve uluslararası durumun iyi bir muhasebesini yapan “Gündem 21”, soruna çare olarak öncelikle teknoloji transferi yapılması gerekliliğini savundu. Gündem 21'ciler teknolojilerin daha ucuza satılmasını, en modern teknolojilerin transferini ve daha iyi koşullarla “yardım\borç” verilmesini önerdiler. 1960'lardaki bilgi ve teknolojik ürünlerin yayılması fikri 1990'larda isim değiştirerek yeni giysilerle tekrar sunuldu. 1960'ların kalkınması, doğayla denge görüşü eklenerek sürdürülebilir kalkınma oldu. Aynı dönemin yardım ve teknolojik transferi, 1990'larda postmodern gelişme teknolojilerinin (ve sözü edilmeyen, “kalabalık kontrolü, pasifikasyon ve anti-terörizm teknolojileri” denen baskı ve örgütlü devlet terörü teknolojilerinin) transferi oldu. 

1990'lar sürdürülebilir kalkınma, özelleştirme ve deregülasyon görüşlerinin saldırılarını artırdığı ve gelişmiş ülkelerden diğerlerine yayılmaya başladığı yıllar oldu. Sürdürülebilir kalkınma kalkınmayı çevre ile “kalkınma amaçları” arasında dengeli bir şekilde sürdürme olarak nitelendi. Sürdürülebilir kalkınma çevre teknolojilerinin ve yeni teknolojilerin transferi biçimi olarak şekillendi; IMF ve Dünya Bankası'nın kredi ve politikalarında yumuşama gerekliliği ortaya çıktı. (Yani, IMF ve Dünya Bankası proje incelemelerinde ve verdiği borçlarda, çevreyi gözetmeyi, asıl anlamıyla Amerika'nın yeni çevre teknolojilerine pay vermeyi gerekli gördü.) Dünya Bankası'nın “yeşil” filozofisine “çevreyi bozan projelere fon vermeyeceğini” belirterek katılması gerçekte egemen etkinlikleri haklı çıkaran beyin yıkamadan ve göstermelikten öte bir karaktere sahip değildir. Bankanın Su konulu bölümünnün sorumlusu John Brisco'yla, Sürdürülebilir Kalkınma Bölümü'nün Başkan yardımcısı İ. Serageldin arasında 1993'de yapılan gizli yazışmada bu açıkça görülmektedir: Brisco’nun gönderdiği yazıya göre, “Bankadaki çevre bölümü, artan bir şekilde personelimize ve borç alanlara yardım eden birim olarak değil polis olarak görülmektedir...” Bankanın başkanı Lewis Preston Temmuz 1994'de bankanın “henüz çevrenin önemini kavramadığını” kabul etmiştir. 

Dünya Bankası'nın kalkınma projeleri için verdiği borçların 1993'de hiçbiri Çevre Değerlendirme İncelemesi'ne tabi tutulmamıştır. 1980 ile 1989 arasında 33 Afrika ülkesi Dünya Bankası'ndan kalkınma amaçlı 241 proje kredisi/borcu aldı. Bu zaman içinde, bu ülkelerde: 

· Kişi başına düşen ürün yılda ortalama % 1.1 düştü. 

· Kişi başına düşen yiyecek üretimi sürekli olarak geriledi. 

· Asgari ücretin gerçek değeri %25’in üzerinde azaldı. 

· Eğitim için yapılan toplam kamu harcaması 11’den 7 milyar dolara düştü. 

· Yoksul sayısı % 17 artarak, 184 milyondan (1985) 216 milyona (1990) çıktı. Bu; 

· Yapısal eşitsizliklerin haddinden fazla artmasına yol açtı. 

Dünya Bankası'na sürdürülebilir kalkınma amaçlı 92 milyon dolar verilmiştir ve banka bunu 176 projeye dağıtmıştır. Banka Montreal protokolü fonunun % 60'dan fazlasını yürütür. 1994'e kadar, Banka projeleri tarafından ozon tahribine neden olan 21.334 ton kimyasal maddenin (başta kloroflorokarbon) kullanılmasının yavaş yavaş durdurulması onaylandı. Onaylananın gerçekleşme oranı ise yüzde 0.0011'dir. Bankanın yenilenebilir enerji kaynağıyla ilgili verdiği borçlar sadece % 1.4 (yazıyla yüzde 1,4) oranındadır. Enerji tasarrufuyla ilgili borç ise % 0.8 (yazıyla binde sekiz) kadardır. Global çevre bozulması, hava kirliliği, iklim değişimi ve insanların sıhhatinin kötüye gitmesi gerçeğini bir yana iterek, Banka enerji borçlarının % 40'ını petro-kimya (yağ, petrol ve petrol ürünleri) sektörü gelişmesine, % 15'ini kömüre, ve geri kalanının çoğunu da fosil-fuelle çalışan jeneratörlerden elde edilen elektrik sisteminin geliştirilmesine ayırmaktadır (Greenpeace; 1994: World fact sheets; Daha geniş bilgi için bakınız: Erdoğan ve Ejder, 1997). 

Globalization, ekonomik ayarlamalar ve neo-liberalizm ile artan sefalet, nufus artışı, yayılan hastalıklar yanında, doğal kaynaklar hızla yok edilmekte veya tehlikeye sokulmakta; ormansızlaşma, erozyon, ve su kaynaklarının bitmesi artmaktadır. Tahminlere göre, 2025 yılında dünya nüfusunun yüzde kırkı kronik su sıkıntısı olan yerlerde yaşayacak. Kentleşme bu sıkıntıyı daha da artıracaktır. Globalleşme ile birlikte global çevre sorunları da artmaktadır. Modern endüstriler zararlı yan-ürünleriyle, sadece dünyayı sömürmede paylaşmamakta, aynı zamanda atık ve zehirlemede de jeopolitik oyunlar oynamaktadır. Geniş fakir kitleler sadece ekonomik bakımdan sefalet içinde bırakılmamakta, aynı zamanda kanser ve zor ve tehlikeli hastalıklar saçan iş yerinde ve iş yeri dışındaki fiziksel çevreler de hem yorgunluk hem de çevresel kalite bakımından insanca yaşanmayacak bir duruma sokulmaktadır. Tahmini olarak her yıl Latin Amerika’da tarım işcilerinin bir milyonu zehirlenmekte ve 10 bini ölmektedir. 

Kısaca, araştırmaların sonucu bulgularla sürdürülemez olarak belirlenen sürdürülebilir kalkınma, kapitalist kalkınmanın sürdürülmesinde kralın yeni giysilerinden biri oldu. İletişim alanında özelleştirme ve deregülasyonla birlikte özel teşebbüs sisteminin aktif izleyici teorisi tekrar öne sürüldü. İletişim demokratlaşmanın ana unsuru olarak gösterilmeye başlandı. Yeni teoriler yerine eskiler, postemperyalist dönem veya postendüstriyalist dönem gibi değişime uğradı. En önemli gelişme, kapitalist pazarın artan uluslararasılaşması ve iletişimin uluslararası alanda ekonomik çıkar ötesinde, bu çıkarın gerçekleşmesinde gerekli olan bilinç yönetiminde büyük önem kazanmasıdır. McLuhan’ın global köyü, Brezezinski'nin global kenti ve Bell'in ideolojinin sonu postendüstriyalizmle yeniden canlandırıldı.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...