Dünyada, okullardan UNESCO'nun toplantılarına, kalkınma konferanslarından ekonomik plan tartışmalarına kadar her yerde, nüfus artışı kalkınmaya engel olan ana faktör olarak sunulur ve çare olarak da halkın bilinçlendirilmesi ve nüfus planlaması öne sürülür.
The Economist (1994) “Apocalypse Soon” başlığı altında, Sürdürülebilir Kalkınma için, Soğuk Savaş'ın son bulmasından beri dünyada en büyük tehlikenin nüfus artışı olduğunu belirtmekte ve nüfus artışının dengelenmesinin acilliğini savunmaktadır. Derginin yansıttığı fikir, özellikle 1960'lardan beri, dünya kapitalizminin kalkınma programlarında modernleşmenin bir özelliği olarak az gelişmiş (daha doğrusu geri bırakılmış) ülkelere transfer ettiği bir ideolojidir. Bu ideolojide nüfus artışı insanlığın geleceğini tehlikeye sokan en büyük düşman olarak iletilir. Bu düşman artan nüfus “kim”? Dünyanın fukara kitleleri... 19. yüzyıldan beri kitlelerin başkaldırısı kabuslarıyla yaşayan bir ekonomik ve siyasal sistem, kitlelerin hacminin artışını büyük korkuyla izlemiş ve durdurma yolları aramış, politikalar uygulamış, başarısızlıklara uğramış ve 1990'lardaki sürdürülebilir kalkınma anlayışı içine nüfusu (yani fukara kitleleri) en büyük düşman olarak sokarak, hem kendini çevre ve insan peyzajının talanı sorunlarından sorumsuz kılmış, hem de kendi politikasının devamı için bu klasik nedeni araç olarak kullanmıştır.
Nüfus artışını neden olarak gösteren ideolojinin temelinde, bilinçli veya bilinçsiz olarak, Çin gibi ülkelerde sahip olunan teknolojinin bu insanları doyuramayacağı, gelişmiş kapitalist ülkelerde ise işsizlik, sefalet ve hoşnutsuzluğu daha da artırarak, istikrarsızlık yaratarak, kurulu düzeni tehlikeye düşüreceği, ve kar azamileştirmesine engel olacağı korkusu yatar. Yoksa korkunun nedeni nüfus artışıyla açlık ve sefaletin artması fukara ve sefillik korkusu değildir. Egemen güçlerin, güvenli ve sürdürülebilir bir çevre ve insan sömürüsünün tehlikeye düşmesi korkusudur.
Kapitalist sistemde, sermayenin sosyalleşmiş üretiminden paylarını gıdım gıdım alanların kontrolünü sürdürmek; çalışan sınıfın maaş ve ücretlerini aşağıda tutacak yeterince işsizler kitlesini yedekte tutmak; fazla nüfusla (fazla işsiz ve yoksullaştırılmışla) ortaya çıkabilecek tehlikeleri başından önlemek için kitlelere bir veya birden fazla çocuk yapmamaları aşılanmaya çalışılır. Nüfus planlaması fukaraya yöneltilmiş egemen bir eşitsizlik düzenini koruma çabasının getirdiği, kendi için savunduğu, çarelerden biridir: Kitlelerin dondurulması ve durdurulması gerekir, yöneten grupların ve sınıfların değil.
Nüfus artışı ile kalkınma ilişkisindeki “nüfus artışının kalkınmayı kösteklediği” ve “doğum kontrolü yoluyla nüfus planlamasının, bu nedenle, zorunluluğu” fikriyle gelen politika, kitleleri dengelemeyle kontrolü amaçlayan bir çabanın ifadesidir. Gerçekte “nüfus artışı” kalkınmayı engelleyen bir “neden” değildir, bir sonuçtur, en negatif biçimiyle sadece bir etkendir. University of Pittsburgh Center of Latin American Studies'in Honduras'da yaptığı bir araştırmada nüfus artışı ile çevre bozulması ve eko-sistemin tahribi arasında kurulan nedensellik ilişkisinin geçersizliği ortaya çıkmıştır: 1970'de Honduras'ın nüfusu 2.6 milyon kadardı. 1989'da bu iki misline yakın artarak 4.9 milyona çıktı. Bu süre içinde, Honduras çok büyük ölçüde çevre tahribine uğradı. İlk bakışta nüfusun hızlı artışıyla, sürdürülemez su kaynakları ve toprak kullanımı arasında doğrudan bir ilişki olduğu gözükmektedir. Fakat araştırmanın bulgularına göre, çevre tahribinin, nüfus artışı yerine, kaynak dağılımının eşitsizliğine ve ekonomik kalkınma biçimine bağlı olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırma nüfusta artmama veya gerilemenin doğanın tahribi hızını yavaşlatmayacağını ve kapsamını azaltmayacağını da bulmuştur (Jakobson, 1994). Elbette, eğer dış yardım denen paralar, geniş toprak sahiplerinin, tüccarların ve montaj sanayicilerinin eline geçtiği, nüfusun yüzde onunun verimli toprakların yarısından fazlasına sahip olduğu, uluslararası şirketlerin sömürüsünün yaygın olduğu bir ülkede, bu tür sonuç oldukça normaldir. Bu gerçeği de görünürlükten kaybetmenin bir yöntemi de, nüfus artışını ana neden olarak göstermek, nüfus planlaması yapılmasını önermek, bedava prezervatif dağıtmak ve kısırlaştırma için finans yardımı yaparak ne denli insancıl olunduğunu ilan etmektir.
Sorulması gereken soruyu soralım: Nüfus artışıyla doğa bozulmamakta, sefalet artmamakta mı? Nüfus artışı var olan bir durumu niceliksel katkıyla kötüleştirmede bir etken olarak rol oynar. Fakat artan çevresel ve toplumsal oluşumların nedeni nüfus artışı değildir. Dolayısıyla, nüfus planlaması, sorunların önlenmesi değil, en dürüst biçimiyle, sorunların kontrolü için yapılan bir diğer girişimdir.
Ekonomik kıtlık teziyle gelen ve “bu denli çok nüfus beslenemeyeceğini” ileri süren iktisadi görüş, çevreyi ve insanı sömürme düzenlerinde gasp yoluyla beslenme koşullarını kontrol edenlerin ve dünyayı ekmeğe muhtaç edenler veya onların sözcülerinin kuşkularının ifadesidir. Çünkü sorun (kuşku ve korku) kaynakların ve zenginliklerin sefillik ve muhtaçlık yaratmayacak şekilde yeniden dağıtılması ve kullanılmasıdır. Nüfus artışı ne bugünkü ve gelecekteki insanlık durumuna en büyük tehlikedir ne de durumun yaratıcısıdır. Sorunun nedeni nüfus artışında değil, dünyadaki kaynakların ve zenginliklerin bölüşümü ve kontrolündeki adaletsizlikte aranmalıdır: Dünyanın nüfusunun % 22’si dünya enerjisinin % 70'ini, metallerinin % 75'ini, ağaçlarının % 85'ini, ve yiyeceklerinin % 60'ını tüketmektedir. Sahipliğe gelince 500 kadar dev firma dünyanın zenginliklerini ellerinde tutmaktadır. Nüfus artsın veya artmasın sömürü sisteminde “sürdürülebilir kalkınma” belli bir azınlığın diğer bir çoğunluğun sırtı üstünde kalkınması anlamınadır. Nüfus artışındaki korku, bu sürdürülebilirliğin sürdürülememesidir. Sürdürülebilir kalkınma stratejisinde nüfus planlaması propagandasıyla yeni kar ve kontrol alanları elde etme egemendir. Bunun yerine, teknoloji ve uygulamalarında en az materyal ve enerji kullanarak fukara kitlelere sağlanacak maksimum fayda egemen olmalıdır. Bir mahalleden bir zengin çıkartıp, diğer insanları açlığa veya zenginin kapısında köleliğe mahkum etmek değil... Bugün kapitalist ülkelerde ve uydularında egemen üretim biçimi, minimum masraf\yatırımla maksimum gelir sağlamak için uygulanan enerji yoğun bir tarzdır.
Sürdürülebilir kalkınma davranışlarda, düşüncelerde, politikaların uygulamalarının ötesinde teknolojik biçim ve ürünlerde değişim gerektirir. Çevre dostu teknolojinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması sürdürülebilirliğin ön koşullarından biridir. Sürdürülebilir kalkınma teknolojik düzenin yarattığı üretimden tüketime ve sonrasına kadar olan yapıların yeniden biçimlendirilmesidir. Sorun ne şimdi ne de 2020 yılında sekiz milyar olacak dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için tarımsal üretimi, enerji servislerini ve endüstriyel üretimi artırmada bilim ve teknolojinin üstlendiği kritik rol ve sorumluluğu, nüfus planlaması içine sıkıştırılabilecek bir karaktere sahiptir.
“Nüfus artışı doğal kaynaklar üzerinde bir baskı öğesi olduğu için sorun yaratmaktadır. Endüstrileşmiş, gelişmiş bir ülkenin nüfusuna eklenen bir kişi, gelişmekte olan ülke nüfusuna eklenen bir kişiye kıyasla doğal kaynaklara daha fazla baskıda bulunmakta, daha hızlı tüketmekte kısacası çevreye olan olumsuz etkileri daha da ileri boyutlara gitmektedir”
Bu açıklama da oldukça yetersiz ve yanlış yönlendiricidir: Çevreyi kirleten ve bozan artış değil, kullanım biçimidir: Çevreyi gözeterek kullanan on kişiyle, çevrenin içine eden bir kişi arasındaki farkın ne olduğunu anlatmaya gerek var mı? Ayrıca on köylüyle on kimya fabrikatörünün çevreye yaptıkları karşılaştırıldığında, sayının çevre bozma açısından öneminin, bu sayıyı oluşturan insanların niteliğine göre değiştiğini görürüz.
Ekonomik düzen ve kalkınma düzeni değişmedikçe, Türkiye’deki nüfus artışını sıfıra düşürsek bile, hatta azınlıkları vatan, millet, bütünlük, dirlik, birlik, bölücülük bahaneleriyle ülkeden atarak geniş bir nüfus planlaması yapsak bile, ne çevrenin ne de insanların durumu ve yaşama koşulunda bir değişim olur. Eğer kötüye gitmezse tabi. Çözüm, Amerikalılar'ın deyimiyle, “adil dağılım” yani kaynaklar üzerindeki, üretim, dağıtım ve tüketimdeki, birikimdeki, planlamada ve stratejiler çizip gündemler belirleyip yürütmedeki eşitsizlikleri dengelemektir. Eğer ev konumunda kadın ekonomik güçten tümüyle yoksun bırakılmışsa, onun da seçeneklerinden biri sosyal statü ve ekonomik güvenlik kazanmak için çocuğuna bağlanmaktır. Kadın çocuklarının başarısıyla övünerek kendi değerini bulur. Tarımsal alanda ise, klasik kültürel ekonomik gerekçe aileye “bir ağız, fakat iki elin” eklenmesidir. Çare, örneğin, doğum kontrol haplarının dağıtılması değil, sosyal adaletin kurulmasıdır. Sosyal adalet de, tüketiciyi, bireyi, fukara kitleleri suçlayarak ve yetmiyormuş gibi bir kez daha onları ezmekle elde edilmez. Sosyal adalet, ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlilik sorunları esas nedenlere eğilerek elde edilir. Benim bu anlattıklarım, elbette, başka tür bir iletişimdir: Egemenliğe ve sömürüye karşı iletişim.
Toplumların mal varlıklarını küçük bir azınlık ellerinde tutarak büyük çoğunluğu köle gibi çalıştırmaya ve yoksulluğa mahkum ederken, nüfus artışını açlık ve yoksulluğun ana nedeni olarak gösterme ve kıtlık ve yoksulluğu yaratmada kullanılan teknolojileri kurtarıcı olarak sunma, egemen ideolojinin bilim adamlarının başvurduğu bir yöntem olarak devam etmektedir.