Kültür ve İletişim, 1(2): 149-180., 2000
Gerbner`in Ekme Tezi ve Anlattığı Öyküler Üzerine Bir Değerlendirme.
Õzet
Ekme tezi ve kültürel gõstergeler incelemesi iletişim kuram ve araştırmalar alanında 1960’lardan beri õnemli bir yer kaplar. Bu çalışmada, Gerbner’in genel olarak yaklaşımı ve õzel olarak “Anlattığımız Õyküler” makalesi eleştirel bir biçimde değerlendirildi. Gerbner’in yaklaşımının kuram ve yõntem, bulgular ve õnerilerinin anlamı, sınırlılığı ve yetersizliği üzerinde duruldu. İletişim kuram ve incelemelerinde, kültürel gõstergelerin, şiddetin ve ekmenin õnemli olduğu, fakat televizyondaki şiddetin ve günlük yaşamdaki sonuçlarının çok dar bir çerçeve içinde alındığı; hem çeşit hem de gõrevsellik bakımından Gerbner ve arkadaşlarının üzerinde durduğu şiddetten çok daha õnemli olan ve incelenmesi gereken şiddetlerin olduğu vurgulandı.
Abstract
The cultivation thesis and cultural indicators research have taken an important place in communication theory and research since the mid 60s. The present article critically evaluates Gerbner’s approach in general and “The Stories We Tell” in specific. The meaning, limitations and shortcomings of theory and method, findings and recommendations of Gerbner’s approach were analyzed. Although cultural indicators, violence and cultivation are important in communication theory and research, but violence in media and effects on daily life of individuals are taken in a limited framework, and there are far more important violence issues in terms of variety and functionality and require investigation than the violence issues Gerbner and his associates focus on.
GİRİŞ
Ekme\yetiştirme kuramı, araştırma dizaynı, yöntem ve değerlendirmesini ele alan bu niteliksel inceleme, G. Gerbner’in yaklaşımını eleştirel bir şekilde sunarak toplumsal yapılar ve ilişkiler içinde anlamlandıracaktır. Eleştirinin anlamı kesinlikle “kötülemek” veya “suçlamak” değildir. Bize dışarıdan geleni ve getirileni yeniden-anlamlandırmak için irdelemektir. Bu anlamlandırma yanında, bu tür eleştirelliğin ötesine gidip, kendimizi anlama yönünde incelemelerin artması ve kendimizden okuyup, kendimizi destekleme gerekliliği acildir. Hissedilen bu acillik yönünde bilimsel çalışmaların ağırlık kazanması gerekmektedir.
Gerbner, kültürel göstergeler, ekme\yetiştirme (cultivation) kuramı, ekme tezi veya ekme analizi olarak adlandırılan yaklaşımını, 1960’ların ortasında PA Üniversitesi Annenberg İletişim Okulu’nda geliştirdi. Ekme kavramı belli bir şeyi (psikoloji, kültür ve ideolojiyi) belli bir yere (izleyici bilincine) yerleştirme ve besleyip yetiştirmek için yapılan amaçlı girişim anlamınadır. 1967’den beri Gerbner ve arkadaşları televizyonun en çok seyredildiği akşam vakti (prime time) ve gündüz programlarının örneklemlerini incelemektedir. Yaklaşım, Amerikan iletişim alanında egemen olan “etki sorunu” ekseninden hareket ederek geliştirilmiştir. Etki geleneğini ekme tezi açısından sürdüren bu yaklaşım, içerik analiziyle televizyonda egemen imajlar olarak seçilen televizyon dünyasının kültürel göstergeler değişkenlerini belirler ve bu imajların izleyicilere etkisini alan araştırması (survey) yoluylainceler. İncelemede elde edilen televizyon izleme yoğunluğuyla imajlar arasındaki istatistksel ilişkiyi anlamlandırır. Elbette, bu incelemede, sadece izleme yoğunluğu üzerinde durulmaz, aynı zamanda sosyo-demografik değişkenler de (örneğin yaş, meslek, eğitim, gelir, cinsiyet) ilişki aanalizine katılır. Ayrıca bu değişkenlere, azınlık grup ve siyasal tutumlar da eklenmektedir (Dominick, 1990). İzleyici değişkenleri çoğunlukla izleme yoğunluğu; kültürel göstergeler ise günlük yaşamı ve televizyon dünyasını yansıtma kategorileri içinde toplanır. Çok televizyon seyredenlerle az seyredenler karşılaştırıldığında, çok seyredenlerin televizyon dünyasını yansıtan “televizyon cevabı” “ekme etkisi” delili olarak yorumlanır. Bu incelemelerin ana sonucuna göre, “televizyon uzun dönemli” etkilere sahiptir; bu etkiler küçüktür; dolaylıdır; fakat artan bir şekildedir; üst üste birikir ve anlamlıdır.
Gerbner ve arkadaşları, Lewis’e göre (1997:89) başlangıcından beri pek uzağa gidemeyen “medya etki” okulunun, medya etkisini çeşitli, kısmi ve uzun dönemli olarak niteleyen bir kuram geliştiren “reformcu kanadı” olarak nitelenebilir. Bu nitelemeden farklı olarak, ekme analizinin kültür konusuna Frankfurt okulunu anımsatacak içerikte eleştirel olarak yaklaşımı ve eleştirilerini niceliksel verilere dayandırarak yapması, bu yaklaşımı “Frankfurt okulunun bir tür ampirik biçimi” olarak anlamlandırma olasılığını da çıkartır.
Yaklaşımın yöntemi
Kültürel göstergeler projesi birbirini tamamlayan ileti sistemi ve “ekme” çözümlemelerini içeren iki araştırmadan oluşur. İleti sistemi çözümlemesi için televizyon programlarının örnekleri kaydedilir ve içerik çözümlemesine tabi tutulur. Bu içerik çözümlemeleriyle televizyon dünyasının özellikleri belirlenir. Bu özellikler televizyon dünyasının izleyicilere verdiği potansiyel dersler (ekme) olarak kabul edilir ve alan araştırmasında sorulacak “televizyon yanıtı” ile ilgili soruların kaynağı olarak kullanılır. “Televizyon yanıtı” olmayan soruların kaynağı olarak da resmi istatistiklerden faydalanılır. Televizyon izleme az, orta ve çok olarak sınıflandırılır. Cinsiyet, yaş, eğitim düzeyi, gelir ve (kent ve kent olmayan) çevre değişkenleriyle korelasyon analizi yapılır. Toplumsal sınıf sosyoekonomik statü ile tanımlanmış ve işçi sınıfı, orta sınıf ve üst sınıf olarak ayrılır. Ekme çözümlemesinde televizyonu az ve çok izleyenlerin sorulara verdikleri yanıtlar incelenir. Amaç, çok izleyenlerin sorulara televizyon dünyasının potansiyel derslerini yansıtacak şekilde yanıt vermelerinin (televizyon yanıtı) benzer demografik özelliklere sahip olan fakat az televizyon izleyenlerden daha fazla olup olmadığını bulmaktır. “Ekme” kavramı, izleyicilerin düşüncelerine televizyonun katkılarını açıklar. “Ekme” farklılığı iki izleyici grup arasındaki “televizyon yanıtındaki” yüzde farkıdır (Gerbner et al., 1982:103).
Yaklaşımın Bulguları I: Televizyonun örgütsel ve ideolojik yapısı
Gerbner’e göre (1982):
Televizyon merkezileşmiş bir öykü anlatma sistemidir. Draması, reklamları, haberleri ve televizyon programlarıyla her izleyici eve bir ortak imajlar ve iletiler dünyası getirir. Halk televizyonun simgesel çevresi içinde doğar ve televizyonun tekrarlanan dersleri ile yaşar. Simgesel çevreyi yaratma sıkı sıkıya denetlenen bir süreçtir.
Ticari televizyon halkın elinden etkili bir şekilde soyutlanmıştır. Televizyon halkın doğrudan katılmasından uzaklaştırılmıştır. Halkın yönetiminden korunmuş ve özel şirketlerin yönetimine bağlanmıştır. Bu yönetimi sağlayan mekanizma reklamdır. Reklam yapan firmalar televizyona müşteri çektiği, teslim ettiği, haber ve eğlence yoluyla öteki hizmetleri gördüğü için para öder.
Televizyon olası en geniş izleyici sayısını en az maliyetle elde etmek için rekabet eder. Bunun anlamı en geniş ve alışılmış yaklaşımlar (nüfusun çoğunun hoşuna gidecekleri verme), keskin çatışmaların bulandırılması, rekabet eden görüşleri birbirine katma ve dengeleme, farklı ya da sapan görüntülerden çekinme, korkulan ya da bastırılmış olarak sunmadır. Görevsel bir görüş gerçekte ne kadar merkezden öte veya kaydırılmış olursa olsun, daha aşırı görüntülerle dengelenir. Bu dengeleme sunuşun nesnel, ılımlı veya kitle pazarlaması için yatkın sunuş olarak görünmesi içindir. Bu örgütsel baskılar ve görevler, ılımlı ya da orta yol sunuşların ve yönelimlerin yetiştirilmesini/ekilmesini gösterir (Gerbner ve ötekiler, 1982:105).
Gerbner’e göre televizyon seyretme farklı grupların yaşam koşullarıyla ve dünya görüşleriyle farklı fakat uygun bir şekilde ilgilidir. Bu uygun kalıpların en genel olanları “ana akım” olarak isimlendirilir. Ana akım (anayol, orta yol, ana damar) televizyonun ekmeye çalıştığı genel dünya görüşü ve değerleri olarak tanımlanır. Televizyon toplumun bütün sektörlerine girer, tekrarlanan ve yaygın kalıplar yoluyla belli bir dünya görüşünü ortaya atar; bu kalıplar organik bir şekilde birbiriyle ilişkili ve içsel olarak uyumludur.
Çağdaş toplumda halk artan bir şekilde, gerçek ilişkiler yerine televizyonla ilişkiye girip doyum sağlamakta ve “vekaletsel” deney kaynaklarına dayanmaktadır. Kişileri birbirine bağlayan ve ortak bilinci kuran popüler kültürün dokusu şimdi kitle iletişiminden salınan, genellikle işlenmiş üründür.
Ekme analizlerinin bulgularına göre, televizyon Amerikan toplumunu yansıtırken oranlı şekilde, demografik nitelikleri temsil edecek bir biçimde yansıtmamaktadır. Örneğin televizyonda erkekler kadınlardan üç kat daha fazla yer alır. Kadınların çoğu televizyonda erkeğe hizmet eder, genç erkeklerle tanışır ve hızla yaşlanırlar.
Ulusal gelirin hemen hemen yarısı nüfusun üstteki yüzde yirmisine gittiği gerçeğine rağmen, saf Amerika olarak sunulan “orta sınıf” efsanesi televizyon dünyasına egemendir. Televizyon dünyasında hemen herkes ortalama bir gelirle rahat bir yaşam sürüyor görünür. Amerikan televizyonunda hemen hemen on televizyon karakterinden yedi tanesi orta sınıfta görünür. Çoğu profesyoneller ve menajerlerdir. Hizmet sektörü dahil işçi sınıfı Amerikalıların yüzde 67’sini oluşturur, fakat televizyon karakterlerinin sadece yüzde onu işçidir. Televizyon dünyasındaki düşük oranlı temsil, izleyicilerin sınırlı yaşam koşullarını, sınırlı etkinlikler alanını ve katı bir şekilde önyargılanmış imajlarını ekmeyi ima eder (Gerbner, 1979:180; 1982:106).
C. Yaklaşımın Bulguları II: Televizyonun psikolojik, kültürel ve siyasal etkisi
Gerbner 1960’da Lasswell’in geçmişteki incelemelerin muhasebesini yaparak elde ettiği sonuca bağlı kalarak, medyanın bir kültürde var olan tutumlar ve değerleri “ekip geliştirdiğini” (yetiştirdiğini), böylece bir kültürde “birleştirici rol oynadığını” belirtir. Gerbner’e göre, kitle iletişimi sosyalleştiren ajan olarak rol oynar ve televizyon gerçeğinin izleyicide “ekilmesi” (yani televizyon gerçeğinin izleyicide egemen olması) izleme yoğunluğuyla pozitif bir ilişki içindedir. Çok seyreden izleyicilerin “günlük yaşamın gerçeklerini” tanımlamasında televizyon gerçekleri egemendir. İzleyiciler televizyon dünyasının kültürel dokusunda yatan anlamları emmeye eğilimlidirler, çünkü televizyonu genellikle tercihe bağlı olmayan bir şekilde ve programa göre değil, saate göre kullanırlar (Gerbner, 1979:180). Yoğun seyredenler üzerindeki etki çoktur; az seyredenlerin diğer enformasyon kanallarını kullanmaları fazladır; genç izleyicilerin ve yalnızlık durumunda olanların üzerinde “ekme” etkisi daha çoktur (Hawkins & Pingree, 1983).
Televizyon gelecekteki tercihleri ve kullanışları etkileyen tutumları eker. Okuryazarlığın ve hareketliliğin tarihsel engellerinin ötesine geçen televizyon nüfusun günlük kültürünün öncel ortak kaynağı olmuştur. Televizyon muhtemelen sanayi öncesi dinden beri ilk defa güçlü bir kültürel bağ sağlar (Gerbner et al.,1982). Gerçi televizyon seyretme olayı tutucuları, ılımlıları ve liberalleri bir araya getirir, ama çok izleyenler arasında liberal tutum en zayıf olandır. Televizyon seyretme geleneksel farklılıkları bulanıklaştırır; daha homojen bir ana akım, orta-yol siyasal görüş içinde kaynaştırır; ana akımı azınlıklar ve kişisel haklar konusunda “sert çizgi” konumuna doğru büker. Ekme kuramının önde gelenlerinden Gross’a göre (Boyd-Barrett & Braham, 1987) televizyon kurulu endüstriyel düzenin bir kültürel koludur ve, süregelen inanç ve davranışları değiştirme, tehdit etme veya zayıflatma yerine, öncelikle koruma, dengeleme ve destekleme hizmetini görür.
İncelenen medya gerçeğinde, medya şiddeti ağırlıktadır. Televizyonun toplumsal yaşamı anlatımında da “şiddet ve tecavüz” önemli bir rol oynar. Örneğin akşam programlarında gösterilen şiddet, gerçek hayatta olandan on kat daha fazladır. Fiziksel tecavüzü pek ender acil ve tıbbi yardım izler. Simgesel tecavüz, saldırıyı değil, gücü; tedaviyi değil, kurban etmeyi, incitmeyi, kime karşı kimin neyle “savuşabileceğini” gösterir. Televizyonda bu “savuşabilme” oyununda, yaşamlarının en verimli döneminde olan egemen beyaz erkekler güvenlik bakımından en iyi durumdadırlar. Kurban olma yerine, kurban edendir. Bunun aksine yaşlı, genç, azınlık ırkın kadınları ve genç oğlanlar vahşi çatışmalarda kurban olanlardır. Gerbner’e göre (1992) şiddet gücünün ve kurban etmenin sürekli gösterilmesi, televizyonu çok seyredenler arasında abartılmış tehlike algısı yaratır ve abartılmış bir güvensizlik\tedirginlik duygusu eker. Televizyonu çok izleyenlerde büyük tehlikeler ve emniyetsizliklerin olduğu, “rezil bir dünyada” yaşadıkları duygusunun az izleyenlerden daha keskin olduğu kanısı vardır. Bunu Gerbner “insafsız dünya sendromu” olarak niteler. Bu sendrom, duyarlılığın ve güvenin kaybolmasına katkıda bulunur; bazıları için güç ve diğerleri için incinebilirlilik gösterir ve şiddet ve kurban etmeyi davet eder (Gerbner, 1982; Gerbner, 1992, aktaran Hamelink, 1997:114).
Kuramsal çerçeveyle ilgili eleştiri
Ekme analizi kullandığı niceliksel yöntemle ancak bazı temel ideolojik mekanizmaları aydınlatabilir. Çünkü ideolojinin incelenmesi, daha çok siyasalı ve ekonomiyi de incelemeye katan nitelik incelemesi alanına girmektedir. Alan araştırması ve içerik analizleriyle elde edilen verilerle varabilecek sınırlı sonuç ancak pozitivist-ampirik kuramsal çerçevenin ötesine gidilerek ve bulguları niteliksel analizle birleştirerek aşılabilir. Gerbner kültürel yorumlarında “ana akım” etkisine eğilerek bu tür nitelikselliğe kendi yaklaşım tarzı çerçevesi içinde ulaşmaktadır: Gerbner’in yorumunda, Psikolojik, kültürel ve siyasal ekme sürecinde televizyon, dünyaya açılan pencere veya dünyayı yansıtan araç olarak değil, sembolsel çevre üzerinde egemenlik kuran araç olarak ele alınır (McQuail & Windahl, 1993:100). Bu bağlamda, Gerbner’in yaklaşımını Türkiye gibi ülkelerde medya veya kültürel emperyalizm tezini test için kullanılabilme olasılığı vardır. Bu kullanım da ancak, çok televizyon seyredenlerin, örneğin, Amerika veya Amerikan olan imajlar hakkındaki tutumları ve görüşlerinin oldukça Amerikan gerçeğinden uzak olduğu varsayımının test edilmesiyle yapılabilir. Az televizyon seyredenlerle çok seyredenler arasında, yukarıda belirtilen Amerikan imaj ve gerçeği anlamında fark olmadığı “null hipotezi” ampirik verilerle test edilir ve “null hipotez” reddedilerek veya kabul edilerek sonuç çıkartılır. Weimann’ın (1984) İsrail’de gençlerin Amerika hakkındaki algılarıyla\görüşleriyle televizyon izleme yoğunluğu arasındaki ilişkiyi ele alan incelemesi buna bir örnektir. İncelemenin sonucuna göre, yoğun tv seyreden grubun Amerikan gerçeği televizyonda sunulan abartılmış gerçektir. Gerçi, her tür etki incelemesi, kuramsal yaklaşıma bağlı olarak gelen sorun ve hipotez biçimlendirmesine göre, medya ve kültürel emperyalizm tezlerini test etmede kullanılabilir. Fakat bu kullanımla elde edilen sonuçlar, yöntem ve kuramsal çerçeve dikkatle incelenerek yeniden değerlendirilmelidir. Televizyonun Amerika’da ektiği orta sınıf ideolojisi, Türkiyeye’ye geldiğinde Amerikan kültürel emperyalizmi ve kitle tüketim alışkanlıklarının ekilmesi biçimine dönüşür.
Gerbner’in yaklaşımına şüpheli yaklaşanlar ve eleştirenlerin başında, 1990’ların liberal-çoğulcu görüşler gelir. Bunun nedeni hem Gerbner’in yaklaşımı hem de liberal çoğulcu görüşü eleştirmesidir. Gerbner’e göre, liberal izleyiciler ideolojik bakımdan bağımsız ve yapısız değildir: Yani, izleyici Fiske’nin semiyotik demokrasisinin özgür insanı değildir; Post-modern anti-yapısalcı insan da değildir. Bu anlamda, Gerbner televizyonun ekici etkisi bakımından Frankfurt Okuluna yaklaşır ve Frankfurt okulunun Amerika’daki deneyci temsilcisi olarak nitelenebilir.
Gerbner, liberal-çoğulcu ve post-modernist tarzdaki “direnen izleyici birey” görüşünü ve kamu politikası alanında “kendi anlamını üreten izleyici” araştırmasını anlamsız olarak niteler; çünkü bu yaklaşım televizyonun ektiği ortaklıkları (genel ortak karakterleri) göz önüne almaz: “Kendi anlamını yaratarak direnen izleyiciler” incelemesi, televizyonun ektiği ortaklıkları hesaba katmadığı için, kamu politikaları konuları\sorunları için anlamsızdır. Kamu politikaları konusunda belirleyici rol oynayan müşterek olanlardır (Gerbner, 1991:8, aktaran Roach, 1997:58). “Direnişçi okuma” olabilmesi için (karşıt anlamlandırmanın olabilmesi için), bu okumayı oluşturan ideolojik bir bilinç yapısının olması gerekir. “Direnişçi okumayı” sağlayan bilinç yapısı da ancak belli kültürel ve siyasal hazırlığa/hazırlanmaya bağlıdır. Shohat ve Stam’ın belirttiği gibi (1994:354; aktaran Roach, 1997:58), güçsüzleştirilmiş cemaatler egemen programlamayı direnişçi perspektiften geçerek çözümleyebilirler; fakat bu çözümlemeyi ancak kendi kollektif yaşam ve tarihsel belleklerinin onlara sağladığı alternatif anlama çerçevesi ölçüsünde yapabilirler. Ayrıca, “semiyotik demokraside” metini okuma sürecinde yapılan direnişçi çözümleme, insanı yaşadığı koşullar ötesine götürmez. Ancak o koşulların egemen düşünce ve ideolojik biçimlendirmelerinin ötesine götürebilir.
Hirsch’e göre (1980) Gerbner ve arkadaşları eski doğrusal (linear) “uyaran-cevap-etki” modelini terk etme yerine sadece yeniden formüle etmişlerdir. Gene de, Gerbner’in yaklaşımı klasik deneyci\ampirik etki analizinden daha anlamlı olarak nitelenebilir; çünkü etkiyi kısmi, eklenen ve uzun dönemli olarak ele alır.
İzleyici görüşleri, tutumları ve davranışları ile sembolik yapılar ve yapıların anlamlandırılması arasındaki ilişki oldukça karmaşıktır; Bu nedenle, “kültürel göstergeler” ile “izleyici tutumları” arasındaki ilişkinin ele alınış biçimi ve belli birkaç tv-değişkenine ve sosyo-demografik verilere indirgenerek açıklanmaya çalışılması yetersizdir. Bir tutumun veya değerin organik anlam kalıbı içindeki önemi ve öznel anlamı anlaşılmadan, belli bir durumda kişinin, ya da grubun nasıl davranacağı ve ne yapacağı önceden saptanamaz. Görüşler, tutumlar ve inançlar sadece televizyonla değil diğer medya ve sosyal ilişkiler ağıyla oluşur. Örneğin, Zillman’ın (1980) belirttiği gibi, Gerbner’in “Ekme” okulunun savının aksine, izleyiciyi “korku veren bir dünya görüşüne” götüren etken “korku veren televizyon” değil, halkı “korku veren televizyonu” seyretmeye götüren “gerçek endişe ve huzursuzluk” deneyimidir; çünkü televizyon hayali olarak korku ve gerginliği yükseltir ve arkasından çözüm sunarak serbest bırakır. Zillman’a göre, bu sürecin ikinci parçası pozitif faydaları için incelenmelidir. Zillmann’ın önerisinden öte gidilerek, “pozitif faydanın kimin ve ne için olduğu ve çok yönlü sonuçları” üzerinde durmak gerekir. McQuail e göre (1993), Zillman’ın sunduğu yeterli bir öneri, fakat saha araştırması ve içerik çözümlemesi ile bunun sınanması şansı sıfırdır. McQuail’in pozitivist deneyci işlevsellikten hareket ederek ve işlevsel tanımlama olasılığının olmadığı varsayımına dayanarak sunduğu bu eleştiri pek geçerli değil, çünkü bunun belli ölçüden yapılabileceğini kültürel göstergelerdeki işlevsel tanımlamalar ve ölçmeler göstermektedir. Ayrıca, pozitivist deneyci ölçmeyle elde edilen bulgular ile niteliksel analizle elde edilen bulgular arasında köprü kurarak yorumlamalar yapılamayacağı pür deneycilik veya Avrupa’nın geleneksel niteliksel araştırma geleneği açısından doğru olabilir; fakat her ikisinin de (niceliksel verilerin ve niteliksel anlamlandırmaların) birbirini reddetmesi (negation) ve birbirini karşılıklı dışlayıcı olması (mutual exclusiveness) ancak ideolojik çatışma temelli kuramsal bağnazlıklar içinde geçerlidir.
Gerbner’in kültürel yorumuna göre, televizyon kurulmuş bir sanayi düzeninin kültürel koludur; süregelen inançları ve davranışları değiştirme, tehdit etme veya zayıflatma yerine öncelikle tutma, istikrar sağlama ve destekleme yönünden hizmet eder. McQuail’e göre (1983:205), bu tür yorum ekme savını Frankfurt Okulunun eleştirici görüşüne yakın ve son Marksist çözümlemelerden uzak olmayan bir yere getirir. Fakat kültürel eleştirilerin ideolojik pozisyonunu belirlemede çok titiz davranmak gerekir. Klapper’in sunduğu “destekleme” savındaki amaç ve yaklaşım tarzı buna bir örnektir: Televizyonun destekleyici olduğunu belirten pozitivist-deneyci modellerde, destekleme makro anlamda olumlu olarak görülmektedir. Grupların yeterince temsilini nicelik ve oran bağlamında isteyen eleştirilerin amacı, bu desteği daha etkili olarak yapması isteğini taşır. Bu tür eleştirel yaklaşım, Frankfurt Okulunun kültür endüstrisini eleştirici çerçevesi içine konursa ciddi bir hata yapılır. Desteklemeyi düzenin bir gerçeği ve olumlu olarak kabul etmekle, düzenin egemenlik altındaki sınıflar üzerinde psikolojik, kültürel, ekonomik ve ideolojik baskınlığını sürdürebilmesinin bir gereği olduğunu belirtmek arasında büyük kuramsal fark vardır.
Gerbner okulunun kültürel göstergeler araştırma modeli, televizyonun rolünü kültürün gelişmesini etkileyen ana yapısal etkenleri açıklayan daha geniş bir kuramsal çerçeve içinde incelemez. Bunun yerine, gönderici alıcı modeli gibi, iletinin içeriği ve bireysel algılanması bu içeriğe ve algılara etki eden tarihsel, siyasal ve ekonomik koşullardan soyutlanarak inceler. Bu durum da, alan araştırması ve içerik analizi yönteminin kaçınılması zor bir sonucudur. Televizyon izleme ile izleyici tutumları, görüşleri veya inançları arasında ölçmelerle kurulan bağ neden-sonuç ilişkisini açıklamada yetersizdir. Bu açıdan da, tutarlı bir kuramsal nedensellik ilişkisinin kurulması gerekir ki bu da zorunlu olarak, açıklama ve anlamlandırma süreci içine en azından siyasal ekonomiyi katmayı gerektirir.
Gerbner’in yaklaşımındaki toplumsal denetim (toplumsallaşma) modeli çeşitli izleyici gruplarının farklı yaşam koşullarına göre televizyonun içeriğiğni nasıl çözdüğünü ve içeriğin anlamının farklı alt kültürlerin inanç sistemlerine girdiğinde nasıl değiştirildiğini incelemek için bir çerçeve getirmez. Televizyon iletileri uyum için çalışabilir, uyumu sağlayabilir, fakat bu iletilerin reddiyle gelişen kültürel ayrılık ve değişim nasıl açıklanabilir? Ayrıca, Lewis’e göre (1997:89) Gerbner`in ekme kuramı, izleyicinin anlam kurmasını basitce ikili sisteme indirger: İzleyici ya televizyonun sunduğu biçimdeki dünyayı kabul eder veya etmez. Medya metini, bu katı ikili karşılıklı-oyunda, sadece “tekrarın vuruşlarını çınlatan düz ve temiz bir peyzajdır. Bu sınırlı ve yetersizliğine rağmen, ekme modeli televizyonun çağdaş kültürde belirlenmiş hegemonyacı bir rol oynadığını sistemli bir şekilde göstermiştir.
Gerbner’in modeli, başlangıç noktası olarak televizyonun içeriğini alır ve böylece televizyonun simgesel kültürüyle ulusal kültürü eşleştirerek kendini sınırlar. Televizyon çeşitli alt kültürler ve referans grupları arasında kültürel bir bağ olabilir. Fakat çözümlemeye, bu alt kültürlerin belli bir duruma karşıt olarak nasıl geliştiklerini ve enformasyonun bu durumu anlamak için çeşitli kaynaklar ve çeşitli kitle iletişim araçlarından nasıl alındığının çözümlemesi ile başlamadıkça, televizyonun alt kültürlerin ve ulusal kültürün gelişmesine olan göreli katkısını saptamak zordur.
Daha önemlisi, toplumsal denetim ajanı olarak sadece televizyonu göstermek, kültürel gelişmede rol oynayan öteki kültür üreten araçların rolünü ihmal eder. Gerçi televizyon oldukça önemlidir, fakat, örneğin Althusser’in devletin resmi ideolojik aygıtları, Marks’ın toplumsal üretim biçimindeki öğeler ve aileden başlayarak genişleyen toplumsal sivil örgütlenmeler dahil, toplumsal üretim faaliyetlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Bu tür katma, incelemenin deneyci yanıyla niteliksellik yanı arasında dengelerin değişmesi gerekliliğini ortaya çıkartır. Nitel olanı, işlevsel tanımlamalara dayanan nicel ölçmelerle mikro seviye içine çökertme ve, özellikle 1990’larda yaygın bir şekilde yapıldığı gibi, bireyde başlayıp bireyde biterek “demokratik çoğulculuk” ve “bireysel çoğulcu anlamlandırma” nitelemeleriyle sonuçlandırdıktan sonra, “büyük kuramları” ve “tümcelleştiren yaklaşımları” reddetme, bilimi hem basitliğe düşürür hem de uluslararası şirketlerin egemenliğindeki pazar yapısında, bilinçleri biçimlendirme ve ideolojik sözcülük yapma konumuna sokar.
Gerbner’in ekme modeli 1980’lerden beri diğer ülkelerde kullanılmaya başlandı. Bu araştırmalar seks, şiddet, siyasal yönelim, geleneksel değerler ve sosyal stereotip analizleri yapmaktadır. Bu incelemelerde, örneğin “yerel kültür-bağımlı” sonuçlar elde edildi (Gerbner, 1994). Gerbner’in “yerel kültürel bağımlı” sonucu, “kültürel sömürü, kültürel emperyalizm yok” anlamına gelir. “Yerel kültürel bağımlı” sonuçlar bulgusu, Anglo-sakson kültürel geçmiş, ilişi ve değerleri paylaşan Amerika’nın büyükannesi İngiltere için geçerli olabilir; fakat Türkiye için çok farklı bir anlama sahiptir: En azından kültürel hegemonya veya sömürüyü heceler.
Gerbner’in yaklaşımında, Amerikan pozitivist iletişim yaklaşımlarında olduğu gibi, “(a) dıştan gelen kültürel mesajlar yerel toplumun kültürünü mü eker? (b) Mesajın geldiği kültürün değerlerini mi eker? (c) İkisini birlikte mi eker? (d) Aralarında egemenlik ve mücadele, yok etme, kendine benzetme gibi ilişiler mi var? (e) Dıştan gelen mesajlar gerçekte alakasız mıdır?” gibi sorular ya görmemezlikten gelinir, ya “karşılıklı-bağımlılıktan” bahsedilerek çözümlenmeye çalışılır, ya da ilgisiz\alakasız olarak nitelenir. Alakasız diyen yaklaşım, etkiyi tümüyle reddeder. Ekme modeli en gelişmiş şekliyle, kültürel etki yerine kültürel alışverişi, kültürel değiş tokuşu (mübadeleyi) getirir.
Yöntemle ilgili eleştiri
Gerbner’in yaklaşımı kültürel ve siyasal iletişim alanında Amerika’da ve sonradan Avrupa ve diğer yerlerde kullanılmaktadır. Bu tür incelemelerin genel sonucuna göre, televizyon “orta yol siyasal görüşleri eker. Bu orta-yol görüş yoğun izleyicilerin kendilerini siyasal tanımlamalarında gösterir. Elbette, orta yol siyasal görüşü desteklemeleriyle paralel olarak, “fazla izleyenler” de bu yolu seçmeye yöneleceklerdir. Ekme analizinde sonuçlar izleyicilere kendilerini siyasal bakımdan tanımlamaları ve bunun istatistiksel sonucuyla elde edilmektedir. Bu sonuç da, “öz değerlendirmenin” ne denli geçerli ve güvenilir olmasına bağlıdır.
Gerbner’in yöntemi bir çok yerde çeşitli biçimde kullanılmaktadır. Örneğin, yöntemin aynısını kullanarak inceleme yapan Piepe ve diğerleri (1977), İngiltere’de şiddet ile çok televizyon seyretme arasında istatistiksel bakımdan bir anlamlılık bulamadı ve Gerbner’in modelinin çalışmadığı sonucuna vardı. Her sonuç gibi bu sonucu da, incelemenin yapıldığı sosyal çevrenin kültürel yapısı ile yeniden anlamlandırmak gerekir. Amerikan kültürel koşullarında geçerli olan, farklı kültürel durumda geçerli olmayabilir.
Modelde karmaşık semiyotik anlam kurma, “televizyon izleyicileri ya tv dünyasını kabul eder veya etmezler” ikilemi içine çökertilir ve içerik analiziyle elde edilen göstergeler bu iki boyutlu basit frekans dağılımına indirgenir. Frekans dağılımları ve merkezi yönelimler, dağılımdaki yüzdeleri ve en tipik dağılımı (orta noktayı) verir. Bu dağılımla, sosyo-demografik verileri karşılaştırma ise, istatistiksel bakımdan anlamlı ilişkiler olup olmadığını ortaya koyar. Bu tür araştırma korelasyon seviyesindedir. Bu seviyedeki analiz, pozitivist deneyci yaklaşım açısından, nedensellik ilişkisi kurma olasılığı vermez; fakat nedensellik ilişkisi analizi için değişkenlerin belirlenmesinde bilgi sunar.
Lewis’in de (1997) belirttiği gibi, dünyayı belli biçimde algılamayla, izleyicilerin televizyon izleme yoğunluğu istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki ortaya çıkartabilir. Fakat bu bağ ne zorunlu ne de otomatik bir bağdır. İstatistiksel ilişkiler yönelimleri gösterir. Bu ilişkiler, televizyonun, diğer sosyal süreçlerin yanında, ideolojinin biçimlenmesinde rol oynadığını ima eder.
Televizyonu çok veya az seyredenlerin seyretme amacı veya izleyiciyi seyretmeye götüren nedenler de tek değildir. Kullanışlar ve tatminler modeliyle yapılan incelemeler, medya kullanımında ve aranan ve elde dilen tatminlerde oldukça çeşitli farklılıklar olduğunu göstermektedir (Erdoğan, 1978; Dominick, 1990). Televizyon içeriğinde niceliksel içerik çokluğu ve farklılığı vardır. Bu çokluk ve farklılıklar, belli bir egemen ideolojik yapının ifadeleri olsa bile, aynı ideolojik egemenlikteki farklı gerçeklerin desteklenmesi ve sürdürülmesinde görevseldir. Dolayısıyla, televizyonun ana akımı ektiği savı, şiddet ve siyasal tercihler ötesinde çok daha detaylı olarak anlamlandırılmayı yaptıracak kapsamlı bir araştırma dizaynı gerekir.
İzleme yoğunluğunu temel olarak ele alma yaklaşımı oldukça indirgemeci yapmaktadır. Bunun yerine, örneğin Pingree ve Hawkins’e göre (aktaran Condry, 1989:128), gruplandırma, izleyicilerin tercihlerinden hareket ederek, içeriğe göre yapıldığında, izlemeyle ilgili daha faydalı bir ölçme yapılır. Pingree ve Hawkins’in önerisi yeterli bir çözüm getirmemektedir, çünkü izleyici tercihine göre yapılan gruplandırma “kullanışlar ve tatminler” yaklaşımının gruplandırması ötesine gitmez ve gene medya endüstrisinin yapısını yansıtan egemenlik karakterini taşır. Elbette, izleme yoğunluğuna dayanarak ölçme ve istatistik analiz, sonuçta izleme yoğunluğuyla ilgili çözümler getiren bir kuramsal sınırlılığı anlatır ve bunun aşılması gerekir.
Televizyon izleme ve izleyici tutumları\görüşleri arasındaki ilişkide, televizyon izlemeyi bağımsız ve diğerlerini bağımlı değişken olarak ele alma yeterince geçerli görünmemektedir. Neden-sonuç ilişkisi Gerbner’in yaklaşımında sunulanın tam tersi yönde olabilir: Saldırgan veya korkak insanlar diğer insanlardan daha fazla televizyon seyrediyor olabilir (Hawkins & Pingree, 1983 aktaran McQuail & Windahl, 1993:101). Ayrıca, Tv’yi çok seyredenlerin saldırgan içeriği seçmeleri ve tv-dünyasını yansıtmaları, bu izleyicilerin televizyon-güdümlü olmayan tutumlarından dolayı olabilir. Özlüce, belli tv içeriğini ve televizyonu çok izlemeleri hem başka nedenlerden dolayı hem de dünya görüşlerine destek arama koşullu olabilir.
İzleyicilerin çok seyretmeleri ile Tv-dünyası görüşlerine sahip olmalarının ardında sosyal izolasyon, engellenme, işsizlik, sınırlı tercihler, saldırganlık deneyimleriyle dolu bir aile ve yakın çevre gibi diğer nedenler yatabilir. Bu durumda, Gerbner’in yaklaşımıyla kurulan nedensellik bağı “sahte ilişki” olabilir; ya da, diğer faktörler kontrol edildiğinde kurulan nedensellik bağı ortadan kalkar veya bağımsızın bağımlıyı açıklaması, sağlıklı bir yorum yapılamayacak bir seviyeye düşer.
Diğer bağımsız değişkenlerin kontrolü olasılığının olmadığı, sadece kişilerin öz-bildirilerine dayanıldığı, alan araştırmasıyla, isimsel (nominal) veya kademeli (ordinal) ölçülerin kullanıldığı bir araştırma dizaynı ile nedensellik bağı kurmak geçerlilik sorunları taşır. Gerbner’in yaklaşımında bazı değişkenlerin kontrolü yapılarak incelemeler yapılmıştır. Doob ve McDonald (1979; aktaran Condry, 1989:130) izleyicilerin yaşadığı mahalleyi kontrol ederek yaptıkları incelemede, Gerbner’in geliri kontrolünden daha güvenilir bir kontrol sağladıklarını belirtmişlerdir. Hirsch’e göre (1980; aktaran Livingstone 1990:16) televizyonda şiddet içerikli tv izleme ile şiddetten korku, izleyicilerin yaşadıkları semt ile açıklanabilir: Cinayetin yüksek olduğu semtte insanların evde kalıp daha çok televizyon seyretmeleri ve saldırıya maruz kalma şanslarının çok olduğuna inanmaları, cinayetin az olduğu semtlerdeki izleyicilerden daha fazla olması olasılıklıdır.
İçerik analiziyle anlamların kelimelere indirgenmesi ve niceliksel ölçümü, özellikle frekans analizi seviyesine düşürülmesi, hem sonuçlarla anlam üretme hem de istatistiksel testler bakımından büyük ölçüde bilgi ve enformasyon kaybı anlamınadır. Gerçi Gerbner, geleneksel pozitivist içerik analizindeki “sözlük” anlam yerine “çağrışımcı” anlam üzerinde durur, fakat gene de içerik analiziyle, açıklanması istenen toplumsal ilişkiler ve gerçekler, metindeki (tv programındaki) anlamla açıklandığı için, en azından, yetersizdir. Post-modern kültürel analizlerde de yapıldığı gibi, yaşanan insan gerçeği, bu gerçeğin “yanlı-anlamlandırılması” olan metinde gizli değildir. Elbette, gerçek, gerçek yaşamın
ifadelerinde aranmalıdır; fakat metin, ifadeler tümü değildir; metin sadece bu ifadelerden biridir. Bu tek ifadenin sunduğu açıklamaya çok dikkatle yaklaşmak gerekir.
Gerbner’in yaklaşımında izleyiciler çok ve az seyredenler olarak ayrılmakta ve bu özelliğe göre istatistiksel karşılaştırma ve anlamlandırma yapılmaktadır. Bu ayırımın sınırlılığı yanında, televizyonu az ve çok izleyenler aralarında sadece televizyonun kültürel göstergeleri bakımından ayrılmazlar, aynı zamanda kendi içerinde ve aralarında sosyo-ekonomik, siyasal görüş, eğitim, meslek, yaş, cinsiyet, alışkanlık, gelenek, aile yapısı, sosyal sınıf, yaşanan çevre gibi önemli etkenler bakımından da ayrılırlar.
Yöntemle ilgili diğer önemli eleştirilerde, (a) Gerbner’in ‘şiddet indeksine” (örneğin deprem nedeniyle olan yaralanmalar gibi) kattığı bazı dramatik eylemlerin gösterilmesinin izleyiciye zarar getirecek doğaya sahip olmadığı belirtilmiştir; (b) Gerbner’in niceliksel sayım metodu tek bir şiddeti çoklu saymayla sayıma katmaktadır; (c) Gerbner’in tek bir haftayı örneklemesi yetersizdir ve temsili değildir. Gerbner bu eleştirilere karşı yönteminin geçerliliğini savunmuştur (Blank and Gerbner, 1977).
Şiddet Profilinin çeşitli alt-grup üyelerinin saldırgan (pozitif) veya kurban (negatif) oranlarını işaret eden “risk oranı” öğesi de eleştirilmiştir. Örneğin kadınlar yüksek negatif puan (kurban) almaktadır. Bu durum Gerbner’in şiddette sadece ender olarak yer alan gruplara yüksek puan vermesinden kaynaklanmaktadır. Blank’e göre (1977) “Sorumlu vatandaşların” zararlı olarak niteledikleri, gülünç eylemlerin ve kazaların şiddet indeksine katılması uygun değildir. Gerbner bu yapışların indeksten çıkarılmasının gereksiz olduğunu belirtmiştir. Gerbner’in bir tv sunumundaki şiddet eylemini sayışı (bir şiddet eylemine bir diğer katılıcı girince yeni bir şiddetin başlaması) dramatik süreklilikle çelişkilidir ve yanlış sayımla sonuçlanır. Gerbner, şiddet eyleminin şiddete katılanlarla tanımlamanın, her eylemi sosyal içerik\bağlam içine yerleştirmeye izin verdiğini belirtmiştir.
Gerbner’in bir haftalık örneklemindeki varyans yıllar içinde büyük farklılıklar göstermektedir. Varyansın yıllara göre büyük farklılık göstermesi, kullanılan ölçeğin zaman içindeki trend amaçlı kullanılmasında faydasızdır\geçersizdir. Gerbner (1977, 1979) Şiddet Profili ölçüsünün geniş tabanlı olduğunu ve varyansı minimuma indirdiğini belirtmiştir. Elbette farklı zamanlardaki ölçmelerde varyans farkının yüksek olması ölçünün zaman içindeki geçerliliği sorununu ortaya çıkartır. Ölçmenin tek bir zaman kesiti yerine çeşitli zaman kesitlerini içeren bir biçimde yapılması, özellikle heterojenlik yaygınsa ve değişim olasılıkları fazlaysa, elbette tek kesiti ele almaktan daha anlamlıdır; fakat aynı ölçmenin farklı zaman kesitlerinde yapılması, televizyon dışında izleyici üzerindeki belirleyici değişkenleri ne kontrol edebilir ne de ortadan kaldırabilir.
Cinayet, saldırganlık ve şiddet gibi değişkenleri izleyicilerin tahminlerine dayanan niceliksel çoklukla ölçmek, izleyicilerin şiddet ve cinayetle ilgili inanç, tutum ve görüşlerini belirlemede oldukça kaba bir ölçmedir. Aynı niceliksel sayı herkes için şiddet ölçüsü olamayacağı gibi, niceliksel çokluk, özellikle çeşitlilik bakımından, her zaman niteliksel yoğunluğu anlatmayabilir. Örneğin, izleyicilerin semtlerinde kaç kişinin soyulduğu ve o semtteki şiddetin derecesi hakkındaki görüşleri, o semtteki şiddet ve suçun ölçüsü olmada çok yetersizdir. Hatta geçerli bir ölçü bile değildir. Bu görüşlerin “televizyon gerçeği” olarak alınması, belki de, belli şiddeti meşrulaştıran ve yücelten bir kültürel yapıyı doğrudan incelemekten kaçışın bir ifadesidir. Bu kaçısın ve yönelimin anlamı oldukça ciddidir: Sorunu olduğu yapısal konumdan alıp başka bir konuma yerleştirerek, soruna neden olarak “medyayı” (teknolojiyi) ve medyaya yenik düşen izleyiciyi gösterdiğimizde, eleştirilmesi ve değiştirilmesi gereken yapıyı hem göz ardı ederiz hem de meşrulaştırırız.
Gerbner okulunun araştırma dizaynında, televizyonu çok seyredenlerin tutum, dünya görüşü ve inanç bakımından homojen bir grup olduğu varsayımı da yeterince geçerli değildir. Aktif izleyici savı ve Liberal-çoğulcu post-modern izleyici modellerine göre, izleyiciler televizyon içeriğini pasif olarak emmezler, onun yerine televizyon gerçeğini kendilerine göre bireysel olarak yeniden kurarlar. Bu nedenle, çok televizyon izleme, tv dünyasının sunulduğu gibi özümseme ve benimseme anlamına gelmez. Bu bireyselliğe dayanan açıklamanın ötesinde, televizyonu yorumlama kültürel ve ideolojik anlamlandırmadır ve nasıl anlamlandırıldığı da televizyonun kullanıldığı toplumsal ortamdaki anlamlandırma çeşitlilikleri (egemenlik ve mücadeledeki anlamlandırma biçimleri) içinde olur. Aynı ideolojik çerçeve içindeki anlamlandırma bile farklılıklar gösterebilir, çünkü ideoloji birbiriyle yüzde yüz uyum içindeki öğelerin birleşiminden veya ağından oluşmaz.
Gerbner okulunun yaklaşımı, televizyon izlemenin etkisinin davranışlar yerine tutumlar üzerinde olduğuna ağırlık verir. Böylece, medya endüstrisinin cinayet ve intihar gibi davranışsal yönlendiriciliği\etkisi “tutum” içinde sınırlandırılır. 1980 ve 1990’larda, tutumlar ve davranışlar arasındaki nedensellik bağına diğer güçlü etkenlerin sokulması ve böylece tutumla davranış arasında neden-sonuç ilişkisinde tutumun belirleyiciliğinin diğer bireysel yönlendirici neden ve ara-nedenlerle etkilenmesi incelemeye sokulur; medya izleyicilerin zararlı davranışlarıyla ilgili sorumluluktan arındırılır. Böylece, tutumlara etki olabilir; fakat davranıştan sorumlu olan bireydir. Bu yolla, bir taraftan medya içeriği “şiddet” açısından eleştirilir ve şiddet olmayana doğru bir içerik değişimi gerekliliği ileri sürülürken, öte yandan, bireylerin davranışlarından dolayı medyanın sorumlu olmayacağı vurgulanır. Gerbner’in meşrulaştırma sunumu bu türden daha çok, televizyonun saldırgan davranış yerine, sunumlarında doğrunun ve haklının kazanmasıyla gelen ve statükoyu destekleyen “yasa ve düzen” anlayışını desteklediği görüşünde yatar.
Bulgular ve yorumlarla ilgili eleştiriler
Lewis (1997) cultivation analizini Frankfurt okulunun, özellikle Adorno ve Horkheimer’in, geliştirdiği “eski stil, büyük fakat basit belirleyicilik” kuramlarına benzetmektedir. Lewis’e göre (1997:90) istatistiksel verilerin Ekim analizcileri tarafından yorumlanış biçimi, genellikle yapılan “tembelce” bir yoldur. Yoğun televizyon izleyicilerini televizyonun semiyotik yapılarına bağlayan bulgular kaçınılmaz belirleyicilik değil, ilişkilerdir. Yani, dünyayı belli biçimlerde algılama halkın televizyon izleme miktarına bağlanır. Bu bağ istatistiksel bakımdan anlamlı olabilir; Fakat bu bağ ne zorunlu ne de otomatik bir bağdır. Bu tür istatistiksel anlamlı ilişkiler “mutlakları” değil, “yönelimleri” ifade eder. Bulgular, belli bilinmeyen koşullar ve diğer sosyal süreçler yanında, ideolojinin biçimlenmesinde televizyonun rol oynadığını anlatır. Ayrıca, kültürel göstergeler incelemeleriyle elde edilen veriler sadece televizyonun gücünün değil, aynı zamanda gücünün sınırlılığının da kanıtıdır.
Gerbner, kitle iletişim araçlarının etkilerinin anahtarını, onların bir sanayi toplumunda imgesel düşüncelerin ve bilincin ekilmesi (cultivation) işlevini üstlenebilme yeteneğinde görmektedir. Gerbner, kitle iletişim araçlarının temel sürecinin kelimenin tam anlamıyla “açığa vurma” olduğunu söylerken şöyle demektedir: “Modern kitle iletişiminin gerçekten devrimci önemi ... eskinin zaman, yer ve statü sınırlarının ötesinde hızlı, sürekli ve inandırıcı olarak ortak düşünce ve eylem için tarihsel yeni temeller oluşturma yeteneğidir.” (aktaran Alemdar ve Erdoğan, 1998). Sonuç olarak, Gerbner’e göre, “eğer ana akım çizelgemiz geçerliyse, siyasal yönelimler, kitle iletişim araçları ve demokratik süreçler hakkındaki temel varsayımlar gözden geçirilmeye ve değiştirilmeye muhtaçtır” (Gerbner, 1989:126).
Gerbner okulunun bulgularına göre, çok yoğun televizyon izleme, daha homojen veya yakınsak fikirlere götürmektedir. Elbette burada sorulacak soru, yoksa, bu tür kişiler mi yoğun televizyon seyretmektedirler: Yani, daha önceki sayfalarda da tartışıldığı gibi, nedensellik bağı soruşturulabilir ve bağımsız olarak sunulan aslında bağımlı olarak sunulanın bir sonucu olabilir. Kullanışlar ve doyumlar kuramsal çerçevesinden hareket eden Blumler ve Gurewitch’in ayrı kuramsal gerekçelere dayanarak belirttiği gibi, televizyon izleyenler bu basit ve ihtiyatlı dünya görüşünü televizyon programlarından alma yerine kendileri televizyon deneylerine getirebilirler (1982:260).
Gerbner televizyonu eleştirirken “ana akım\yol” için televizyonu oldukça “görevsel” olarak niteliyor. Gerçekte de, televizyon modern cehaletin (özellikle tüketim cehaleti ve inanç sömürüsünün) ekicisi ve teşvikçisi olarak oldukça görevsel bir araçtır. Televizyon, Amerika’da ve diğer ülkelerdeki resmi okullar gibi, kapitalist sistem için fonksiyonel açıdan “dinleyen, seyreden, öğrenen ve taklit eden” siyasal, kültürel ve ekonomik tüketim-cahilleri üretir. Televizyonla, halka neye gereksinme gerektiği ve nasıl tüketeceği öğretilir, fakat bu halk tüketimlerinin doğası ile ilgili en küçük bir gerçeğin farkında olmasına olanak verilmeyecek kadar cahilleştirilir. Modern dünyanın “tüketim bilgiçleri” yaratılır ve bu bilgiçler kitlesi Marlboro, Levi’s, Coca Cola, Punk ve Junk müziği kültürünün, bireysel deneyimler ve bağımlılıktan geçerek gelen, eğitilmişleridir. Tüketim bilgiçleri üretim ilişkileri konusunda kölece-biçimlendirilmişlerdir ve hem özgür birey olarak sunulurlar hem de kendilerini özgür birey sanırlar. Elbette, televizyon seyretmek için okuryazar olmaya gerek yoktur, çünkü televizyon bu engeli görüntü ve söz yoluyla aşar. Sonra televizyonla olan ilişkinin niteliği, yapısı ve biçimi gelir. Sorulması gereken esas sorulardan biri şudur: Televizyon olgusu insan düşüncesinin demokratlaştırılması mı, yoksa düşünceler ve davranışlar üzerinde ekonomik, kültürel ve siyasal egemenliğin damgalanması mıdır? Yönetenler ve halk arasındaki, ortak bağ, birinin (yönetenlerin) kendi gerçeğini yaşaması ve ötekilerin (halkın) bu gerçeklerin hayalleri ve görüntüleriyle kendini avutmasından, kendi kendini suçlamasından, depresyonlara girmesinden, kendine ve benzerlerine düşman kesilmesinden, egemenliğe meşrulaştırılmış zorunlulukla veya gönüllü boyun sunmasından başka ne olabilir? Egemenlikle gelen karşılıklı bağımlılıktaki ortak deney, birinin gerçeğinin ötekinin hayali düşleri ve umutsuz umudu olması değil mi? Bu ortak deney günlük gerçek ilişkilerde, örneğin, ezenle ezilen, işverenle işçi, işten kovanla kovulan, toprak sahipleriyle topraksızlar rüşvet alanla rüşvet vermek zorunda kalan arasındaki ilişki olarak kendini gösterir. İnsanlar simgelerle, metinlerle ve metin çözümlemeleriyle değil, bütün bunların olduğu örgütlü yapılardaki ilişkilerle yaşamlarını sürdürürler; köle veya efendi, aç veya tok, izleyici veya izletici olurlar.
Gerbner’in bulgularına göre, televizyon “ana akımı” Amerikan halkının 20. yüzyıldaki gerçek “kaynaşma kazanı” (melting pot) olabilir. Televizyonun yarattığı karışım popüler kendi kendini yönetme pratiği olarak ve kuram için önemlidir. “Melting pot” ideolojisine göre, Amerika bir kazan, kazanın içinde sayısız farklı ırk ve ulustan gelen insanlar vardır ve bu insanlar bu kazanda birleşip kaynaşarak muhteşem Amerikalı ve Amerika’yı oluştururlar. Ama bu Amerika herhangi bir ülke ile savaşa girdiğinde veya ilişkilerini sertleştirdiğinde bu ülkeden gelip Amerika’ya yerleşen Amerikalılar kazan içinden çıkarılır, esir kamplarına konur ve malları talan edilir. Bunun en güzel örneği 2. Dünya Savaşı sırasında Japon asıllı Amerikalılara yapılanlardır. Hepsi (120 bin) askeri kamplara konulmuş, ellerinden toprakları dükkanları alınmış, esir muamelesine tabi tutulmuş sonra da gençleri savaşta (özellikle İtalya’da) ön saflarda savaştırılmıştır. İkinci bir örnek, İran’da Humeyni rejiminin Amerikalıları rehin almasından sonra yaşanmıştır. İran asıllı Amerikalılara okulda kazandıkları ödüller, “Onlar bizim adamlarımızı kaçırıyor, biz bu düşmanın çocuklarına ödül veriyoruz” düşüncesiyle verilmemiş; İran asıllılar sokaklarda ve evlerde dövülmüşlerdir. “Melting pot,” efsanesi gerçekte ideolojik bir propagandadan öte çok az gider (Erdoğan, 1995).
Gerbner’in Kİ dergisindeki çözüm önerileriyle de yeniden sergilendiği gibi, Annenberg Okulu varolanı tanımladıktan sonra bu varolanın oluşumuyla ilgili parçaları, çelişkili olsa veya uymuyor görünse bile, değişikliğe uğratmanın varolanı değiştirebilecek sonuçlar doğurabileceğini düşünmemektedir. Bu okula göre, eğer her şey “televizyon çağının” belgesine göre değişikliğe uğratılırsa, televizyon ana akımının sağladığı popüler kendi kendini yönetme sistemi ideal biçimine kavuşacaktır. Aslında televizyon ana akımı varolanı toplumsal koşulların işlemesinin bir sonucudur ve bu koşullardaki bir değişiklik önem derecesine göre, ana akımda da değişikliklere yol açma olasılığı yüksektir. Bu değişikliklerin ana akımın istediği yönde olacağını hiç kimse garanti edemez. Gerçek dünyada laboratuar dünyasında yapıldığı gibi belli değişkenleri sabit tutup, ötekilerini ekleyerek veya değişikliğe uğratarak istenen sonucu elde etme olanağı çok sınırlıdır.
Okulun bulguları izleyicilerin algılarının televizyon dünyasının verdiği ile aynı olduğunu göstermiştir. Fakat bunun böyle olmasında televizyonun ilk neden olup olmadığını söylemek zordur (White, 1983: 287, 290). Ayrıca, televizyon dünyasıyla bu dünyayı izleyenin dünyası ayrı iki dünya değildir: İleten ve alıcı aynı kültürel koşulların insanlarıdır. Bu koşullar da, en iyi biçimiyle sosyal üretim süreçlerindeki egemenlik ve mücadele ilişkilerinin öğelerine eğilerek anlaşılabilir.
Gerbner’in Kİ dergisindeki “Anlattığımız Öyküler” makalesi elbette ciddi bir konuyla ilgilenmektedir. Gerbner’in sunumundaki açıklamaların hepsine herkesin katılması beklenemez ve yukarıda sunulan eleştiriler ve değerlendirmeler bu makale için de geçerlidir.
Gerbner’in bahsettiği “anlattığımız õyküler” aslında “bize anlatılan” ve “bizden veya bizden olmayan bazılarından geçerek anlatılan” õykülerdir. Egemen õykülere herkesin istekle ve bilinçli olarak boyunsunduğu; izleyerek ve iletişim biçimlerinden herhangi birini veya bir kaçını kullanarak yansıttığı ve dolayısıyla sürdürülebilirliğini sağladığı bir tarzda yaklaşmak, kuramsal bir hatadır. Õnce, õykülerin tekelciliği, homojenliği ve globalleşmişliği karakteri, alternatiflerin veya mücadele edenlerin ortadan kalktığını ve tarihin son bulduğunu anlatmaz. Bazı “bizlerin” anlattığı õyküler Gerbner’in “Bizi’nin” anlattığı õyküler olmadığı gibi, egemen õykülerle çakışmaz. Anadolu’da 1950’lerde anlatılan öykülerle 1990’larda anlatılan öykülerdeki “bizlik” farklı karakterlere sahiptir. 1990’lardaki Televizyondan geçerek de yansıtılan anlattığımız egemen öykülerdeki bizlikler’de Amerikan kültürel ve kitle ürünlerinin bizliği egemendir. Bizim diye anlatılan ve anlattığımız bu öyküler bizde egemenlik kuranın serüvenlerinin öyküleridir.
Gerbner’in sunduğu her õykü tipinde, insan tarihinde yere ve zamana bağımlı, değişen yoğunlukta egemenlik ve mücadele vardır. Her õykü tipinde meşrulaştırmalar ve gayri-meşrulaştırmalar bulunur. Bu karakteri gözden kaçırmamak gerekir.
Gerbner’in yorumundan farklı olarak Orta çağlarda Avrupa kilisesi Feodal düzenin sadece kültürel kolu değil, aynı zamanda Avrupa topraklarının üçte birini tutan ekonomik güçtü. Kilise Avrupa insanının hem ruh hem de materyal bakımdan sõmürdü. Daha önemli olarak, ruh sömürüsü Orta Çağın bitmesi ve “aydınlanmanın” gelmesiyle son bulmadı. Ruh sömürüsünü burjuva siyasetçileri örgütlü dinin kıskanç işbirliğiyle yapmaktadır. Bu işbirliği Türkiye’de 1990’lardaki durumun önde gelen nedenlerinden biridir.
Aslında, Gerbner’in, basının Rönesans ve Reform dõneminde ortadan kaldırdığını belirttiği kilisenin egemenliği, ne o zaman ne de şimdi Avrupa ve Amerika kamusu\halkları üzerinden kalkmıştır. Tam aksine, özellikle 1980’lerden beri, õrneğin Amerika’da endüstriyel yapının modern siyasal sistemi, sermayenin egemenliğinde kilisenin insanların ruhlarını yõnetmesinin meyvelerini toplamaktadır. Bu din sõmürüsü nedeniyle 1980 õncesinin ‘merkez” olan Cumhuriyet partisi, daha sağa kaymış; ve ortanın solunda olan Demokratlar ise “merkeze” yerleşmiştir.
Kilise basından çok õnce, Avrupa’yı bir ortak bilinç etrafında topluyordu ve bunu da bire bir yüzyüze iletişimle yapmıyordu. Dolayısıyla, bu konuda da basına atfedilen yapış geçersizdir.
Endüstriyel devrimin, õzellikle basın ve ulaşımın kitlelerin bilinci üzerine yaptığı sõylenen “değişimci” ve ‘õzgürlükçü” etki, õzellikle 18 ve 19’uncu yüzyıldaki okuma-yazma seviyesinin azlığı nedeniyle oldukça abartılmış bir yorumdur.
Gerbner’in yorumunun aksine, insanlar basın olgusundan õnce de õzgürlük mücadelesi veriyordu ve dolayısıyla, kendi değer ve ilgilerine gõre kendi õykülerinin sõylemlerini üretiyordu.
Öykü anlatmayı endüstrileştiren “basın” denen teknoloji değil, bu teknolojinin geliştirildiği ve kullanıldığı pazar yapısıdır. Bu yapıda sadece “õykü anlatma” endüstrileştirilmedi, aynı zamanda “õykü” sermayenin elinde kar amaçlı emtia haline dõnüştürüldü. Daha da öte gidilerek, öykülerden geleneksel tutumluluk ve tutuculuk kültürü çıkartılıp atıldı; kitle üretiminin kitle tüketim kültürünün, yer yer eleştirse bile, öğeleri yerleştirildi.
Gerbner, hızlı basım ve kitle ulaşımıyla dağıtma sonucu, yeni bir bilinç biçiminin, yani neyin nasıl olduğu, nasıl çalıştığı ve nasıl yapılması gerektiği hakkında ortak bir bilinç etrafında toplanan insanların oluşturduğu modern kitle kamularının (mass publics) yaratıldığını ve bunun daha õnce asla olmadığını belirtmektedir. Eğer kamuoyunu\halkı sermaye düzeninin siyasal yapısının bilinci etrafında toplanma olarak tanımlarsak, ancak o zaman, bu yorum doğrudur.
Gerbner’in siyasal çoğulculuk ve seçeneğin kõkünün basın çağı (burjuvalaşan batı) olduğu yorumu da dikkatle ele alınmalıdır. Eski kõlelik sistemi Yunanistan’da ve Roma’da siyasal çoğulculuk ve seçenek “õzgür vatandaşlar” için yok muydu? Vardı.
Gerbner, kamu eğitiminin “cemaatin kurumu olduğunu ve kişiyi kavimsel ve ortaçağ bağımlılıklarından ve her tür tekellerden ideal olarak “kurtarabilirdi” diye belirtiyor. Kurtaramazdı ve de kurtaramaz. Çünkü kamu eğitimi halkın kendi ihtiyaç ve istemlerinden gelen bir oluşum değildir. Dolayısıyla “endüstriyel toplumun geniş halk kurumu” değil, endüstriyel yapının geniş halk kitlelerine dayattığı bir kurumdur. Endüstriyel yapının kalifiye ve yarı-kalifiye çalışana ihtiyacı ve siyasal yapının ise meşruluk ve süreklilik sağlama gereksinimleri kamu eğitiminin gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. Gerbner’in belirttiği kamu eğitimi belki kişiyi kavimsel ve ortaçağ bağımlılıklarından kurtarmıştır. Bu kurtarışın “kurtuluş ve õzgürlük” olarak ilan edilebilmesi için, kurtarılanın yeni bir bağımlılığa girmemesi gerekir. Kamu eğitimi insanları endüstriyel yapı için gõrevsel olmayan bir bilinç ve psikolojik durumdan “kurtarıp,” sermaye düzeninin yapısına faydalı õzgür-kõle-bilinçler yaratmıştır ve yaratmaktadır. Bu yaratmada, kamu eğitim sistemi günlük egemen iş yapış biçimiyle (eğitim kültürüyle) endüstriyel yapının soğuk terörünü kopyalayıp uygular. Eğitimde “not” ile değerlendirme (õdül ve cezalandırma) sermayenin uyguladığı ücret politikasıyla çakışır; gençler yatay-rekabeti õğrenir ve dikey boyunsunmayı yatkın hale getirilir. Kamu eğitimi bittiğinde, genç hem bilinç hem de psikolojik bakımdan “dünyaya” (pazarın egemen yapısına) yoğrulmuştur. Yoğrulmayanlar ise ya işsiz kalırlar ya da işyerindeki profesyonel ideolojilerle “iş yerinde eğitilirler.” Bu “iş yerindeki eğitimde”, örneğin, dünün Mao’cusu veya solcusu milyarlık materyal ilişkiler gerçeğiyle mücadeleci emperyalizm söylemi seçeneği arasında kalır; genellikle Mao’cu veya solcu girdiği yeni üretim ilişkisinde eski-kendini yeni-kendine baş düşman olarak görür ve patronu ondan açıkça böyle bir şey istemediği halde, eski-kendini yerden yere çalmaya başlar.
Gerbner televizyonun modern toplumu yeniden-kavimleştirdiğini belirtmektedir. Fakat sorulacak soru: Nasıl ve kimin için kavimleştirdi ve bu kavimin yapısı ne? Kavimde dil, din, kan, çıkar, bir diğerini aç ve yoksul bırakmayacak ölçüde geçmiş ve gelecek ortaklığı vardır. Televizyonun yarattığı kavim bu karakterlerden yoksundur; IBM, Siemens, BMW, Coca Cola, Pepsi, Hard Rock, Pizza, Levi’s, Pembe Diziler, A-Team, J-R ve çizgi filmlerin yarattığı kavim, kavmi değil kültürel ve ekonomik emperyalizmi heceler.
Gerbner’in günümüzdeki kültürel çevreyi betimlemesini Frankfurt okulu çok õnceden yapmıştı. Etik\ahlak din veya din dışı kõkenli siyasal sağın yaklaşımlarda da benzeri kültürel egemenlik değerlendirmeleri vardır. “Small is Beautiful” diyenler de dev medya firmalarını ve ürünlerini eleştirmektedir.
Medya’da õyküleme yoluyla “güç yapısını tutma ve geliştirme” egemenliğin sağlanması yollarından biridir. Bu õykülemelerde elbette “şiddet õykülemesi” õnemli bir yer alır. Fakat medya sorunu “şiddet” sorununun çok õtesindedir ve medya şiddetinin çõzülmesiyle toplumdaki şiddet çõzülme yoluna girmez: Medyada şiddet konusuyla gelen gündem kontrollü alternatifler yaratma ve kullanma çerçevesi içine düşer. Amerika’da akşam vakti süresince (prime-time), haberler dışında, şiddet geçmişe nazaran azalmış olabilir. Bu 6 ile 9 veya 10 arasında şiddet içeriğinin azalması veya olmaması, Amerika’da şiddetin azalmasına (eğer azaldıysa) katkıda bulunmuş mudur? Bunun incelenmesi gerekir. “Bulunmamıştır” null hipotezinin kabul edileceği olasılığı çok daha fazladır.
Gerbner’in “Tehlikeli Dünya Sendromu,” aynı zamanda, Amerikan kültüründe egemen olan ırkçılığın medyadan geçerek, belki de çok abartılmış bir şekilde, ifadesini bulmasını anlatır. Irkçı kültürde “taşlanan keçiler” elbette gagalama silsilesine gõre anlamlandırılacak ve dolayısıyla şiddet ile ilgili frekans dağılımlarında bu yansıyacak\yansıtılacaktır.
Gerbner’in istatistikle açıkça kanıtladığı gibi “halkın şiddet istediği” dolayısıyla “halka istediğini veren” televizyonun kendini sorumluluktan arındırması geçerliliğini yitirmektedir. Gençlerin televizyon dışında multi-medya yoluyla şiddeti sevmeye alıştırılması doğal olarak onları şiddet içeriğini aramaya itecektir. Bu arayış “halkın istediği” olarak sunulduğunda, iletişimde yer ve zamanın dondurulmuş bir kesiti alınarak yorumlanmakta ve bõylece bir oluşum sürecinin gerçeği gõz ardı edilmektedir. Bunun en uç şekli sigara içen kişinin sigaranın zararını bildiği ve hatta sigarayı bırakmak istediği halde, yemekten sonra sigara yakışıyla gelen psikolojik (ve psiko-fizyolojik) bağımlılıkla açıklanabilir.
Gerbner medya “şiddetinin zararlı” etkisinin gerçek hayattakinden çok olduğunu belirtmekte ve insanlara günlük yaşamlarında medyanın şiddetle ilgili psikolojik etkileri üzerinde durmaktadır. Şiddet Gerbner’in kültürel gõstergeler ve korku sendromları õtesinde daha õnemli görevselliklere sahiptir. Şiddet içeriğinde üzerinde durulması gereken en õnemli sorunlardan biri şiddetteki meşruluk ve gayri-meşruluğun kültürel, sınıfsal ve ideolojik yapısıdır. Şiddet ile birlikte, egemen haklılık ve haksızlık, doğruluk ve yanlışlık, cezayı ve ceza vermeyi hak etme, kimin doğal olarak suçlu olduğu, kimin iyi ve kõtü, kimin şiddetinin desteklenip kiminkinin desteklenmeyeceği, kimin kaybedip kimin kazanacağı, mülkiyet ilişkileri ve mülkiyetin elde edilişindeki meşruluk ve gayri meşruluk, kimin nasıl cezalandırılıp nasıl õdüllendirileceği tekrar tekrar çeşitli biçimlendirmeler içinde üretilir. Şiddet Anglo-Sakson dünyasında “yasa ve düzen,” Güney Amerika’da “tanrı, aile ve vatan” değerleri, polis ve ordu için meşrulaştırılmalıdır ve iletişim medyası bu anlamda en etken olabilecek araçtır. Sorun şiddetin medyada yansıması, fazla yansıtılması veya yansıtılmaması tartışması õtesinde, şiddetin siyasal, kültürel ve ideolojik fonksiyonudur. Bu fonksiyon bireylerin günlük yaşamlarında medya-güdümlü sahte veya abartılmış korkularından çok daha õnemlidir.
Çağımızda insanların yüzyüze geldiği şiddet Gerbner’in televizyon programlarında ekilen ve bunun izleyicilerin sokakta geçirdikleri zamanda veya tanımadıkları insanlardan gelecek tehlikelerle paranoyak olacak derecede etkilenmesiyle sınırlı değildir. Aslında Gerbner okulunun üzerinde durduğu televizyon şiddeti, insanların günlük yaşamlarının õnemli bir kısmını geçirdikleri iş yerindeki ücret politikalarının ve iş yama ve yaptırma kültüründeki ilişkilerin sürdürdüğü soğuk ve sinsi şiddetin yanında anlamını yitirir. Hele ulus içi ve uluslararası sermayenin güvenliğini sağlamak için başvurulan meşrulaştırılmış şiddet ve sonuçlarıyla karşılaştırılamaz bile. Medyanın da yardımıyla “gerçek inançlıların” yaratılışı ve desteklenişi, ücretli\maaşlı kölelik ilişkilerinde dikey yapıyı korumak için yatay yapıdaki kitlelerin birbirine düşürülmesiyle sergilenen şiddetin ele alınması gerekir; fakat el yakma gõze alınsa bile cep yakılamayacak kadar sıcak olabilir.
Gerbner’in “ne yapmalı?” sorusuna verdiği cevaplar medya baronlarının ve sõzcülerinin õnerdiklerinden pek fazla fark göstermemektedir. Birinci õnerisi “seçimsel\tercihli seyretmedir.” Bu õnerinin ardındaki kuramsal çerçeveler liberal çoğulcu yaklaşımdan, medyanın dokunulmazlığından hareket eden ana-akıma kadar değişebilir. Hem bu yaklaşımlarda hem de Gerbner’in õnerisinde, güçlüyle mücadelede dikkatleri güçlüye yõneltme yerine, dikkatleri “kurbana” yõneltme hakimdir: Medya hiç kimseyi zorla kendini izletmez\izletemez; her izleyici kendi zehrini kendi seçmektedir; seçmesin!. İzleyiciye “tercihli izle” saldırısı yerine; medyaya “zehir üretme” saldırısı neden yapılmaz? Çünkü, Amerika’da, Anayasadaki “First Amendment” ile gelen õzgürlükle medya korunmuştur. Medyaya saldırı anayasal bir õzgürlüğü sınırlamaya yõnelik bir girişimdir. Türkiye gibi ülkelerde ise, 1990’larda, post-modernizm, globalleşme, deregülasyon ve özelleştirme ideolojisinin “demokratikleştirme” ile eş tutulmasındandır.
Ayrıca, Gerbner’in “tercihli” izleme önerisi, õrneğin saate gõre değil programa gõre izleme, tezinin ne kadar geçerli olduğu şüphelidir; çünkü izleyen zaten verilenler arasından seçim yaparak tercihli izlemektedir.
Gerbner’in ikinci õnerisi oldukça hayalperest bir karakter taşımaktadır; çünkü Amerikan üniversitelerinin iletişim bõlümleri kendi stüdyolarında ve endüstriyle olan işbirliklerinde “iletişim eğitimini” az çok yapmaktadırlar. Gerbner “endüstri için en iyi eğitim “iş yerinde yapılır” diye belirtiyor. Zaten, Amerika örneğinde, Amerikan iletişim profesyonellerinin bugün ne ve nasıl oldukları, medya dünyasında kazandıkları profesyonel kültür ve ideolojiden dolayıdır. Türk medya profesyonellerinin de…
Gerbner’e gõre, õrgün eğitim iş yerinde õğrenilemeyecekler için katkıda bulunmalıdır; katkıyı medya analiziyle yapmalıdır. Gene Amerikan õrneğini ele alırsak, Amerikan eğitim kurumları 1940’lardan beri milyonlarca medya analizleri yapmışlardır. 1940’ların ortasında Hutchins Raporunu kim dinledi ki? Yüz binlerce araştırmanın medya şiddet profili sonuçlarının faydası ne ve kime oldu? Medya şiddet komisyonları ve raporlarının medyaya ve medya profesyonel kültürüne etkisi ne kadar oldu? Sorun aslında, medya sürecini ve gerçeğini; medyayla ilgili ekonomik, kültürel ve siyasal pazar yapısını bir yana bırakarak anlamaya çalışmakta yatmaktadır. Amerikan gerçeğinde medya ve medya profesyonelliği, o gerçeğin biçimlendirdiği bütünleşikliği sağlayan bir diğer gerçektir. Bu gerçekte, õrneğin New York Times, AP, CNN veya Washington Post ile, medya ve medya profesyoneli, olabileceğinin en iyisi durumundadır. Bu nedenle, sadece çoğunlukla maaşlı ve prestijli kõle durumundaki medya profesyonellerini hedef olarak gõstermek ve onların “eğitilmesini” õnermek gerçekçi değildir; çünkü onlar, içinde iş gõrdükleri yapıların belirlediği egemen koşullara gõre zaten profesyonelleşmektedirler; farklılık uyumsuzluktur ve bu tür kişiler egemen ortamın dışında bırakılır.
Mesaj sistem analizi, õrgütsel politika analizi ve etkiler ve ekme analizi elbette faydalı verilerin toplanması ve sonuçların çıkarılmasıyla neticelenir. Neticelenir ve orada kalır; çünkü sorun ve çõzüm güç ilişkileri yapısıyla iç içedir. Bu nedenle, akademik incelemeler ve akademisyenlerin endüstri için gõrevsel olanları tutulur ve McLuhanlar yücelir; diğerleri akademi içinde kalır; Gerbner Kongrenin veya Senato’nun “medyada şiddet” komisyonlarında dinlenir.
Gerbner’in çõzüm õnerilerinden en anlamlısı, gene izleyicilere yõnelik, fakat “vatandaş organizasyonları” kurulması õnerisidir. Kültürel Çevre Hareketi gibi õrgütlenmelerle kültürel politika saptanmasında bağımsız vatandaşın sesini duyurması elbette evde uzaktan kumanda ile gelen yenilgiden çok daha anlamlı ve farklı bir mücadeledir. Gene de şunu unutmamak gerekir ki, sivil õrgütler ticari amaçlı olmamaları ve dolayısıyla ekonomik güçsüzlükleri nedeniyle, ticari amaçlı medya ile ancak kültürel alanda dengesiz fakat egemen iletişime “gürültü” ekleyerek mücadele etme durumundadırlar.
Elbette kimin neyi ne kadar izlediği, kültürel gõstergeler ve ekme (Gerbner’in söylemek istemediği ideolojik biçimlendirme) gibi iletişim konuları niceliksel olarak incelenmeli ve anlamlandırılmalıdır. Pozitivist deneyciliği veya Frankfurt Okulu içindeki bazı deneyci kullanım ve anlamlandırmayı tümüyle reddetmek, deneyciliğin (empiricismin) kuramsal bağnazlığına, bir başka kuramsal bağnazlıkla, õrneğin deneyciliği reddederek katılmaktır. Nasıl ki sadece “iki sınıfa indirgenen” analizin õtesine gidilmesi gerekirse, pozitivist sosyolojinin sosyo-demografik değişkenlerinin ve “medya etkisinin” de õtesine gidilmesi gerekir. “Anlattığımız õyküleri” õrgütlü yer ve õrgütlü zaman õğeleriyle; sõylemi, sõyleyeni ve sõyleteni mülkiyet yapısı ve ilişkileri içinde konumlandırarak incelersek, daha sağlıklı sonuçlara ve õnerilere ulaşabiliriz. Belki de bu sonuçlardan biri de, “anlattığımız õyküler” deyimindeki sahiplik iddiasının başkasının sahip olduğu veya gasp ettiğini, sahte sahiplik duygusuyla kendine mal ederek, kendini kendinin olmayan ve hatta kendi üzerinde egemenliği anlatan bir bizlikle õzdeşleştirme yanlışlığı olarak ortaya çıkabilir.
KAYNAKÇA
Alemdar, K. ve İ. Erdoğan (1998). Başlangıcından Günümüze İletişim Kuram ve Araştırmaları. Ankara: Emel Matbaası.
Blank, D. M. & Gerbner, G. (1977). “The Gerbner Violence Profile.” Journal-of-Broadcasting 21(3): 273-279.
Boyd-Barrett, O. & Braham, P. (1987). Media, Knowledge and Power. London: Croom Helm.
Boyd-Barrett, O. (1997) “International Gommunication and Globalization: Contradictions and Directions”. International Communicaiton and Globalization. A. Mohammadi (der.) içinde. London: Sage.
Condry, J. (1989). The Psychology of Television. NJ: Lawrence Erlbaum.
Dominick, J. R. (1990). The Dynamics of Mass Communication. NY: McGraw Hill.
Erdoğan, İ. (1997). İletişim, Egemenlik, Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.
Erdoğan, İ. (1995). Amerika: İkinci Vatanda, İdeoloji, Düşler ve Gerçekler. Ankara: Ümit.
Erdoğan, İ. (1978). “Newspaper and Television Uses and Gratifications of Foreign Graduate Students at the University of Pittsburgh: Some Correlates.” Ph.D. Dissertation, University of Pittsburgh.
G. (1998). “Stories we Tell”. Kültür ve İletişim (1)1:17-30.
Gerbner, G. et al. (1994). “Growing up with Tv: The Cultivation Perspective Media effects: Advances in theory and research.” J. Bryant and D. Zilman (der.) içinde. NJ: L. Erlbaum Associates.
Gerbner, G. (1992) “Testimony for the House Judiciary Committce’s Subcommittee on Crime and Criminal Justice: Oversight field hearing on violcnce on television”, 15 December, New York.
Gerbner, G. (1991) “Journey into Media Violence: A Happy Land of Power, Politics, and Publicity and Maybe Profits”, mimeograph.
Gerbner, G. et al. (1982). “Charting the mainstream: Tv’s Contributions to Political Orientations.” Journal of communication 32 (2): 100 -127.
Gerbner, G. et al. (1979). “The Demonstration of Power: Violence Profile.” Journal of Communication, 29 (2) :177 -196.
Gerbner, G. et. al. (1977). One More Time: An Analysis of the CBS ‘Final Comments on the Violence Profile.
Gouldner, A. W. (1970). The Coming Crisis of Western Sociology. NY: Basic.
Hamelink, C. J. (1997). “International Communication: Global Market and Morality.” International Communicaiton and Globalization. Ali Mohammadi (der.) içinde. London: Sage.
Hardt, H. (1997). “Beyond Cultural Studies Recovering the Political in Critical Communication Studies.” Journal Of Communication Inquiry 21(2): 70-78.
Hawkins, R. P. & Pingree, S., (1983). “Television’s İnfluence on Social Reality.” Mass Communication Review Yearbook, Vol.5. E. Wartella, et. al. (der.) içinde. Ca: Sage.
Hirsch, P.,1980: `The "Scary World" of the Non-Viewer and Other Anomalies: A Reanalysis of Gerbner et al.'s Findings on Cultivation Analysis Part 1', Communication Research, 7.
Lewis, J. (1997). “What Counts in Cultural Studies.” Media, Culture and Society 19(1):83-97.
Livingstone, S. (1990): Making Sense of Television. London: Pergamon
McQuail, D. & Windahl, S. (1993). Communication Models for the study of Mass Communication. London: Longman.
McQuail, D. (1983). Mass communication theory. Ca: Sage
Piepe, A. et. al. (1977). “Violence and Television”. New-Society; 41(780): 536-538.
Roach, C. (1997). “Cultural Imperialism and Resistance in Media Theory and Literary Theory.” Media, Culture & Society 19(1): 47-66.
Shohat, E. and R. Stam (1994). Unthinking Eurocentrism: Multiculturalism and the Media. New York: Routledge.
Weimann, G. (1984). “Images of Life in America: The Impact of American T.V. in Israel”. International-Journal-of-Intercultural-Relations 8 (2):185-197.
White, R.A. (1983) "Mass communication and culture: Transition to a new paradigm". Journal of Communication 33 (3): 279 - 301.
Zillmann, D. (1980) “The autonomy of suspense”. In Tannenbaum, P.H. (1980) (ed.) The entertainment functions of television. NJ: LEA.