20. Yüzyılda ve Günümüzde Egemen Tanımlamalar
1900’lerin başına gidilirse, iletişim konusunun özellikle sosyologlar ve sosyal/kültürel antropologlar tarafından ele alındığı görülür. Buna 1920’lerde propagandayla kitleleri yönlendirme bağlamında gelen siyasal bilimciler eklendi. İletişim 1940’larda enformasyon teorisi ve Lasswell’in görüşünün egemenliğinde tanımlandı. Sonraki egemen tanımlamalar daima temelde, az çok enformasyon teorisini yansıttı.
İletişim alanında, özellikle sosyolojik ve sosyal-psikolojik yaklaşımlarda 1940’ların ortalarından sonra egemen olan tanımlama “transmission model” (diğer deyimlerle, enformasyon teorisi, iletişimin matematiksel teorisi) denen “taşıma, iletme, gönderme” modelidir. Bu modele göre, iletişim bir beynin (veya mekanizmanın) diğer bir beyni (mekanizmayı) etkilemesidir (Shannon ve Weaver, 1949:3). Bu tanıma sonradan geri-besleme, referans çerçevesi ve grup etkisi gibi öğeler eklenerek ana akımın yaklaşımları geliştirildi.[1] Lasswell (1948) “kim kime hangi kanaldan hangi etkiyle ne der” formülüyle iletişimin işlevsel bir tanımlamasını yaptı. Fakat temelde, iletişimin insanlar arasındaki mesaj değiş tokuşu olduğu görüşü kaldı. Bu egemen tanımlamalarda, iletişimin temel öğeleri gönderici (kim), mesaj (söylenen), araç (mesajı taşıyan kanal), alıcı (kime), etki, gürültü, belirsizlik ve geri-beslemedir. Bu yaklaşım pozitivist-deneyci okulun hareket noktasını oluşturur. Diğer bir deyimle, egemen iletişim teorileri Shannon ve Weaver’in modelini Lasswel’in formülüyle birleştirilip eklemeler yapılarak geliştirildi.[2] Bu anlayış tarzı popüler ansiklopediler ve sözlüklerde de yansır. Örneğin, The American Heritage Dictionary’de iletişim, (a) sinyalde, konuşmada, yazma veya davranışta olduğu gibi, mesajların, düşüncelerin veya enformasyonun alışverişidir; (b) Görüşlerin alış verişi; (c) yazı veya konuşma şeklinde verilen enformasyon: mesaj; kelime; rapor; haber; kelimelerle yazılan ifade olarak tanımlanır. Bu çerçevedeki tanımlamalar “gönderme, yayma, yayın, yazma, haber verme, enformasyon verme” gibi kavramları da tanımlamaya eklerler.
Gönderici-Mesaj-Alıcı modeline dayanan tanımlamalardan çok önce 20. yüzyılın başından beri önemini artıran, enformasyon ve mesaj gönderme veya alışverişi yerine, insan ilişkisinin adet edinilmiş (ritualistic) karakterine eğilen sembolsel etkileşim kuramı vardır.[3] Sembolsel etkileşim sembollerle (örneğin yazıyla veya sözle söylenen kelimelerle) gerçekleştirilen ilişki veya faaliyettir. Bu yaklaşıma göre iletişim gerçeğin üretildiği, tutulduğu, tamir edildiği ve dönüştürüldüğü sembolsel süreçtir[4] (Carey, 1985:21-23). Bu anlamda iletişim, bir mesajın bir göndericiden alıcıya transferi değil, insanlar arasında etkileşimden geçerek anlam üretimidir. Dolayısıyla, iletişim sosyal ilişkidir. Bu bağlamda, iletişimi bir kişinin diğerine mesajlar göndermesi olarak düşünmek yanlıştır.
“İletişim semboller aracılığıyla ve bu sembollerle gelen (kurulan) anlamlar yoluyla olur” denildiğinde, insanlar arası iletişim sözlü, yazılı, görüntülü semboller kullanarak anlam yaratma, anlam çıkartma ve paylaşma olarak ele alınır. Sembolsel süreçlerle kişisel ve sosyal gerçekler inşa edilir, tutulur, tamir edilir, dönüştürülür ve sosyal gerçekler üzerinde mücadele verilir. Mead’e göre iletişim toplumun biçimlenmesi ve tutulması için temeldir. Ortak semboller ve anlamların kullanımı bir grubu veya toplumu birleştiren güçtür. İnsanlar çoğu kez gruplar ve ortaklıklar kurarlar, çünkü sembolleri anlamada ortak anlamı paylaşmak gerekir.[5] Grupta insanlar kendi sembol ve anlam setlerini geliştirirler. Grubun ortak sembol ve anlamlarını kullanarak insanlar gruba kabul edilir. Birey diğerleriyle düzenli iletişim yoluyla toplumun bir üyesi olur.
İnsanlar arası sembolsel ilişkiyle olan iletişimle bir insan diğer insanlarla, diğer düşüncelerle ve diğer durumlarla bağlar kurar. Bu bağlamda şu kuramsal varsayımlar ön plana çıkar: Kendimiz ördüğümüz anlamlar ağlarında asılıyız [6] (Max Weber). Íletişmemek mümkün değildir.[7] Kendi kimliğimizi kendi iletişimimize diğerlerinden aldığımız karşılıklar üzerinde kurarız. Gerçek, dil ve kültür ile aracılanır; gerçeği dil ve kültürden geçerek anlarız. Yani, dünya gerçeğini anlamak için dil dışında ve “dilin ne anlama geldiğini anlamada” kültürün dışında bir yer yoktur. Aynı anda hem dijital hem de analojik olarak iletişiler vardır. İletişim “içerik artı ilişkiye” eşittir. İlişkinin doğası katılanların iletişim akış silsilesini nasıl vurguladıklarına bağlıdır. İletişim ya simetriktir ya da tamamlayıcıdır. Sosyal gerçeğin sembollerden geçerek kurulması, gerçeğin dinamik karaktere sahip olduğuna ve öznelliğine işaret eder.
Sembolsel etkileşim görüşü Herbert Blumer’in liderliğinde Chicago Okulu ve Manford Kuhn’ın liderliğinde Iowa okulu olarak iki ayrı kolda gelişti. Chicago okulu sembolsel etkileşimin “humanistic”[8] yanını işlerken, Iowa okulu “social scientific” dalını oluşturdu.[9] Blumer ve Kuhn Mead’in öğrencileriydi ve her iki dal da sembolsel etkileşimci görüşle çakışan önemli yanlara sahiptir. Bu örtüşme kuramsal açıklamalarında görülür: İnsanlar bir şeye reaksiyonda bulunanlar değil, aktörlerdir. İnsanların faaliyetleri, dışsal uyaranlardaki (objeler, olaylar, davranışlardaki) anlamlar üzerine temellenmiştir. Dışsal uyaranlara atfettiğimiz anlamlar geçmiş sosyal etkileşimlerden çıkartılır ve sürekli olarak devam eden sosyal ilişkilerden geçerek değişikliğe uğrar. Eylemler dürtü ile başlar, fakat algılama (perception) ve alternatifleri tartarak bilinçli seçmeyle anlam yüklemeyi içerir.
Kuhn ve Iowa okulunun Blumer ve Chicago okulundan farklılığı insanların sembolsel davranışlarını anlama ve inceleme yönteminde ortaya çıkar. Chicago okulu Mead’in “kişinin sembolsel davranışları kişinin diğerleriyle olan etkileşimine bakılmaksızın anlaşılamaz” anlayışını benimsedi. Iowa Okulu Kuhn’ın “değişkenlerin kontrol edildiği laboratuar deneyleriyle sembolsel davranışın açıklanabileceği” görüşünden hareketle deneyci psikolojik alana yöneldi.
Bu iki akım İkinci Dünya Savaşı öncesi liberal kapitalizmin bilimdeki yansımasıydı. Bu yansıma İkinci Dünya Savaşından sonra Amerikan yayılmacılığının dünya imparatorluğu kurmaya yönelmesiyle birlikte, yapısalcılık (structuralism) görüşüne dönüştü. Diğer bir deyişle, yapısalcılık Avrupa ve Amerika’da Laissez Faire kapitalizminin finans kapital ve tek bir dünya pazarı tarafından yürütülen emperyalist döneme doğru dünyanın gidişinin bir ideolojik yansımasıdır.
İletişimi insan ilişkilerinin var olduğu ve geliştiği mekanizma olarak ele alan Cooley (Schramm ve Roberts, 1971:13) iletişimi, benzer şekilde, ortak dil, sembol ve alışkanlıklara göre tanımlar: Bu anlamda iletişim ortak bir dilin, kültürel sembollerin, sosyal alışkanlıkların, adetlerin vb paylaşılmasıdır. Dikkat edilirse, bu yaklaşım ciddi bir hata yapmaktadır: İki kişi bir dili paylaşıyor olabilir, fakat ortak bir amacı paylaşıyor olmayabilir. Sen sevmediğin ve nefret ettiğin bir insanla, ancak sevgisizliği ve nefreti paylaşırsın. Dolar yükselir, aldığın şeyin fiyatı da yükselir. Dolar düşer, aldığın şeyin fiyatını yükseltirler; sen gene fazla fiyat ödersin. Bu tür etkileşimde kazanan ve kaybedenler arasında ortaklık ve paylaşma mı var? Ortak olan ve paylaşılan ne? Böyle bir “ortaklık ve paylaşmayı” kim ister? Bireysel olarak işverenin amacıyla çalışan birinin amacı ortak değildir: Birisi sosyal üretimle yaratılan zenginliğe sahip olurken, dolayısıyla diğerini yoksun ve yoksul bırakırken, diğeri yaşayabilmek için kendi yoksun ve yoksulluğunu ve diğerini zengin etmeyi üretmeye katılma zorunda bırakılmıştır. Serbest kölenin kölelik kültürüyle, onu köleleştiren kültürün birlikte barış içinde yaşaması, ancak kölelik sisteminin baskı ve terör mekanizmaları yoluyla gerçekleşir. Günümüzün serbest kölelik sisteminde “kültürler arası iletişim: farklılıklarla yaşamak” sözünün geçerliliği geri-zekalılaştırılmışın bilincinde yatar.[10]
İletişim alışveriş (transaction) olarak da tanımlanır.[11] Bu tanımda kişiler aynı anda gönderici ve alıcıdır.[12] Kendi gerçeklerimizi diğerleriyle paylaşmaya izin veren bir ilişki alışveriş örneğidir. Bu modelde, iletişimde duruma göre hem gönderici hem de alıcı olan katılımcılar; mesaj; mesajın iletildiği kanal; mesaja cevap olan geri-besleme; anlamı olan şifre; anlamı şifrelerle (örneğin kelimelerle) şifreleme ve şifreyi çözme vardır. Alışveriş olarak tanımlama oldukça anlamlı görünmektedir. Ama ne alışverişi? Sadece sembollerin mi? Ekonomik mi? Mesaj mı? Duygular mı? Emtia mı? Kimler arasında: Eşitler arasında mı? Hangi örgütlü yerde: Kademeleşmiş güç ilişkilerinin olduğu yerde mi? Alışveriş farklılıklar ve ayırımlara izin vermeyecek derecede kapsamlı bir tanımlamadır ve güç ilişkilerini ve dengesizlikleri gizleyen bir karaktere sahiptir.
Çoğu kimselere göre, iletişim bir şey söyleme, gösterme veya yazmadır. Bu tanımlama en egemen ve en yanlış yönlendirici tanımlamalardan biridir. Bir şey söylemek ve yazmak asla kendi başına iletişim değildir. Biz sözle, yazarak veya göstererek bir şey söyleriz çünkü ancak bu yolla bir ilişkiyi, bir faaliyeti ve bir amacı gerçekleştirebiliriz. Dolayısıyla, biz bir şey söylemek için bir şey söylemeyiz. Amaç söz söylemek değildir; sözle neyin gerçekleştirilmek istendiğidir. Hiçbir şey söylenmediği sanıldığı durumda da bir ilişki gerçekleşmektedir. Boş lafların söylendiği “geyik yapılan” ortamda bile ilişkiler gerçekleştirilmektedir.
Diğer bazılarına göre, bir şeyi söyleme veya yazma iletişimde sadece bir başlangıçtır veya iletişimin sürekliliğindeki bir andır. Sözün söylendiği kişi veya kişiler sünger gibi her şeyi olduğu gibi emen ve otomatik olarak uygun cevap veren yansıtıcılar değildir. Bu varsayımın doğruluğu diyaloga yakın ilişkisel güç yapısının olmasına, riskin azlığına ve kişinin risk alabilmesine bağlıdır. Yüksek seviyede kademeleşmiş iş bölümünün olduğu örgütlü yapılarda, o yapının ilişkisel dünyasına ve bu dünyanın egemen dünya görüşüne bütünleşmiş bilinç, bu bilince uygun otomatik cevap veren yansıtıcı durumundadır. Ben kendi ücretimi, ne zaman işe gideceğimi, ne zaman işten geleceğimi, ne zaman tatil yapacağımı ve iş yeriyle ilgili koşulların nasıl olacağını belirlemede söz sahibi değilim. Ben iş ararken, iş mülakatında ve iş yerinde ilişkinin ve faaliyetin koşullarını, dolayısıyla ilişki ve faaliyetle ilgili sözün içeriğini belirleyemem; ben emen ve yansıtıcı durumundayım. Benim tek seçeneğim, işsizlik gibi bir ciddi riski göze alarak ilişkiyi kabullenmememdir. Bazen bu seçenek de verilmemiştir: Askere gitmeme veya yiyecek satın almama gibi bir seçeneğimiz yoktur. Bu koşulları biliriz ve ona bilincimizi ve davranışımızı ayarlarız; ayarlamazsak, ayarlatırlar.[13]
Özellikle 1980’lerde yaygınlaşan kültürel incelemeler ile birlikte iletişimi söylem (discourse) olarak anlamlandırma da arttı. Söylem en genel anlamıyla bir cümleden daha öte sözlü veya yazılı iletişim biçimidir. Söylemin en belirgin örneği karşılıklı konuşma (örneğin sohbet, geyik yapma); bir dinleyici topluluğuna konuşma veya sunum; tartışmadır. Söylem olarak tanımlamada, görüldüğü gibi iletişim sözlü veya yazılı anlatım olarak ele alınmaktadır.
Alternatif Tanımlamalar
Alternatif tanımlamalar: İletişim konusunu örgütlü insan ilişkileri yapısını soruşturarak ele alan yaklaşımların tanımlamaları anlamına kullanıldı.
Alternatif tanımlamalarda iletişim insan etkinliklerinin bütünleşik bir parçası olarak ele alınır: İnsanların olduğu yerde insan faaliyeti ve iletişim vardır. İletişim süregelen insan ilişkisidir; gerçek zaman ve yerde olur. Sosyal bir fenomendir ve ancak olduğu bağlam içinde en iyi şekilde anlaşılabilir. Tanımlamaların bazıları ise, iletişimi anlamın süregelen sosyal inşası olarak betimler ve her iletişimde güç yapısı olduğunu belirtir (Deetz, 1992).
Marks’a göre, kendi varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar kaçınılmaz olarak kendi iradeleri dışında ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların yaşamlarını üretim ilişkileridir. Bu üretim ilişkileri, üretimin materyal güçlerinin belli bir tarihsel gelişme safhasına uygundur. Kendini ve sosyali üreten insan, bu üretim biçimlerini ve ilişkilerini ancak iletişimle başlatabilir ve yürütebilir. “İnsanların nasıl, nerede ve ne zaman, kiminle ve belli bir ölçüde ne ve neden iletiştiği, kısaca iletişim tarzı, tarihsel sürecin fonksiyonudur.[14] İletişim kavramının kendisi bile, toplum biçiminin dikte ettiği özel anlamlandırmalarıyla iletişimi kavramamıza belli sınırlar koyar. Çünkü iletişim kelimesi günümüzdeki özel anlamlandırılmasıyla iletişimi ortaya çıkaran insan koşullarının çeşitliliğini iletmede başarısız kalır” (Mattelart,1977:11).
Egemen tanımlamalarla gelen sınırlamayı aşan iletişim tanımı, iletişimi insanın yaşamını üretmedeki faaliyetleri ve bu faaliyetlerin olduğu üretim güçlerinin tarihsel yapısı içinde ele alan betimlemedir. Bu bağlamda iletişim, belli yer ve zamanda, belli koşullarda, belli tarihi geçmişi olan insan etkinliğinin yapılmasının zorunlu koşuludur. Bu etkinlik belli bir amaçla konuşma, yazma, gösterme, bir davranışta bulunma, bir kültürel, siyasal, ekonomik veya sosyal faaliyet yoluyla insanın kendini ve toplumunu yeniden üretmesidir.[15]
İnsan iletişiminin üretim tarzı ilişkinin bağlamındaki doğaya göre değişir. Kendi kendine iletişimde yalnızken tarz kişinin ruh hali ve bunu yaratan duruma göre şekillenir ve değişir. Diğer bir kişi veya kişilerle ilişkideki iletişim ise, iletişimin tarzı örgütlü yer ve zamandaki bağlama göre çeşitlenir. Bu bağlamda da gene bireylerin karakterleri, duyguları, o anki ruh halleri, örgütlü yapıların getirdiği egemenlik ve mücadele bağlamı ve ilişki biçimleriyle birlikte iletişimin tarzını belirlerler.
İnsanlar belli iletişim tarzlarına bağlı olarak belli iletişim ilişkilerine girerler. Bu tarz düşmancaysa, iletişim ilişkileri de kavga, küsme, görmezlikten gelme, savaş için planlar yapma ve uygulama gibi şekiller alır. İletişim ilişkilerinde insan kendi kendine iletişim yaparken, ya kendi başına yalnız kendi kendine düşünerek bir mental ilişkide bulunmaktadır ya da bunu herhangi bir örgütlü yer ve zamandaki dışla ilişkileri sırasında yapmaktadır. Bu ilişki ile insan sürekli kendini ve o anki ve genel ilişkilerini ve durumları değerlendirir, kararlar verir ve ilişkilerini yürütür. Böylece hem kendini hem de ilişkide bulunduğu çevreyi yeniden üretir. Bu yeniden üretimle insan kendini, dışını ve ilişkilerini kurar ve sürdürür; kendini ve dışını biçimlendirir ve yeniden biçimlendirir; kendini ve diğerlerini örgütlü yer ve zamanlarda bulduğu, yerleştirildiği ve yerleştirdiği pozisyonlarda tanımlar; tanımlanmış olanı yeniden-tanımlar; insanda ben, sen, o, biz (kimlik ve aitlik) ve onlar bilinci oluşur ve gelişir. İletişim ilişkilerinde insan hem kendisiyle baş başa iken hem de diğer insanlarla etkileşim öncesi, sırasında ve sonrasında; düşünsel ve karar verme sürecinden geçerek, belli bir ilişki tarzını gerçekleştirir.
[1] Ana akım veya egemen teori akademide ve akademi dışında baskın olan iletişim yaklaşımları anlamına kullanıldı. Şu soru üzerine düşünelim: Neden gönderici, mesaj, alıcı, geri besleme, gürültü, iletişim çökmesi ve etki üzerine eğilen tanımlama tarzı egemen yapılırken, örneğin iletişimin insanın varoluşunun ve örgütlü yaşamın zorunlu koşulu olduğu tanımları bir kenara itiliyor?
[2] Pozitivist deneycilik: Bilgiye ulaşmanın deneyden geçerek olduğunu savunan yaklaşımdır.
[3] Ritüel dinsel ayin gibi tekrarlanan sosyal faaliyetleri anlatır.
[4] Buna “üzerinde mücadele verilen” kelimesini de ekleyerek, John Fiske tarzı eleştirellik kazandırılabilir.
[5] Kültürel antropolojide egemen olan durum analizi yaklaşımının yanlış yönlendirici yönü ne olabilir? Varolanın meşrulaştırılması ve doğallaştırılmasından hareket ederek cevaplandırmaya çalışalım.
[6] http://www.uncg.edu/~hlgoodal/intro.html
[7] one cannot not communicate
[8] Alan gözlemine dayanarak açıklama anlamında “humanistic”
[9] Pozitivist empiricist deneycilik bağlamında “social scientific”.
[10] Peki, neden geçersiz?
[11] Transaction: İlişkide olan iki veya fazla kişiyi içeren ve etkileyen eylem anlamınadır. “Transaction” sürecinde karşılıklılık vardır.
[12] Alışveriş olabilmesi için ne tür temel koşulların olması gerekir? Alışveriş örneğin bir işe alma ve işe müracaat ederek işe alınma ilişkisinde ne anlama gelir? Bu alışveriş ne tür bir alışveriştir?
[13] Bu yansıtıcılık Uyaran – Tepki kuramına nasıl uyar?
[14] Yani insanlar yaşamlarını belli biçimde örgütlenmiş toplum yapıları içinde üretirler. Bunu da özgürce ve istedikleri biçimde yapamazlar. Yapabilecekleri ancak örgütlü yapılardaki egemenliğe tümüyle boyun sunmaktan başlayarak meşru veya gayri-meşru sayılan çeşitli mücadele biçimlerine kadar çeşitlenen “kendilerini ve sosyali üretme” faaliyetlerine girmektir. Bu da bize kendimizin seçtiği gibi görünebilir.
[15] Buna “geyik yapma” da dahil edilebilir mi? Evet. Neden?