CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:
-
.
.
4000 yıl öncesine bakın; bir de Türkiye'deki süregetirilen duruma
Utanç verici, vicdansızlık gibi şeyler demenin hiç bir anlamı yok, çünkü utanmayı ve vicdanı da belirleyen faktör, örgütlü yapılar ve ilişkilerde "çıkarların nasıl gerçekleştirildiğidir".
Sokak Köpekleri Yok Edilmeli!
CİLALI TAŞ DEVRİNDEN 21. YÜZYILIN CİLALI BAŞ DEVRİNE İNSANLIK DURUMU
Eğer cilalı taş devrinin insanına “var olan kaynakları sen dahil insanların çıkarı için yönetecek yöneticilere oy ver” deseydik, cilalı baş devrinin çağdaş sandık demokrasisindeki oy verenlerin çok büyük çoğunluğundan çok daha sağlıklı ve mantıklı karar ve oy verirdi. Çünkü onlar kendi taşlarını ve kendi başlarını kendileri cilalıyordu; topluma ait herşeyi meşrulaştırılmış gaspla kontrol eden internet ve cep telefonu dahil tüm medya endüstrileri, reklam endüstrileri, moda endüstrileri, yiyecek ve içecek endüstrileri, tarihin en gelişmiş sahtekarları, dolandırıcıları ve vurguncuları olan siyasetçiler ve şirket yöneticileri ve diğer kültür endüstrilerini yönetenler tarafından başları her gün 24 saat cilalanmıyordu.
Cilalı taş devrinin insanına “sen yediğin neyse
osun” (değerini ve kimliğini, yediğin ve içtiğinle kazanırsın), “düşünüyorusun,
o halkde varsın”, “yaşamın, ne kadar çok ve türde tüktiyorsan, o kadar
değerlidir”, “tükettiğin kadar değerlisin,” “herkesin kendine göre farklı
düşüncesi vardır; gerçekler kişiye göre değişir” ve benzeri bir sürü somuttan
soyutlanmış saçmalıkları söyleseydim, herhalde “yazık, kafayı yemiş” diyerek
acırdı bana. Çünkü onların gerçekleri yaşam koşullarıyla doğrudan bağıntılıydı;
yani, örgütlü dinler, medya, reklamcılık, moda gibi gerçekleri birilerinin
çıkarları için yeniden düzenleyerek sahte gerçekleri gerçek yapan beyin ve
davranış yönetimi endüstrileri (bilgiçlik taslayan cahillerin bilgiçlik
taslayan cahiller kitlesi yaratmasını sağlayan güçler) yoktu.
Kısaca, cilalı taş devri insanının gerçekleri
günlük yaşamlarıyla doğrudan bağıntılıydı, 21. Yüzyılın örgütlü sahtekarların
ve dolandırıcılarının cilalı başlar
yaratmasına dayanmıyordu.
Cilalı taş devinin insanı rüyasında,
“demokrasi, özgürlük, hak, hukuk, adalet, liyakat gibi laflarla ahkam kesenlerin" olduğu cilalı başlar devrini görüyor. En değerli birkaç
televizyonlarda en aydınların eleştirel sunumlarını izliyor. Sonra rüyasında o
kişlilere ve onları büyülü gözlerle izleyen taraftarlarına soruyor:
(1) Daha önceleri, demokrasi, özgürlük, adalet, hukuk, insan hakları mı vardı da, şimdi küresel kapitalizmin teolojik uzantısı olan güçler onları ortadan kaldırdı? Halkın devleti mi vardı da, şimdi haramilerin ve beşli çetelerin devleti oldu?
(2) Şimdiki 40 haramilerin bile “biz kırk
harami olarak bu denli soygun, vurgun, aç gözlülük, baskı, haraç, rüşvet,
hukuksuzluk görmedik” diyeceği koşullar, bu siyasal yönetim giderse son mu bulacak?
(3) Neden sadece siyasal haramilerin beslediği
ve beslendiği “beş çeteden” bahsediyorsunuz,
ama bu beş çeteninin de içinde olduğu bir egemen güç yapısından (soyguncu bir
sınıftan ve o sınıfın kudurmuş şirket ve devlet yöneticilerinden)
bahsetmiyorsunuz? Siyasal yapıyı ele geçirmiş olan Haramiler ve onların Beş
çetesi giderse, hak, hukuk ve adalet mi gelir (gelebilmesi için, ya bu
haramilerden önce herkes için hak, hukuk ve adaletin olması ya da
kapitalistlerin devletinin yerine herkesin ortak çıkarları temeli üzerine
kurulmuş bir devletin yerleştirilmesi gerekir (ki bu ikisi de olmadığına göre,
değişen sadece siyasal alanda doğrudan acımasız soyguncuların ve
kapitalistlerin çıkarlarını gerçekleştirenlerin yerine, ellerine kadife eldivenler
giymişler gelecek ve kapitalistlerin devleti yine kapitalistlerin devleti
olarak devam ettirilecektir.
(3) Anlayamıyorum, nasıl oluyor da Hem
ideolojik olarak kapitalizme karşıtlık (marksizm veya sosyalizm) taslıyorsunuz,
hem de küresel kapitalizmin yerel uzantısı olan bir gerici tehlikeye karşı, sanki
örgütlü sermayenin kapitalist devletini ve devletin meşrulaştırılmış baskı
güçlerini evrensel yüce bir yapıymış gibi savunuyorsunuz, Kapitalizmin
demokrasi, özgürlük, hukuk gibi yalanlarına sarılıyorsunuz? Her gün
duyduklarımdan şaşırdığım için izlemeye bile gerek duyuymuyorum artık: tarihin
hangi döneminde örgütlü din, bilimi ve metafizikten bağımsız bilmeyi teşvik
etmiş ki, sanki böyleymiş de şimdi değişmiş gibi kurgular sunarak, örgütlü dini meşrulaştıran eleştiriler
sunuyorsunuz?
Elbette, cilalı taş devrinin insanı, demokrasi,
özgürlük falan elden gidiyor gibi söylemleri kullanmadan, somut bilgileri sunan
ve onlar üzerinden hareket ederek “süregeletirilenleri açıklayanları da
hayranlıkla dinleyerek, cilalı baş devrinde yaşamadığı için sevinecektir: Gidip
endüstriler tarafından zehirlenmemiş yiyeceğini toplayıp yiyerek ve zehirli
atıklarla doldurulmamış suyundan içeceğini içerek, bu korkulu rüyayı kafasından
atacaktır. Ama biz, özel teşebbüs denen bir sınıf diktatörlüğüyle ve onun devleti ve yönetimiyle cebellşeşerek yaşamak zorunda bırakılmışız. Ne yazık ki çoğumuz bunun farkında bile değiliz (Gülhane Parkında sürünüyor ve sürünenleri süründürüyor olsak bile).
Anadolu'nun üzücü durumu
ANADOLUNUN ÜZÜCÜ DURUMU:
Özellikle 1980lerden beri, cehalete bilgiçlik taslatan, demokrasinin ve özgürlüğün, seçimin ve seçmenin ve seçilmenin ne olduğu hakkında en küçük doğru/geçerli bir bilgiye sahip olmayan mankafalığı yücelten sosyalleştirilmişlik ortamında:
(a) CHP kendi oyunu en fazla birkaç ötesinde
artıramaz (2023 ortamında).
(b) Millet ittifakının gerçekleri açıklamasının, ölçütleri "gerçekler olmayan" ortamlarda hiç bir oluumlu anlamı ve etkisi yoktur. Kılıçtaroğlu, bırakın acı gerçekleri sunmasını, beş vakit namaz kılsa, her
Cuma farklı bir kentin camisinde Cuma namazı kılsa, hatta Hacca gidip gelse
bile, Kılıçtaroğlunun, Anadolu’da egemen olan “mantık ötesinin mantığı ele
geçirmiş” olması, yani mantığın yerini metafiziğin, hürafelerin, elbette irrasyonel ve bencil bireysel çıkar hesaplarının alması gibi nedenlerle; ve bunlara ek olarak binlerce yıldır
“geliştirilmiş bahaneler, geçersiz gerekçeler” ve “egemen çevre baskılarının
caydırıcılığı” sayesinde, anlamlı sayıda destek alma olasılığı yoktur.
(c) CHP
muhazafakar sağ denenler ile ortaklıklar kursa bile, ve Kürt halkının ve benim
gibi çok acil durumlar dışında CHP’ye oy vermeyenlerin oylarını alsa bile, Aziz
Nesin’in bir cümleyle betimlediği beyinsel yapıya sahip kitlelerden oy alamaz.
Eğer kazara % 50 +1 üzerinde oyu bu ortaklıklar nedeniyle alabilirse, bu bir
mucize olur. Depremler, açlıklar, sefaletler olsa bile. Neden? Bir Arjantinli-Amerikalı arkadaşımın
söylediği ile yanıt verip bitireyim: Arjantin halkı çelme takılarak çamur
balçığı içine düşürülse bile, o çamur içinde sürüne sürüne ve o balçığı yiye
yiye hayatına devam eder. (Elbette bu sırada Tanrıya kendisini bu çamurla
sınadığı, terbiye ettiği için dua eder, çünkü çaresiz bırakılmışa bırakılan tek
soyut sığınak duaları ve beddualarıyla Tanrıdır).
Son bir söz; Kılıçtaroğlu ve millet ittifakı, seçilseler de seçilmeseler de, dünyadaki ve özellikle Türkiyedeki ekonomik durumun ciddi şekilde kötüye gideceği bir yaz mevsimi ve daha kötüye gidecek sonbahar ve sonrasında, büyük kapitalistler için yeni soygun fırsatları elde edeceği ve küçük kapitalistler ve kitleler için ciddi felaketlerin yaşanacağı bir yıl geliyor. Kendi kölelik ve sömürü koşuluna isteyerek ve arzuyla katılanlar, başlarına geleceklerini hazırlayan ve destekleyen koşulları da yarattıkları için, hak ettiklerini, tarih boyu olduğu gibi, alacaklardır: Daha çok sefalet, daha çok kin, nefret ve saldırganlık. Fakat, haketmeyen insanlar elbette, cehaletin, kötülüğün, vicdansızlığın ve kötülerin egemenliğinde yaşamayı hak ediyorlar mı?
Ümmet ve millet olun! Sefalet, felaket tellalcıları! "Vur de vuralım, öl de ölelim" hastalığı! "Gitmem, valla gitmem" diyen 100 yılın intikamcıları
Yasaları çözüm sananlara: yasalar güç mücadelesindeki dengesiz dengeyi ifade eder; egemenliği meşrulaştırır; güçsüzlerin güçsüzleştirilmişliğini anlatır
Meşrulaştırılmış gayrımeşruluk ve sahje imajlarla yönetme
Hukuğun Üstünlüğü: Kimin hukukunun üstünlüğü? Böyle bir hukuk ancak devletin gerçek sahiplerinin kitleler olduğu koşulda olabilir ki, böyle bir olasılığın gerçekleşmesi, örgütlü yaşamın son 10 bin yılından beri ve bu yüzyıldaki gelişmelere (aslında geliştirilmelere) bakıldığında, hiç bir zaman engelleyemedikleri ve şimdiye kadar elde edilen kazanımları sağlayan karşı mücadelelere rağmen, pek de olası görünmemektedir. Elbette, mücadeleler, birileri istese de istemese de, devam edecektir, insanların beyinlerini mikroçiple veya herhangibir bio-tech yolla kontrol etseler bile.
Gelelim, şu sıralar tartışılan “hukuk reform yapacağız” sözüyle gelen tartışmalara: (1) Tarihin her döneminde ve yerinde, “hukuk reform yapacağız” diye gelenlerin amacı, kendilerinin ve ortak güçlerin çıkarlarını sağlama ve yapacaklarını meşrulaştırma temeli üzerine inşa edilir. Bu nedenle ki “yasalar gücün ve güç ilişkilerinin meşrulaştırılma işlevini görürler; kısaca, güç ilişkilerinin yasal olarak belirlenen ifadeleridir.” Dolayısıyla, “ne tür hukuk reform yapılacağı” ya da “hukuk reformu yapma” gibi söylemin sadece laftan ibaret olma olasılıklar hakkında doğru tahminler ve geçerli tartışmalar sunabilmek için, “reform yapacağız” diyenlerin şimdiye kadar neleri nasıl yaptıklarına, reform yapmak veya sadece taktik olarak söylemek gereksinimini veya ortaya çıkaran “karşılaştıkları zorluklara ve girdikleri girdaplara” eğilmek ve onlar üzerinden hareket ederek tartışma sunmak gerekir. (2) “(sanki yandaş olmama mümkünmüş gibi) yandaş olmayan medyada” sunulan reformla ilgili eleştirilere ve tartışmalara bakıldığında hemen hemen hepsi, “kendilerinin reformdan ne anladıkları” üzerinden hareket ederek tartışma sunmaktadırlar. Bu tartışmalar asıl üzerinde durulması gerekenden uzak bir eksen üzerinde dönmektedir: Asıl yapılması gereken önce “reform yapacağız” diyenlerin neden bu gereksinimi duydukları ve ne tür meşrulaştırmalar getirmek ve karşılaştıkları ne tür engelleri ortadan kaldırmak, bertaraf etmek, gayrimeşrulaştırmak, bastırmaları gerekenleri ezmek için çalışma yaptıklarını ve dolayısıyla, amaçlarını anlamak ve irdelemek gerekir. Önce bu yapılmalı ki yapılmamaktadır. Ardından da, bu sıralar sunulanlar üzerinde eğilmek gerekir.
Hukukun ve yasaların her şeyi çözeceği yanlış düşüncesi
Hukuk reformu söyleminden beri, yandaş olmayan medyada bol bol hukuk reform başladı. Yandaş denen medya üzerinde durmuyorum; çünkü onlar her zamanki kullandıkları klişe kavramlarla suçlamalar ve saldırıları yapan, geçersiz ve düşmanca söylemler ötesine gitmemeltedir. Ötekileştirilmiş olan ve düşman ilan edilen medyadaki sunumlar üzerinden duruyorum. Bu sunumların en önde gelen sorunlarından biri de şudur: Sanki sorun, hukuk ve yasaları, demokratik ve özgürlük yasaları konursa ülke refaha, özgürlüğe ve demokrasiye kavuşurmuş gibi, var olan yönetimin özgürlükleri ve baskıları gibi konular üzerinde durararak “hukuğun yok edildiği” feryatları yükseltmektedirler. Büyük çoğunlukla saçmalık. Sorun hem güç yapısında egemen olan insanlarda hem de onların yerini alacak olanların onların aynadaki ters yansıması olmasındadır (onlardan farklılıklarının, onlardan farklı olmamasındadır). Dolayısıyla, çözüm “Aktif özne olma” gibi bir özellliğe sahip olmayan yasalarda veya kurallarda değildir. Yani, çözüm de, bir şeyleri yapan veya yapmayan, yani düşünen, kendi ve ortaklarının çıkarına göre karar veren ve uygulayan (aktif özne olan) insanların “çözüm olacak farklılaşmasında” yatar. Dürüstlüğü veya sahterakrlığı, sözünün eri olmayı veya ikiyüzlü ve kalleş olmayı, başkalarını sömürerek vurgunla ve soygunla kendini ve ortaklarını zenginleştirmeyi ve geniş kitleleri aç ve yoksul duruma düşürmeyi veya tersini, insanlar (ve insanımsılar) yasalar olduğu veya olmadığı, din ve iman olduğu veya olmadığı için seçmezler. İyi, dürüst, doğru, diğer insana karşı anlayışlı, hoşgörülü ve duyarlı olan insan, yasalar olsa da olduğu gibi olacaktır, olmasa da. Siyasal, eknomik ve kültürel güç yapılarındaki vurguncu, soyguncu, sömürgen, hunhar ve vicdansız insanların (insanımsıların) olmasını belirleyen veya engelleyen hukuk ve yasalar değildir. Zaten yasalar onların çıkarları için yapılır ve onların çıkarlarına aykırı yasalar onların bir şekilde kırması için vardır; bu yasaları kırma, bükme, altından, üstünden ve çevresinden geçme işini de, onların hizmetindeki “bağımsız adalet sistemindeki ücretli/maaşlı “kendini devlet sananlar” yoluyla gerçekleştirirler.
Adalet sistemi, kontrol ve yönetsel güç bağı
Adalet sistemi güç yapılarının ve güç ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır. Bu nedenle, güç yapılarının çıkarlarından ve amaçlarından yalıtılmış ve bağımsız olarak düşünülemez. Bu system, etkisinde olduğu uluslararası egemenliğin ve bulunduğu siyasal, ekonomik ve kültürel yapının koşullarına ve amaçlarına uygun bir şekilde biçimlenir.
Adaletin kurumları, aynı zamanda, eğitim kurumlarının topluma “yararlı” olarak hazırlayamadığı veya “eğitemediği” insanları veya sosyal yapının kendi içinde mülkiyet ilişkilerine zarar getiren kişileri cezalandırma aygıtlarıdır. Adaletin propagandası yapılan ideal amacı, önleme/caydırma/durdurma, ceza evlerinde uygulanan politikalar yoluyla “iyileştirme, ıslah” (rehabilitasyon) ve topluma yeniden kazandırmadır. Ne yazık ki, adalet tüm dünyada çok ender olarak “ıslah eden ve topluma yeniden kazandıran bir işleve sahip olamamıştır. Onun yerine, büyük çoğunlukla, işkenceyi ve kötü muameleyi de içeren hapis yoluyla “toplumdan tecrit” biçiminde çalışmaktadır. Bu durum, adalet sisteminin kurum olarak hacimce büyümesini ve yaygın bir endüstrinin ve yan endüstrilerin gelişmesini de beraberinde getirmiştir. Kamu düzeni diye sunulan system koruma işiyle yükümlü olan polis gücünün sayısının ve uzmanlaşma alanlarının artışı da buna bir örnektir. Bu devasalaşan sistemin gücü ve sürekliliği, hızla tırmanan yasal kurallar sayısıyla da beslenen suç ve suçlu üretimi ve yeniden üretimine kaçınılmaz olarak istese de istemese de katkıda bulunmaktadır. Yani, bu adalet sisteminin varlığı ve sürdürülebilirliği suç ve suçlunun (müşterinin) artmasına bağlıdır.
Suçla beslenen bir adalet sistemi çözüm getiremez
Örnekle başlayalım: Yasalarla kişilere belli haklar tanınır veya kişilerin belli hakları kısıtlanır. Diyelim ki, Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddesine şöyle bir ekleme yapılsın: eşini döven, erkeklere 50 yıl hapis cezası verilecek. Bu yasa kadının durumunu azıcık bile olsa değiştirebilir mi? Kesin bir cevap vereyim: kesinlikle hayır. Bu ancak adalet sistemindekilere maddi çıkar sağlar. Fakat kadına şiddeti ortaya çıkaran ve besleyen koşulları değiştirmediği için, anlamlı bir değişim asla getiremez. Birçok ülkede, bizde de, kadınlara yasal eşitlikler verilmiştir. Sonuç ne? O yasal eşitlik verilmesini gerekli kılan olumsuz koşullar değiştirilmiş mi? Değiştirilmiş olsaydı, feminisme ve kadın hakları mücadeleslerine gerek kalmazdı. Amerika'da kadının ve çocuğun kılına bile dokunmak erkek için kendi başına büyük dert açmak demektir. Bu Amerika'da kadına şiddeti azalttı veya durdurdu mu? Hayır. Ayrıca, sen, kadın olarak kocanın sana veya çocuğuna dayak attığını nasıl polise şikayet edebilirsin? Eğer ekonomik olarak kendini ve çocuğunu besleyebilecek gelir getiren bir işe sahipsen, şikayet edersin ve hatta boşanırsın. Ama, polisin neden bu işkenceyi çekiyorsun, şikayetçi ol, atalım içeri” dediğinde, “yapamam çünkü eve ekmeği getiren o” dediği gerçeğinde olduğu gibi, çoğu fukara ailelerde kadınlar ya çalışmamakta ya da hem kendi hem de kocası çalıştığı halde zor geçinebilmektedir. Dolayısıyla, şiddeti yaratan koşullar yanında, şiddete ses çıkarmama koşulları da şiddetin sürekliliğine katkıda bulunmaktadır. “Bekara eş boşaması kolay gelir”, ama gerçek hayatta sorun çözme öyle, şiddet gören kadına, “kadın sığınma evlerine, git” demek kolaydır; ama o kadına hayatı boyu “kadın sığınma evleri” bakmayacaktır; ama “kadın sığınma evleri” felaketten ve faciadan yararlanarak birilerinin para kazanmasını ve birilerinin zengin olmasını sağlayacaktır. “Eşim çovuğumuzu dövüyor” diye şikayet edemezsin (eğer riskleri ve başına gelecek zorlukları göze almazsan), çünkü birçok ülkede devlet senin elinden çocuğunu dövülmesi nedeniyle alır. Susup gaddarlığa sessizlikle katılarak sen de suç işlemek zorunda kalırsın ya da riskleri göze alıp harekete geçersin. Ama koşullar “susmayı” beraberinde getirmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de öyle: Bu bildirge, güçlüyü insanlık dışı güç uygulamalarından vazgeçirecek bir koşulu getirmez ve yaptırım uygulayamaz. Yasalarla verilen hakların hangisinin kullanım koşullarını ve olanaklarını toplumsal çevre, endüstriyel yapılar ve devlet sağlamaktadır ki? Yasa koymakla iş bitmez. Bu yasaların gerçekleşmesi için gerekli koşulların oluşturulması ve geliştirilmesi, kaynakların ve olanakların bu yasalardan faydalanacak kişilere veya örgütlere sağlanması zorunludur.
Hukuk ve yasalar olmasın mı?
O zaman, yasalar olmasın mı? Bu soru Türkiye'de özel televizyon olup olmaması tartışması gibi tartışmalara benzer. Sen (veya ben) istesen de olacak, istemesen de, çünkü bu örgütlü egemenlik ilişkilerinin tarihsel bir gerçeğidir. Bu, güç ilişkilerinin ve mücadelenin bir neticesidir. Güçlüler kendi işine gelen yasaları koymaya çalışır, karşı mücadelede olanlar da bunu engelllemeye ve kendi çıkarlarına uyanı koymaya uğraşır. Karşı mücadeleciler başarı kazanıp, örneğin kadın haklarını tanıyan bir yasa elde ederlerse, güçlüler hemen bu yasanın kullanılma olanaklarını pratikte engelleme yollarını ve mekanizmalarını kurarlar ve olan mekanizmaları da güçlendirmeye çalışırlar. Karşı mücadelede olanlar ise kendi mekanizmalarını kurmaya çalışırlar. Bu sadece her alanda ve her seviye ve boyutta olan mücadelelerin bir bölümüdür. Her seviyede ve alanda, önemsiz ve neticesiz gibi görünse bile, mücadele şarttır.
Yasalar ve aylıklı serbest kölelerin güç uygulaması: Ben devletim!
Evet, yasalar yukarda belirttiğim gibidir. Fakat bunu bilmek yasaları elde etmenin ne demek olduğunu anlamak ve bu yasalarla gelen durumla nasıl bir mücadele etmek gerektiğini gösterir. Nurdan evlendikten sonra yeni nüfus kağıdı almak için Fatih Nüfus Memurluğuna gider. Erkek memura, kadınlar için yeni çıkan kanundan faydalanarak kendi soyadını kullanmak istediğini söyler. Memur da sırıtarak, "o kanun ünlüler için. Ancak onlar kendi soyadlarını kullanabilirler" der. Memurun bu davranışı, egemen ideolojiyi benimseyen erkeğin verilen hakları hazmedememesini ve kadına verilen hakkı kadının kullanma olanağını kadının elinden almasını ifade eder (O memurun bu dediğimin farkında olduğunu hiç sanmıyorum; onunki yalın bir güç uygulamasından geçerek, güçsüzlüğünde güç uygulama fırsatını kullanarak, onun tadını çıkarmaktır). Nermin de evlendikten sonra kendi soyadını kullanmak için müracat etmiş, müracaatına cevap bile vermemişler. Nüfus kağıdını kocasının soyadına göre düzenleyip vermişler. Nermin New York'da konsolosluğa gidip kendi soyadını korumayı istediğinde, orada çalışan kadın hince bir gülümsemeyle "demek ki evliliği Amerika'da oturma izni almak için yaptın da onun için böyle istiyorsun" der. Bu kadının kendi psikolojik hastalığına göre kanunu yorumlayarak, kadına verilen hakkı kullanıp kullanmamasında karar vermesi hakkını kimse ona tanımamıştır. Ama güç yapılarının bürokrat köleleri güçlünün çıkarlarını güçlü yararına korumak için ve bazen de rüşvet almak için, canla başla uğraşırlar. Bizim bürokrasinin psikolojisi çok nadir görülen bir hastalığa sahiptir: Bu bürokrasiye gittiğinde bu hasta psikolojideki bürokrat senin işini kolaylaştırmak ve yapmak için çaba harcamaz, tam aksine nerede bir pürüz bulurum da zorluk çıkarırım diye yırtınır. Amaç yapmak değil, yapmamaktır. Bir pürüz bulamaz ve yapmak zorunda kalırsa kafası bozulur. Tatmin olmaz. Kendini rahat hissetmez. Çay ve sigara içmeye başlar yatışmak için. Yaptığını bir kenara bırakır; yanındakilerle konuşmaya da başlar. Sen beklersin. İçinden bu adi yaratığın boğazına sarılıp tavuk gibi çekip koparmak bile gelebilir. İnsanlığını muhafaza edersin. Senin beklediğini bilir. Sinirlendiğini de. Çayından bir yudum daha çeker. Durumdan zevk alarak, büyük rahatlık hissetmeye başlar. Çaydan değil tabi; seni ezdiğinden. Bununla yetinmez ve sana çıkışır bile. Nasıl olur da sen herşeyi böyle tamam ve eksiksiz getirebilirsin! Kendinin ücretli veya maaşlı köle olduğunun farkında bile değildir. Polis gibi devlet kurumlarında çalışanların taşıdığı "kanun benim" ve “ben devletim” psikolojisi gibi hasta bir psikolojiyle diğer insanlara gaddarlık ederler.
Bu anlattıklarımın anlamı, asla “yasalar gereği gibi uygulanırsa, sorunlar ortaya çıkmaz” demek değildir: kölenin efendisi ve kendi hasta psikolojisini tatmin için, yasaları ve kuralları hiçe sayarak, güçsüz birilerini ezmesidir. Ne olursa olsun, yasalar egemen düzenin yasalarıdır. Egemen düzenin çıkarlarına aykırı bir yasa ise kullanılma olanakları çeşitli yollarla kısıtlanarak geçersiz yapılır.
Yasalar ve Eşitsizliklerin ve egemenliklerin yeniden üretimi
Örnekle devam edelim: evlilik ve boşanmayla ilgili yasaları düzenleyenler arasında kadın varmıydı acaba? Kadın olsa bile ne fark ederdi ki zaten? Hiçbirşey çünkü o kadın da, o örgütlü yapının iş yapış biçimi içinde, erkekler gibi egemen güç ilişkilerini destekleyen yasaların formüle edilmesinde katkıda bulunurdu. Boşanmanın çeşitli kurallarla zorlaştırılması (örneğin dilenci gibi nafaka alma hakkı) gerçekte kadın düşünülerek yapılmış birşey değildir. Gerçekte, kadının özgürlüğünü elinden alan evlilik kurumu getirdiği kaidelerle bu esaret düzenini korur: Evlenirken ölünceye kadar birlikte olmaya and içildiğinde, gerçekte bu kadının ölünceye kadar kendi köleliğini kendisinin tastik etmesidir. Devletin rolü eşler arasındaki yapılan kontratı ve kontratla ilgili kuralları meşrulaştırmak ve gözetmektir. Örneğin, bir kişinin boşanmadan bir başkasıyla evlenmesini engellemek gibi (engelliyor mu? Türkiyede ne kadar hoca nikahıyla evlenenler var dersin?).
Yasa önünde kadın ve erkek eşittir. Bu eğer, mahkemede eşittir ise, bu büyük çoğunlukla geçerlidir. Ama iş dünyasında, yasaların söylediği eşitlik eşitsizliği meşrulaştırma işlevine sahiptir.
Birçok ülkede kadını döven erkek yasalara göre cezaya çarptırılır. Fakat yasaların olması ille ki o yasaların günlük gerçek hayatta işledikleri anlamına gelmez. Yasalar kadınları dayaktan korumada hiç denecek kadar az rol oynar. Karısını (eş kavramını kullanmıyorum, çünkü kavramın kendisi dövmeyi ve eşitsizliği dışarıda bırakır) dövenlerin çok azı kadının isteğiyle hapse atılır. Hapse atılan varsa eğer, onlar da çıkar ve tekrar döver. Kadınların dayağı yiyip yatmalarının baş nedeni evlilik düzeninde ve ekmeğini kazanmada ekonomik ilişkilerin oynadığı roldür. Kadınların iş bulması, iş bulsalar bile yaşamlarını bağımsız olarak sürdürebilecek miktarda ücret alabilmeleri erkeklere nazaran oldukça kısıtlanmıştır pratikte. Bunun yanında çocuk, sosyal ve ahlaksal baskılar ve kadına yükletilen geleneksel görev ve sorumluluklar, kadının erkeğin (ve iş yerindeki yöneticinin) baskısına başkaldırmasını büyük ölçüde önler. Kadının başkaldırma olarak kullandığı yöntemlerse çoğu kez geri teper.
Yasalar ve ilişkisel yapının meşrulaştırılması
Yasalar boşanmada kadına erkeğin maaşından bir bölümünü vererek, erkeğin egemenliğini ve kadının acizliğini kanıtlar ve meşrulaştırırlar. Yasalar erkeğin ekonomik gücü tuttuğunu varsayar ve kadını erkeğe bağımlı olarak düşünür.
Kadının boşanmada dilenci durumuna düşürülmesinin etkilerinden biri de, kadına kendi kendini ve erkeğe de kadını aşağı görmesi psikolojisini aşılamasıdır. Kadının nafaka parası bir bakıma onun esaretinin ücretidir: Çok ucuz bir ücret. Böylece düzen tasdik edilir ve haklı çıkarılır (meşrulaştırılır).
Boşanmada kocadan çocukların bakımı için para vermeye zorlama aile kurumunda önceden hazırlanmış görev ve sorumlulukların, bu kurum çökse bile, devamını sağlar. Bu, gerçekte ekonomik güçten yoksun olan çocukları korumak amacıyla hazırlanmıştır. Fakat bazen kadınlar bunda erkekten intikam alma fırsatı bulurlar; Herifin gırtlağını bu şekilde yıllarca bırakmamaya karar verirler. Kadınların bence bu iğrenç ve acınacak durumu kendilerine verilen bu rolü benimsemeleri ve iştahla oynamalarıdır.
Burjuva düşünü tarzının çıkmazı: Çözüm olmayan çözüm üretme
Burjuva düşünü tarzı --ki hemen herkeste değişen ölçülerde vardır-- kadının babasına ve kocasına tutsaklığının ortadan kalkmasına çare olarak yasalar değiştirip, yasalar koyma ardından koşar. Böylece kadının boyunsundurulması ve boyun eğmesine ve, dolaylı olarak aile kurumunun despot bir biçim almasına son vermenin yolu olarak, kadın için yasasal eşitliklerin getirilmesi gerekliliğini bütün burjuva feministler mücadelelerinde ana hedef olarak alırlar. Burjuva femistler nadiren evlilik kurumunu ve toplumsal yapıyı direk olarak ele alıp eleştirirler. Bunun yerine, erkek suçlu olarak nitelenir ve kadın erkek eşitliğinin sağlanması için yasasal değişiklikler ve yasasal yenilikler isterler. Üzerine eğilinen sorun ve konu aile ve evlilik kurumu değil, erkeğin sosyal üretim ilişkilerinde ekonomik, eğitim, öğretim, çalışma ve profesyonel alanlarda kadından çok daha imtiyazlı bir durumda olduğu ve duruma yasaların aracılığıyla son verilmesi gerektiğidir.
Peki aile ilişkileri? Burjuva feministlerine göre, kadın aldığı haklarla genel çevrede eşit muamele görürse, bunun neticesi sonunda ailede de görülür. Burjuva kadın dergilerinin hemen hepsi kadınsal bireycilik, özgürlük, bağımsızlık, seksüel devrim laflarıyla kadınlara burjuva kitle kültürünü ve bu kültürün ürünlerini kakalarlar: Kadının durumuna niteliksel bir değişme sunulmaz. Geleneksel kadın "kocasının evine" kapalı, ev işleri ve çocuk bakımıyla hayatını tüketen, hisli, gözyaşı dolu, mutsuz "evdeki tutsaktır." Burjuva kitle kültürünün feminizmi ise bu kadına daha çok duygululuğu (Tv dizilerini düşün), kişisel zevki ve hırslı tüketimi getirdi: Ye, iç, eğlen! Özgürsün sen! Satın al! Onu da al! Bunu da! Bağımsızsın sen! Şunu da satın al!
Kapitalist düzen ve kadının esareti
Kapitalist siyasal ekonomi insan ırkının yarısını, yani kadınları, üretim araçlarını (ekonomik gücü) ve üstyapıyı (siyasal gücü) kontrol eden erkeklerin tutsağı olmasını sağladı veya, eğer zaten tutsağıysa, tutsaklığı sürdürmeye devam etti: Ailenin evi kocanın evi ve kadının ise hapishanesi olarak... Kapitalist sistem ne tür yasalarla gelirse gelsin, kadının (ve erkeğin) evlilik kurumu içindeki hapisliğini daha da perçinleştirir. Daha kötüsü, kadın çalışmak zorunda kalarak, kapitalist sistemle, bir başka terröristin pençesine düşer: “işveren” denen sömürgen ve onun yönetim işini yapan yüksek ücretliler. Kadınının bu terrör altına girmesini de kadın özgürlüğü olarak yutturmaya çalışır. kapitalist düzen, evliliği daha da ezici bir şekilde ekonomik aranjman haline sokar: Yaşam savaşında hem kadın hem de kocası çalışmak zorunda kalırlar. Bazen öyle olur ki biri bitkin uyurken diğeri işe gider. O geldiğinde de eşi işe gitmiş olur. Aşk ve sevişme, Amerikada olduğu gibi, eğer mümkünse, hafta sonuna (ya Cuma veya Cumartesi gecesine) sıkıştırılır.
Baskıcı düzenin yasaları topal eşeğe vurulan nal gibidir: topal eşek yine seke seke gider. Faydası? Topal sekerek gider, bir agacın altına gölgeliğe çöker. Nalına bakar, "üf be, iyi çaba gösterdim bunu almak için" der ve mutlulukla gülümser. Ama nallayanın onu neden nalladığının bile farkında değildir, ne yazık ki.
Dolayısıyla, “hukuk reform” laflarıyla gelenlerin neyi, kimleri, ne amaç ve sonuçlar düşünerek ve hangi koşullar içinde “nallamaya kalktığına” bakmaksızın, gerçeği yakalayamayız. Örneğin, hukuk reformu torba paketi içinde dip bir köşeye, kadınları hem cehennem ateşinden korumak hem de korona virisüne karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için, “sıkı sıkı örtünmeleri, örtünmeden sokağa çıkmamaları, açık seçik sokağa çıkanlara ceza olarak korona virüsü enjekte etme” üzerine kurulu bir yasal reform hediye edilebilir. Niye olmasın ki!
3 Mayıs 2023 updated
Deprem: Ölenler ve öldürenlere ne olur?
Türkiye "asrın depremi"diye "bize vuran bir piyango" gibi sunulan bir deprem yaşandı 2023 yılında.
Deprem "felaket" olarak nitelendi. Deprem nasıl oluyor da bizde felaket oluyor, ama Japonya'da binaların çökmediği ve kimsenin ölmediği olagan, rutin bir doğal olay oluyor?
Yanıt oldukça açık: Tedbir almayanlar ve gereğini yapmayanlar için felaket olur. Dolayısıyla "deprem felaketi" diye depremi suçlamak, sorumlu yapmak geçersizdir.
Deprem oldu. Büyük olasılıkla 100 binden fazla kişi öldü. Depremde göçük altında kalanlar feryatlar ederek öldüler, çünkü yardım zamanında gitmedi, yardım araçları ve imkanları orada yakında olsa bile kullanılmadı, hatta cep telefonları bile çalışmadı. Siyasal muhalefet ve medyada sürekli "yönetimin beceriksiz, bilgisiz, tedbirlerden haberi olmayan lar olarak niteledi ve eleştirdi. Sorun beceriksizlik, hazır olmama, bilgisizlik ve buna benzer şerler mi? Hyır değil. Asıl neden "krizleri fırsata çevirme" temeline dayalı bir çıkar ve düşünce ortamının belli çevrelerde egemen olmasıdır. Kısaca, bu tür ortamlarda, "para gelmeyecek, çıkar sağlanmayacak ve hatta çıkar olasılıklarını azaltacak birşeyler yapmak, "bu ortamların normal çıkar, çözüm, düşünce ve davranış kalıplarına aykırı düşer. Örneğin, dev seyahat gemileri olan bir zenginin gemisini kullanılmasını istemesinin yaıtsız kalması ve gemisinin depremzedeleri barındırmak ve yiyip içirmek için kullanılmaması "beceriksizlik veya bilgisizlik değildir: Kurnazca uygulanan rekabetçi çıkar politikasıdır. o adamın gemisinin kullanımı birilerine para kazandırmadığı için (rüşvet dahil), o gemiye izin verileceği düşünülemez. Bana "İrfan, eğer ben yardım içinde olsaydım, o zaman senin "işçiler fedakarca çalışıyor, saat ücretlerini 25 cent artırarak ödüllendir" dediğinden çok daha fazla para verirdim; ama ben para kazanma işindeyim" diyen amerikalı iş adamı için öncelik, bu ülkeyi soyan siyasetçilerin ve kapitalistlerin yaptığını yapmaktır: Bunu da deprem sırasında çok başarılı bir şekilde yaptılar. Cep telefon sinyallerini kestirenler, zamanında müdahale etmeyenler, müdahalede "tercihli yardım" yapan ve yavaş olanlar, çok hızlı bir şekilde "felaketi fırsata çevirme işinde" (özellikle binalar yaparak milyarlar vurma işinde) çok hızlı davrandılar; aspest denen öldürücü maddeyi içeren enkaz yığınlarını her zaman yapyıklarını yaparak sorumsuzca etrafa yığdılar.
Kısaca, sorun beceriksizlik değil, becerikli bir şekilde çıkar gerçekleştirme sorunudur: Aslında deprem sadece kitleler için sorundur; krizi fırsata çevirenler çıkar yapıları için, ekonomik çıkarlar sağlayan "Allahın onlara lütuflarından" biridir.
Türkiyede deprem olduğunda daha önceki depremde (veya madendeki işçilerin zehirlenerek, yangında veya göçük altında kalarak öldürülmesinde) olduğu gibi daha önce aşaıda yazdıklarımda belirttiğim "tarih kasıtlı ve bilinçli olarak tekerrür ettirilir":
Türkiye!de yine deprem oldu. Medyada yine aynı haklı şikayetler ve yakınmalar.
Bu binalara izin verenlere, denetleme yapanlara, binayı yapanlardan avanta alanlara, binayı tasarlayan ve inşa edenlere ve sahiplerine Türkiye'de ne olmaktadır?
Bunun yanıtını insan olan herkes bilir ve insanımsılar da bahaneler uydurur. Aşağıda dört bin yıl kadar önce, bina herhangi bir nedenle yıkılırsa, binayı yapana uygulanan cezalar yazılıyor.
Buna benzer veya bundan esinlenen bir yasa Türkiye'de olsa ne olur? Zaten var olanlara ne oluyorsa o olur: Yasa iki şekilde uygulanır: (1) Bina yapanlardan meşrulaştırılmış ve gayri-meşru (rüşvet, hediye) para almak için kullanılır; (2) Bina yapanlar en ucuza mal etmek için her türlü düzenbazlığa başvurur (örneğin malzemeden çalar; kötü malzeme kullanır).
Bina çöker ve insanlar ölürse ne olur? Ölürler ve hak ettiklerini bulurlar: Onlar da sağlam ev satın alsınlar veya sağlam evde kirada otursunlar. Bu tür lafları söyleyenlere, o ölenlerin yakınları falan "başmızdan Allah eksik etmesin" diye sürekli oy verirler.
Peli bina çöktü, bu binayı bu şekide yapanlara ne olur? Uzun senelerdir ne oluyorsa, o olur: Hiç bir şey olmaz; hatta millet vekili bile olurlar.
Diriliş Ertuğrul: Hunharlığa, Vicdansızlığa ve Batıla Övgü
(devamını okumak için: Hunharlığa ve Batıla Övgü: Diriliş Ertuğrul
Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye farkı
Maaşlı/ücretli köleler: Amerika ve Türkiye
farkı
Dört ay kadar önce öğrencilere kitap göndermek için Yaşamkent’teki PTT’ye gittim. Kitapları tartınca, parası ne kadar dedim. “16 TL” dedi. Ben de, “hayır 3.5 TL” dedim, “uzun zmandır böyle” dedim. “Kampanya bitti” dedi. Ben bizim ülkemizdeki çalışanların genel karakterini bildiğim için, ısrar ettim, ama “artık kampanya yok” dedi ve diğer çalışan da onu destekledi. Ben göndermedim. Ümit köydeki büyük PTT’ye gittim ve 3.5 TL’ye gönderdim. Bir başka zaman “Allah kahretsin” dedim kendi kendime ve ödeyip gönderdim. Bugün, yine dört ayrı öğrenciye kitap göndermek için Yaşamkent PTT’sine gittim. Kız bana “bir kitap” 5 TL, iki tane olursa, 16 TL” dedi. Ben “1 kiloya kadar 3.5 Tl” dedim. Kız arkasına döndü ve oradan geçen, müdürü olmalı, iri kıyım adama sordu ve gelip bana “1 kitap 5 Tl, ikisini gönderirsen 16 TL dedi.” Ben de göndermedim, çünkü dediğim gibi ben “bu ülkedeki ücretli kölelerin kölelik psikolojisini çok iyi biliyorum”: Bizim insanımız bilmez, bilmek de istemez, hatta kendini soyan şirket için müşteriye şirketin soygun fiyatının üstünde fiyat ödeterek kendini soyana hizmet eder; bilerek veya bilmeyerek müşteriye atılan kazığa biraz daha ekleme yapar.
20 yıl kadar
önceydi (Nedense AKP hükümetiyle birlikte bu durum olumlu bağlamda çok değişti.
Elbette her yerde değil: X Üniversitesinde verdiğim ders ücreti verilmedi.
Almak için gittiğimde, Çalışan kızlar paramı almam için her belgeyi hazırladılar,
son aşamada benden bir şey için bağış istediler; ne kadar diye sordum minimum
100 Tl dediler. Ben vermemek için her numaraya başvurdum, onlar da almak için.
Sonunda vermedim, ama ceremesini de çektim: Paramı alma işlemini yapıyor gibi
yapıp, oruç tutmayıp bağış vermeyen kafirin işini yapmadılar. Herhalde iki sene
sonra, rektörlerine epey ağır mektup yazdıktan sonra alabildim. Bir başka özel
okulda herhalde 40 saat kadar eksik ödediler ve asla alamadım, onlar çok azgın ve
kurnaz laiklerdi, vazgeçtim. Bir başkasında da saatine 100 Tl yerine 38 Tl ödediler
ve onu da alamadım. Bunu o okulların sahipleri yapmıyor; onların muhasebe
işiyle ilgili ücretli köleleri yapıyorlar.
Yine 20 sene kadar
önce, Maliye’ye gitmem gerekti, çünkü hakettiğim bir para vardı. Hukukçu
arkadaşım dedi ki “İrfan, çok sakin ve yumuşak ol, memura”. Ben de “niye ki,
alacağım var, verecek.” Arkadaşım “yok, vermemek için elinden gelen her şeyi
yapacak” dedi. Ben de “Cebinden çıkmıyor ki, devletin bana yapacağı ödeme”
dedim. “O memur, kendini devlet olarak görür ve cebinden çıkıyor gibi hisseder;
sakın sinirlenme, alttan alarak, paranı almaya çalış” dedi. Dediğinin hepsi
oldu. Memur bana benim paramı vermemek için her türlü pisliği yapmaya başladı.
Ben biraz yumuşak davrandım, ama sonunda patladım. İşe müdürleri falan karıştı ve
o parayı ter dökerek aldım. Başka zaman ben iki kez mahkeme tarafından bilir kisi
atanmıştım; para veriyorlarmış, gitmedim almak için. Devletin memurları da bana
getirmedi; ama devletin memurları devletin senden alacağı olunca peşini bırakmazlar.
Şimdi gelelim
Amerika örneğine. Birinci örnek: New York kenti. Birbirinden 30 metre kadar uzakta
iki manav. Birinde muz 59 cent, öbüründe 69 cent ve böyle fiyat farkları var.
Düşük fiyat veren Yunanlı Amerikalı ve diğeri de Italyan Amerikalı. Bir ara
nedense şüphelendim ve sonunda şunu öğrendim: Yunanlının manavında (belki de Türk
veya İspanyoldu, hatırlamıyorum) çalışan iki şeyi aynı zamanda yapıyordu:
Terazide sahtekarlık yapıyordu ve de para üstünü verirken. Amerikalı asla
paranın üstünü saymaz ve terazide sahtekarlık yapacaklarını aklının köşesinden
bile geçirmez. Türkler New York’a “hava parası” almayı ve araba istasyonlarında
benzine su katmayı öğretti. Bunlar Amerika’daki Yunanlılar, Türkler ve Güney
Amerikalı İspanyollar.
Şimdi ciddi fark
örneği. İkinci örnek: Fatih New York’da emekli maaşını almaya başlamak için
müracaat ediyor. Kızı da yanında. Evrakları dolduruyor Amerikalı (Çin kökenli) kadın
ve Fatih imzalıyor. Her şey bitiyor. O sırada kadınla konuşuyorlar. Tam kalkıp
giderken, kadın “bu senin kızın mı?” diye soruyor. Fatih “evet” deyince, kadın “dur
bir dakika, kızın da 18 taşına gelinceye kadar, senin ayda aldığının yarısı
kadar aylık alır; bunu bilmiyorsun değil mi?” diyor. Fatih şaşkın. Niye
dersiniz? Çünkü bu Türkiye’de olsaydı, memur asla ona kızının da emeklilikten
yararlanacağını söylemezdi. Hatta Fatih kızının yararlanacağını bilse bile,
memur zora koşmak için elinden gelen her şeyi yapardı. Yani, Amerikalı memur
senin işini sana elinden gelen her yardımı yaparak bitirir. Türkiyeli memur ise
senin işini öyle bitirir ki anandan seneler önce emdiğin sütü ağzından geri getirir.
Elbette her ülkede
iyi ve kötü insanlar vardır. Ama bazı ülkelerde biraz ve hatta birazdan daha
fazladır bunlar.
Yarın Yaşamkent PTT’ye
gideceğim. O müdürü çağıracağım. Göndereceğim kitaplar arasından iki kitabı
vereceğim ve kaça olduğunu soracağım. Sonra da “PTT’nin yeni değişikliğine göre
artık kitap göndermede 1 kiloya kadar 5 TL ve bir kilodan fazla olunca % 50
indirim var” diyeceğim. Israr ederse, bana ya PTT’nin bunu yazan belgesini getirmesini
ya da bana söylediklerini yazmasını ve imzalamasını isteyeceğim. Bakalım ne
olacak.
Köle köleliğini
kendine bahşedilmiş bir özgürlük veya imtiyaz gibi görmeye başladığında,
efendisinden daha efendi ve efendisinden çok daha zalim olur; ayrıca, kendini
soyan efendisini çıkarını artırmak için müşteriyi “fazladan soymaktan” asla
geri durmaz. Bu vicdansal ve duygusal bağımlılık nedeniyle ki, örneğin üç tane genç
çalıştıkları alışveriş marketinden bir iki avokadoyu (avokadoydu herhalde) birisi
çaldığı için yanıp duruyorlardı, sanki avokadoyu çalan onlardan çalmış gibi.
Adamı ele geçirseler herhalde paralarlardı. Sürekli yanmalarına çok bozulduğum
için “niye yanıp duruyorsunuz, bu marketin sahipleri sizi ve bizi soyarak
milyarlar vuruyor, bir iki avokado ile fakir düşmezler” dedim. “Ama onlar bu
dükkanı bize emanet ediyor, biz hıyanet edemeyiz” gibi bir şeyler söylediler. Ben
de “sen birkaç kuruşunu bu marketin sahiplerine emanet et bakalım, ne olur” gibi bir şeyler söyledim. Hemen düşüncelerini,
duygularını ve vicdanlarını değiştirdiler. Bana onları aydınlattığım için
teşekkür ettiler ve bundan sonra oylarını CHP’ye vereceklerini söylediler.
Böyle bir şey olmaz. Zındıkların CHPsi ne kadar doğru ve iyi şeyler söylerse
söylesin hiçbir işe yaramaz, çünkü sorun bilmeme veya yanlış bilme değil, sorun
yoğun duygularla doldurulmuş beyinler; bu beyinlerin değişmesi doğruyu anlatmayla
veya göstermeyle değişmez; farklı bir günlük ilişkiler ve anlayış ortamına girmeleriyle
olabilir. Yani, ya o insanı farklı ilişkiler, duygular, duyarlılıklar ve
düşüncelerin egemen olduğu bir çevreye taşıyacaksın (örneğin göç edecek) ya da
yaşadığı çevredeki duygu, ilgi, düşünce ve davranış biçimlerinin değişmesini
sağlayacaksın. Türkiye’yi yöneten güçler çevreyi bu şekilde dönüştürme/değiştirme
işinde sınıfta kaldılar, çünkü bazılarının böylesi işine geliyordu, bazılarının
da umurunda bile değildi. Şimdi o umurunda olmayanların bazıları derin derin
şikayet ediyor ve yakınıyorlar: Kırk haramiler mağaralarında değil artık.
Avokado meselesine
dönelim: Hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” olur mu? Hollywood
filmlerinde uzun zamandır bu, “meşru hırsızlık” olarak niteleniyor. Bence de doğru, çünkü
hırsızdan ve vurguncudan çalmak, “çalmak” değil, “kurtarma, özgürleştirme (liberating) olarak nitelenebilir. Böyle düşünen insanlar
çok olsaydı, ücretli/maaşlı köleler efendilerinin çıkarlarını gerçekleştirmek
için yırtınmayı bırakırlar ve, en azından, Amerikalı memurun yaptığı gibi hakkı
olana hakkını gizlemeden, saklamadan, vermemek için zora koşmadan, zevkle
verirdi. Ama gel sen bunu kendini devlet sanan ücreti/maaşlı çağdaş kölelere ve
kendini köle/kul gibi kullananlara kılınarak “vur de vuralım, öl de ölelim” gibi
hislerle dolu hastalığa kadar giden çeşitli hastalıklara yakalanmışlara anlat:
Anlatamazsın. Kapı kulu olmaya ve hem kendisini olmayan hem de kendisinin
köleliğini ifade eden o kapıyı canı pahasına korumaya alıştırılmış ve öyle
yetiştirilmişlerden farklı bir şey bekleyemezsin.
PTT örneği ve benzerleri hem bilme/öğrenme gibi bir ilgisi ve çabası olmayanların hem de aynı zamanda doğruyu yapma umurunda olmayanların insanları soymaya nasıl katıldıklarını anlatır. Karnını doyurabilme koşulları elinden alınmış kölenin zincirine vuruluşu ve onu zincire vuranlara kılınışı denir buna. Bu tür vuruluş hakkında ayrıntılı bilgi için bakın: İrfan Erdoğan, “İnsanın Zincirine Vuruluşu.” Amaan boşveeer. Sen çağdaş özgür insansın; hatta okulu bitirip işsizliğin ne olduğunu tatmaya başladığında, “özgürlüğün en yalın biçimini yaşayacaksın”, “elbette, babam sağ olsun” diyebileceğin, sana iş kapılarını açan “vasıflı ve becerikli” bir baban yoksa. Bu durumda, birileri parası kadar, sen de baban kadar özgürsün. Diriliş Ertuğrul dizisinde Ertuğrul’un dediği gibi “ağaca yaslanma çürür, babana yaslanma ölür.” Obayı aile şirketi şeklinde yöneten Ertuğrul şunu saklıyor: Bazı ülkeler, babasına yaslanarak aile şirketleri ve aile devleti kuranların ve ailece yönetenlerin (nepotizm) ve de onlara kulluk ederek öbür dünyada Huriler ve Nuriler hayaliyle bu dünyayı kendilerine ve başkalarına zindan edenlerin zindan etme işini yapan sefilleştirilmişlerin ülkesidir.
İrfan Erdoğan, Ekim 21 2020 Ankara
Magazin Programları: Ünlüler Ne Dedi, Ne Yedi, Ne İçti ve Ne Yaptı
Bu bölümde, magazin programlarında seçilen konular ve bu konuların içeriksel inşası yoluyla izleyicilere işlenmeye çalışılan bilişler belirlendi ve analiz edildi.
Eski ve yeni, tüm magazin programları aynı şeyleri sunuyorlar, çünkü çerçevenin içine girenler sadece o tür şeylerdir.Haberler içinde “magazin haberi” olarak da yer
alan bu tür programlarda iyi ve güzel insanların yaptıklarıyla ilgili olarak
bazen duygulu ve yücelten, bazen de hararetle öven haber-dedikodulara yer
verilir. Sürekli olarak showmenler, şarkıcılar, mankenler, artistler veya
sporcular ele alınır ve onlarla ilgili “dedikodu-haberler” verilir. Onların
yaşam biçimleri, aşk ilişkileri, birbiriyle çekişmeleri, dostlukları ve
düşmanlıkları, iyilikleri, şık ve rüküş giyinişleri, ne yaptıkları/yapmadıkları
ve başlarına gelenler izleyicilerin ilgisine ve bilgisine sunulur. Medya
profesyonelleri bu tür programlar yoluyla sadece bazı ünlülerin gündemde
kalmasını sağlamazlar, aynı zamanda ilgi yönetimi ve moda ve eğlence
endüstrilerinin promosyonunu da yaparlar.
Medyada Spor
MEDYADA SPOR: Çağdaş Kuru Ekmek ve Sirk Politikası
Televizyonda spor, önde gelen tüm türleriyle,
farklı kapsamlarda haberlerde, magazin programlarında, spor (tartışma)
programlarında ve elbette spor müsabakası yayınlarında karşımıza çıkar. Sporun
iletişimi, medyada, spor gösterilerinin canlı yayını dışında, örgütlü dedikodu
ve olmuş üzerine laf söyleme biçiminde yürümektedir. Akademide ise, en iyi
biçimiyle anlamlı araştırmalar yanında, değer yargılarına dayanan sistemli övgüsü
veya eleştirisi yapılır. Nasıl ele alınırsa alınsın, spor/oyun belli örgütlü
yer ve zamandaki üretim biçimi ve ilişkilerinin bütünleşik bir parçasıdır: Ne
ekonomiden, ne siyasetten ne de kültürden ayrı veya bağımsız bir şey değildir.
Sporun ekonomisinde ve siyasetinde baş döndürücü meblağlar dönmektedir.
Spor programlarında, mülk elde etme (spor
tesisi kurma veya satın alma, sporcu kiralama veya alma) ve kullanma ve de el
değiştirme (mal ve sporcu satma) ilişkileri olağan olduğu için ya hiç
konuşulmaz ya da “futbolcu transferi” gibi farklı kavramlar kullanılarak
gündeme gelir. Sporda mülkiyet yapısı hem pazar ilişkilerinin nasıl olduğunu
gösterir hem de yasal ve ilişkisel düzenlemelerin çerçevesini çizer. Televizyonda
bun yapıyla ilgili haberler sadece “süreçler” (örneğin kulüp başkanı seçilmesi)
gibi normalleştirilmiş çerçeveler içinde ele alınır. Şu anlatacaklarımın
hiçbiri, televizyon programlarında tartışma konusu olarak ele alınmaz: Sporda
mülkiyet, ister şirket isterse dernek/vakıf statüsünde olsun, öncelikle spor takımının kendisidir ve sporcularıyla
takım (ulusal-uluslararası) piyasalarda bir değere sahiptir. Bu organizasyonun
mal varlığı örgütsel taşınabilir veya taşınamaz mülkleridir. Mülkler arasında
değeri üretim performansına göre değişen sporcular en görünenidir. Sporcu, takım
yöneticilerinin alıp sattığı çok değerli bir maldır/emtiadır. Bu mal/emtia
insandır; emek kiralanmasıyla yapılan ve özgür olarak nitelenen fakat ücretli
kölelik biçimini ifade eden kapitalist pazar yapısında, sporcu ücret köleliği
yanında, tarih boyu süregelen mutlak köleliğin de ilginç bir biçimi olarak
ortaya çıkar. Bu biçimde transfer ve kontrat sistemiyle gelen emeğin yanında,
kişinin vücudunu kullanma (bedensel yetenek) hakkına sahip olma ve bunu
pazardaki alışveriş mekanizmasının bir parçası olarak kullanma şeklinde
karşımıza çıkmaktadır.
Spor bize eğlence, boş zaman etkinliği ve
vücut ve ruh sağlığını geliştirme faaliyeti olarak ve bireyselleştirilerek
sunulur. Televizyonda spor “şahane seyirlik gösteriye” dönüştürülür; maç
kazanma ve kaybetme izleyen seyircide bile içselleştirilir ve duygusallaştırılır.
Maç sonrası spor tartışma programlarında, özellikle hakemlerin ve VAR sistemi
ve hakemlerinin) “taşlanan keçi olarak” kullanıldığı ve tartışmanın eski
futbolcu, eski hakem, spor yazarı ve yorumcusu olan kişiler maçtan alınmış
çekimler de izleterek “uzman görüşlerini, eleştirilerini, yanlış hakem
kararlarını tartışırlar. Hele bir de seyircilerin taşkınlığı olduysa ve sahada
oyuncular birbirine girdiyse, tartışmalar daha da hararetlenir. Bu hararetli tartışmalar
sürerken ve biz televizyonun başında bunun heyecanlı taraf olurken, spor
pazarında kimin kime ne kadar milyonlar ödediği, daha çok pay alma kavgaları ve
yarışı, siyasetle olan ilişkiler ve seçimlerde ayak oyunları, (muhtemelen) kara
para aklama, dış piyasadan kaliteli mallar (yabancı sporcu) ithal etme ve mal
ihraç etme, televizyonlarla ve ürün ve hizmet şirketleriyle sponsorluk
anlaşmaları ile süregelen endüstriyel spor faaliyetleri devam eder. Biz
izleyiciler de, bir takımı tutan taraftar olarak sahte sahiplik duygusuyla
yanıp tutuşuruz, spor denen şirketler dünyasına sanki bizim dünyamızmış gibi
sarılırız. Öyle sarılırız ki hem duygusal bakımlardan bizim olmayanla düşünsel
ortaklık kurarak derin duygularla dolarız hem de yüksek fiyatlarla taraftar
olduğumuz takımın dükkanlarından formalar ayakkabılar falan alarak materyal
olarak soyulmamıza canı gönülden katılırız. Taraftarı olduğumuz takım için
sadece paramızı değil, canımızı da veririz. Ama bu tek yönlü destek ilişkisi,
asla tersine (ben taraftarınızın zor durumdayım, bana yardım edin gibi
bağlamlarda) çalışmaz ve zaten çalışması da düşünülmez, çünkü düşünülmesi bile
abestir: biz veririz onlar alır. Karşılığında da soyut duyguları kemire kemire
caka satarız.
Medya Gerçeği ve Medyayla Gerçeğin Katli
MEDYA GERÇEĞİ VE MEDYAYLA GERÇEĞİN KATLİ
Katleden medya mı yoksa medya profesyonelleri mi?
Medya dünyasının profesyonelleri çeşitli
ilgiler, düşünceler, değerler, duygular, ilgiler, tercihler ve davranışlar
aşılama işiyle, aynı zamanda, avuntular ve oyalanmalar dünyasının
“zenginleştirilmesinde ve yaygınlaştırılmasında” en ön safta yer alırlar.
Örneğin, annem televizyonu hep açık tutar ve sesini de yükseltirdi. Evin
neresine giderse, gitsin evde insanlar olduğunu hissederdi ve bu annemin evdeki
yalnızlığına karşı terapi gibi gelirdi. Televizyonun (şimdi de cep telefonunun
ve internetin) bu ve benzeri olumlu işlevleri elbette olacaktır. Elbette,
televizyon (cep telefonu ve internet) bizim gözümüzün ve kulağımızın teknolojik
uzantılarıdır. Bu teknolojik uzantıların, özellikle cep telefonun ve internetin
bize sağladığı yararlar inkar edilemez. Fakat bu yararlarla koca örtüler
örerek, maddi ve maddi olmayan yoksulluklar yaratan bir örgütlü ilişkiler
sisteminin hizmetindeki yönetsel araç ve gereçlere sıkı sıkı sarılmak, çeşitli
renklerle boyanıp üzeri kapatılmış ve yağlarla parlatılmış yılana “iyi ki
varsın” diye kurtarıcı gibi sarılmaya benzer. Bu yılan farklı bir yılan, seni
sokup öldürmez, seni sarıp sarmalar ve yılanın sahiplerinin işine yaradığın
sürece seni su üstünde ölmeyecek durumda “Allah razı olsun” dedirte dedirte
tutar.