1990’ların egemen egemen ideolojisinde, sadece Marksizm değil aynı zamanda pozitivizm de ölmüştür. Pozitivizmin yerini postpozitivizm aldı. Postpozitivizmde ne pozitivizm ne de Marksizm yaşam alanı bulur. Postmodernlik öncesi egemen modernleşme yaklaşımında iyimser bir ilerlemecilikten bahsedilir. Nesnel bilim, evrensel ahlak ve hukuk gibi kavramların, insanlığın özgürleşmesi ve yaşam şartlarının iyileşmesi için var olduğu öne sürülür. Nesnel bilimi, pozitivizm temsil eder. Bu bilim yardımıyla insanlar doğa üzerinde egemenlik kuracak ve kendi gelişmelerini gerçekleştirecektir. Böylece, kısıtlı kaynaklar daha verimli kullanılabilecek ve herkes bundan pay alıp göreceli olarak zenginleşecekti. Pozitivist dünyada artık dinsel dogmalara, fundamentalizmin akıl dışılığına yer verilmeyecek ve insanlık özgürleşecekti. Bilim kendi rasyonel örgütlenmesiyle dinin yerini alacaktı. Bu nedenle, bilim bütün insanlığın evrensel ve değişmez doğruları olmalıydı ve bu doğrular da ancak tarihsel bir bilgi birikimiyle sağlanabilirdi. Eğer doğru biçimde resmedilir ve temsil edilirse, dünya kontrol altına alınabilir ve akılcı biçimde düzenlenebilirdi. Pozitivizm tek bir doğru temsil tarzı olduğunu varsayıyordu; bütün bilimsel ve matematik çabalar da buna erişmek içindi. Eğer bu doğru tarzı keşfedebilirse, aydınlanma hedeflerine ulaşmış olacaktı (Harvey, 1997:41-42). Nesnel bilim kullanılırsa, bilgi birikimi sayesinde sürekli bir iyileşme olacak ve daha iyi bir yaşam sağlanacaktı. Pozitivizmin bu yaklaşımı oldukça iyimserdi. Üçüncü Dünya Ülkeleri'ne modernleşmenin ne kadar gerekli olduğu Batılılaşma, kalkınma, gelişme, endüstrileşme, demokrasi ve uygar olma kalıpları içinde sunuluyordu. Deneyimler, gelişmiş ülkelerde sınıflar arasındaki farkın arttığını, geri kalmış ülkelerde yaşam koşullarının sadece çok küçük bir kesim için iyiye gittiğini, Batı ile Doğu, Kuzey ile Güney, zengin ile fakir arasındaki farkın daha da arttığını gösterdi. Pozitivist bilim ve egemen ideoloji yeni açıklamalar getirmeliydi. Ülkelerde toplumsal politikalar çıkmaza girmiş, demokrasi yerine askeri cuntalar yönetimleri ele almıştı. Yeni sömürgeciliğin başlaması ve yeni bağımlılıklarla birlikte toplumlarda gelişme ve refah düzeyi asgari seviyeye indirilmişti. Siyasal ve ekonomik sefaletle birlikte, çözüm için 1960’lardan itibaren yeni mücadele biçimleri belirdi. Pozitivizmin çıkmazı ve mücadelelerin kızışması, pozitivistleri, yaklaşımlarını yeniden gözden geçirmeye itti. Yeni muhasebeler yapıldı, deneyimlere ve sonuçlara dayanan öneriler sunuldu ve buna paralel politikalar uygulandı. Bu muhasebelerin sonuçlarından biri de postpozitivizm oldu. Özetle postpozitivizm pozitivizmin ana elemanlarını reddetmektedir. Postmodernizm ve modernizmin önde gelen tanımlayıcı öğeleri Tablo. 5’de gösterilmiştir. Tabloda da görüldüğü gibi, iki yaklaşım sanki birbirine zıt iki oluşum olarak sunulur. Modernizmin kesin, amaçlı ve belirlenmiş olgularına karşı postmodernizm kesin ve genel doğruları reddetmektedir. Postmodernizmde her insanın ve örgütlenmenin kendisine göre doğruları vardır, bunlar genel doğrularla açıklanamaz. Postmodern çoğulculuk bireysel farklı ifadelerin varlığını vurgular.
Tablo . Postmodernizm ve modernizmin öğelerinin karşılaştırılması (Harvey, 1997:59)
Modernizm Postmodernizm
Hiyerarşi anarşi
Tasarım raslantı
Bitmiş yapıt süreç
Tür mutasyona uğramış
Belirlenmişlik belirsizlik
Form antiform
Amaç oyun
Merkezileşme dağılma
Mesafe katılım
Sentez antitez
mevcudiyet yokluk
Bilinç yönetiminin soyut uyduruları, insanın örgütlü yaşam gerçeğiyle karşılaştırıldığında farklı sonuçlar ortaya çıkar.Bu uyduruları uluslararası şirketlerin yapısında, bu uyduruları yansıtan postmodern aydınların çıkar dünyasındaki asalaklığının yapısında, çalışan kitlelerin ücretli maaşlı kölelik koşullarının yapısında, belli bir egemenliğin şekillenmelerini görürüz. Örneğin, yukarıdaki karşılaştırmalı öğelere bakarsak ve bu öğelerle 1990’ların dev şirketlerinin örgüt ve kültür yapısını ele alırsak postmodern koşul veya durumun kimin için ne anlama geldiğini görürüz: Bu şirketlerde hiyerarşinin yerini anarşi almamıştır; Çok uluslu şirketlerin yapısındaki merkezi yönetim demokrasi ve özgürlük için çok merkezlilik olmamıştır. Yönetimdeki değişmenin nedeni kar amaçlı üretimdeki verimlilik arayışının, pazar kontrolünün ve kar artırmanın bir sonucudur. Bu şirketler 1980 öncesi daha çok ulusal devletler veya çok güçlü birkaç ulusal sermayeyle işbirliği içinde ve kültür işine doğrudan katılmadan “mesafeli” olarak iş yapıyorlardı. 1980’lerden itibaren artan bir şekilde, ulusal devletlerin bürokrasilerinin her kademesine verilen pay ve rüşvetlerin azalması ve karar mekanizmasının hızlanması, ulusal merkezi otoritelerin koyduğu engellerin ortadan kaldırılması, özlüce maksimum kar etmek için hızlı ve kolay bir şekilde yatırım yapılması ve işletmelerin yürütülmesi zamanı geldi. Sonuç olarak pazarda ekonomik, siyasal ve kültürel kontrol için katılma arttı. Bu artmayla birlikte örneğin globallik ve karşılıklı bağımlılık gibi ideolojik meşrulaştırmalar ve biçimlendirmeler geldi. Günümüzün firmaları kesinlikle işlerini “rastlantıya” bırakamazlar. 1990’larda örgütlü yaşam rastlantılarla değil, araştırmalara dayanan planlı girişimlerle yürütülmektedir. Pazar mekanizmasında, üretim, dağıtım ve tüketimi rastlantıya (veya bilinmeyen talebin gereksinimlerine, zevklerine, isteklerine) bırakmak pazarda yok olma olasılığını artırmak demektir. Sadece üretim değil aynı zamanda üretilen için tüketim gereksinimleri de yaratılmalıdır. Belki insanların kafasından hareket ederek gerçeklere varmaya çalışan postmodern Hegelciler bulanık suda balık avlama işlerinde rastlantıya bağımlıdırlar. Rastlantı ilişkisizliktir; bağımsızlıktır; olasılıksızlıktır; nedensellik bağı kurma girişimini bile başından geçersizleştirmedir. Bilgisayar ve uydu teknolojileriyle yönetilen bir dünyada bu tür bir iddia ancak beyin yönetiminde ve sahte bilinç yaratma işinde geçerlidir. Şirketlerin yapısı kar amaçlılıklarında veya artı-değeri yaratma ve gaspa dayanan üretim biçimi anlamında bitmiş bir yapıttır. Şirkertler, üretim, yeniden üretim, kar amaçlarını gerçekleştirme, büyüme, pazarları ele geçirme ve kontrol sağlama anlamında bir süreci dile getirirler. 1990’ların şirketleri Fordizm’in anti-tezi değil, sentezidirler. Daha kötüsü dev şirketlerin az gelişmiş ülkelerde uyguladıkları çalıştırma koşulları ve ücret politikaları 18. ve 19. yüzyılın Avrupa’sındaki hunharlıkları tekrarlamaktadır. (Beş yaşındaki çocukları Asya ülkelerinde hunharca sömürdükleri için Amerika’da kendileri bundan tepki gördüklerinde hemen kaçınırlar; onun yerine insanlıkla ilişkisi insanı soymak olan yerel taşeronlar ve işbirlikçilerle çalışarak; suçluluktan kendilerini arındırırlar.) Postmodernizm ulusal modernleşme, kalkınma, ulus kurma gibi modernleşme tezlerinin zamanını tükettiğini öne sürmesi, artık karşılıklı bağımlılığın olduğu global bir dünyada yaşadığımız iddiası açılarından modernizme yönelik bir anti-tezdir. Bu anti-tezin de elbette geçerliliği şüphelidir. Günümüzün dev firmaları yirminci yüzyılın başındaki dev firmalara anti-tez değildir. 1990’ların IBM, TEXACO, Siemens, BMW, AP, Hollywood firmaları, elli yıl önceki yapı ve amaçlarına anti-tez olarak durmazlar. O yapıların gelişme süreçlerinin bir devamıdırlar. Anti-tezlik red eden karşıtlıktır ve postmodernistlerin bahsettiği ise mutasyon, biçim değiştirmedir. Firma yapılarındaki değişmeler, Amerikalılar'ın deyimiyle, bir kazı yolmanın bin biçimini uygulama gereksinimiyle ilgilidir. Bu şirketler zevk için, eğlence için, gününü gün etmek için oyun da oynamazlar. İlgilendikleri varlık ve yokluk, var olanı kendilerine alma ve kaçınılmaz yokluk yaratmadır. Formları kesinlikle anti-form değil, kontrollü amaçlı biçimlenmedir.
Tabloda sunulan karşılaştırmayı postmodernizmin mimarlığına da uygulayalım; Postmodern mimari estetik uydurudur: Mimari kesinlikle formsuzluk veya anti-form değildir; egemen formlara karşıtlık formsuzluk değil, kendi formunu getirmektir. Postmodern mimarinin formsuzluğu iddia edebilmesi için perspektif veya üç boyutluluktan kendini özgürleştirdiğini göstermesi gerekir ki bu da mimarlığın iş gördüğü doğa koşullarında imkansızdır: Üç boyutlu ve belli formdaki insan, boyutsuz ve formsuz bir mimari mekana konumlanamaz. Mimarlıkta sabitlik vardır ve yapı bittiğinde süreç de biter, yani postmodernizm kendini postmodern hayallenmelerle üç boyutlu dört duvar içine hapseder. Postmodern mimari veya sanat rastlantıyla değil, varolanın ve biçimlenmiş varoluşunun bu biçimlenmişlikte kendini anlatımıdır. Bu anlatımda rastlantı, ne şekle koyacağını bilmemek, beceriksizlik ve yaratıcılığın ölümü anlamındadır. Nasıl oluyor da yaratıcılığın öldüğü yerde postmodernlik başlıyor? Soruya cevap egemenlik ilişkilerinde yatar: Bu beceriksizlik ve yaratıcılığın ölümü, örneğin Picasso’ya (veya kendini önceden kanıtlamış birine) gelindiğinde, Picasso’nun tuvalet ihtiyacını giderişi ve tuvalette ortaya çıkardığı bile postmodern sanat olur. İşte bu tuvalete gidiş ve ihtiyacını giderişin ne şekil alacağında biraz rastlantıdan bahsedilebilir. Sadece o kadar! Mimarlık okullarının varlığı rastlantı değil, biçim verme bilimi ve sanatını şekillendirmek (ve öncelikle egemeni tutma) için sözkonusudur.
Postmodernizm sentezi reddediyor ve anti-tez üzerinde vurgulama yapıyor: Anti-tez bir teze karşıdır ve bir sentezin sonucudur. Özlüce, anti-tezin olabilmesi için bir sentezin yapılması gerekir. Anti-tez bir karşıtlığı anlatır; her karşıtlık anti-tez değildir; anti-tez olabilmesi için, tezi oluşturan ana öğelere karşıt, o öğeleri kullanmayan, o öğeleri ortadan kaldıran, alternatif öğelerin kullanılması gerekir. Mimaride postmodernizm, mimarlığın hangi temel öğelerini ortadan kaldırmış ve alternatiflerini getirmiştir? Sanatta (bilgisayarla yapılan dahil) fırça, tuval, nokta/çizgi, renk, ışık ortadan kalktı mı? Yapılanın nasıl yapıldığını bir kenara iterek, bitmiş yapıt ve yapıtın tüketimi (algılanması, kullanılması, anlamlandırılması) üzerinde postmodern masallar anlatmak, egemen güçler için oldukça faydalı ve görevseldir. Çünkü neyin, nasıl, ne pahasına yaratıldığı; ne tür insan ve doğa tahribine ve sömürüsüne mal olduğu göz ardı edilir. Daha kötüsü, bu göz ardı edilen konu yapıldığında, postmodern masal yeni bir öykülemeyle gelir: Kişisel özgürlükler, kişisel tercihler, kültürler, evrensel değerler, yerel ve ulusal kimlikler ve bunlara bağlı istemler ve istekler… Daha açık bir ifadeyle, sahte kimlikler ve özdeştirmelerle, ideolojik açıklamalarla güçsüzleştirilmiş birey toplulukları tek suçlu ve sorumlu olarak gösterilir. Bu gösterme de, daha başka yönlerden oldukça görevsel ve faydalıdır. Bu suçlu ve sorumlular üzerinde araştırmalar yapılır, çözüm ve öneriler sunulur ve hatta sözde çözüm politikaları da uygulanır.
Postmodern insan kimdir? Hangi konum ve koşuldaki insan postmodern durumu yaşamakta; hangisi postmodern koşulda yeni kölelik durumuna boyunsundurulmaktadır? Postmodern olanı yaşayanlar kimler; postmodernlik düşleriyle ıslananlar kimler; postmodernlikte ezilenler kimler? Postmodernizmin bunlara cevabı oldukça açıktır: Yerel kimliklerin ve özgür insanların olduğu karşılıklı bağımlılıktaki global dünyada artık emperyalizm, sömürgecilik, yeni sömürgecilik, sınıf çatışması ve sınıf kimliği gibi öğeler geçmişin köhnemişliğinde kalmıştır. Biz artık globallikte postmodernliği yaşıyoruz. Bu postmodernlik durumunda, benim bu kitapta 90 bin kelime arasında yirmi kadar “ağır” kelime kullanmam, postmodern duyarlılığı incitir ve 88,980 kelime yok sayılarak, 20 kelimeyle çok katı ve acımasız ve de incelikten yoksun genelleştirmeler yaptığım öne sürülerek, incinen duygular tamir edilir. Bu sırada bu çok duygulu incinenler, ücret köleliğine mahkum edilmiş kitlelerin sürekli yaşatıldığı terör koşulunu derin metin ve discourse incelemeleri içinde masallaştırırlar.
Pozitivist bilim, en geniş anlamıyla, metafizik düşünceyi geçersiz sayar ve bilimin amacının tecrübelenen gözlemlenebilir ve ölçülebilir fenomeni tanımlama, anlama, önceden tahmin ve dolayısıyla kontrol etme olduğunu belirtir. Pozitivizmin temel yaklaşımına ampirisizm (deneycilik) denir. Pozitivist ampirisizm’de bilimin metodu doğrudan maniple etme ve gözlemdir. Bilim ve günlük yaşamdaki “sağduyu” nedenselliği arasında fark olmadığı ve farkın sadece derece farkı olduğunu iddia edilir. Bilimdeki süreçlerde, gözlemlerin kanıtlanabilir, yanıtlanabilir, doğru ve tutarlı olması için titizlik vardır. Her zaman olmasa bile, “günlük nedensellikte” de insanlar tutarlılık, doğruluk ve geçerlilik ararlar. Postpozitivizmin en yaygın felsefesi “eleştirici gerçekçilik” (critical realism) olarak isimlendirilir. Pozitivizmde olduğu gibi postpozitivist yaklaşımda da bizim düşüncemizden bağımsız olan ve bilimin inceleyebileceği bir dış gerçek vardır. Pozitivizm bu gerçeklerden hareket ederek bilimsel bir kuram üzerinde durur. Postpozitivizm, bu kuramı “totalleştiren” kuram nitelemesiyle reddeder ve her gözlemin hatalı olduğunu ve her kuramın değiştirilebilir olduğunu belirtir. Dolayısıyla, critical realism, gerçeği açıkça ve emin olarak bilmenin olasılığı olmadığından, sadece gerçeğe yaklaşabileceğimizi ileri sürer. Bütün ölçüler hatalı olarak kabul edildiği için, sonuçlar da hatalı olmaya mahkumdur. Bu nedenle farklı hataları içerecek çoklu ölçme ve gözlemlerden geçerek gerçeğe yaklaşabiliriz. Bu yaklaşımda dikkat edilirse, relativizm vurgulanmakta; evrensel bir gerçeğin olduğu, fakat bizim bu gerçeğe ulaşamayacağımız ileri sürülmektedir. Sadece yaklaşabiliriz, bu da ancak çoklu deneyim ve gözlemlerle olabilir. Bu görüş, kitle tüketimi arayan kitle üretimi endüstriyel yapısına oldukça uygun bir karaktere sahiptir: Uzun zaman Amerikalının ve reklamcıların dilinden düşmeyen “Try it, you will like it” (Dene! Seveceksin); neden seveceksin? Çünkü her deneyimle elde edilen sonuç, gerçeğe yaklaşmada sana yardımcı olacaktır. Postpozitivizmle bilimsel tutarlılık ve sistemlilik reddedilirken, günlük yaşam tecrübelerinin yaşayan tarafından anlamlandırılması ve bu anlamlandırılmanın anlamlandırılması bilimselliği temsil etmektedir. Böylece, kitle üretim endüstriyel yapı gerçeğinin egemen olduğu kültürel anlamlandırmalar, insanların yaşadığı dış gerçekler olur. Bu durumda, yaklaşılan evrensel doğrular, günlük yaşamda egemen olan ve doğru olarak sunulan ve tecrübelenen doğrular olur. Bu evrensellikte, doğruların aslında kimin doğruları olduğu, kimin için, ne tür görevler yaptığı ortadan kalkar: Eğer uyarsa, giyersin; dene, uyan biri muhakkak vardır.
Postpozitivizme göre bilim adamları ve herkes kültürel tecrübeleri, dünya görüşleri vb. nedeniyle kalıtımsal olarak yanlıdır. Fakat, relativizmdeki “farklılıkların farklılık nedeniyle birleşemeyeceği” görüşünün aksine, herkesin kendi gerçeğini kendi dünyayı algılamasıyla kurduğunu ve bu “inşa” ile birbiriyle anlaştığı ve iletiştiğini belirtir. Dolayısıyla, nesnellik kişinin özelliklerinden biri değildir; nesnellik sosyal bir fenomendir. Nesnellik birçok bireyin birbirinin çalışmasını, işini ve görüşünü eleştirdiğinde ulaşmaya çalıştığıdır. Bu yorum tarzı da elbette, nesnelliği, sonuçta farklı bireylerin üzerinde anlaştığı ortaklık olarak tanımlamaya gider. Bunun anlamı da oldukça açıktır: Egemen karşılıklı öznellik (inter-subjectivity, yani özneller arasında egemen olan) nesnellik olur. Örneğin, Levi’s, Coca Cola, Pepsi çoğunluğun üzerinde tadda, zevkte, seçenekte anlaştığı fenomen olduğu için nesnel olur; bu nesnelliğin pazar kontrolüyle, bilinçlerin biçimlendirilmesiyle, kültürel egemenlikle olan ilişkisi, kişisel tecrübeden geçerek ortadan kaldırılır.
Postpozitivizmde tarih son bulur: Gerçekler günlük yaşanan, tüketilen ve her gün yenilenen gerçekler olur. Tarih, tecrübelenen ve anlamlandırılan tecrübeyle başlar ve o tecrübeyle biter. Postpozitivizmin “eleştirici gerçekciliği” (critical realism) McDonalds’ın Big Mac’i ile Burger King’ın Whopper’ı arasındaki değerlendirmeyle seçim yaparak “gerçeğe yaklaşan” bir eleştirici bilinçtir. Bu bilinç Big Mac ve Whopper ile yağlanmış, etlenmiş, soğanlanmış¸ ekmeklenmiş, tuzlanmış, biberlenmiş, Cola ile ıslanmış ve Hollywood ile dinlendirilmiş bir bilinçtir. Bu bilinç aslında kendi kendini, kendine iyi ve gerekli olarak sunulanlarla tanımlayarak, kendi kendini kendine sunulanlarla nesnelleştiren ve doğrulayan bir yanılma ve yanıltmadır. Bireylerin Big Mac, Whopper ve Pizza Kingler deneyimleriyle “inşa ettikleri” subjektif gerçeklerin, birbiriyle karşılaşarak kendilerini ifade edip yaklaştıkları nesnellik, örneğin Türkiye’de yaşayanlar için, ekonomik ve kültürel emperyalizmi heceler. Aynı temelden hareket ederek inceleme yapan bir postpozitivist bilim adamının ulaştığı sonuçlar da bilimsel nesnellik değil, belli bir egemenliğin yansımasıdır. Çünkü, hiç kimse toplumsal ekonomik, siyasal ve kültürel üretim biçiminin bütünleşik bir parçası olan tarihsel bilgi birikiminden bağımsız bir gerçek veya eleştirici gerçek kuramaz. Bireylerin kurdukları ve bağımsız olarak nitelenen gerçekler, bireyin olduğu kadar aynı zamanda o bireyin yaşadığı belli bir zamanda, belli bir yerde ve belli üretim biçimi koşulları altındaki egemenlik ve mücadele çeşitlerinin anlatımlarıdır. Her “inşa” (anlamlandırma, düşünce, anlatım, söylem) ya egemen toplumsal üretim ve ilişkilerin ya da değişim mücadelelerinin varyasyonlarına aittir. İnşalar sonsuz veya sayısız çeşitlilikler göstermezler: Günlük yaşamın toplumsal üretimindeki egemenlik ve mücadele, yapıların biçimlendirdiği seçeneklerle sınırlıdır. Bu yapıları yaşayan ve bu yapıların içindeki deneyimleriyle kendini ve dış dünyasını anlamlandıran bireyler, bu nedenle, bilinçte ve yaşamı anlamlandırmada bu seçeneklerin söylemini yaşatırlar; bu seçeneklerin kalıcılığını ve gelişmesini sağlamakta rol oynarlar. Aynı zamanda, bu seçeneklere direnmeyi ve direnişteki karşıtlığı da üretirler.
Postpozitivizm kendi yapısı nedeniyle Marksizm'i ve pozitivizmi reddetmek zorundadır. Çünkü bu yaklaşımlar toplayıcı, bütünleşik kuramlardır (totalizing theories). Çünkü anlam vermede çokluk (polysemy); çoğulcu demokrasi; kamu kontrolünü terkeden deregülasyon; kapitalist devletçilikten vazgeçip özelleştirme; yeni kolonicilikten, emperyalizmden, dengesiz ilişkilerden vazgeçip karşılıklı bağımlılık; uluslararası ilişkilerin ulusal burjuva devletlerle yürütüldüğü modernleşmeyi bırakıp globalleşme gibi fikirlerin ancak bu şekilde anlam kazanmasına yol açar. Bu yeni anlamlandırmada ne homeostatis ve yapısal fonksiyonalizmin denge teorisinin, ne de Marksizm'in üretim biçimlerinin tarihsel analizi geçerlidir. Çünkü postpozitivizmin geçerliliği 1990’larda kapitalizmin geldiği bir aşamanın ideolojik meşrulaştırılmasına dayanır; bu meşrulaştırma da, pozitivizmin ulusal kalkınmacılığıyla ve elbette Marksizm'in ekonomi-politik yaklaşımıyla yapılamaz. Postpozitivizm günümüzde egemenliğini hızla artıran çok uluslu şirketlerin uluslardaki pazar egemenliklerinin ideolojisi ve bilimi reddederek bilimsellik iddia eden kuramıdır.