1990'a gelindiğinde, 1950'lerden beri bütün ülkelerde çeşitli oranlarda gelişmeler olmuş; fakat endüstriyel Batı'ya “yetişme” ve endüstrileşme anlamında “kalkınma” yerine geri kalmışlık devam ediyordu. Gelişmişlerle gelişmemişler arasındaki gelir uçurumu doksanlı yıllarda daha da büyüdü: 1950'de kişi başına düşen ortalama gelir az gelişmişlerde 164 ve gelişmişlerde 3841 dolardı. Arada 3677 dolar fark vardı. 30 yıl sonra 1980'de, bu ortalama, azgelişmişlerde 245 dolara çıkarken, gelişmişlerde 9648 dolara yükseldi. Fark 8403 dolara çıktı. 1990'a gelindiğinde, uçurum daha da açıldı: Fark (1990 baz yılı Amerikan dolarıyla) 19,820 dolara yükseldi: Az gelişmişlerde 353 dolar ve gelişmişlerde 20173 dolardı. 1999 yılında ise durum daha da kötüdür: Kişi başına düşen gelir az gelişmiş ülkelerde 232 ve gelişmiş ülkelerde 27086 ABD dolarıdır (1996 baz yılı) (UNDP,1999). 3 milyarın üstünde insan kişi başına geliri yılda 400 dolardan az olan ülkelerde yaşamaktadır. Bir diğer uçurum ülke içindeki zenginle fakir arasında olandır ve bu da gittikçe artmaktadır (Seligson, 1993:3-4).
Elbette 1990'lar egemen pazar ideolojilerinden geçerek farklı biçimde sunulmaya devam edildi: Doğunun sömüreceği ve sömürteceği ucuz işgücünden başka bir dişi olmayan Kaplanları kükretildi; Brezilya'nın diğer Latin Amerika ülkelerine gelişme örneği olacağı efsaneleri anlatıldı; Afrika'nın dönüşüme uğrayacağı uyduruları sunuldu. Göstergeler olarak da emperyalizme sağlanan kolaylıklar sonucu sermaye akışı ve yatırımlar verildi. 1990'ların yarısından sonra, kısa yoldan vurgunların, kapkaççılığın, özelleştirme ve serbest pazar sloganı altında uluslararası pazara kontrolsuz ve kendine özgü politikasız açılmanın, ulus içi ve uluslararası kapitalist pazar yapılarındaki ve ilişkilerindeki özellikler sonucu krizler yaşanmaya başlandı. Uruguay Round gibi toplantılarda ve bu toplantılarda yansıtılan bilinç yönetiminin yansımaları olan sayısız akademik ve akademik olmayan sunumlarda ileri sürülen az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin sağladıkları ve sağlayacakları kazançlar söylemlerinin abartma olduğu ortaya çıktı ve umutlar ortadan kalktı. 1997'den, özellikle Asya Finans Krizinden sonra kalkınan ülkelerde durum ciddi şekilde kötüleşmeye başladı. 1998 ve 1999 boyu Kaplanların soluklarının kesildiği Doğu Asya, Rusya ve Latin Amerika ülkelerinde derin ekonomik krizler sürdü. Yoksulluk, işsizlik ve enflasyon artmaya devam etti. OPEC ihracat gelirleri 1998'de 50 milyon dolar üzerinde düşüş gösterdi. Petrol dışında emtiaların fiyatları da önemli miktarda düştü: Latin Amerika'da ihracat fiyatlarındaki gerileme sonucu yabancı döviz kaybı 10 milyar doların üzerine çıktı. Sub-Sahara Afrika'da kayıp Milli hasılanın yüzde 2.5'ine ulaştı. Elbette emtia fiyatlarının çökmesi ve ucuzlamış imalat ithallerinden, Ağustos 1998 Rusya Krizi ve Ocak 1999 Brezilya krizi gibi krizlerden karlı çıkan endüstriyel kapitalist ülkelerin sermayeleri ve onların ortakları oldu. 1998'de sadece ucuz petrol ithalatından 60 milyar dolara ulaşan kazanç sağlandı; 1997’nin ikinci çeyreğinden 1998’in sonuna kadar ABD’de özel tüketim 400 milyar dolar üzerinde arttı (UNCTAD,1999).
Globalleşme ve endüstrileşmemiş ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonu ile sağlayacaği kazançlar hakkındaki söylemlerin geçersiz olduğu 1990’ların sonlarında ekonomik krizlerle ortaya çıktı. Endüstrileşmemiş ülkelerde daha hızlı bir büyümenin olacağı, iş fırsatlarını artıracağı, böylece işsizliği azaltacağı, yoksulluğun gerileyeceği gibi iddialar ve inançlar 1990’larda birbirini takip eden krizler gerçeğiyle yüzyüze geldi. Kalkınmayı gittikçe artan ithalat kazançlarına ve kapital ithaline bağlamanın ve yabancı döviz kaynaklarındaki kesintinin ne denli yıkıcı olduğu ortaya çıktı. Dünyada kalkınma, yatırım, ticaret ve finans yapılarındaki egemen karakterin güçlünün çıkarına çalıştığı ve endüstrileşmemiş ülkelerde uygulanan özelleştirme ve deragulasyon gibi liberalleşme politikaları hakkında söylenenlerin bilinç yönetiminin bir parçası olduğu ortaya çıktı. Gelir ve zengiliklerin dağılımındaki dengesizlik hem ülke içinde hem de ülkeler arasında daha da arttı. Ticaret açığı fazlalaştı; ticaret (1980’den beri her yıl yüzde 1.5 oranında) ve büyüme (1970’deki ortalama yüzde 5.7 seviyesinin altında) yavaşladı (UNCTAD,1999). Kapitalizmin egemenliğindeki global sistemde bağımsız olarak nitelenen yeni-sömürgelerde yaygın sömürü, yoksullaştırma ve güçsüzleştirmenin sürdürüleceğinin kapitalist mülkiyet düzeninin ve ilişkilerinin doğasının kaçınılmazlığı olduğu böylece bir kez daha kanıtlandı.
Türkiye, 1960-75 arası büyüme seviyesi devam ederse, gelişmiş ülkelerle olan farkı 675 yıl sonra kapatabilir (Morawetz, 1993:11).
1960'larda Latin Amerika’nın gelişmiş endüstrileşmiş ülke olma yolunda ilk sırada olduğu ileri sürülüyordu. Lerner, McCleland ve Pye gibilerin umutlarına göre, Türkiye de bu ilkler arasındaydı. Olamadılar. Fakat her ülkede yeni zenginlikler ve zenginler yaratıldı. Son yıllarda Güney Kore, Tayvan, Hong Kong ve Singapur’un gelişmişler arasına katılacağı ileri sürülmektedir. Bu ülkelerin ihraç temelli ekonomik politikaları, ucuz işçi ve işgücü sömürüsünün yüksek derecesine dayanan ekonomik faaliyetleriyle, Güneydoğu Asya Bölgesi elektronik ve yüksek teknoloji alanında oldukça hızlı gelişme göstermiştir. Fakat durum değişmektedir. 1997 yılında patlak veren Asya Krizi bölge ekonomisinin çözülüşüne yol açmıştır. Güneydoğu Asya ülkelerinin -özellikle Kaplanlar diye tanımlanan dört ülkenin- 1980’lerin ikinci yarısından itibaren uyguladıkları “kısa vadeli borçlanma ile orta ve uzun vadeli yatırımlara yönelerek kalkınma” anlayışları iflas etmiştir. Sadece 1987-89 arasında, G. Kore’de 7,000 grev gerçekleşmiştir. Bu ortalama günde on grev eder. Köylüler sürekli ayaklanmakta ve silahlı polis gücüyle bastırılmaktadırlar. Bu bölgede çevre ve insan talanı düşünülebilecek en yüksek orana ulaşmıştır.
Sovyetler'in çöküşüyle, Amerikan'ın kültürel ve askeri durumu güçlenirken, Japonya ve Avrupa’nın ekonomik gücünün artışı başladı.
1990'lara kadar ki tecrübeler, sosyal değişim konusunda temel hatlarıyla üç yaklaşım olasılığı ortaya çıkarır (Leys, 1994:1-2):
Birincisi, 19. yüzyılın ikinci yarısı sonrasından miras alınan sosyalist proje; sosyal-demokrat ve Stalinist şekil bozmalarına rağmen, her zamanki gibi büyük ölçüde geçerli kalan yaklaşımdır. Eski devrimcilerin çoğu veya ileri kapitalist ve az gelişmiş ülkelerdeki “devrimci sol” bu genel pozisyona bağlanır.
İkincisi, sosyalist projenin kesinlikle bittiği, kredisini kaybettiği, geçip gittiği yaklaşımıdır. Bu görüş, ideolojinin sonu ve postendüstriyel toplum yaklaşımlarının devamıdır. Rusya ve Doğu Avrupa entelektüellerinin önemli bir kısmı, uluslararası kapitalist sınıf ve bu sınıfın sahip olduğu medya bu tutuma sahiptir.
Üçüncüsü, kapitalizm tarafından yaratılan ciddi insan sorunlarının çözülmesi zorunluluğunun her zamanki kadar güçlü olduğu düşüncesidir. Bir taraftan kapitalizmin modern gelişmesi ve diğer taraftan “gerçekte var olan sosyalizmlerin” tecrübeleri, radikal biçimde, “sosyalizmin” şimdi ne anlama geldiğini, neyin başarılması gerektiği ve bu amaçlara erişmek için ne tür taktiklerin kullanılması gerektiğini yeniden düşündürtmektedir.
Birinci ve üçüncü görüştekiler, kapitalizmin medeni yaşamla uyuşmadığını ve uyumsuz olduğunu belirtirler.
1990'larda medya ve reklam endüstrileri sadece kültürel sömürü değil, daha çok bilinçli olarak “kültür yaratma” işinde yoğun bir biçimde çalışmaktadır. Özellikle Türkiye gibi ülkelerde, reklamların sömürüsü tüketim kültürü kalkınması yaratma faaliyetlerinin önemli bir parçasıdır. Leys'in belirttiği gibi (1994:6), “sanatı taklit eden hayatı taklit eden sanat” normal olmuştur. Bu da, özellikle Marksist kültürel yaklaşımcılara göre, kültürün sadece materyal güçlerin yanında yer alan ikincil önemde olduğu görüşüyle ele alınmasını olanak dışı yapar. Yani kültürel imajların ve enformasyonun, üretimi en hızla büyüyen endüstri olması yanında, materyal üretimin kendisi, artan bir biçimde bilim ve teknolojiye bağlanmaktadır.
1990'larda, yeni sömürgecilik sisteminin özelleştirme saldırısıyla ekonomik ve siyasal alanda egemenlik mücadeleleri, devletlerin ve milli burjuvazilerin artan bir şekilde milliliğini yitirmesi, iç savaşların yer yer devamı, çöken Rus Sovyet İmparatorluğu'nun paralarına bütün dünya kapitalistlerinin saldırısının yaygınlaştığını görmekteyiz. Şimdi artık, iletişim ve kalkınma teorileri, sürdürülebilir kalkınma, postedüstriyalizm, postmodernizm ve globalleşme ideolojisiyle gelen yeni teknoloji, tecrübe ve bilgi transferi gerekliliği ve serbest akımın engellenmemesi zorunluluğu üzerinde durmaktadırlar.
Yeni sömürgecilikle mücadelede, ulusal ve uluslararası ekonomik ilişkilerde yeniden düzenleme arayışında, iletişim düzenlerinde de temel değişikliklere gidilmektedir 1990'lardaki toplantılarda, örneğin Ortak Geleceğimiz’i takip eden Gündem 21’in yayınlanmasıyla sonuçlanan uluslararası toplantıda, sürdürülebilir kalkınma önerileri, modernleşme teorilerinin yapıları yeniden-düzenlemeden yoksun, teknoloji transferi ve yerellik prensibine dayanan “çözümü” getirdi. 1990'lar çevreyi bozan ve talan eden yapıların değişmesini amaçlamayan, onun yerine geleneksel pozitivist tutumlar ve davranışları soruna ve çarelere temel olarak alan bir “çevreci ilgi” dönemi oldu (Erdoğan ve Ejder, 1997b).
1980’lerin sonu ve 1990'lar, aynı zamanda 1960’ların sonu ve 1970'lerde toplumların gündemlerinin ilk sırasını alan toplumu ve toplumsal üretim ilişkilerini yeniden düzenleme gerekliliği sorunu, uluslararası sermayenin özelleştirme ve deragülasyon saldırıları, Avrupa Ortak Pazarı'nın gümrük duvarları tartışması, Japonya’nın Türkiye’ye kadar uzanan fabrika açmalarıyla, iç savaşlarla, bu soruşturmaların baskı ve kaba güçle sessizleştirilmesiyle geri plana itildi. 1990'lardaki gelişmeler, örneğin Türkiye’nin “kalkınmasını” yeni bir safhaya getirdi: Milli denen büyük burjuvazinin kapitalist dünya pazarıyla bütünleşmesini ve bu bütünleşmeye siyasal yapının uluslararasılaşmanın ve özelleştirmenin reklamcısı, propagandacısı ve teşvikçisi olarak açıkça katılmasını görmekteyiz (Erdoğan, 1997).
1990'lardaki özelleştirme ve deragülasyonla birlikte, tüketimle kalkınma ve üretim için ucuz hammadde ve emek elde etme politikalarının egemen olduğu uluslararası pazarın, ulus içinde meşruluğunu satışı, eğitimi de kendine benzeten “eğlence ideolojisi” ekseninde dönmeye başladı. Eğlenceyle tüketim teşviki birleştirilerek, kapitalist düzenin meşruluğu için gerekli “fikir birliğini” sağlama ve yürütme gücü elde edilmeye çalışıldı. Kasabalarda bile insanların kupon toplamak için gazete alması ve eğlence ve hediye kazanmak için televizyon seyretmesi, siyasetçilerin maçlarda stadyumlarda birden bire belirmeleri, televizyonla eğitimin eğlenceyle yapılması, ciddi söyleşi programlarında bile eğlencenin gerekli görülmesi, bu çabanın hem göstergeleridir hem de çalıştığının kanıtıdır.
Çok önemli bir gelişme de, kamu sistemi mantığının Batı'ya bağımlı “kaliteli kültür” anlayışının (yani Batı klasik edebiyat ve müziğinin) desteklenerek kamu sisteminin sırtına yıkılmasına doğru olan gelişmedir. TRT böyle bir görevi eskiden beri belli yayınlarında yapmaktaydı. TRT gün geçtikçe, rekabetçi gücünü ve desteği kaybederek, aristokratik zevklere ve liberal ilgilere hizmet veren klasikleri sunma; özel teşebbüsün hem ideolojik hem de pazar hesapları nedenleriyle sunmadıklarını sunma alanı içine hapsedilecektir. Günümüzde kamu hizmetinin sermaye tarafından belirlenen kaderi, Amerika kalıp olarak alındığında, budur.
“Merkez - yan/uydu” görüşünü terk edenler, uluslararası ilişkilerde klasik ve endüstrileşmeyle başlayan, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra belli bir biçime dönüşen “uluslararası ekonomiden” “global ekonomiye” doğru uzaklaşıldığını belirtmektedir (Amin, 1990:23). 1990'ların dünyası, ekonomik düzen bakımından emperyalist bütünleşmeye gittikçe yaklaşmaktadır. Bu şimdiden büyük sevinçle “globalleşme/ küreselleşme” olarak ilan edilmektedir. Uluslararası firmaların ve sermayenin yönettiği sistemde milli devletler ve yasalar bu duruma uyma ve uydurulma yönünde baskılar altında bocalamaktadır. Geri bırakılmış ülkeler, global düzenin ucuz hammadde kaynağı olmasına ek olarak, ucuz emek kaynağı olma yönünde 1980'lerden beri hızla artan bir şekilde kullanılmaktadır. Devlet teşviki ve ortaklığı ve ulusal özel teşebbüs işbirliğiyle, göze batmayacak şekilde uluslararası firmaların bu ülkelerde varlığı günlük rutin yaşamın bir parçası durumuna gelmektedir. Uluslararası firmalar doğrudan yatırımlarla ve yeni ortaklıklarla kurdukları ve siyasetçiler tarafından reklamı yapılan fabrikalarla, teşvikçi ve destekçi kitle iletişiminden haber adıyla geçen siyasal ve ekonomik propagandayla da desteklenerek, günlük egemen gündemin önemli bir parçası olmaktadır. Geri bırakılmış ülkeler arasında iş bölümü farklılaşması, emek sömürüsünün karakterine göre oluşmaktadır. Global yarış her yatırım alanında teknolojinin kontrolü ve yönetimi, global finans kapitalin yönetimi, iletişim teknolojilerinin ve medyanın ekonomik ve ideolojik amaçlarla kontrolü ve yönetimi etrafında toplanmaktadır.
Avrupa ve diğer ülkeler, aynı zamanda, 1990'lara “kültürel kimliklerini koruma ve sürdürme” veya “kaybetme” sorunu ve mücadelesiyle girdiler. Avrupa Birliği'nin önde gelen amaçlarından biri de Avrupa’nın kültürel kimliğini korumak için tedbirler alma çabalarına önem vermek olmuştur. Avrupa'ya Doğu Avrupa'nın katılmasıyla, Doğu Avrupa’nın kimliği ve Batı'yla ilişkisinde bu kimliği nasıl belirleyeceği ve sürdüreceği sorunu ortaya çıkmıştır:
Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan diğer ülkelerin kültürel kimliği sorunu 1970'lerden beri uluslararası gündemde kalmıştır. Batı (özellikle Amerika) kültürel emperyalizm tezlerini reddeder. Onun yerine, kültürel alışveriş, kültürel zenginleşme, globalleşme, gelişme, postendüstriyalizm, postmodernizm, serbest enformasyon ve bilgi akımı gibi tezlerle gelir. Sömürülen ülkelerin bazı elitleri, globalleşmeye kurtarıcı olarak sarılmakta ve postkoloniciliğe, koloniciliğin ötesine, geçildiğini ileri sürmektedirler. Danışmanlıklarla, destekli araştırmalarla, destekli seminer ve kongrelerle ve bu kongrelerde dağıtılan çanta, kalem vs. ve verilen nutuk ve sözlerle iç ve dış talana özellikle üniversite çevrelerinde de alkış tutulmaktadır. 1990’larda, milli burjuvazilerin ve devletlerin artan bir şekilde milliliğini yitirdiğini, iç savaşların yer yer devamını, çöken Sovyet sisteminin zenginliklerine dünya kapitalistlerinin leş kargası gibi saldırılarının yaygınlaştığını görmekteyiz.
1960'ların sonu ve 1970'lerde toplumların gündemlerinin ilk sırasını kaplayan toplumu ve toplumsal ilişkileri yeniden düzenleme sorunu, 1980'lerin sonu ve 1990'larda uluslararası sermayenin özelleştirme ve deregülasyon saldırılarıyla; Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun gümrük duvarları, iletişim teknolojisinin efsaneleştirilen rolü ve çevre tartışmalarıyla; Japonya'nın Türkiye'ye kadar uzanan fabrika açmalarıyla; karşıtlığın baskıyla ve kaba güçle sessizleştirilmesiyle geri plana itildi. 1990'lardaki gelişmeler, örneğin Türkiye'nin “kalkınmasını” yeni bir safhaya getirdi: Milli denen büyük burjuvazi kapitalist dünya pazarıyla bütünleşti ve siyasal yapı bu bütünleşmeye uluslararasılaşmanın ve özelleştirmenin reklamcısı, propagandacısı, teşvikçisi olarak açıkça katılmaya başladı. Ülkelerde yerelin uluslararası talanına belediyeler bile doğrudan katılmaya başladılar. Türkiye'de kalkınma sorunu soru olmaktan çıkarıldı: 1990'ların Türkiye'si 1990'ların postmodern dünyasında, postmodernler arasında “gelişmiş” olarak nitelenmeye başlandı. Niteleyenler kimler? Profesör San Juan’ın belirttiği gibi, gelişmiş Batı'nın entelektüelleri, aydınları değil, Türkiye gibi ve daha kötü durumda olan ülkelerdeki bazı aydınlar ve fikir çevreleridir.
İletişim, kalkınma ve modernleşme sürecinde güçlenen ve tavlanan bir grup da ordu olmuştur. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında, ordunun rolü üzerinde durulmadığı tartışıldı ve bunun üzerine siyasal bilimcilerin harekete geçtiği görüldü. 1970 ve 1980'lerde Latin Amerika'da ve diğer ülkelerde askeri güçlerle “düzen ve kalkınma” sağlanmaya başlandı. Amerika Güney Asya’dan Irak’a, İran’dan Sudi Arabistan’a, Yunanistan’dan Afrika’ya ve Latin Amerika’ya kadar bütün kıtalarda krallıkları ve askeri rejimleri açıkça destekledi; iletişim alt yapıları kuruldu ve geliştirildi. Türkiye dahil bu tür ülkelerde teknolojik bakımdan en çok para harcanan en modern sektör ordu oldu. Demokratik yolla kendi kalkınmasını sağlamaya çalışan ülkelerde (örneğin Şili, Nikaragua) demokrasi adına demokratik rejimler alaşağı edildi. 1990’lar Amerikan tüketim kültürünün, yerel yönetim ve deregülasyon anlayışının, özel teşebbüs medya yapı ve ideolojisinin geçmişte Avrupa’yı örnek alan Türkiye ve benzeri ülkelerde gittikçe yaygınlaştığı yıllar oldu.