Postmodernizm, kapitalizmin 1980’lerin başında artan bir şekilde “kendini tanımlaması” olarak yayılmaya başladı ve 1990’larda egemen ideolojik ve kültürel tanımlama olarak yayılmaya devam etmektedir: En geniş anlamıyla, postmodernizm, kapitalist düzenin endüstriyel modernleşmeden öte yeni bir çağa girdiğini öne sürer. Modernlik endüstriyel toplumların yapısı, postmodernlik ise endüstri ötesi (postendüstriyel) kapitalist toplum yapısıdır. Postmodernizme göre, endüstriyel devrimle kapitalist toplumlar sosyal sınıfları getirdiler. Sınıf, sosyal yapının en önemli elemanıydı. Postmodern toplumlarda sınıfın önemi artık ortadan kalkar. Onun yerini birey, yaş, cinsiyet ve grup gibi elemanlar ve onların kültürleri alır. Toplumda, sınıf değil, kültürel faktörler belirleyici rol oynar. Bireyin kişiliği, toplumda farklılaşmış rol ve seçimlerin çerçevelediği postmodern kültürün çeşitliliğinde oluşur. Ekonomik alanda, Fordizm'in yerini Postfordizm alır. Fordizm'de dev firmalar kitle pazarları için yarı kalifiye işgücünü kullanarak kitle üretim teknolojileriyle kitle üretimi yaparlardı. Postfordizmde ise pazar “parçalara” ayrılmıştır. Üretim daha küçük firmalar tarafından yapılır ve artan bir şekilde taşeronlar (sub-contractors) kullanılır. Sendikalar ya ortadan kalkarlar ya da fabrika birimleri içinde iş görürler. Siyasal alanda, modern toplumlar geniş devlet kurumlarına sahip olan, ekonomik politikalar ve kamu kurumlarıyla ekonomiye oldukça karışan bir yapıya sahipti. Postmodern toplumlar, bunun tam aksine, özel teşebbüse, küçük devlet kurumuna, devletin ekonomiye karışmamasına ve rekabete dayanır. Postmodernizme geçişte, kamu kurumları ya küçüle küçüle ve parçalana parçalana ortadan kalkar ya da özel teşebbüslere satılarak (özelleştirilerek) devlet klasik sorumluluk ve yükümlülüklerinden sıyrılır. (Bu Postmodernizm betimlemesini, Amerikan Cumhuriyet Partisi paralelinde sıradan birinin Amerika’yı tanımlaması olarak niteleyebiliriz. Yani, Cumhuriyetçi politikacı veya aydınların ideal Amerika’sı betimleniyor.)
Postmodern çağın çoğulcu iletişimi, merkezleşmişlikten çıkmış; kendi doyumları peşinde at koşturan bireyler için enformasyon, bilgi, kendini bulma, faydalanma ve kullanma kaynağı biçimine dönüşmüştür. Postmodernistler bu “kaynak” olmayı anlatırken kaynağa sahiplik, sahipliğin üretimi biçimlendirmesi -dolayısıyla öteki geçerli alternatifleri bir kenara itmesi,- doyum peşinde koşan kişilerin mülkiyet ilişkilerinde, enformasyonun teknolojisi, içeriği ve biçiminin saptanmasındaki gücü ve rolünü bir kenara iter. Postmodern görüşe göre, ulus içinde ve uluslararasında çeşitli türler (medya ürünleri) dolaşır; insanlar bunları isteyerek alır, kendi yaşamlarına yaratıcı bir şekilde uydururlar. Dolayısıyla, egemenlik ve hegemonya ortadan kalkar; onun yerini global postmodern çoğulcu anlamlandırma ve tecrübeler alır. Örneğin, Fiske'ye göre (1992) farklı izleyiciler yabancı hegemonyacı ürünlere karşı kendi yorumcu çerçevelerini getirip ve metni yeniden yorumlayıp direnirler. Böylece, postmodernizmde, özgür kişi ve gruplar çoğulcu anlamlandırmalarla toplu katılımdan, karşı anlamlandırmayla direnmeye kadar çeşitlenen bireysel davranışlarda bulunurlar.
Postmodern görüş, görüşün yapısına uygun bir şekilde, tek ve birbiriyle uyum içinde bir yaklaşım getirmez. Postmodernizm en sağcı liberal bireyci görüşten postmarksizm’in postmodernizmine kadar çeşitlenir. Örneğin, endüstriyel ilişkilerin ötesine geçildiğini savunan egemen postmodernci görüşte eskinin yerini yeni bir çoğulculuğun aldığı vurgulanır. Eleştirici postmodernizmde ve postmarksist görüşte ise, tarihsel süreklilik ve çökme, postmodern durumun tarihi yazamayanlar açısından anlamlandırılması iddiaları yer alır.
Postmodernizmin bu kapitalist düzende, düzeni eleştirici mi yoksa düzeni destekleyici mi olarak yer aldığı tartışmaları çıkmıştır. Egemen ve olumlayıcı postmodernizme karşıt olarak “critical-eleştirici” postmodernizm M. Foucault, G. Deleuze, F. Guattari ve J. Baudrillard gibilerin öncülüğünde çıktı ve gelişti. Postmodernizm tartışmasında, 1980’lerde, Lyotard ve Baudrillardcılar, geleneksel sosyal örgütlenme ve anlam verme sistemlerinin “enformasyon toplumlarında” dönüşüme uğradığını belirtirler. Habermas, Jameson ve Eagleton ise postmodernizmi, ileri kapitalizmin, hiçbir faydalı siyasal değeri olmayan, özlemli ve yoksullukla dolu kültürü olarak reddederler.
Egemen tanımlama postmodernist akımda, eleştiriyle bile gelse, incelenen dünyanın yapısını ve yapışını (kültürünü) meşrulaştırır. Aslında, postmodernizmin kapitalist yapıyı eleştirisi ve bireysel direnişlerden bahsetmesi onu kapitalist yapıyı desteklemeyen bir karaktere büründürmez. Tam aksine, yapısal ayarlamalar ve neoliberal ideolojiyi destekler.
S. Hall’un sorusu ve yanıtı oldukça anlamlıdır (1986): “Postmodernizm, modernizmdeki yeni biçimlendirme ve düzenlemelere verdiğimiz kelime mi, yoksa geçmişle yeni bir çeşit tümden kopma, tamamiyle yeni bir devrin başlangıcı mı?” Postmodernistlerin çoğuna göre, postmodernlik modernliğin sınırlarını aşan yeni düzenleme ve biçimlenmeler anlamındadır: Yani modernlik çağı bitmiş ve yeni bir dönem başlamıştır. Hall ve postmarksistler bunun tümüyle bir kopuştan/çöküşten çok, tarihsel bir dönemin başlangıcı olduğunu ve bu yeni dönemde yine eskinin bulunduğunu ve yeninin içsel elemanlarıyla yeni ilişkilere girdiğini belirtirler. Hall ve bazıları postmodern koşul diye adlandırılanın, tümüyle yeni çıkmış ve birleşmiş bir şey olmadığını belirtirler.
Postmarksist anlatım sunan Chen’e göre (1991), postmodern koşul denen bir şey varsa eğer, sadece çoğul, birleşmiş, çoklu ve çelişkili olabilir. Postmarksist postmodernizm yaklaşımıyla benzeri kültürel incelemeleri kaynaştırmaya çalışan Chen’e göre, bu son cümledeki anlamda, postmodernizm ve kültürel incelemeler, ikisi de, göresel süreklilik ve çökme üzerinde dururlar. İkisi de tarihsel zorunluluğa karşıdır ve tarihsel ihtimal tarafındadır. İkisi de tek-çizgiselliğe ve bir evrimci tarihçilik birliğine karşıdırlar. İkisi de orijinin ve hareketlerin yörüngesinin çoğulculuğunu vurgularlar. İkisi de tarihin bastırılmış seslerini tarihsel gündem içine getiren popüler tarihi yazmaya çalışırlar. En önemli olarak ikisi de tarihi, çeşitli şekillerdeki egemen ve egemenlik altındakiler arasındaki savaşın (medyayla sembolsel olarak betimlenmiş) kayıtları veya arşivleri olarak görürler (Chen, 1991). İkisi arasındaki fark, postmodernistler kültürelcilerin ihmal ettikleri güç ilişkileri, sembolsel temsil sistemleri ve arzuların akışı merkezi üzerinde dururlar. Chen elbette tartışmayı kendi gorüşüne uygun yöne çekmektedir. Kültürelciler güç ilişkisi değil, egemenlik ilişkileri üzerinde, Marksizm'in yanında özellikle Gramsci’nin hegemoni ve yönetici blok görüşünü vurgulayarak durdular. Postmodernizmin “güç” kavramı, 1980’lerin ve 1990’ların özelleştirme ve deregülasyon mantığının bir yansıması olan yaygın, dağınık, yerelleşmiş, aslında pratikte hiç bir güce sahip olmayan güçsüz güç anlayışıdır. Dolayısıyla, güç mücadelesi de direniş de, bu bireyselciliği, yerelliği ve bölük pörçüklüğü yansıtır.
Hall’a göre (1986) postmodernizm, “tarih son buldu, dolayısıyla ona geri gitmeye ihtiyaç yok” diyerek, geçmişi kapatmaya çalışır. Dünyanın sonunun sinyalini verir; Tarih “bizle durur” ve bundan sonra gidecek hiç bir yer yoktur. Dikkat edilirse, sermaye düzeni sona gelindiğini iddia ederek kendini evrenselleştiriyor, Tanrı gibi her yerde ve her zamana aktarıyor ve ardından tarihi durdurarak ölümsüzleştiriyor. Chen’e göre, Hall’ın betimlemesi doğru değildir; çünkü postmodernizmin tarihsel çalışmaları geçmişi mücadele sahası olarak yeniden kurmayla ilgilenir. Post tarihle postmodernlik, tarih denen Batılı yekpareci şeyi ortadan kaldırır (Baudrillard, 1987); aydınlanmacı rasyonellik ve onun metafizik ve pozitivist çeşiti bir dünya (beyaz, erkek ve Avrupa merkezli dünya) son bulur (Chambers, 1986). Son bulan resmi, evrensel, tümcel, ırkçı, cinsiyetçi ve emperyalist tarihtir. Bu noktadan sonra, bu tür tarih bitmiştir. Dolayısıyla, tarihin sonu tarihlerin başlangıcı demektir. Kadınların mücadelesinin tarihi; gençlik kültürünün tarihi; hapishanelerin tarihi; deliliğin tarihi; işçi sınıfının tarihi, azınlıkların tarihi ve Üçüncü Dünya'nın tarihi...(Chen, 1991). Chen’in heyecanla bahsettiği bu postmodern tarih zaten egemenlik ve mücadelelerin tarihi içinde yapılmakta ve yazılmaktadır. Biten hiçbir şey yok; egemen ve emperyalist tarih, sanat ve iletişim bitmedi; tam aksine egemen ve eleştirici veya postmarksist postmodern yaklaşımların kendisi bunun yanıtıdır. Sermayenin hem resmi hem de pratikteki materyal, ideolojik ve kültürel egemenliği ve buna karşı mücadeleler devam etmektedir. Hiç bir kesinti veya çöküntü olmadı. Sovyetler'in dağılması ya da iletişim teknolojilerinin zaman ve yeri “sıkıştırması” gibi gelişmeler, ne Marksizm'in ve sınıf mücadelesinin sonunu getirmiş; ne de endüstriyel Batı'nın endüstriyel yapıdan yeni bir yapıya geçip eskiyi, egemen materyal ve materyal olmayan üretim biçimini ortadan kaldırmıştır. Sömürü ve mücadele bütün hızıyla devam etmektedir. Ayrıca Baudrillard ve benzerlerinin yorumlarına çok dikkatle yaklaşmak gerekir. “kitleler ne geçmiş ne de gelecek için yazacak tarihe sahip değildir” diyen Baudrillard kitlelerin mücadele gücünü ve örgütlenme olasılığını yitirdiğini söylemektedir. Buadrillard 1970’in başında tüketici toplumunun inşasına, nasıl yeni değerler, anlamlar ve faaliyetler sunduğuna Marksizm ve siyasal ekonomi açısından başlar. Yaklaşımı, 1972’de Toward a Critique of Political Economy of Sign ve 1973’de The Mirror of Production yapıtlarıyla, Marks’ın eleştirisine dönüşür. Baudrillard 1972’de “Requiem for the Media” bölümünde, aslında Marksizmin ruhuna fatiha okumaktadır. Baudrillard’a göre, medya yeni postmodernliği oluşturmada hayati rol oynar; McLuhan’ın kavramlarını kullanan Baudrillard, Post modern toplumu modeller, işaretler ve kodların egemen olduğu bir simulasyon dönemi\era olarak tanımlar. Baudrillard simulasyonlar ve asıl ötesi (hyperreality) analizini yaparak sosyal kuram ve medya eleştirisine ürertim ilişkileri gerçeğini bir yana bırakan bir postmodernist olarak katılır. Sonrasında, Baudrillard Marks’ı ekonomik indirgemecilikle betimler ve Marksist yaklaşımın dil, işaret ve iletişimi anlamlandırmadaki beceksizliğini vurgular (Baudrillard,1983). Gill'e göre (1984), Baudrillard, şifreyi ekonomi, siyasal, ideoloji ve kültürün önüne koyar.
Chen (1991) “dokunma noktası ve bir tarafın diğeri üzerinde ürettiği etkiler nelerdir? Birbirini siler mi yoksa destekler mi yoksa ilgisiz mi kalırlar?”diye sormakta ve bunların postmarksistlerin üzerinde durması gereken kültürel politika konuları olduğunu belirtmektedir. Eleştirirel/critical postmodernizm, sosyal dünyayı, geç-kapitalist ekonomik üretim biçiminin yansımasına indirgeyen eleştiriden -yani Marksist siyasal ekonomiden- ve burjuva sosyal dayanışmasına dayanan ve dönüşüm arayan postpragmatist ahlaki eleştiriden ayırır. Tarih, kuram ve kültürel politikalar arasındaki dinamiği dile getirmeye çalışır ve postmodernlik stratejik sahası içinde kitle iletişiminin önemli yerine eğilir. Tarih, kültürel politikalar ve kitle medyası incelemelerin odak alanı olur (Chen, 1991).
Chen’in etkilere yönelen kültürel politika sorusu, anlam verme pratikleri ve sembolsel temsiller üzerine yöneltilmiştir. Sorun elbette, sembolselin ve anlamlandırmanın ötesinde, bu anlamlandırmaların temelinde yatan toplumsal insan ve bu insanın örgütlü üretim düzenidir. Bu örgütlülükten kopuş postmodern kültürel düşlerle heyecanlanıp kendini ve başkalarını düşünselle ıslatıştır.
Chen’e göre egemen postmodern akım, merkezi analiz sitesi/alanı olarak aldığı sanatın estetik eleştirisini yapar. Güzel. Estetik eleştiri daha evvelce de yapılıyordu. Fakat estetiğin yanında sanatın materyalliği üzerinde de duruluyordu. Materyalliği ortadan kaldırılıp estetik eleştiri sanatsallığın gerçeği yapıldığında, toplumsal gerçekleri doğru anlamlandırmadan uzaklaşılır; Andy Warhol ölünce bir postmodern Village eleştirel estetiği, Village hayranı liberal burjuvanın fahiş fiyatla satın almasında asıl değerini bulur.
Postmodern sanat en azından temsillerinde (imajlar ve öykülerinde) siyasaldır, tarafsız değildir; gülünççe taklit ettiğini hem meşrulaştırır hem de yıkar (Hutcheon, 1989). Çoğulcu bireysel anlamlandırma ve bireysel direnişe dayanan Hutcheon’un bu görüşündeki örgütsüz bireysellik, daha çok tutucu sağın direnişi ve ideolojisini andırmaktadır.
Post ön ekiyle gelen yaklaşımlara göre postmodern çağ ekonomik, kültürel ve sosyal yapısıyla temelden farklıdır ve sadece modernizm ve endüstrileşmenin diyalektik devamı değildir. Bu fikir uzatılarak postmarksizm görüşü Laclau ve Mouffe tarafından sunulmuştur. Böylece, hem evrim teorisi red edilirken hem de tarihsel materyalizm kuram ve yöntem olarak ortadan kaldırılmaktadır. Laclau ve Mouffe (1989) “totalleştiren kuramı” (= yani Marksist siyasal ekonomi, üst yapı ve ideoloji anlayışını) reddederler. Onun yerine “radikal demokrasi” kavramını kullanırlar: Merkezden ayrılmış subjeler (bireyler) yerelleşmiş konularla ilgilenirler. İncelemelerine, bu yerelleşmişlikte ve merkezden ayrılmış bireylikte olan, hegemonici güç ve egemenlik ilişkisini eklerler.
Postmodernizmde ideoloji, reddedilmezse, tanımlandığında, sosyal ve ekonomik geri plana hiç bir atıf yapılmadan bir açıklama getirilir. Bazen de, ideoloji sadece siyasal bir pozisyona indirgenir. Örneğin Collins’e göre (1989) hayal kurgu metinleri belli bir ideolojik pozisyon taşırlar ve aynı zamanda metnin kendisi kendinin değer setlerini yaratarak ve stilsel eşsizliğini tutarak, kendilerini sembolsel ilişki (discourse) biçimi olarak pazarlarlar.
Bazılarına göre (örneğin Ross, 1989) postmodernizmde tamamıyla yeni siyasal faaliyet perspektifleri ortaya çıkar. Bu perspektifleri, ne kendi çıkarı peşinde koşan birey fikriyle gelen liberalizm, ne de bütün subje pozisyonları (bireylerin pozisyonlarını) sınıfa indirgeyen Marksizm tasvip edebilir. Postmodernistlerin siyasal yönelimden yoksunluğu, “ne sağcıyız ne de solcu, futbolcuyuz futbolcu” iddiası gibi ya ideolojik toyluğu ya da kendine belli materyal çıkarlar sağlayan bir pozisyonu veya ilişkiyi korumayı anlatır.
Postmodern olarak nitelenen American Graffiti, Star Wars, Body Heat, Blade Runner, Wings of Desire filmleri, Amerikan ideolojisi ve emperyalizminin en güçlü sermaye ve ideoloji yapılarından birinin ürünleridir: Hollywood... Hollywood’un ürettiği bu postmodern yapıtlar neyi anlatır? En basit ve geniş anlamıyla şunları anlatır: Liberalden en bağnaz tutuculuğa kadar çeşitlenen bireycilik, seks ve homoseksüelliğin teşvikçi ve destekleyici anlatımını; sermayenin egemenliği ve korkularını yarınlara uzatıp yarınlarda egemenlik ve güvence aramayı; bu arayışta bilim kurgu-uzay veya yarınlarda aşağı sınıflar veya sorumsuz bireyler tarafından mahvedilmiş dünyada kendine ya her şeyi kontrol eden “big brother” denen merkezi otoriteden özgürlük isteyen, ya da aşağı sınıfların kaos içindeki fanatik karmakarışık saldırgan keşmekeşliğinde yaşam mücadelesi veren ve düzen özleyen bireyi ve bu bireyin soluk kesen kişisel mücadelesini... Hepsi de düzen ve düzensizlik; yasa ve yasadışılık; iyi (düzen) ve kötü (bireyci düzene karşıtın); arzulanan ve arzu edilmeyen arasındaki mücadeleyi bireysel mücadeleye indirgeyerek hayal kurguyla sunarlar. Hepsinde sermaye daima haklıdır ve sermayenin özgür akışına karşıtlık daima yanlış ve kötüdür. Eski modern süpermen kayboldu; yeni genç süpermen, postmodernliğin seksine de katılarak, beceriksiz devlet kurumu polise gene kötüleri her hafta yakalayıp teslim etmeye devam etmektedir. Fakat ne bugünün Süpermen’i ne de bugünün kötü adamı dününkine benzemektedir: Tarihsiz dün tarihsizliğinde gömülmüştür; genç süpermen doğmuş ve yüksek teknolojiyi kullanan “post kötü” (kötü ötesi kötü) ortaya çıkmıştır. Batman bu süper postkötü ile mücadele vermektedir. Fakat sermayenin haklılığı ve doğruluğu, sermaye devletinin beceriksiz polisi, polise kötünün süpermen ve postmodern kahramanımız tarafından yaka paça verilmesi ile yine kalıcılığına devam etmektedir.
Uluslararası sermayenin yaygınlaştığı, Amerika ve Japon sermayelerinin ülkelerinden kaçıp ucuz işgücü ve hammaddelerin olduğu yerlere kapaklandığı, sermayenin parçalanma yerine, çok uluslu dev firmaların elinde ve kontrolünde olduğu dünya koşullarında, postmodern küçük küçük bölünme/parçalanmadan ve çoğulcu kodlama ve kod çözmelerden bahsetmek, bu bahsetmeyi yapan aydının kendi bireysel dünyasını dışa yansıtmasıdır. Bu yansıtış ve yansıtılan elbette o aydının bireysel görüşleri ve anlatımının çok ötesinde, belli toplumsal ve uluslararası yapıların eleştirmesiz satışı veya eleştirili meşrulaştırılmasıdır.
Postmodernistler iletişim teknolojileriyle gelen “zaman-yer sıkıştırılmasından” ve bunun getirdiği postmodern öznellikten bahsederler. Hangi kişinin, hangi koşulda ve hangi konumdaki öznelliği? Amerika'nın dev bir firmasının yöneticisinin öznelliği günlük sömürünün ve baskının yürütüldüğü bir öznelliği anlatır. Öte yandan, evinde “Yalan Rüzgarı”nı seyrederek içlenen kadının öznelliği, ideolojik edilgenliğin, egemenlik ilişkilerinin, güçsüz bırakılmışlıktaki boyunsunun ve mücadelenin öznelliğidir.
Harvey’e göre (1989) 1970’lerden beri temel niteliksel bir ekonomik değişim göstermeden uzak bir kapitalist dönemde yaşıyoruz. Bu dönem “genişletilmiş” bir Marksist ekonomi açısından anlatılabilir, açıklanabilir. Harvey “esnek sermaye-birikimi” kavramıyla yaklaşmaktadır: Bu birikimin esnekliği emek süreçlerinde, emek/iş pazarlarında, ürünlerde ve tüketim kalıplarında yatar. Esnek sermaye birikimi, tümüyle yeni üretim sektörlerinin, yeni finans hizmetlerinin, yeni pazarların çıkması ve hepsinin üstünde, ticari, teknolojik ve örgütsel yeniliklerin oranlarının büyük ölçüde yoğunlaşması tarafından tanımlanır. Bu tür ekonomik değişim, belli bir biçimde kültürün yükselmesini getirir.
Amerika’da 1970’lerde hizmet ve iletişim sektörü bu denli yaygın değildi ve bu sektörlerde çalışanlar görece daha azdı. Öte yandan, hizmet ve iletişim sektörlerinin yaygınlaşmasıyla sendikalı işçi sayısında sürekli azalma oldu. Sendikasız ve asgari ücretin altında çalışanlar çoğaldı. Gençlerin çok az ücretle sömürülmesi yaygınlaştı. Devamlı ve geçici işten çıkartma yoluyla çalışanların sayısını azaltma arttı. Çalışanlar işçi olarak alınma yerine menajer/yönetici, yardımcı menajer, yardımcının yardımcısı menajer adlarıyla işe alındı. Eski yöneticiler ve yardımcıların yerini daha genç ve daha az maaşla çalışanlar aldı. İşçilerin işleri, fazla mesai almadan günde 18 saate ve haftada 80 saate çıkan çalışmayla, bu kişilere yaptırılmaya başlandı. Esneklik işte budur ve bu tür işlemektedir. Emek sömürüsünün kolaylaşması ve kapsamının genişlemesi, hizmet ve iletişim sektörlerin büyümesi ve yaygınlaşması, sendikalaşmanın gerilemesi ve çalışanların çeşitli mekanizmalarla örgütlü mücadele güçlerinin kırılması ve sömürüye yeni yönetim biçimleriyle boyunsunmaya zorlanması postmodernlikse, Amerika böyle bir postmodernliği yaşıyor. Benzer şekilde, sermayenin emrindeki yeni teknolojilerin çıkması ve bunun hem ulusal hem de uluslararası baskı ve sömürüde kullanılması postmodernlikse, Amerika postmodern bir ülkedir.
Eğer bilim ve sanatta toplumu anlama ve açıklama postmodern diye tanımlamayla yapılıyorsa, bu tanımlamanın metinler (film, sanat eseri, müzik, yazı gibi sembolsel türler) üzerindeki “postmodern” yorumlamalar ötesine gidip, gerçek hayatın üretiminde neler olduğuna bakmak gerekir. Aksi taktirde, üniversitelerin görece rahat ortamında ve iletişim ve sanat dünyasının egemen düşler dünyasında, sanat için sanat veya başka bir şey için sanat yüksek tartışmaları arasında, postmodern ürün ortaya koymak ve postmodern ahkam kesmek, postmodern Amerika ve Avrupa’da yaşadığımızı, hele Türkiye’de yolda polislerle postmodern kimlik muayenesi ilişkisiyle postmodernliği deneyimlediğimizi anlatmaz. Postmodernizm ve egemen postmodern kültürel incelemeler, kapitalizmin kendi bayağılık, gaddarlık ve kabalığını örtüp kendini olduğundan çok daha karmaşık, anlaşılması zor göstermeye çalışan; hem üretimin hem de tüketimin niteliğinde çoğulcu bir karaktere sahip olduğunu kendine ve başkalarına kanıtlamaya çalışan; ideolojilerin ve evrenselliklerin son bulduğunu ilan eden satışıdır. Az gelişmiş ülkelerin bazı aydınları veya kendini gelişmişin tükettiğini tüketerek (yediğini yiyip, içtiğini içip, giydiğini giyip, izlediğini izleyip, eğlendiğiyle eğlenerek) gelişmiş sanan tüketim gelişmişi bireyin postmodernciliği ise, kendinden olmayanla (veya ezenle\sömürenle veya ortaklıkla\transfer acentalığıyla bağlandığıyla) kendini özdeşleştirme özleminin ifadesidir ve sahteden de sahte posttaklitçiliktir: Kendini gelişmiş sanan az gelişmiş aydının postmodern ahkam kesişi, maymunun, sahibinin kucağında, elbise giydirilmiş, saçı taranmış, kravatlı veya dudakları boyanmış, elinde soyulmuş muzla, etrafa gülücükler savurarak kafa sallayışları ve çıkardığı memnuniyet sesleriyle insan kopyası maymunlaşması gibidir. Kendini kendinden öte sanan ve öyle satanın maymunlaşışı ve maymunlaştırılışı...Türkiye’de postmodern sanat veya üniversitelerde postmodern kültürel inceleme, bazı istisnalar dışında, en eleştirici biçimiyle, liberal çoğulcu burjuva bireyciliği veya liberal çoğulcu faşist direniş ideolojisini yansıtır.
Postmodernistin kendisi istese de istemese de, sunduğu yorumlarla kaçınılmaz olarak ideolojik yelpazede bir yerde konumlandırılacaktır. Bu konum da, güç ve egemenlik ilişkilerini benimseseler bile (postmarksist iddia) kesinlikle Marksist tarihsel materyalist yaklaşımın olduğu yer değildir: Marksist yaklaşım insan gerçeğini “metin” içine hapsetmez: Metin yaşanan insan gerçeğinin, kurgu-uyduru idealleştirmesi dahil, sembolsel ifade çeşitlerinden biridir. Bu sembolsellik de insan gerçeğinin ne tümünü ne de her zaman temel koşullarını anlatabilir. Gerçek insan, metinlerdeki sembolsel ifadelerde yaşayan ve mücadele edene indirgeme ve hapsetmenin dışında ve ötesinde canlı olan, nefes alıp verendir. Mücadele, metnin dışında ve ötesinde, yaşayan insanın gün boyu işyerinde ve iş dışı yaşamında sürekli verdiği soğuk (ve bazen sıcak) savaştır. Bu mücadele “metine direniş” ve özellikle bireyin kendini yansıtan “direnişinin” çok ötesindedir. Postmodernistlerin ve liberal çoğulcuların temel savlarından olan “bireylerin metine karşı (gazete okudukları, kitap okudukları, televizyon izlediklerinde) kendi gerçeklerini kendilerinin kurduğu” yorumu, gerçeği eksik olarak sunmaktır. Elbette, Marks’ın belirttiği gibi insan kendi tarihini kendisi yapar, fakat bunu her şeyden bağımsız ve özgür bir biçimde yapmaz, yapamaz; kendini içinde bulduğu koşullarda, o koşullara bağlı ve o koşullara tepki olarak yapar. İnsan ve birey ancak toplumda insan ve bireydir. Seyrettiği televizyon haberini (örneğin TRT 1 gibi ulusal bütünlük arayışını zaman zaman ırkçı kışkırtıcılıkla ve insan haklarına ve insan hakları savunucularına saldırıyla yapan ırkçı haberini) 65 milyon insan, 65 milyon gerçek kurarak anlamlandırmaz. Anlamlandırma, belli bir yerde belli bir dönemde belli koşullarda yaşanan gerçeklerle sınırlıdır. Anlamlandırmalar, yaşanan gerçeklerde tanımlanmış egemen ve karşıtlarının ideolojik tanımlama çerçeveleri içine düşen sayılı yorumlamalardır. Direniş de televizyonun karşısında (örneğin TRT 1’in Türkiye’deki insan hakları savunucularını bir çeşit Avrupa ajanı gibi nitelemesini benim gibi ilk kez görerek ağzı açık dehşetle izlerken, “bu ne biçim insanlık düşmanlığı ve kışkırtıcılık” diye kafasından geçirerek) yaptığı, özgürce, bağımsız, çoğulcu okumayı anlatan ve egemen kodlamayı reddeden faaliyet biçiminden çok ötedir. Televizyon karşısındaki (veya bir metinle ilişkideki) “çoğulcu okuma” ve “direniş” aslında sembollerle yapılan (kitaplar, radyolar, mecmualar, sinemalar, televizyonlardan geçerek gelen) ve ideoloji veya fikirler olarak biçimlendirilmiş insan tecrübelerini ve yaşam koşullarını yererek veya överek meşrulaştıran kodlanmışı çözme ya da yererek ve açıklayarak karşıtlık biçimlerini sunan anlamlandırmadır. Bu çözme ve anlamlandırma ne bireyin “toplumsal ne olduğundan” bağımsız; ne bireyin diğer sosyal ilişkilerinden ve anlam vermelerinden kopuk; ne de sadece o an, o yer ve o durumla sınırlıdır. Çözme ve anlamlandırma, ister birey fiziksel bakımdan kötürüm olsun, isterse Hizbullah’ın kafir başı kesmek için yanıp tutuşan (ve gücü dünyayı sömüren kafirlere yetmediği için, ancak kendi ülkesindeki üniversite profesörlerini, yazarları ve gazetecileri korkakça ve kalleşçe vurmaya yeten) hınçlı müridi olsun, bireyde birikmiş ve bireyden geçerek ifadesini bulan egemenlik ve güç mücadelelerinin bütünleşik bir parçasıdır. Egemenlik ve mücadeleyi sembolsel ilişkilerle (örneğin medyayı izleme ve izlediğini en duygusal seviyede sövgü veya övgüyle) “kendisinin kurması”, kendinde oluşmuş bir bütünlüğü destekleyerek yaşatmasıdır. Desteklenen ve yaşatılan da, dediğim gibi 65 milyon çeşitteki fikir, ideoloji ve anlamlandırmalar değil, 65 milyonun katıldığı her gün yaşanan örgütlü egemenlik ve mücadelelerdir. Desteklenen ve yaşatılan ücretli kölelik durumuna düşürülmüşlerin zincirine vurgunlukları ve zincirini kırma uğraşlarıdır.
B. POSTMODERNİN TRANSFERİ
1980'lerin başında, Amerikan dış politikasının uzun yıllardır ateşli temsilcisi olan I. Pool ile Amerikan emperyalizminin 1960'ların sonundan beri eleştiricisi Herbert I. Schiller’in, Profesör Hamelink'in oturum başkanlığını yaptığı bir söyleşide, iletişim ve kalkınma ile ilgili yaptıkları yorumlar iki farklı ideolojinin yaklaşım tarzını özetler:
Pool: Açıkça burada değer konusu var. Kalkınma ne? Ben kalkınmadan bahsettiğimde, kendi toplumlarına herhangi bir etkiden, etkili olma kabiliyetinden yoksun bırakılmış milyonlarca insana kendi yaşamları üzerinde kontrol vermeden bahsediyorum. Yetersiz yiyecek, yetersiz para, yetersiz eğitim ve yetersiz siyasal özgürlük tarafından mahrum bırakılmışlardır. Kalkınmayla ben katılımcı topluma doğru gitmekten bahsediyorum. Elbette hükümetlerin iletişim araçlarına ihtiyaçları vardır. Yurtsever milliyetçi mesajları yayınlama ihtiyacındadırlar. Ben, köylülerin kendilerini duyurma ve ifade kabiliyetine daha çok değer veririm. Modern iletişim teknolojisini inceleme, bu bakımdan, Üçüncü Dünya'da kalkınmayı teşvikte önemli rol oynayabilir.
Schiller: Ben tamamıyla farklı bir görüşteyim. Üçüncü Dünya ülkeleri, kalkınma modelinin karakterlerinin ne olduğunu, nasıl işlediğini, nelere mal olduğunu ve etkilerinin ne olduğunu anlamalıdırlar. Bunu anladı mı, ikinci adım, bu yeni iletişim teknolojilerinin potansiyellerini görmektir. Fakat var olan güç dağılımına, varolan kontrol düzenlemelerine, Batı modelinin kendi etkisini uzatmak için nasıl çalıştığına bakarsak, bana göre, yeni elektronik teknoloji zarar veren mesajların taşıyıcısıdır. Bu tür kalkınma oldukça üzüntülü bir kalkınmadır.”
Pool'un açıklamasına ilk baktığımızda, eğer Pool'un kim olduğunu bilmezsek, oldukça duygulu ve demokratik bir yaklaşımla geldiği hissine kapılırız. Pool'un diğer tutuculardan farkı, düşmanını (Marks’ı) iyi bilen, okuyan ve psikolojik savaşın bilinçli savaşçısı olmasındadır. Pool'un “yoksun bırakılma” nedenselliği, merkezi idarenin (devlet politikasının) yüzündendir; “köylülere kendilerini duyurma ve ifade kabiliyeti” ise, 1970’lerin ortasından beri savunmacı saldırıya geçen Amerikan ideolojisinin “serbest akım” ve “yerinden yönetim (desentralizasyon)” politikasından dolayıdır. Buradan okuduğumuzu anlamada çok önemli bir yan ortaya çıkar: Söylenenin değerlendirilmesini “ne için söylediğine” bakarak yapmak zorundayız. Makyavelli'nin çocuğunun (Pool’un) söylediklerinin ardındaki amaçlar ne? Bunu da genellikle sadece söylenenden anlamak her zaman olanaklı değildir. Söyleyenin kimliği ve savunduğu çözüm politikasını bilmek gerekir. Pool'un duygusallığı sınıf ve emperyalizmin çıkarlarına yönelik duyarlılığın ifadesidir. Schiller'in duygululuğu dünyanın ezilen insanlarının insanca yaşama haklarına yönelik bir duyarlılıktır.
Postmodern düşünü tarzı ve satışı elbette sadece gelişmiş Batı ile sınırlı kalmadı. Batı'nın pazarlara egemenliğinin garantisi, ideolojik ve kültürel egemenliğin de sağlanmasını gerektirir. Bu nedenle postmodern düşünü tarzı, geleneksel ve modern teknolojilerin transferiyle, yardımla, ticaretle, turizmle ve iletişim kanallarıyla birlikte, özellikle 1990’ların başında, “kalkınma ve modernleşme” çaba ve fikirlerini tarihin köhnemişliğine mal ederek, satılmaya başlandı. Postmodern’in transferi, özellikle yeni teknolojilerin (özellikle iletişim ve devletin meşrulaştırılmış örgütlü baskı teknolojilerinin), bu teknolojilerle gelen bilgi ve profesyonelliğin, postmodern iletişim ürünlerinin ithali ve ihracıyla yapılmaktadır.
Postmodernliğin az gelişmişlere (veya kendini gelişmiş sanan gelişmemişlere) yansıtılmasının henüz çok sınırlı olduğu 1970 sonları ve 1980’lerde, Pozitivist modernleşmeciler kendi eleştirilerini ve muhasebelerini yaptılar. Modernleşme incelemeleri ve politikaları devam etti. Aynı kavram ve yaklaşımları “yeni ve geliştirilmiş” olarak (çevreyi ve insanı zehirleyen çamaşır deterjanlarının yenisi ve geliştirilmişi gibi) kullandılar. Modernliği ve gelenekselliği birbirine zıt olarak alma yerine, birbirine giren ve karışan olarak ele aldılar. Klasik tipleştirmeler yerine, somut örneklerle karşılaştırmalı incelemeler yaptılar. Eskiden de karşılaştırmalı incelemeler yapıyorlardı fakat ana ölçek ideal tipe ne kadar yaklaşıldığıydı. Şimdi hangi öğelerin egemen olduğu üzerine eğilindi. Gerçekte, durum saptaması ve durumu muhafaza etme politikası egemen oldu. Yani, yeni modernleşmeciler (postmodernizm, postdevelopmentalism), 1980'lerin tutucu ve sömürücü siyasal gidişine ayak uydurarak, değiştirme yerine, tutma ve hatta geriye dönüşümü destekleme yoluna gittiler. Ekonomi ve politika dışında modernleşmeyi hızlandıran veya geciktiren diğer faktörlerin olduğu tekrar ileri sürüldü. Bilgisayarın da gelişmesiyle çok değişkenli faktör analizi ve modelleri kurulmaya başlandı. Modernleşme teorisinde değişmeyen faktör, teoriyi oluşturan temel fikirdi: Yayılma ve müdahale yoluyla geleneksel toplumdan modern topluma geçme edebiyatı bırakıldı; onun yerini, sınırlı tüketim toplumundan kapitalist ülkelerin artığı tüketici malları tüketecek kitle tüketiciliğine geçme anlatımı aldı. Yani önemli olanın tüketici toplum yaratmak olduğu ve bunun için de kitle tüketim mallarına iştahların arttırılması gerekliliği öncelik kazandı. Bu amaçla kapitalist popüler kültürün iletişim araçlarıyla yaygınlaştırılması ve bunu sağlamak için de iletişimde özgürlük sloganlarıyla iletişimin özelleştirilmesi ve deregülasyon saldırılarının desteklenmesi önem kazandı.
Eisentadt'a göre, yeni çıkmaya başlayan modernleşme görüşü modernleşmeyi tek-çizgisel, sosyal, ekonomik veya siyasal süreç olarak ele almaz. Bunun yerine modernleşmeyi ortak veya benzer problemler ortaya çıkaran öze sahip bir süreç veya süreç serileri olarak görür. Artan farklılaşma, sosyal mobilizasyon ve gelenekselliğin kırılması toplum içinde belli temel problemler yaratır. En genel problem, başlangıçtaki önerilerin ötesindeki değişmeleri emmeye muktedir bir örgütsel yapıyı tutma kabiliyetidir. Böyle bir yapı sürekli olarak yeni ve değişen problemlerle uğraşmak, belli bir rasyonellik derecesine kadar katılma ve özgürlük kaliteleri üretmek zorundadır. Kalkınma, sosyal ve ekonomik kaynakların harekete geçirilmesini gerektirir ve bu süreç eski modelle artık yeterince açıklanamaz.
1960'larda gene Amerikan bilim çevresinden gelen, E. Rogers'in önderliğini yaptığı “yeniliklerin yayılması” görüşü modernleşme ve kalkınmayı tarımsal alana götürmüştür. Kalkınma sorunu makineleşme, yeni sulama metotları ve sunî gübreleme ile halletmeye çalışıldı. Gerçekte, bunun anlamı tarımsal alana teknoloji transferi ve büyük çiftçiliğin ve intensif tarımın başlatılmasıydı. Kişilere yönelik “yeniliklerin tanıtılması ve gösterilmesi”, toprak mülkiyeti ilişkileri içinde anlamını yitirdi. Liberal toprak reformu girişimleri bu ilişkiler içinde, sonunda köylülerin proleterleşmesi ve toprak sahiplerinin daha da zenginleşmesini getirdi. Yeniliklerin yayılması teorisinin iflasıyla, E. Rogers 1970'lerde, genel akışa uyup, yerelliğe, yerel kişiler arası iletişim ağlarının geliştirilmesine, “small is beautiful' (küçük güzeldir) ideolojisine sarıldı. Yeniliklerin yayılmasının merkezileşmiş iletişim aygıtı yerine, yatay iletişim kanallarıyla başarıya ulaşacağı görüşü egemenlik kazanmaya başladı. “Kendi kaynaklarını kullan, kendine güven” fikri ileri sürülmeye başlandı. Bu fikirle birlikte “kendi içinden gelen kalkınma” fikri egemenlik kazandı. Bir taraftan yerele kendin kalkın derken, öte yandan kalkınmada endüstri amaçlı teknoloji transferi zorunluluğu öne sürüldü. 1980'lerde, merkezi kamu kontrolünün yerine özel teşebbüsün “özgürlükçü” yönetimde yerelleşme, deregülasyon ve özelleştirme saldırıları egemenlik kazandı. Küçük özel, büyük özel tarafından ya yutuldu, ya da faşist ideolojiye sarılmış bir şekilde önce milli marşlar söylemeye ve 1990’larda da “tekbir getirmeye” mahkum edildi, veya ortadan kaldırıldı. (Bu üç süreç aslında sürekli tekrarlanan ve yenilenen bir süreçtir).
Rogers'e göre, yeni modelle eski model arasında şu farklar vardır:
1. Eski model ekonomik büyümeye dayanıyordu. Yeni model, büyümede “dağılımın eşitliğine” ve hayatın kalitesine eğilir. Buna neden olan faktörler; 1950 ve 60'lardaki hızlı kalkınma yorgunluğu; Pearson raporu; kalkınma karlarının dağıtımı; Avrupa, Amerika ve Japonya’daki çevresel kirlenme sorunları; büyümenin sınırlarıdır.
2. Eski model kapital intensif teknolojiye ağırlık veriyordu. Yeni çıkan modeller bir ülkede geleneksel ve modern sistemlerin entegrasyonu; emek-işçi intensif teknolojiye daha çok eğilme üzerine ağırlık verir. Bunun nedenleri kirlenme sorunları ve 1973'den sonraki dünya enerji krizidir.
3. Eski model merkezi planlamaya dayanıyordu. Yeni çıkan modeller, “kalkınmada kendine güvenme”; merkezicilik yerine yerele ağırlık veren kalkınma planı ve uygulamasına popüler katılmaya dayanır. Buna neden olan faktörler ise 1971'den sonra geniş ölçüde bilinen Çin Halk Cumhuriyeti'nin yönetimde yerellik tecrübesi ve kalkınma yorgunluğudur.
4. Eski model az gelişmenin içsel nedenleri üzerinde durdu. Yeni alternatifler içsel ve dışsal nedenlere eğilerek sorunların yeniden tanımlanmasına eğildi. Buna etki eden unsurlar 1973-74 petrol krizini takiben yükselen petrol gücü ve Birleşmiş Milletler konferans ve toplantılarında oy vermeyle gördüğümüz güç değişimi. (Amerika'nın BM ve UNESCO’da gücünü kaybedişi demek istemektedir).
Bu nedenleri sunarak, E. Rogers de 1978'de “egemen paradigma” olarak çağrılan ve teorik geçerlilik bakımından ölen modernleşme anlayışını gömdüğünü belirtip, daha “popülist” bir kılığa girdi: Kalkınma, Rogers'a göre, bir toplumda yaygın katılımcı bir sosyal değişim sürecidir. Amaç, halkın çoğunluğu için, daha çok eşitlik ve diğer değerli nitelikler dahil, sosyal ve materyal ilerleme sağlamaktır. Strateji de bu çoğunluğun kendi çevreleri üzerinde daha çok kontrol elde etmesi ve kullanmasıdır (Rogers, 1978). Rogers bu sözleriyle, kırsal idari yerelliği savunmaktadır, bağımsızlığı değil: 1970'lerin sonundan itibaren “küçük güzeldir” liberal kapitalist düşüncesi, bu düşüncenin egemenliğiyle gelen yönetimde yerellik savunusu ve girişimleri, iletişim ve kalkınmada da yer buldu. Kalkınma ve iletişim stratejisi “Kendi kaynaklarına ve kendine dayan” sloganına döndü. Yerel halk kendini kendi girişim ve kararlarıyla nasıl kalkındıracaktı? Elbette dışarıyla ticaret ve transferle. O zaman eskiden farkı ne? Eskiden ağır sanayiye, ağır teknolojiye, genel ulusal kalkınma ve ülke kurmaya ağırlık veriliyordu ve kalkınma, merkezi otoritenin kontrolü altındaydı. Yeni kalkınma, merkezilik yerine yerelliği ve ağır sanayi yerine iletişimi ve ticareti kolaylaştıran hafif teknolojilerle olacaktı. Bu fikir ve yaklaşım yeni bir şey değildi, UNESCO tarafından 1960'ların sonundan beri ileri sürülmekteydi ve UNESCO'nun girişimleri anlamlı sonuçlar vermemişti.
1975'deki konferansa katılan H. T. Oshima'ya göre, yeni stratejinin ana problemi uygulamadır ve başarısı ancak kitle iletişiminin haber verme, ikna etme ve eğitme kabiliyetine bağlı olabilir. Yeni strateji kırsal temelli olmalıdır ve birkaç geniş kentte değil, çeşitli bölgelerde ve hinderland'larda uygulanmalıdır. Sadece kent elitleri değil, tabandaki geniş kitleleri de içine almalıdır. Üzerine eğilinen sadece teknolojik değişim değil, aynı zamanda kurum ve değerlerin değiştirilmesi olmalıdır. Bu da, emek intensif stratejiyi gerektirir; toprak reformu ve kooperatiflerle tarımda devrim yapılmalıdır. Ufak endüstrilerin ürün kaliteleri ve etkenliği yükseltilmelidir. Karar verme ve uygulama etken bir biçimde başkentten yapılamaz, dolayısıyla yerel siyasal örgütler ve ilgili kurumlar planlama, karar verme ve uygulamaya katılmalıdır. Bu stratejiye karşı olan güçlü gruplar özellikle kitle iletişimiyle ikna edilmelidir. Sermaye intensif stratejiden çok daha fazla bir şekilde az eğitilmiş uzak bölgelere yetişme gerekir. Bu nedenle, kitle iletişimine öncesinden çok daha fazla bir görev düşer. Kitle iletişimiyle işçiler yeniden eğitilmelidir ve işgücü eğitimine yeniden yön verilmelidir (258-260).
Postmodern’in transferi 1990’lara gelindiğinde uluslararası şirketlerin pazara girme, pazarda kalma, kontrol ve yayılma politikalarının bütünleşik bir parçası oldu. Çevre konusunda “çevre dostu teknolojiler” ve iletişim konusunda “halka istediğini veren”, uluslararası pazarın satışını yapan özel medya sistemleri kuruldu; özelleştirme, deregülasyon, yerellik ve kültürel, dinsel bireysellik ön plana çıkartıldı; “ulusal kimlik” reddedilmek veya ulusal kimlikler içinde çoğulcu bir şekilde yeniden anlamlandırılmak için soruşturulmaya başlandı. Az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin bazı entelektüelleri ve dışa bağımlı sermayesi kendisini postmodernin bir parçası olarak nitelemeye başladı: Modernleşme, az gelişmişlik ve gelişmekte olmak, anlamını yitirdi.
C. UNESCO'DAN GELEN BAŞAGRISI VE UNESCO'NUN YOLA GETİRİLİŞİ
1970’lerin başında yoğunlaşan dünya ekonomik ve iletişim düzeni üzerindeki durum ve çözüm tartışmaları birbiriyle bağıntılı iki tez ve hareketin ortaya çıkmasına neden oldu: Yeni Dünya Enformasyon ve İletişim Düzeni (YDEID) ve Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen (YUED). 1976 yılında, Bağlantısızlar Hareketi (Non-aligned Movement) ve UNESCO birlikte YDEID ve YUED çağrısı yaptılar. Amerikan Emperyalizmi'nin gücünü yitirdiği UNESCO'da 1980'lerin sonuna kadar YDEID ve YUED tartışmaları oldu, çeşitli konferanslar yapıldı, deklarasyonlar yayınlandı, projeler çizildi ve öneriler yapıldı. YDEID tezi en özlü biçimiyle, uluslararası enformasyon ve iletişim akışının yönünün ne olduğu sorusuna, dünyadaki iletişim düzeninin dengesiz olduğu cevabıyla geldi. Uluslararası iletişim düzeninin ve ilişkilerinin ekonomik, siyasal ve kültürel anlamlarının ne olduğu sorusuna ise, dengesiz bir dünya düzeni ve ekonomik ve kültürel egemenlik olduğu cevabıyla geldi. Durumsal sorunla ilgili sorulara (örneğin iletişim dünyası nasıl değiştirilmeli, dengesizlik nasıl giderilmeli, ne tür yasalar, kurallar konmalı gibi sorulara) dengesiz akımın ve enformasyonda koloniciliğin son bulması gerektiği ve bunun için de yeni bir dünya ekonomik ve iletişim düzeninin zorunluluğu görüşü etrafında cevaplar verildi.
UNESCO'nun tezi büyük ölçüde “medya emperyalizmi” tezinin önemli öğelerini taşır: Medyanın uluslararası firmaların gelişmelerini desteklediği, medya firmalarının kendilerinin artan bir şekilde dev uluslararası şirketler haline geldiği, medya şirketlerini emperyalist askeri-endüstriyel-iletişim karışımının oluşturduğu, bu iletişim firmaları tarafından üretilen kültür ve iletişimin diğer ülkelerin kültür ve iletişiminin üzerinde bozucu ve yok edici bir egemenlik kurduğu hakkındaki görüşleri rağbet gördü. Tartışmalar genellikle haber ve televizyon akımı, reklamcılık, iletişim teknolojisi, uluslararası iletişim, uydu iletişimi ve kültürel egemenlik üzerinde toplandı.
UNESCO'da ulusların bu girişimine karşı dengesiz olarak nitelenen dünya düzenine egemen güçler şiddetle tepkide bulundular. Bu tepkiler ABD ve İngiltere’nin UNESCO'ya ödemeleri gereken aidatla ekonomik fonu ödememeye, ardından UNESCO'dan çekilmeye kadar giden şantajlara vardı. 1984'de Amerika ve 1985'de de İngiltere UNESCO'dan çekildi, UNESCO'ya olan borçlarını ödemedi.
Sadece kapitalist devletlerin siyasal organları değil, aynı zamanda özel iletişim ve diğer örgütleri de bu saldırıya katıldılar. Amerikan kitle iletişim araçları, üniversite profesörleri (Katz, Liebes, Tracey, Pool, Rogers, Hamid, Schement), World Press Freedom Committe ve Heritage Foundation gibi kuruluşlar yoğun karşı kampanyaya giriştiler. 1985'lerde başlayan dönüşüm 1990'a varıldığında Amerika’nın yeniden egemenliğini kurmasıyla sonuçlandı. UNESCO'nun yeni İspanyol Genel Direktörü F. Mayor'un basın toplantısındaki konuşmasını Associated Press şöyle rapor etti: “Burası (UNESCO) özgürlük evidir, ve biz asla, enformasyonun serbest akımını garantileyen anlayışımıza karşı gidemeyiz”. Mayor Üçüncü Dünya Ülkeleri ve Sovyet bloğu tarafından ileri sürülen yeni dünya enformasyon düzeni düşüncesini reddettiğini söyledi (AP, 7 Ekim, 1988). Washington Post, 25 Şubat 1989'da Mayor'un “Yeni Dünya Enformasyon Düzeni'nin UNESCO'da artık yer almadığını” belirttiği haberini yazdı. Böylece UNESCO’nun yeni Genel Direktörü, Amerikan tezinin ve pozisyonunun savunucusu oldu. Amerikan tezine göre uluslararası iletişim düzeninde Üçüncü Dünya Ülkeleri'ne doğru daha çok enformasyon akımı, daha çok teknoloji transferi, daha çok yardım, daha çok eğitim ve talim gerekir.
UNESCO içindeki mücadele, Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin Amerikan ideolojik egemenliğine tepkileri biçiminde devam etmektedir. UNESCO dışında, Inter Press Servise (IPS), Non-Aligned News Pool, Pan-African News Agency (PANA), Caribbean News Agency (CANA), Gulf News Agency “enformasyonun tek yönlü akımına” karşı, daha doğrusu AP, UPI, AFP ve Reuters egemenliğine karşı, aktif olarak haber alanında mücadele vermektedir. Amerikan televizyon programlarının dünyadaki egemenliğine karşı tedbirler sadece kapitalist Avrupa Birliği'nden gelmektedir. Avrupa’nın başarısı, özellikle iletişim alanında devleşen özel teşebbüslerin ekonomik girişimleri alanında olmaktadır (Erdoğan, 1994).
Kısaca, UNESCO'da gündemin başında olan YDEID tartışmaları 1989'da UNESCO liderliğinin değiştirilmesiyle ve Amerikan yanlısı bir liderlin getirilmesiyle 180 derece yön değiştirdi ve ardından da gündemden çıkarıldı ve yerini “enformasyonun serbest akımı ve daha çok teknoloji transferi” gündemi aldı.
YDEID ve YUED tezlerinin uluslararası örgüt UNESCO'da ve diğer girişimlerdeki başarısızlığının en önde gelen nedeni, üçüncü dünya ülkelerini temsil edenlerin temsil ettikleri güç yapılarının dünya kapitalist pazarına olan bağımlılıkları ve bu pazardaki çıkarlarıdır. Dünya ekonomik düzeninin yeni bir düzen değişimi, sadece ileri kapitalist ülkelerin pazar politikalarında ve ilişkilerinde değişiklikle gerçekleşemez (ki zaten böyle bir değişiklik gönüllü olarak vazgeçme ile değil, egemenlik mücadelesinin bir sonucu olarak gerçekleşebilir). Aynı zamanda, bağımlılık, iç sömürü ve emperyalist ilişkilerin egemen olduğu üçüncü dünya toplumlarının sosyo-ekonomik ve siyasal yapılarında da değişiklik zorunludur (ki bu da ancak sınıf mücadelelerinin belirlediği egemenlik durumuna bağlıdır). Aksi taktirde, Amerikan karşı propagandasının kendi çıkarı açısından haklı olarak belirttiği gibi, serbest enformasyon akımının yerini devlet veya kamu kontrolündeki akım alır ki bu da o devletin veya “kamu” denen gücün özelliğine göre bir karakter alır. Samir Amin ve George Mandel gibilerin de belirttiği gibi YUED en iyi biçimiyle milli denen ve milliliği o ülkede doğmuş olmak ötesinde anlamını yitirmiş olan burjuvazinin çıkarınadır. Amin ve Mandel'in dediklerinin aksine, YUED'in tezinin tezliği ötesinde UNESCO yoluyla uygulanması çabaları, Türkiye veya daha kötüsü Irak ve İran gibi ülkelerde “reformist” bir karaktere bile sahip olamaz, tam aksine sansür ve baskı için bir diğer neden olabilir. Roach'ın (1990) belirttiği gibi YDEID tartışmasında sınıf analizi yoktu, hiçbir zaman kitle hareketi değildi. Hamelink (1983), Amin (1987) ve benzerleri YUED'in gerçekleşmesini Üçüncü Dünya Ülkeleri'nde kültürel ve iletişim bağımlılığını yaratan yapısal mekanizmaların değiştirilmesine bağlarlar. Güçlünün çıkarına çalışan uluslararası düzenden kültürel ilişkiyi kesme ve kendi kendine dayanmayı da çare olarak sunarlar. Bunda da başarı aynı zamanda yeni siyasal gücün potansiyelini bu yönde kullanmasına bağlıdır: Kitleler...
1970'lerin sonlarında ve 1980'lerde Üçüncü Dünya Ülkeleri'nin BM'de ve özellikle UNESCO'da Amerikan egemenliğine son vermeleriyle çıkan karşıtlık, iletişimde dengesizlik ve buna çareler çürük temele dayanıyordu. En başta Üçüncü Dünya Ülkeleri kimler? Bu ülkelerin çoğunluğu yeni sömürge durumunda olan, diktatörlerin, şeyhlerin ve ordunun idare ettiği, çoğunlukla yönetici sınıfı uluslararası şirketlerle ortaklık içindeki ülkelerdir. Bu ülkelerin iletişimde denge yaygarası, emperyalist iletişim düzeninin kişisel özgürlükçü ve burjuva demokrasisini teşvik edici mesajlarını ülkelerine sokmama amaçlıdır. Bu ülkelerin egemen yapıları, enformasyon kontrolünü toplum ve toplumun aydınlanması ve kültürel gelişmesi için değil, kendi özel çıkarları için isterler. 1970'lerin başında UNESCO'nun liderliğinde ulusal iletişim politikalarının çizilmesi görüşü önem kazandığında zaten her ülke belli iletişim politikasına sahipti. UNESCO çalışmaları kamu çıkarına dönük ve demokratik bir iletişim politikasının kurulması amaçlı girişimlerin olmasını önerdi. UNESCO'da demokratik prensipler için oy veren ülkelerce alınan kararların, her ülkedeki egemen güçlerin sadece işlerine gelen yanları uygulamaya kondu.