CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:

1980'LER VE MODERNLEŞME: KRALIN YENİ GİYSİLERİ

1980’ler, dünyada tutucuların siyasal iktidara geldikleri, bu gelişte dini istismar etmelerinin arttığı ve bu sırada örgütlü dinin kendisinin kendi için güç ve iktidar olma girişimlerini hızlandırdığı yıllar oldu. Dinin egemen gündemlerde hortlatılması 1990’larda, örneğin insan ve toplumu insanın düşüncelerinden hareket ederek anlamaya çalışan, mikro sosyolojide kendini kaybederek örgütlü yapıdaki materyal üretimi ve ilişkileri bir kenara iten Şerif Mardin ve benzerleri tarafından “organik bir oluşum” olarak nitelenmeye başlandı (Mardin, 1998). 

1984’le birlikte, sadece Reagan ve Thacher yönetimi altında “neo-klasik ekonomik politikalar güçlü destek ve yansımalarını bulmadı, aynı zamanda, liberal-demokratik siyaset ve ekonomik-politik de sağa doğru kayış gösterdi. Neo-klasik teoriyle desteklenen “yapısal ayarlamalar” politikaları getirildi ve uygulamalar başlatıldı. Toplumcu politikalar güden Yeni Zelanda’da 1984’le birlikte sendikaların desteğindeki partinin uyguladığı yapısal uygulamalar politikası sonucu, ülkedeki ekonomik gelir dağılımı ve refah durumu hızla değişti; orta tabaka eridi; hızla süper zenginler türerken, hızla yoksulluk arttı; genellikle kendi kendine yeterli olan bir ekonomi çöktü ve uluslararası şirketlerin egemenliğinde bağımlı bir ekonomi oluşturuldu. Bütün dünyada, Amerikalı ve Amerikan bağımlı entelektüel ve ekonomistler tarafından, IMF ve Dünya Bankası rapor ve politikalarında, BM’in çeşitli bölümlerinin düzenlediği zirvelerde sunulan raporlarda, “yapısal ayarlamalar” kalkınma ve gelişmenin, demokratikleşme ve serbest ticaretin yeni “zorunlu gereği” olarak öne sürüldü. Bu ayarlamalar kapitalist ülkelere ve uluslararası firmalara çıkar sağlarken, diğer ülkelerin sermayenin ulaşılabilir ve kullanılabilir bir ucuz ham madde, ucuz üretim ve ucuz emek alanı ve aracı olmasını çok daha kolaylaştırdı. 

Bu arada, 1980'lere gelindiğinde gerilla ve karşı/kontragerilla savaşları dünyanın çeşitli yerlerinde devam ediyordu. Karşı gerillacılar (kiralık ve maaşlı katiller ordusu) Amerikan halkına özgürlük savaşçısı olarak sunuldu ve gazetelerde bu savaşçıları desteklemek için ilanlar çıkmaya başladı. Bu özellikle Nikaragua'ya karşı girişilen yıkma kampanyalarında epey yoğun olarak yapıldı. 

1980’lerde psikolojik savaş yoğunlaşarak devam etti. İç savaşlar terörizm olarak nitelenmeye başlandı ve iç savaşları durdurma terörizmle mücadele olarak adlandırılmaya başlandı. Dünya kapitalist pazarı, yayılma politikalarının kültürel girme ve yayılma ile başarılı olabileceğini benimseyerek, kültürel alanda, özellikle eğitimde özelleştirme ve kitle iletişimiyle, ekonomik saldırılarını destekledi. Özel teşebbüs, toplum yaşamının iş dışı hayatına ve kültürel yaşama çok daha kapsamlı ve sistemli olarak girmeye başladı. Kültürel alışveriş ve klasik modernleşme teorileri yenilendi. İletişimde kültürler arası iletişim, ırklar ve cinsler arası iletişim, ülkeler arası kültürel değiş tokuş ve bu “değiş tokuşun serbest akımı teorisi” saldırı gündeminin başlarına kondu. Uluslararası iletişim firmaları, iletişim teknolojilerinin, özellikle uydu yayınlarının gelişmesiyle milli sınırları pratikte ortadan kaldırdılar. Yeni iletişim teknolojileriyle iletişim sermayesinin uluslararası faaliyetleri hızlandı ve kapsamı büyük ölçüde arttı. Amerikan kültürel ürünleri egemenliğini bütün dünyada sürdürmeye devam ederken; iletişim teknolojisi ve ekonomik kontrol alanında gücünü, Avrupa Birliği'nde oluşan yeni dev sermayeye ve Japonya’ya kaptırmaya başladı. 

1980’lerde, eskiden farklı olarak, Neo-Marksist yaklaşıma saldırılar yoğunlaştı ve Marksist inceleme ve eleştiriler propaganda olarak nitelendiler (Örneğin, eski Pye grubundan Almond, 1987; Moore, 1979; Weiner ve Huntington, 1987). Diğer bütün benzerleri gibi, Lipset ve Huntington 1960’lardaki ekonomik kalkınma ve siyasal modernleşme umutlarını, 1970'lerdeki karşı mücadelelerin içinde yitirdiler; 1980'lerin yeni tutucu ve baskıcı rejimlerinin getirdiği yeni atmosferde tekrar umutlanarak, daha çok ülkenin daha fazla demokratik olacağını savunmaya başladılar. 

1980'lerde modernleşme geleneği kendini neo-marksist teorilere karşı savunarak ve hücum ederek sürdürmeye çalıştı. Örneğin Harrison'a göre “az gelişmişlik sadece bir beyin durumudur” yargısı, oldukça yanlış yönlendirici ve kötü görevselcidir; Latin Amerikalılar kendi kendilerini yenen bozguncu bağımlılık teorisi ve emperyalizm konusuyla o denli kendilerini meşgul etmekteler ki, kalkınmak için ellerindeki kaynaklarını kullanmayacak derecede felç olmuşlardır; kalkınma insanın yaratıcı kapasitesidir, hayal etme ve kavramlama kabiliyetidir. Bunun için gelişmeyi teşvik edecek değer ve tutumlara sahip olmak gerekir (Harrison, 1985). Harrison bu yorumuyla klasik “pie in the sky,” yani “havada asılı duran pasta” masalını okumaktadır: Yaratıcı kapasite, hayal etme ve kavramlama örgütlü insan dünyasında olur; bu dünyada da pastayı bırak pastanın bir kırıntısı bile mülkiyet ilişkileri dışında çerçevelenmemiştir ve pasta egemenlik ve mücadelenin olduğu alandır. Ne egemenlik ne de mücadele metin çözümlemesi veya düşünsel semiotik karşıt anlamlandırma ile yürütülür; bilinç yönetimi ve bilinçli karşıtlık örgütlü materyal ilişkiler dünyasını tutma ve değiştirme temeli üzerinde olur. 

Kalkınma, modernleşme, ulus kurma sloganlarıyla başlatılan girişimlerin sonucu “gelişme” yerine, 1980’lere gelindiğinde, gelişmişlerle az gelişmişler, sömürenlerle sömürülenler arasındaki uçurumlar daha da arttığı görüldü. Ulusal kalkınma stratejilerinin iflası ve uluslararası firmaların gereksinimlerine paralel olarak, 1990’larda egemenliği ele alacak olan postmodernlik, yerellik, globallik, karşılıklı bağımlılık, deregülasyon vb. kavramlarla gelen yeni yönetim politikaları ve ideolojik biçimlendirmeleri ön plana çıkmaya başladı. 

Özlüce, 1980’lerde siyasal alan sağa kaydı; “yapısal ayarlamalar” ve postmodern politikalar, bilinç yönetimi ve uygulamaları giriş yaptı. 



A. NEO-LİBERALİZM VE YAPISAL AYARLAMALAR: AYAR, AYARLAYAN VE AYARLANANLAR 

Günümüzde serbest rekabet, serbest pazar, comparative avantaj ve ekonomik ayarlamalar politikalarıyla göğe çıkartılan neo-liberalizm yeni birşey değildir. Bir kaç yüzyıllık tarihi vardır. İlginç olan gerçek, liberalizm doktrinin işleyiş biçimidir. Normal olarak beklenen, liberalizmi şiddetle savunanların bunu uygulamasıdır. Uygulamışlar mıdır? Evet, başkaları üzerinde uygulamışlardır. Hayır, kendi çıkarlarına ters düştüğünde veya kendileri üzerinde uygulanmaya kalkışıldığında, karşı çıkmış ve uygulamamışlardır. 

Günümüzde neo-liberalizmi gelişmenin doktrini olarak savunan güçler, ne geçmişte ne de bugün bu doktrine uymuşlardır. Bir kaç yüzyıldır Avrupa (ve Avrupa'nın kontrolünden serbest olan bölgeler) liberalizm prensiplerini radikal bir şekilde ihlal ederek gelişmekteler. Chomsky’nin belirttiği gibi, 18. yüzyılda Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya arasındaki fark günümüzdekinden çok daha azdı. Avrupa’nın dışında gelişmiş olan iki ülke vardı: Amerika ve Japonya. Her iki ülke de Avrupa’nın sömürgeciliğinden uzak kalmıştı ve kendileri sömürgeciydi. Japonya, Batı’dan farklı olarak, sömürgelerini soymadan çok kendisi gibi kalkındırdı. Kendi, savaş sonrası kalkınmasını ne neo-klasik ekonomi ne de Keynes'in düşünce tarzıyla yaptı; onun yerine devletçi bir politikayla, Marksizm’den oldukça etkilenen ve neo-merchantilist bir çizgiden giderek yaptı. Pazar mekanizmaları, devlet bürokrasisi ve finans conmglomerates’leri tarafından, ticari başarı olasılığı arttıkça zaman içinde sunuldu. 

Avrupa 15. yüzyıldan başlayarak bölünmeye başladı: Batı Avrupa gelişirken Doğu Avrupa Batı'nın hizmet alanı, Chomsky’nin deyimiyle (1996) Orijinal Üçüncü Dünya, oldu. Sovyetler'in kurulması ile olan gelişmelerde İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kızışan soğuk savaşla birlikte “İkinci Dünya” hızla endüstrileşmeye başladı. Soğuk savaşla sürdürülen yaygın ideolojik ve ekonomik parçalama ve dağıtma politikaları sonunda meyvelerini verdi: 1990’larda, Sovyetler'in çökertilmesiyle, Doğu Avrupa eski hizmet alanları statükosuna yeniden dönüştürüldü. Asya’da geniş nüfusa, ucuz ham maddeye ve ucuz emeğe sahip geniş bir yayılma ve sömürü alanı açıldı. 

19. yüzyılda Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin zorunlu liberalizm uygulamaları, endüstrileşmelerindeki geri kalmayı ve hatta endustrileşmemelerini açıklayan (deendüstrialisation) ana faktördür (Bairoch, 1993 aktaran Chomsky, 1997). 

1960’ların başlarında Batılı plancıların en büyük korkularından biri ekonomik büyüme sonucu ülkeler Batı'ya yetişecekler ve “demonstration etkisi” diğerlerini “ekonomik milliyetçilik” yolunu seçmeye götüreceği korkusuydu. Bu nedenle, örneğin, Nasır ve benzerleri kuşku ve korkuyla karşılandı; ulusallaştırma girişimleri eleştirildi ve engellendi. Sistemler yıkıldı, liderler suikastlerle öldürüldü. Ülkelerin kendi kendine yeterliliği doğal olarak istenmedi. Bu nedenle, örneğin, tarımda yeterli olan Biafra bile tahıl yardımları adı altındaki yok etme politikalarıyla dışa bağımlı hale getirildi. 

1980’ler, ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher’in iktidarı ve piyasa güçlerinin istekleri doğrultusunda neo-liberal politikaların uygulamaya konulduğu yıllar olmuştur. Reagan, Başkanlık döneminde (1980-1988) “Reaganomics” diye de adlandırılan arz yönlü ekonomi politikaları, bu dönem boyunca komünizme karşı mücadelenin bayrağı haline gelmiş; Yıldız Savaşları (Star Wars) projesinin finansmanında temel araç olmuştur. Uluslararası semaye piyasalarından yüksek oranda borçlanan ABD hükümetinin imdadına yetişen IMF ve Dünya Bankası, istikrar paketi ve yapısal uyum (structural adjustment) politikalarını yürürlüğe koymuştur. 

1980’in başından beri USAID ve State Department global özelleştirme sürecinin savunucusuydu ve pazar merkezli özelleştirme yaklaşımını desteklemeleri için Dünya Bankası'nı, IMF’i, Inter-American Development Bank’ı ve diğer kalkınma finansı yapan örgütleri etkiledi (George, 1989 aktaran Mohammadi, 1997:72). Elbette Amerika ile birlikte diğer endüstriyel ülkeler de bu özelleştirme politikasını öne sürdüler. Bunda amaç diğer ülkelere ihraç edilen sermaye ve mallara daha fazla sahip olmaktı Hills (1994:12). 

1. Serbest ticaret, serbest rekabet ve Comparative Avantaj teorisi 

Serbest ticaret teorisi ticaret engellerinin, örneğin gümrüklerin kaldırılmasını getirir, çünkü vergiler, yasal kısıtlamalar ve gümrükler gelişmeye engel olarak nitelenir.. Teoriye göre, serbest ticaret tüketicilere fayda sağlar, gelirleri artırır ve ticaret yapan ülkelerin zenginleşmesine katkıda bulunur. 

Serbest ticaret kuramı kelimenin kendisinden de anlaşılacağı gibi ülkeler arasında serbest ticaret varsayımına dayanır: Uulusal ve bölgesel çıkarları korumak için çıkartılan engeller beklenen kazançları ortadan kaldırmıştır. Bu “sorun” nedeniyle gümrük duvarlarının olması gerekmektedir; ulusal ve bölgesel birliklerin engeller koyması demokratikleşmeye ve serbest ticarete köstek olmaktadır. Amerika bu nedenle Avrupa Birliği'nin birçok kararına, İngiltere’nin de desteğiyle, meşrulaştırılmış bu gerekçeyle karşı çıkmaktadır. Elbette sorulması gereken soru “engeller kimin için ve engellerin azalttığı başarı kimin kayıp çıkarı?” sorusudur. 

Serbest ticaret politikası konusunu Dünya Bankası ve IMF dahil uluslarası kuruluşlar da ele almıştır. Birleşmiş Milletler serbest ticaret doktrinini demokratikleşme ve kalkınma için gerekli olarak benimseyip desteklemektedir. Birleşmiş Milletler, Çevre ve Kalkınma Konferansı Raporunda (UNCED, 1992) prensip 12’de serbest ticareti desteklemiş ve engellere karşı cephe almıştır. Madde 2.11’de rapor pazar ekonomisinin gelişmesi gerekliliğini belirtmekte ve madde 2.12’de bu amaçla pazara ulaşmayı, özellikle gelişmiş pazara ulaşmayı engelleyen korumacılığın durdurulması ve tersine çevrilmesini öngörmektedir. Bu gelişmenin olması için de gelişmiş ülkelerde yapısal ayarlamalar yapılmasını belirtmektedir. Gelişen ülkelerin ise ticaret politikası reformlarına ve yapısal ayarlamalar girişimlerine devam etmelerini önermektedir. Ticaret sisteminin liberalleşmesinin gerektiğini ve bunun faydalarını belirtmektedir. 

Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organization) 1995’ten sonra serbest ticareti desteklemek için daha katı tedbirler almayı tasarlamıştı. Tedbirler daima güçsüz üzerinde kolayca uygulanmıştır. 

Yardım ticaretin yerini vekaleten alacak bir şekilde görev yapabildiği için, bir dış yardımın devamlı olması serbest ticarete ve gelişmeye zarar verebilir. Örneğin 1950 ve 1970’lerde yardım makamları enflasyon ve döviz kuru seviyesinin çok fazla değerlendirilmesinin Türkiye’nin ihracat sektörüne ciddi bir şekilde zarar verdiğini biliyorlardı; fakat gene de yardım vermeye devam ettiler. Böylece zarar fazlalaşırken, yardım, sorunu maskeledi. Eğer yardım şırıngası olmasaydı, Türkiye, politikalarını ihracatı artırarak ve gerekli yabancı dövizi kazanarak düzeltebilirdi. 

Günümüzde global pazar ekonomisinde egemen olan serbest ticaret görüşü, “comparative advantage” ile açıklanan politikayı gütmektedir. Karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre (Comparative advantage) bir ülkenin ihracat pazarındaki uzmanlığı en düşük göreceli üretim maliyeti kriterine göre belirlenir. Bu belirlemeye göre örneğin, Kanada, Almanya ve Fransa gibi endüstriyel ülkeler kalifiye işgücüne sahip oldukları için makine ve çok çeşitli nihai tüketim malları üzerine uzmanlaşırlar. Örneğin Çin gibi kalifiye olmayan ve ucuz işgücünün bol olduğu yerlerde ayakkabı ve giyecek gibi mallar ihraç için üretilir. Böylece kaynaklar optimum olarak tahsis edilmiş olurlar. Sonra, taraflar ürettiklerini değiş tokuş (exchange) ederek birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılarlar. Bunun sonucu olarak bütün ülkeler kendilerine fayda sağlarlar. Comparative avantaj politikalarıyla genel gelir ve büyüme fırsatları gelişir ve gelir dağılımı iyileşir. Sömürünün ve geri bırakmanın bu tür meşrulaştırılmasıyla “karşılıklı bağımlılık” iddiası sunulmaktadır, ki bu da geçersizdir. Öyle ki, Karadeniz'de üretilen fındığın birim fiyatıyla bir bilgisayar çip birim fiyatı arasındaki dengesizlik kaçınılmazdır. Ayrıca, Amerika’yı tahıl ve Kanada’yı ve benzeri ülkeleri tahıl üretmemeye kim zorlayabilir ki? Üretmektedirler ve gerekli ve kasıtlı olarak üretirler. 

Bir yandan serbest ticareti ve karşılaştırmalı üstünlükleri savunurken, öte yandan aynı Amerika ve diğer endüstriyel ülkeler tarımda üstünlük sağlamak için en yoğun ve köklü koruma mekanizmalarıyla karşımıza çıkarlar. Bu mekanizmaların önde gelenleri fiyat desteği yardımı, doğrudan ödeme ve üretim için gerekli malzeme yardım programlarıdır. Bunun sonucu dünya tarım ürünleri fiyatları düşürülür ve bundan zarar gören daima hiçbir desteği olmayan üçüncü dünya ülkelerindeki tarım sektörü ve bu sektörde çalışan kitlelerdir. Amerika ve Avrupa´nın tarımda üçüncü dünya ülkelerini kendilerini bağlamada uyguladıkları politikalardan biri de o ülkelerin tarımda kendi kendilerine yeterliliğini ortadan kaldırma olmuştur. 

2. Serbest ticaret kimin için serbest? 

Serbest pazar doktrini, Chomsky’e göre (1997) iki türde gelir: Resmi doktrin ve gerçek anlamıyla var olan serbest pazar doktrini diyebileceğimiz doktrin. Resmi doktrinde, “pazar disiplini senin için iyidir, fakat benim devletin korumasına ihtiyacım var” anlamlandırması geçerlidir. Resmi doktrin savunmasızlar üzerine uygulanır. “Gerçek anlamıyla var olan serbest pazar doktrini” güçlü tarafindan Ingiltere’nin Avrupa'da en ileri malí-askeri ve gelişmeci devlet olmasından beri kullanılmaktadır (Brewer, 1989). İngiltere böylece endüstriyel dünyanın izlediği bir model kurmuştur. Ingiltere ve diğer sömürgeci imparatorluklar gibi, Amerika devleti başka yerlerde bağımsız gelişmenin olmasını engellemek için güç kullandı. Sömürgeci imparatorlukların engelleme politikasına göre, sömürgelerin veya sömürülen yerlerin gelişmesi “rekabetçi” değil “tamamlayıcı, eksiklikleri giderici” olmalıdır. Bu da elbette, bu ülkelerin ticaret ve endüstriyel faaliyetlerine karışmayı zorunlu kıldı. Bu karışma yardım ve hibe gibi adlarla geldi. Yardım ve hibe yanında takılı koşullar vardı. Örneğin Marshall Planı yardımı Amerikan tarım ürünlerinin alınması koşuluyla geldi. Bu koşul sonucu, örneğin Arjantin’in tahıl ürünleri ihracatı üçte iki azalırken, Amerika’nınki % 10’dan bile azken yarıdan fazlaya çıktı (Chomsky, 1997). Burada üzerinde düşünülmesi gereken soru Marshall Planı kime yardım etti? Birçok ülkenin tarım sektörü böylece sabote edilerek çökertildi. Çökertme politikaları sadece tarımla sınırlı değildir. Serbest ticarete Clinton yönetimi kota koyunca, Kenya’da tekstil endüstrisi 1994’de çöktü. Amerika bir taraftan Afrika reformcularını özel teşebbüs faaliyetlerini geliştirecek koşulları yaratmaları için ikaz ederken, diğer taraftan, örneğin Washington 1996’da Meksika’dan domates ithalatını yasakladı. Kolayca çoğaltilabilecek bu örnekler “serbest pazar” doktrininin ve “ekonomik ayarlamaların” kimin ve ne için yapıldığını ve sonuçlarını göstermektedir. 

Liberal eleştirel yaklaşım açısından, ticaretin serbestleşmesi devleti belli araç ve olanaklardan mahrum bırakır ve böylece yurttaşların ve çıkar gruplarının cevap verme kapasitesini sınırlar. Ekonomik büyüme genel olarak sefaleti azaltır, fakat bu her grup için geçerli değildir. Genel olarak sefalet düşse bile, derin sefalet artmıştır. Büyüme ile birlikte eşitsizlikte de artma olmuştur. 

Serbest ticaret kuramı kamu yardımına\teşvikine izin vermez. Bunun özlü anlamı şudur: Devlet ve kurumları özel şirketlere teşvik ve destek vermez. Bu kuram uygulamalar karşısında tümüyle geçersiz olduğu gibi, değiştirilerek, devletin kamuya sosyal hizmetleri ve yardımı kesmesi prensibiyle birleştirilir. Yani devlet sosyal hizmetleri keserken, özele yardımı artırır. 

İlginç olan yanıltmalardan biri de serbest ticarette devletin özel teşebbüsün işine karışmamasıdır. Devlet özel teşebbüsün işine karışmayı bırakın, özel teşebbüsle birlikte özel teşebbüs için iş görmekterdir. Bu ilişkide, serbest teşebbüs sistemi şu demektir: Halk maliyeti öder; eğer herhangi bir şey yanlış giderse (batarsa, iflas ederse, sorun çıkarsa, depremle uyduruk binalar yerle bir olursa) bu riskin sonucunu gene halk öder. Özel teşebbüs sistemi çevreyi kirletir, devlet özel teşebbüs kiralayarak kamu parasıyla özel teşebbüsün kirini temizler. TEK yıllarca kamunun cebinden trilyonlarca lira harcayarak alt yapıyı kurar, tamamlar ve süper kar etme safhasına geçer geçmez özele peşkeş çekilir. Özel teşebbüs süper karları toplarken, kamu da pahalı alt yapı işleriyle uğraşır. Yani üretim sosyalleşmiş, risk ve maliyet sosyalleşmiş; fakat kar özelleştirilmiştir. Serbest pazar demokrasisi denen soygun ve ekonomik ayarlamalar işte budur. 

Devletin şirketleri, özellikle dev şirketleri korumasına örnek olarak 1993’de Transnational firmalar üzerine yapılan kapsamlı bir araştırma örnek olarak verilebilir. Araştırma bulgularına göre, 1993’de Fortune 100 firmalarının (dünyanın en zengin 100 firmasının) en az 20 tanesi eğer kendi devletleri tarafından kurtarılmasalar yaşayamazlardı (Chomsky, 1997). Yaşadılar çünkü kayıplarını devlet milletin cebinden aldığı parayla kapattı. Bu, günümüzde her ülkede olmaktadır. Türkiye’de batan bankaların kurtarılması ve büyük firmalara teşvik ve korumalar adı altında aktarılan trilyonlar böyledir. Amerika’da örneğin Lockheed firması 2 milyar dolar devlet yardımı garantisiyle çökmeden kurtarıldı. Peki, o zaman, devlet özelin işine karışmasın doktrinini ve çığırtkanlığının anlamı ne? Oldukça açık: Devlet özelin soygununa karışmasın, sömürünün önüne sosyal ve ekonomik tedbirlerle engeller koymasın, sömürüye teşvikle ve kolaylıklar göstererek katılsın. Devlet politikaları dünyanın en büyük firmalarının stratejilerini ve rekabetçiliğini biçimlendirmede önemli bir güç olmuştur (Ruigrock ve Tulder, 1995: 221-2, 217, aktaran, Chomsky, 1997). Bu araştırma bulgularına göre devletin şirketlerin işine bu tür karışması, son iki yüzyıldan beri istisna değil, kural olmuştur. Devletin bu karışması tekstil, çelik, aerospace, elektroniks, modern tarım, materyal teknolojileri, enerji ve taşıma teknolojileri, telekomunikasyon ve enformasyon teknolojilerindeki gelişme ve yayılmalarda önemli bir rol oynamaktadır. 

Serbest ticaretin, Adam Smith’e göre, temel öğelerinden biri halkın serbest yer değiştirmesidir. Yabancı işçiler kavramı bu kapsam içine girer. Uluslararası şirketlerin stratejik anlaşmalar ve devletlerden aldıkları desteklerle işyerlerini yerel bölgelere taşımayı çok daha karlı bulmaları ve fason üretim yaptırmaları, işgücününün serbestçe dolaşımını büyük ölçüde sınırlamıştır. Devletlerin yabancı işçi kabulünü kısıtlamaları veya kabul etmemeleriyle bu durum desteklenmektedir. Sermayenin uluslararası hareketliliği artarken, bu artışın getirdiği koşulların sonuçlarından biri de işgücünün hareketlliliğinin büyük ölçüde azaltılması olmuştur. Ülke içinde ise işgücünün hizmet ve üretim yapılan yerlere doğru hareketlilik başlatmıştır. Dolayısıyla, serbest rekabet söylemiyle gerçekler arasında bu anlamda da oldukça önemli uyuşmazlıklar vardır. 

Serbest pazar ve ekonomik ayarlamalar ideolojisinde, örneğin açık pazar olanakları\fırsatları, anahtar kaynaklara ulaşma, ekonomiyi genişletme ve geliştirme, ülkeyi serbest pazar ekonomisi içine getirme gibi söylemler vardır. Bu söylemler gerçekle karşılaştırıldığında geçerliliğini yitirirler. 

Birleşmiş Milletler 1994 Kalkinma Raporu'na göre endüstriyel ülkelerin serbest ticaret kurallarını çiğnemesi gelişen ülkelere tahmini 50 milyar dolara mal olmaktadır. Bunun çoğu kamu parasıyla desteklenen ihracat promosyonudur (aktaran Chomsky, 1997). 

Liberal ekonomi ile işe başlayan Hindistan çok daha önce uluslararası firmaların ucuz emek ve ham madde pazarı durumuna düşmüştü. Aynı şey devletin oynadığı ana rol liberal ekonomi adı altında son yıllarda azalınca, Taiwan’da ve Kore’de oldu. Çin’de serbest pazar ve devletin ekonomiden el çekmesi slogan ve politikaları artmaktadır ve aynı şey Çin’de de yakında olacak. Neden serbest pazar doktrini bağımlı ülkelerin gelişmelerini sadece sermayenin çıkarı yönünde biçimlendiriyor? Çünkü serbest pazar doktrini güçlü için çalışan ve güçlü tarafindan güçsüz üzerinde uygulanarak ekonomik egemenlik kurduran bir karaktere sahiptir. Çünkü serbest pazar sadece pazara egemen olanlar için vardır. Serbestlik egemenin egemenlik altındakiler üzerindeki serbestliğidir. Amerika’nın güneyinde kölelere pamuk üretimi yaptırılırken, Hindistan pamuk üretiyordu ve kaynakları İngiltere’ye akıyordu. Aynı zamanda, “serbest pazar doktrininin” Hindistan’da uygulanmasıyla, Hindistan’ın tekstil endüstrisi yok ediliyordu. Aynı zamanlarda Mısır kendi endüstrileşmesini başlatmıştı; fakat rekabet ve bağımsız kalkınma istemeyen İngiltere tarafından güç kullanılarak engellendi. İngiltere’nin gelişmesi, diğer gelişmiş Avrupa ülkeleri gibi, devletin koruyucu politikalarıyla gerçekleşti. 1850’lere gelindiğinde, dünyayı paylaşan Avrupa güçlerinin başında gelen İngiltere, kendisi için liberal uluslararasıcılık politikasının şimdi daha verimli olacağı hesabını yaptı. Hindistan’ın endüstrileşmesi durdurulmuştu (de-endüstrialisation). Hindistan, tekstilini İngiltere'den alıyordu; İngiltere de ham maddesini Hindistan'dan. Hindistan’ın ileri çelik endüstrisini 1820’lerde inceleyip ders almaya çalışan İngiltere, kısa zamanda Hindistan'daki bu endüstriyi de yoketti. İngiltere’de Lancashire Pamuk Endüstrisi Avrupa ülkelerine uygulanan yüksek gümrükler sayesinde geliştikten sonra, İngiltere “serbest pazar” sloganları atmaya başladı. A. Smith’in en sonunda İngiltere’yi uluslararası serbest ticaretin faydalarına ikna ettiği görüşü, ampirik veriler karşısında tutarsızdır. 

Amerika kendi çelik endüstrisini geliştirmek için, dıştan gelen ürünlere yüksek gümrükler koydu. Devletin dışa karşı bu koruyuculuğu ve içte büyük firmaların baskılarla, vahşetle, yasalarla çalışan insanları kullanmalarıyla Amerikan sermayesi yükseldi. Devletin sermayeyi koruyarak desteklemesi sonucu Amerika, İkinci Dünya Savaşı bittiğinde dünyanın en güçlü devleti olarak ortaya çıktı. Artık büyük ölçüde liberal uluslararasılık oynama zamanı gelmişti. Amerikan firmaları, Pentagon ve Washington ile birlikte dünya serüvenlerini yaygınlaştırdılar. Ne zaman ki sermaye dışarıdan “serbest rekabet” ile karşılaştı, Amerikan devleti serbest rekabeti ortadan kaldırmak için daima koruyucu olarak oradadır. 1970‘lerin sonunda petrol krizi ve ardından artan petrol fiyatları sonucu az benzin yakan Japon arabalarını, Amerikalılar Amerikan arabalarına tercih etmeye başlayınca, Amerikan devleti koruyucu rolünü oynayıp Japonya’ya baskı yapmaya başladı. Sonuçta Japon arabalarının fiyatları arttı. Amerikan sivil otomobil endüstrisi devletin koruyucu kanadı altında küçük araba imalatına ve Amerika’da pazarını koruyabilme olanağına sahip oldu. Aksi taktirde, eğer serbest rekabet işleseydi, Amerikan otomobil sanayisi sivil üretimde yok olma ile yüz yüzeydi. Dahası var: Eğer Pentagon kamu kaynaklarını Amerikan şirketlerine aktarmayı artırmasaydı, Japon rekabeti karşısında ne oto, ne makine aletleri, ne semiconductorler, ne de çelik endüstrileri kalabilirdi. Reganomics sözde “serbest pazar doktrininin” uygulandığı dönem oldu ve bu bütün dünyaya sıçradı. Kimin serbest pazarı ve kim için? İdeolojik söylem ve bilinç yönetimiyle, gerçek yapılanların nasıl yapıldığını ayırt etmeliyiz. Reganomiks, Amerikan tarihinde iç sermayeyi dışa karşı savunmada ve içteki kaynakların kullanımında en koruyucu bir karaktere sahiptir. Örneğin Reagancılar ithalat kotalarını\sınırlamalarını iki misline çıkarttılar (Chomsky, 1996). Reganomics içte fukara bebeklere yardım olarak verilen sütü kesmede, çalışmayan annelere yardımı kesmede, okul parası veremeyen gençlere borcu kesmede, zor durumdaki ihtiyarlara sosyal yardımları kesmede, fukara kadınları kısırlaştırarak nüfus kontrolü yapmada Cumhuriyetçiler'in her zamanki tutumundan oldukça daha fazla neo-liberaldiler. Amerika ve Kanada’da yapısal ayarlamalardan zarar görenler geniş kitleler oldu. 

Latin Amerikalı araştırmacılar, neo-liberal ekonomik reformlarla kitleler için yaratılan kötü koşulların sonucunda halkın formal demokratik süreçlere karşı güvensiz ve kurnaz bir tutuma girdiğini bulmuşlardır (Chomsky, 1997). Chomsky’nin belirttiği gibi (1997) Haiti’de 1997 seçimlerinde sadece oy verenlerin yüzde beşi sandık başına geldi. İncelemelere göre (Madigan, 1997; Chomsky, 1997). Orta Amerika’da siyaset “güvensizlik, ilgisizlik ve sıkıntı” olarak değerlendirilmekte, çünkü insanlar kendilerini demokratik denen sistemde seyirci olarak görmekteler ve gelecek için oldukça pesimistler. EU tarafindan sponsorluğu yapılan Latin Amerika survey, benzer sonuçlar buldu: Popüler algıya göre sadece zenginler demokrasiye geçişten faydalandılar (McPhaul, 1997). Benzer şekilde, 1980’in başından beri yapısal ayarlamanın Amerika'ya uygulanan yerli biçiminin etkilerinden biri de halkın % 80’inin demokratik sistemin bir sahtekarlık ve ekonominin “doğasından haksız” olduğu yönünde değerlendirmeye varması oldu (Chomsky, 1997). 

İçte dışa karşı korumacılık yaparken, Reagancılar dışta serbest pazar ekonomisi ve doktrinini, diğer ülkeler üzerinde uyguladılar. Böylece, serbest pazarın bizim için serbest sizin için değil gerçeğini yeniden kanıtladılar. Amerikan ideolojisi ve politikası, dünya devletlerine “küçülün,” adem-i merkeziyetçi olun, özel teşebbüsün işinden elinizi çekin, sosyal yatırım ve yardımları kesin, pazar ile uğraşmayın der bir yandan. Öte yandan, Amerikan devleti Amerikan sermayesinin en büyük finans ve yasal destekleyicisi rolünü oynamaya devam eder. Amerikan askeri (Pentagon) ve endüstriyel işbirliği, Washington’un yasal ve ideolojik desteğiyle asla azalmamıştır. Serbest pazar benim belirttiğim biçimde serbesttir; bu pazarda sadece kitlelerin bireysel günlük üretim, dağıtım, kullanım ve tüketim yollarıyla değil, aynı zamanda kamu için çalışması gereken kamu kurumları yoluyla, kamu güçleri sermayeye büyük ödemeler yapmaktadır. Karlar özelleştirilirken, masraflar, harcamalar, kaynaklar, çeşitli uyduru ve bahanelerle halkın omuzuna yüklenmektedir. Aynı şey sadece Amerika’da değil, sermayenin egemenliğindeki her yerde yapılmaktadır. Serbest ticaret ve pazar adı altında yapılan ikili, çoklu ve uluslararası anlaşma ve uygulamaların, demokrasiyi, uluslararası karşılıklı bağımlılığı ve globalleşmeyi getirdiği iddiası geçersizdir; çünkü bu anlaşmalar iki yönlü serbestliği değil, tek yönlü serbestlik ve bağımlılığı ve serbest sömürüyü getirmektedir. NAFTA ticaret ve iş getirecekti, gelişmeye yardım edecekti; NAFTA göklere çıkartıldı. Asıl amaç Meksika’daki Amerikan firmalarının ve Meksikalı ortaklarının çıkarlarını garanti altına almaktı. Ekim 1990’da yapılan Latin Amerikan Strategy Development Workshop at The Pentagon; Meksika’da “demokrasi açılımının” Meksika’ya Amerikan çıkarlarını soruşturacak bir hükümet getirebileceği tehlikesine işaret etti; bu nedenle NAFTA ile Meksika’da yapılan “reformların kilitlenmesi” (yani Amerikan yatırımcıları ve ortaklarının durumlarının korunması) garanti altına alınmaya çalışıldı. “Serbest ticaret anlaşması” olarak sunulan NAFTA sadece Amerikan şirketleri için “serbest ticaret anlaşması”dır. Bu anlaşmayla Avrupa ve Doğu Asya ülkelerinin sermayelerinin Meksika pazarına girmesi engellendi. “Fikri Mülkiyet Hakları” prensibiyle, Amerikan firmalarının çıkarlarının korunması yanında, patent yoluyla bir ülkenin kendi endüstrisini geliştirmesine bir diğer engel konmaktadır. Serbest ticaret anlaşmasını imzalayan üllkelere önemli ekonomik ve kültürel faydaları olacağı ileri sürülmektedir. Amerika ile Meksika arasındaki ticaretin yarısından fazlası firma içi transactionlar olmaktadır. NAFTA ile bu oran % 15 artmıştır. Meksika'nın kuzey sınırına sıralanmış Amerikan firmaları birkaç işçi çalıştırarak Amerika’da kullanılan arabaların motor bloklarını ve diğer araba parçalarının ¾’ünü üretmektedirler (Chomsky, 1997). Bunun Meksika ekonomisine ne faydası olabilir? 1994 krizinde Meksika ekonomisi çöktü. Fakat çöken ellbette Amerikan firmaları ve yatırımcıları değildi. Meksika çok daha ucuz emek ve imal edilmiş malların kaynağı oldu. 

Körfez Savaşı ve Sovyetler'in parçalanışından sonra Uluslararası Ekonomik Düzen öncelikle askeri güç yerine ekonomik güç, global kapitalist pazarın entegrasyonu hakkındaydı. Pazar özelleştirilmesi ve özelleştirme doktrininin uygulanması sonucu, 1990’ın başına gelindiğinde, sermaye akışı yılda 52 milyar dolardan 133 milyar dolara çıktı. Soru “bu tür yatırımlardan gerçek faydalananlar kimler olacak” sorusudur. Hills’in de belirttiği gibi (1994), kalkınan ülkelerde uluslarası şirketler, yerel firmalar ve Batı yönelimli güçlü kişiler arasındaki işbirliği Dünya Bankası'nın çıkarına hizmet eder, çünkü özelleştirme Dünya Bankası borcu verilmesinin ön koşulu olan yapısal ayarlamanın bir özelliğidir (Martin, 1993; Mosley at al. 1991; aktaran Mohammadi, 1997) 

1980 ve 1990’larda büyük endüstriyel ülkelerin tutucu hükümetleri, özellikle Amerika ve İngiltere'deki kamu harcamalarını kesmeyi ve özel para pazarından ödünç alma politikasını güttüler. Enflasyonu kontrol etmek için, içte faiz oranlarını yükseltmek zorunda kaldılar, etkisi üretici yatırım sıkarak çıkartıldı. Para politikasında (monetary policy) ısrar, hükümete, açığı kapamak için daha fazla para basmak seçeneği ötesinde çok az seçenek bırakır. Bu da enflasyonun artması riskini çoğaltır. Bu politikanın 1980’lerden beri uygun uygulanması sonucu Amerika ve İngiltere’de devlet borcu milyarlarca dolara ulaştı. Günümüzün dünya sistemi “serbest ticaret’ sistemi olmanın aksine uluslararası ve ulus ötesi şirketlerin ve finans kuruluşlarının “corporate merchantilism” sistemidir. Benzer şekilde, OECD, yüksek teknolojide uluslararası işbölümünü ve rekabetçi avantajı, pazar güçlerinin görünmeyen elinin değil, oligopolist rekabet ve firmalar ile devletler arasındaki stratejik ilişkilerin belirlediğini belirtmiştir (Tyson 1992, aktaran Chomsky, 1997). 

3. Yapısal Ayarlamalar[1]

Uzun bir geçmişi olan arz yönlü ekonomilerin uluslararası ekonomideki ayağı olarak ortaya çıkan yapısal uyum politikaları 1960’lardan itibaren neo-liberal politikaları savunan ABD’li iktisatçı Bela Balassa tarafından kuramsallaştırılmıştır. Refah devleti anlayışının düzenleyici ve sosyal haklar sağlayan kapitalizminin, pazarı ve rekabet olgusunu öldürdüğünü savunan Balassa (1981) çalışmasında ‘ithal ikamecilik-ihracata dönük büyüme modeli’ kutuplaşması üzerinde duruyordu. Balassa, Dünya Bankası için hazırladığı çalışmasında yapısal ayarlama politikasını, “ulusal politikaların daha önceki büyüme trendlerini kazanabilmeleri için dış şoklara cevap verme amacına yönelik bir politika” olarak tanımlamakta ve dünya kapitalizminin (özellikle Amerika’nın) 1970’lerin ikinci yarısından itibaren petrol krizleri ve resesyonlar sonucu girdiği sıkışıklığa çözüm olarak geliştirmektedir. 

Amerikalı iktisatçıların programları, çoğu Türkiye’de bilinen ve uygulanan örneklerinin dışında devlete de bir görev vermektedir. “Balassa’ya göre büyük projeleri devlet destekleyecek ve kamu otoritelerinin teşvik ya da finanse ettiği yatırım projelerinin değerlendirilmesi, yatırımların dağılımındaki etkinliği arttıracaktır. Ne var ki tüm müdahaleler piyasa ekonomisi doğrultusunda ve özel sektörü desteklemek için yapılacaktı. (aktaran Timur, 1996:15). Yani kamu “zenginlikleri özelleştirmeler ve teşvikler adı altında özel teşebbüse, ki Türkiye’de bir telefon gibi sistemi satın alacak sermaye yoktur, dolayısıyla yabancı sermayeye, peşkeş çekilir. 

1980’den itibaren IMF ile Dünya Bankası'nın yapısal ayarlama programlarının uygulanması için belirli bir işbirliğine gittikleri gözlenmektedir. Bu bağlamda Dünya Bankası 1980’de “yapısal ayarlama ödüncü” (structural adjustment loan) mekanizmasını yaratması önemli bir adım olarak kabul edilmelidir. 

IMF ve Dünya Bankası'nın yapısal ayarlama ödüncü vermek için öne sürdükleri önde gelen koşullarla ciddi kontrol mekanizmaları kurulur (Tablo 3). 

Bu mekanizma yapısal reformları destekleyerek orta (ve uzun) vadede ödemeler dengesinin finansmanını sağlamaya yöneliktir. Ödünçten yararlanmak için gerekli yapısal ayarlama programını uygulayan ülkelerin, hedeflere ulaşmak için genel önlemlerin yanısıra ödünç mekanizmasının çalıştığı 12 ile 18 ay boyunca özel önlemler alması gerekmektedir. Bu bağlamda makro ekonomik sorunların yanısıra döviz kuruna ilişkin sorunların çözümünde Dünya Bankası, IMF’nin çalışmalarından yararlanmaya başlamıştır. Banka’nın Fon’un programlarına katkısı korumacılığın azaltılması, sektörel fiyatlar, yatırımlar ve KİT’lerin yönetimi konularında somutlaşmaktadır. Önemli olan nokta ise ödüncü elde edenlerin daha önce IMF ile anlaşma yapmış olmalarıdır. 



[1] Structural adjustment kesinlikle yapısal uyum anlamına gelmez. Adjustment kelime anlamıyla geri kalanı veya ileri gideni ayarlamadır. Adjustment ile ayar yaparsın. Kim nereden ve nasıl düşünerek bu “uyum” kavramını uydurmuştur? Eminim uyduru oldukça bilinçli olarak bazı örgütlü merkezlerde yapılmaktadır; çünkü iyiye ve gelişmişe uyum ile ayarlamanın psikolojik etkileri farklıdır. 



Tablo . Yapısal ayarlama sürecinin koşulları 


IMF’nin öne sürdüğü koşullar 


· Para ve kredi hacminin genişlemesine tavan getirilmesi 

· Merkezi bütçedeki cari harcamaların azaltılması 

· Dış borç yönetimi politikasının uygulanması 

· Fiyat ve ücretlere ilişkin önlemler 

· KİT’lere verilen sübvansiyon ve desteklerin kaldırılması 




Dünya Bankası'nın öne sürdüğü koşullar 


· İhracatı özendirici tedbirler, 

· Bütçe reformu ve mali reform, 

· Kamu harcamalarının azaltılması, yatırımlardan vazgeçilmesi, 

· Gümrük (ithalat) tarifelerinin değiştirilmesi, 

· Özelleştirme, 

· Faizlerin serbest bırakılması, 

· Tarımsal fiyatlarda düzenleme ve destek alımlarının kaldırılması 




IMF denetimindeki istikrar paketleri o ülkede acilen müdahaleyi gerektiren mevcut sorunları (yüksek enflasyon, döviz rezervlerin erimesi, ülkeden sermaye kaçışı, cari ödemeler dengesinde çok önemli boyutlara varan açıklar vb.) sözde çözmeye yöneliktir. Dünya Bankası'nın kontrolündeki yapısal ayarlama politikaları ise ülkenin orta dönemde büyümesini ve uzun dönemde kalkınmasını engelleyici faktörleri (ülke parasının yapay olarak aşırı değerli tutulması, fiyatların ve faiz oranının artışı, yüksek gümrük vergileri, ithalat kısıtlamaları, sübvansiyonlar vb.) ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bunu yutmak için tarih bilmemek ve aptal olmak gerekir. Burada amaç dış sermayenin kazancını sağlama almak ve artırmaktır. İstikrar paketleri yoluyla ülkenin kapitalist pazarlardan kopuşunun önlenmesi ve yapısal ayarlama politikaları aracılığıyla sömürünün sürdürülmesini sağlayacak pazar yapısının bu ülkelerde yeniden kurulması amaçlanmakta ve gerçekleştirilmektedir. 

IMF’nin benimsediği yaklaşıma göre ülkede yatırım-tasarruf (toplam arz-toplam talep) arasındaki eşitsizlik; mal, hizmet ve sermaye ihracı ile ithali arasında bir dengesizliğe yol açıyorsa ülke ekonomisinde yapısal dengesizlik söz konusudur. IMF’ye göre iç denge dış dengeyi yönlendirdiği için; ilkinde ortaya çıkabilecek sorunlar dünya ekonomisinde de tahribata yol açacaktır. Bu yüzden ulusal ekonomilerin istikrar paketleri ve yapısal ayarlama programları yoluyla IMF, Dünya Bankası kısacası global kapitalist düzenle uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. Dengelerin sağlanmasında bir noktanın gözden kaçırılmaması gerekmektedir: “Kamu harcamalarının azaltılması yönünde oluşan görüş ve saptanan strateji, kısa vadeli makro ekonomik istikrardan orta ve uzun vadeli mikro ekonomik yapısal uyuma geçişte bir köprü görevini üstlenmektedir çünkü istikrar paketleri kamu kesimini daraltmayı, yapısal uyum programları doğrultusunda yapılan düzenlemeler de kaynakların özel kesime tahsisini hedeflemektedir” (Sönmez, 1998:335-336). 

Dünya Bankası, IMF, Birleşmiş Milletler ve benzeri örgütlenmeler önde gelen kapitalist ülkelerin çikarlarını garantilemek için örgütlenmişlerdir. Örgütlenme, karar verme ve uygulama biçimleri Batı egemenliğini yansıtır. Hepsi de Amerikan güç uygulamasının kontrolü altındadır. Dünya Bankası ve IMF politikalarının sonucu kalkınan ülkeler büyük finans ve ekonomik zorluklar içine sürüklenmişlerdir. Borç mekanizması, bu bankaları kontrol eden güçlerin elinde kendi amaçlarını gerçekleştirmede baskıcı bir araç olmaktadır (Hills, 1994:13; Torrie, 1984:165; UNDP, 1992, aktaran, Mohammadi, 1997:74). 

Dünya Bankası 1990’larda özelleştirme düşüncesini, özellikle kalkınan ülkelerde teşvik etmede önemli rol oynadı. Dünya Bankası, Amerika ve diğer endüstriyel Kuzey ülkelerinden olan sermaye ihracatı şebekesinde birincil ana kanaldır. Dünya Bankası yabancı doğrudan yatırımı teşvik ederken, bu firmalara elde ettikleri karları yanlarında geri taşımaları özgürlüğünü sağlayan anlaşma koşulları koyar. Dünya Bankası’nın amacı koşullu ödünçlerden, dış yardımlardan ve dış yatırımlardan geçerek, diğer ülkelerin dünya kapitalist pazar ekonomisine entegrasyonunu sağlamaktır (Hills, 1994:14 aktaran Mohammadi, 1997:73). 

Deregülasyonun ve sermayenin serbest hareketi sonucu Amerika ve İngiltere, Dünya Bankası ve IMF’nin koşullu ödünç verme politikası uygulamasını sağladı. Elbette hiç bir zaman koşulsuz ödünç yoktu, fakat yeni konan koşullar ödünç alan ülkelerin içteki ekonomik politikalarında etkili enstrüman oldular ve özel sektörü ülke ekonomisinde önemli oyuncu olarak öne ittiler. 

Bretton Woods anlaşması ile IMF ile Dünya Bankası’nın işlevleri net biçimde belirlenmiştir (Tablo 4). Kısaca IMF (ayarlanabilir) sabit kur sisteminin gardiyanlığına soyunurken, Dünya Bankası da azgelişmiş ülkelere proje hazırlamak ve/veya kalkınmayı hızlandıracak projelere mali destek vermeyi üstlenmiştir. 

Tablo Bretton Woods sonrası IMF ve Dünya Bankası 


IMF’nin Görevleri 


· Uluslarası parasal işbirliğini sağlamak, 

· Uluslararası ticaretin uyumlu bir şekilde gelişmesini sağlamak ve ticareti özendirici politikalar sergilemek, 

· Döviz kurunun istikrarını korumak, 

· Geçici ödemeler dengesi sorunlarına çözüm, 

· Uluslararası ödemeler sisteminin liberalizasyonu 


Dünya Bankası’nın Çalışmaları 


· Uluslararası yeniden inşa ve az gelişmiş ülkelerdeki kaynakların ve üretim araçlarının gelişimini desteklemek 

· Orta ve uzun vadeli yatırım finansmanı sağlamak, 

· Uluslararası özel sermaye hareketlerini geliştirecek gerekli zemini hazırlamak, 

· Bankann verdiği kredi veya garanti edilen ödünçlerle diğer uluslararası krediler arasında eşgüdümü sağlamak. 






Metinlerde belirtilen bu amaçlar ve görevler ile asıl gerçekleştirilen amaç ve görevler birbirine taban tabana zıt bir ikilemi oluştururlar. Bu metinler materyal ilişkiler gerçeğini anlatmazlar; bilinç yönetimi mekanizmaları olarak anlamlandırılmalıdır. 

İki kurum arasındaki işbirliğini tanımlarken aynı zamanda göreceli olarak belirgin bir biçimde görev bölümü de belirlenmiştir. IMF döviz kurundaki dalgalanmaları ve dengesizlikleri denetlemek ve geçici olarak ödemeler dengesinde beliren dengesizlikleri ortadan kaldırmak için gereken politikaları düzenlemekle yükümlüdür. Dünya Bankası ise kalkınma politikalarına yönelmiştir. Kısaca IMF talep yönetimi ve istikrara ilişkin sorunlara çözümler ararken Dünya Bankası da üretimle ilgili sorunlara çözüm bulmakla yükümlüdür. Bretton Woods’da imzalanan anlaşmaya göre IMF’nin ilgi alanı sanayileşmiş ülkeler iken Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerin kalkınma sorunlarıyla ilgilenmek durumundadır. Böylece coğrafi işbölümü de faaliyet alanları arasındaki çatışmayı en alt düzeye çekmektedir. Ancak 1971’de ortaya çıkan parasal düzensizlik ve iki petrol şoku söz konusu işbölümünü de derinden sarsmış, etkilemiş ve sonuçta değiştirmiştir. Sabit kur sistemini yerle bir ederek ABD, IMF’nin kuruluş ana sözleşmesinde belirtilen fonksiyonunu ortadan kaldırmıştır. Ancak ilk petrol şokunun ardınan petrol ithalatçısı olan ülkelerin özellikle de az gelişmiş ülkelerin ödemeler dengesindeki ani kötüleşme, acil finansman ihtiyacı ortaya çıkarmış, sorunu çözmek için daha önce belirtildiği üzere 1974 Eylül’ünde “uzatılmış fon kolaylığı” ve 1975 Nisan’ında “petrol kolaylığı” mekanizmaları oluşturulmuştur. İlk kredi mekanizması IMF ile Dünya Bankası’nın üstlendikleri görevlerin birbirine karışmasına yol açan ilk önemli adımı oluşturmuştur; çünkü uzatılmış fon kolaylığının oluşturulmasında ödemeler dengesindeki ayarlamaların geçici olamayacağı, dengesizliğin önemli makro ekonomik yapılanmalar gerektiren orta vadeli bir problem olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle kısa vadeli çözümler arayan IMF ile orta ve uzun vadeli düşünen Dünya Bankası arasındaki ayırım da bulanıklaşmıştır. 1979’daki ikinci petrol şokundan sonra ise IMF’nin sıra bekleyen anlaşmalarını sıklaştırması ve koşulluluk kuralına ekonomik sınırlamalar ve sosyal sorunları dahil etmesi, kurumun düzenleyici rolünün belirginleşmesini sağlamıştır. 

IMF ile Dünya Bankası'nın seksenli yıllarda başlayan işbirliğinde dünya ekonomisindeki dönüşümlerin ve iki kurumun kullandıkları politika araçları arasındaki bağlantıların belirleyici rolü olmuştur. IMF ve Dünya Bankası özellikle Üçüncü Dünya’ya yönelik gelişmiş ülkelerin neo-liberal politikalarının uygulanmasında güçlü bir araç rolünü oynamaktadır. Kuşkusuz yetki paylaşımı konusunda aralarında bazı sorunlar çıksa da işbirliğinin dayandığı somut bir temel vardır. Banka yapısal uyum için ödünç vermeye karar verdikten sonra ödünç projesi IMF’ye iletilmektedir. Yani söz konusu ödünce ilişkin hazırlık dokümanları Banka’nın Kredi Komitesi’ne (Loan Comittee) sunulduğu anda IMF’de dökümanlara sahip olmaktadır. IMFde üye ülke ile kritik pazarlık aşamasına girmeden önce Dünya Bankası’nı gelişmelerden haberdar etmektedir. Yapısal ayarlamalar ödünç programı yürürlüğe konulduğu zaman özellikle en ağır borçlu kategorisinde olan Arjantin, Brezilya, Meksika, Kolombiya, Venezuela ve Nijerya yeni mali destek elde etmek için Dünya Bankası ile pazarlığa girmekten kaçınmışlardır. Banka birçok kez yıllık raporlarında “yapısal ayarlamaya en fazla ihtiyacı olan ülkelerin gerekli önlemleri almaktan kaçındıklarını” belirtmiştir. Banka 1985’te yalnızca 17 ülke bir veya birden fazla ödünçten yararlanmak için gerekli koşulları yerine getirmiş olduğunu belirtmektedir. Yapısal ayarlama için yürürlüğe konulmuş olan ödünç mekanizmasının gerektiği gibi çalıştırılamaması bankayı, kapsamı daha kısıtlı olan veya spesifik olarak sektörel düzenlemeleri amaçlayan “sektörel yapısal uyum kredisi”ni yürürlüğe koymaya yöneltmiştir. Örneğin dış ticarette düzenlemeler için verilen ödünç dış ticaretin serbestleşmesine, tarım sektörü için verilen ödünç ise tarımsal fiyatların serbestleşmesine yöneliktir. Bu tür ödünçlerin altmışlı ve yetmişli yıllarda uygulanan proje kredileriyle ortak noktaları vardır çünkü proje kredileri de sektörel düzenlemeler yapmayı hedeflemekteydi. 

Dünya Bankası ile IMF arasındaki işbirliğini kesin bir hale getiren ve somutlaştıran ise 1986 Mart’ında devreye sokulan “yapısal ayarlama kolaylığı” ile 1987 Aralık sonunda uygulanmaya başlanan “geliştirilmiş yapısal ayarlama kolaylığıdır”. Sunulan bu kredi mekanizmalarının amacı alt gelir grubundaki ülkelerin kalkındırılması olarak belirtilmekteyse de; gelişmekte olan ülkelerin yüksek oranlı faizlerle borçlandırılmasını sağlamıştır. [1]
1. Ayarlamaların sonuçları 

Serbest ticaret kuramına bağlı olarak gelişmekte olan ülkelerdeki yapısal ayarlama programlarının çoğunluğu 1980’lerden beri Dünya Bankası tarafindan biçimlendirildi. Dünya Bankası programın etkililiğine örnek olarak Doğu Asya kaplanları olarak nitelenen Taiwan, Hong Kong, Singapore ve Güney Kore’yi verdi. Kaplanların kaplanlığı içte köle ücretlere dayanan ve uluslararası şirketlerin ortaklığındaki sömürüde yatar. Kaplanların başarısı bu ülkelerin halkının refah seviyesinin artması ve domokrasinin güçlenmesi değildir ve olmamıştır. 

Yapısal ayarlama 1980’lerin ortalarından itibaren artan bir şekilde ayarlamayı yöneten ülkelerin sermayelerini ve uluslararası şirketleri zenginleştirirken, ayarlamanın uygulandığı diğer ülkelerde bu şirketlerin iletişimi ve ulaşımı için alt-yapılar hızla kuruldu ve siyasal yapılar bu yeni değişime ayarlandı; bu ülkelerde yoksulluk, yoksunluk, işsizlik, enflasyon hızla arttı; orta tabaka zor duruma düştü ve erimeye başladı; tarım alanları belli ellerde toplanmaya ve büyük çiftlikler dış pazar için üretim yapmaya başladı; tarımdaki geleneksel mülkiyet ortadan kalktı ve işsizler kitlesi fazlalaştı. 

Örneğin, 1984’e kadar kendine yeterli olan Yeni Zelanda’da, yapısal ayarlama politikaları sonucu büyük zenginler ortaya çıkarken, ücretler azaldı, birden bire köşeyi dönmeler artarken, birden bire yoksulluk da arttı. Yabancı spekülatif ve ucuz ücret peşindeki sermaye ülkeye doldu. 1984 öncesi Yeni Zelanda bir tür işçi cennetiydi. Sağlık bakımı devlet tarafindan sağlanıyordu. İşsizlik o denli azdı ki başbakan’ın işsizleri ve işsizlik sigortasına kayıtli olanları bildiği şakası yapılırdı (Kelsey, 1995 aktaran Danin, 1996). Çok fakir ile çok zengin yoktu. Sendikalaşma seviyesi kapitalist dünyada en yüksek olandı. Günlük yaşam dinlenme, eğlence, aile, arkadaş ve toplumsal etikinlikler ile insanca bir şekilde gidiyordu. 1984’de sanki Chicago Okulu ekonomistleri coup d’etat yapmış gibi değişimler başladı ve kısa bir zamanda gümrük engelleri ortadan kaldırıldı, özelleştirmeler yapıldı, deregülasyon geldi ve kamu servisleri yok edildi. Sağlık hizmetleri paha, insancılık ve eşitlik bakımlarından Amerika’daki gibi erişilmez ve sınıfsal oldu. Sendikalaşma % 23’e düştü. Günlük yaşamdaki varoluş emtialaştırıldı. Sağlık ve eğitim, insan gereksinimi veya sosyal iyilik için değil, iş dünyasının amaçlarını geliştirici bir biçimde verilmekte ve pazarlanacak bir ürün olarak dönüşüme uğratıldı. Bu yeni sistem özgürlük hakkında çok konuşmaktadır; fakat ülkede demokratik değerler önemli ölçüde kayboldu. Tüketim mallarını tercih etme herşeyin önüne geçti (Kelsey, 1995 aktaran, Danin, 1996). Kelsey Yeni Zelanda’nın, IMF, European Management Forum ve International Institute for Economics gibi uluslararası örgütlerin desteklediği, neo-liberal reformlarda imtiyazlı örnek tip olduğunu belirmektedir (Clancy, 1996). 

Aynı durumla 1980’lerde Meksika’da da karşılaşıldı 

Benzer şeyler 1983’den beri Türkiye’de olmaktadır. 

Ekonomik ayarlamanın Haiti’de uygulanmasının sonucu başka yerlerdekinden farklı olmadı: Amerikan firmalarının karları arttı; Haiti’de süper zenginler oluştu ve süper fakirlik yaygınlaştı. Ücretler % 56 düştü (Chomsky, 1997). 

UNICEF’e göre, yapısal ayarlama “Somalia emergency” kadar yaşama mal oldu. Hindistan'da kavimler arasındaki kanlı başkaldırılardan çok daha fazla insan hayatına mal oldu. Latin Amerika'da, ekonomik reformlar şimdiye kadar hiç bir ihtilalin yapamadığından çok insanı, devlet yükünden kurtardı. Yaratılan reform mitleri silinip gitmektedir. 

1980’in başlarında ekonomik ayarlamayla reform projeleri, kalkınan ülkelere, faiz oranları yükseldiğinde mal fiyatlarının artması ve borç krizleri birçok fakir ülkeyi boğarken başlatıldı. Dışardan borç alamayan, borçlarını ödeyemeyen ülkeler IMF ve Dünya Bankası'na yüzlerini döndüler. Buna karşı, IMF Emergency Stabilizing Funds, kısa adıyla “şok tedavi” teklif etti. Şok tedavi borç alanları katı monetarist politikalara uymaya zorladı. İstenen enflasyoncu talepleri durdurmaktı. Dünya Bankası, temel olarak ihracat olan arzı teşvik için borç verdi ve koşul olarak da devlet politikalarında daha az teşvik, kural, ticaret kısıtlaması ve tekel. Kısaca daha az devlet. Bir çok ülke zorunlu olarak borç almak için politikalarını Dünya Bankası'nın belirlediği yapısal uyum politikalarına göre ayarladı. 

OECD yapısal ayarlamanın etkisini ölçmek için Şili, Ekvador, Fildişi Sahilleri, Fas, Malezya ve Endonezya’ya baktı. OECD araştırmasına göre ayarlamalar daha yüksek işsizliğe neden olmaktadır. Batı Afrika’da Fildişi Sahilleri’nde ayarlama periyodu sırasında formal sektörlerde çalışanların üçte biri işlerini kaybetti; işsizlik oranı iki misli oldu. Fukaraya ve işsize yardım için devlet kaynakları azaltıldı. (Stackhouse, 1993) 

Yapısal ayarlamalar ve neo-liberal politikalarla, yakın gelecekte demokrasi için yeterince uygulanan global anayasal prensipler olmayacaktır. Tamamıyla pazar güdümlü global enformasyon toplumu, radikal bir şekilde zayıflatılan demokratik sosyal politikalar ve global karteller tarafından siyasal ve ekonomik gücün konsolidasyonu neo-liberal gündemin ana teması olmaktadır (Calabrese, 1999). 

Ekonomik ayarlama politikaları herkesin faydasına diye sunulur. Bu sunumlar siyasal konuşmalarda, ekonomik bildirilerde ve sempozyumlarda, Dünya Bankası'nın ve IMF’nin yardım ve yatırım için gerekli kurallarında açıkça belirtilir. Elbette aslında buradaki herkes, seçkin ekonomik ve siyasal güç kompozisyonundaki herkes anlamındadır. Bunun böyle olduğu, ayarlamalardan sonraki değişen ekonomik durum açıkça göstermektedir. 

Kapitalist ideolojik biçimlendirme hiç bir zaman statik olmamıştır; daima gerçek koşullardan hareket ederek, meşrulaştırma ve bilinç yönetimi yapılmıştır. Ekonomik ayarlamalar sonucu çalışan kitleler ekonomik bakımdan zor duruma düşünce ve ciddi kamu hoşnutsuzluklarının olacağı hesaplanmışsa, hemen klasik “kemerleri bir müddet sıkma” ideolojik propagandası işletilmeye başlar. Başlangıçta krizlerin olacağı belirtilir, fakat sonradan refah vaad edilir. Bu refah vaadi İncil'de fukaraya cennetin vaadine benzer. Vaad edilen refah için ekonominin yeniden ayarlanması ve çalışanların üretime daha disiplinli ve gayretli katılmasıyla verimi arttırması istenir. Disiplinli ve gayretli katılmanın önünde çalışanları tembelliğe iten ve gelişmeyi engelleyen daima sendikalaşma vardır. Bu zararlı sendikalaşma engellenir veya sistem içine entegre edilir. Böylece, kutsal vatanın dünya ekonomisinde ve uluslar içinde önemli bir yer alacağı söylenir. 

Ekonomik ayarlama politikalarının işsizliği çoğaltması, dolayısıyla direniş yaratması olasılığı hem koşulların korkunçluğunun doğurduğu psikolojiyle çalışanın işine sarılması ve işsizlik durumunu kendisinin iyi ki işsiz olmadığına dua etmesi hem de gene bilinç yönetimiyle çözülmeye çalışılır. Bilinç yönetimiyle çalışan kendi bireysel gereksinimlerini karşılamaya (her koyun kendi bacağından asılır) yöneltilir; çalışanların işsizlerle değil firma ile bizlik kurmaları için “katılımcı yönetim” gibi, firmaya katılımla çalışanlarda “güçlülük psikolojisi yaratma” gibi, Total Kalite Kontrolü, Total Kalite Güvencesi ve ISO serilerine katılma gibi stratejiler uygulanır. Bu stratejiler demokratik ve çağdaş yönetim biçimi olarak sunulur. Fakat bunların uygulandığı örgütlü bütünlükte ve koşulda bu uygulamalarla yaratılan psikolojik terör hiçbir zaman araştırma konusu edilmez. Özellikle Toplam Kalite Kontrolü, Toplam Kalite Güvencesi, ISO serilerinin uygulanması koşullarında bu baskı ve terörü sadece çalışan işçiler hissetmez, aynı zamanda alt ve orta yönetim kademeleri kemiklerinin iliklerinde buz gibi akışla soğuk soğuk terleyerek hissederler. Hiç değilse, denetimin olacağı gün veya hafta delicesine koşuştururken, sahteyi yaratma ve imajı tutmanın derin baskısını hissederler. Uluslararası standartlar denen yönetim biçimlerine katılma istekle yapıldığında, egemenlik başarıya ulaşmış olur. Bu başarıya ulaşmada, kapitalizm ve emperyalizmin becerisi, insan denen kaynağı maksimum çıkar sağlamak için kapitalist sistemi destabilize edecek bir direniş durumu yaratmadan emeği ne kadar sömürebileceğine karar vermesinde yatar. 

“Egemen iktisadi söylem, 1980’lerin başından bu yana, dünyanın her yanındaki akademik kurum ve araştırma kuruluşlarındaki ağırlığını artırdı: Eleştirel analiz şiddetli şekilde engelleniyor, toplumsal ve ekonomik gerçeğe global ekonomik sistemin işleyiş mekanizmalarını gizleme amacına hizmet eden tek bir kurmaca ekonomik ilişkiler seti aracılığıyla bakılıyor” (Chossudovsky, 1999:47). Dünya Bankası'nın yoksulluğu gizlemesi ve ekonomik verilerin manüplasyonu konusuna da değinen Chossudovsky’ye göre; “Dünya Bankası, Üçüncü Dünya’nın % 18’inin aşırı yoksul, % 33’ünün yoksul olduğunu tahmin ediyor! Dünya Bankası çalışmalarında yoksulluk sınırı, keyfi bir şekilde, kişi başına yılda 370 ABD doları (günde 1 dolar) olarak belirleniyor. Günlük gelirleri 1 ABD dolarını aşan nüfus grupları yoksul olmayanlar olarak tanımlanıyor” (Chossudovsky, 1999:49). Ankara’da günde bir dolar kiranın yarısını bile ödemeye yetmez. Bir dolarla insan kazara iki dolmuş değiştiriyorsa, işe bile gidemez. Kırsal alanların yoksul kitleleri, günde bir dolar bile veren bu koşullara ise razı durumda bırakılmışlardır. Dolayısıyla, uluslararası sermayenin kuruluşları ve devlet istatistik enstitüleri istatistikle yalan söylemekte ve istatistik ayarlamasına dayanarak bilinç yönetimi yapmaktadırlar. 

[1] Dünya Bankası, IMF ve yapısal “uyum” ile ilgili Türkçe kaynaklardan bilgilerin toplanmasında ve sunumunda Gazi Üniversitesi Uluslararası İktisat master öğrencisi Tolga Tellan yardım etti.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...