A. BAĞIMLILIK TEORİSİNİN SONU TARTIŞMASI
Neo-Marksist bağımlılık teorisi çeşitli yanlarıyla eleştirilere uğradı. Bunlar şöyle toparlanabilir:
· Ekonomik artı değerin gerçekleşmesiyle ilgili yorumun moralciliğinin eleştirisi;
· Kapitalizmin gelişmesini açıklamakta kullanılan yan/uydu az gelişme görüşünün, tarihsel şemanın eleştirisi;
· Marks'ın artı-değeri yerine ekonomik artı değerin temel olarak ele alması ve bu nedenle “sol-Keynescilikle” eleştirilmesi;
· Model olarak kalkınmanın ne olduğuna verilmeyen cevap;
· Sınıf mücadelesini ve sınıfı “pazara” indirgemesi, ve “yeni-Smithçi” (Adam Smith) olması (Wallerstein'in, kapitalizmi ticaret temelli işbölümü olarak ele almasında olduğu gibi);
· Çare olarak öne sürülen devrim ve dünya kapitalist pazarından “çekilme” görüşünün eleştirilmesi (Preston, 1981:207-226).
Limqueco ve McFairlane'a göre (1983), Wallerstein'in Binghamton okulu (Fernand Braudel Centre for the Study of Economics, Historical System and Civilization), Amin ve Frank, genellikle gerçekten uzak, sosyalist blokun iyi ve kötü tecrübelerini reddeden, bir grup/klik olarak kendini sürdürmektedir.
Üçüncü dünya ülkelerindeki değişim birbirinden farklı olarak görülmeyen bağımlılık statüsünün sonucu olarak nitelenir.
Sosyal sınıflar, devletler, siyasal ekonomik güçlerin ve mekanizmaların türevi olarak görülürler. Sınıf, sınıf mücadelesi ne tarihsel değişimin önde gelen iticisi, harekete geçiricisi, ne de incelemelerin odak noktası olarak kendini gösterir.
Colin Leys’e göre (1994) az gelişmişlik-bağımlılık teorileri, burjuva kalkınma teorisinin birer eleştirisidir. Gerçi amacı radikaldir, fakat gerçekte sadece burjuva teorisinin revizyonunu üretebilir, dolayısıyla son analizde radikal değildir. Buna neden olarak şunları gösterir:
Kalkınma: Az gelişmişlik teorisinde kalkınmanın anlamı açık değil, kalkınma kavramı kapitalist metropollerin kalkınması olarak niteleniyor. Eğer az gelişmiş ülkeler bu metropollerin tuttuğu yolu takip edemezse, o zaman kalkınmanın bu ülkeler için ne olduğu ve nasıl olacağını, nasıl az gelişmiş hale geldikleri ve bu halde tutuldukları analizi ortaya konamaz.
Sömürü: Az gelişmiş ülkelerin çoğunda az gelişmiş ülkelerin kitlelerinin sömürüden acı çekip çekmedikleri, eğer çekiyorlarsa bunun ne denli olduğu açık değildir. (Yani sömürünün niceliksel ve niteliksel yoğunluğu belirlenmemiş demek istiyor.)
İlkel kavramlar: Kalkınmış-az gelişmiş, merkez-uydu, egemen-bağımlı çiftleştirmeleri, burjuva kalkınma teorisinin geleneksel- modern, zengin-fakir, ileri-geri çiftleştirmelerine benzer. Biri diğerinin polemiksel tersine döndürülmüşüdür. Bu, önemli siyasal sorunları incelemede gerekli kuramsal ayırımların yapılması bakımından ciddi şekilde zayıftır.
Sınıf: Az gelişmişlik teorisinde sınıflar, devlet, siyaset, ideoloji ekonomik güçlerin türevleri olarak görülürler, ve çoğu kez üzerinde az durulur. Örneğin sınıflar, bağımlı kalkınmanın yapısal evriminden neticelenen kategoriler olarak nitelenir. Dolayısıyla, toprak ağaları tekniksel bakımdan geridir; iç burjuvaziler zayıf ve kompradordur.
Emperyalizm: Bu kavram az gelişmişlik teorisinde “ekstra” olarak ve çoğu kez ekonomik emperyalizm, kültürel emperyalizm diye “ön niteleyicilerle” kullanılır. Çoğu kez uluslararası kapitalin üçüncü dünya ülkelerinde uyguladığı müdahale ve kontrol kurumları ve mekanizmaları olarak kullanılır.
Analiz birimi: Az gelişmişlik teorisinde, üçüncü dünya ülkelerindeki az gelişmeyi açıklamada uluslararası ve devletler arası ilişkilere ağırlık verilir. Bu açıklamalarında kullandıkları kavramlar açık değildir.
Az gelişmişliğe kim neden olur: Az gelişmişlik teorisi “verilmiş, hazır” olarak kabul edilen bir mekanizmalar sistemi sunar.
Radikal yapısalcılık, 1960'larda özellikle P. Baran'ın, Maoizm'in ve Küba’nın etkileriyle Marksistleşme'ye yöneldi. Az gelişmişlik sorununa çözüm ekonomik milliyetçilikten (=milli tasarrufçuluktan) sosyalizme; hayalci radikal yapısal reformlardan devrimci mücadeleye dönüştü. Leys'e göre (1994:36) bu da bir hayaldir, çünkü üçüncü dünya hükümetlerinden, USAID'den sosyalizm ve devrimi çare olarak aramalarını öngörmek ve netice beklemek hayalciliktir. Ayrıca yapısalcı analiz, devrimci bir mücadelenin dayanacağı sınıf gücünü veya mücadele ile gelişen ve belirlenen çelişkileri veya mücadelenin örgütlenme şekilleri ve stratejisini açığa vurmaz. Gerçi tarihsel materyalizmin kelimelerini kullanır, fakat hala ana kavramı ve sorunu burjuva sosyal bilimi ve burjuva ekonomisidir. Dolayısıyla sömürü ve üretim ilişkilerini idealleştirir ve esrarengizleştirir.
1970'lerin iç savaş ve mücadelelerinde, Neo-marksist teoriler değişimlere uğrayarak devam etmiştir. 1990’larda, Frank, Magdoff, Sweezy ve Barancılar, Monthly Reivew'de yazmayı sürdürmektedirler. Wallerstein'in dünya sistemi okulu taraftarları incelemeler yapmaktadır. Kuramsal değişimler genellikle, yapısal tarihselliği geri getirme biçiminde olmuş; kolonicilik bırakılmış ve yerine sınıf çatışması ve devletin rolü üzerine eğilinmeye başlanmıştır. Ekonomik temel yanında, siyasala ve kültürele kaymalar olmuştur. Önemli bir değişim olarak, kalkınma ve az gelişmişlik bağımlılığını birbirine zıt (yani biri artarken diğerinin azalması zıtlığı) olarak alma yerine, ilişkili-bağımlı kalkınma olarak ele alınmaya başlandı: Yani, yeni bağımlılık teorisiyle hareket eden incelemeler, az gelişmiş ülkelerin bazılarında da “kalkınmanın” ve gelişmenin olduğunu buldular. G. Kore’nin dahil olduğu yüksek teknoloji ihracatı yönelimli az gelişmiş Asya bölgelerindeki gelişme, Brezilya’daki ve diğer ülkelerdeki gelişmeler de, zorunlu olarak, teoriyi revizyona uğratıp Marks’a geri dönüşe zorlamıştır.
B. SINIF ANALİZİNE DÖNÜŞ VE KÜLTÜR
Sınıf analizine dönüş, Marks’ın toplum değişimiyle ilgili temel görüşlerinden hareket edilerek yapılan inceleme ve yorumlara eğilmeyi anlatır. Bu da, genellikle Marksist siyasal ekonomik temelli araştırma ve değerlendirmelerin önem kazandığını gösterir.
Sadece toplumsal ilişkilere, pazardaki mübadeleye, ideoloji ve kültüre ağırlık verilerek nitelenen toplum değişimi kuramı ve incelemesi en iyi biçimiyle yetersizdir. Felsefe'nin Sefaleti'nde Marks ürünlerin el değiştirme (exchange) biçiminin üretim güçlerinin mübadele biçimine dayandiğını belirtir. Genel olarak, ürünlerin mübadele şekli üretimin şekline tekabül eder. Üretim şekli değişirse neticede diğeri de değişir. Dolayısıyla toplumun tarihinde, ürün mübadelesinin biçimi, onları üretme biçimi tarafından yönetilir. Farklı bir üretim biçimi belli mübadele, dağıtım ve tüketim biçimini belirler.
Bu tür incelemeler öncelikle materyal üretim biçimi ve güçleri üzerinde dururlar ve bu biçimin bütünleşik üst yapısı olan ideolojik biçimlenme ve biçimlendirmeye eğilirler. Sınıf analizi, konuyu sınıflar arası çatışma nosyonu içinde ele alıp değerlendirir.
Marks’ın sınıf egemenliği ve ilişkileri kavramına dönüşe rağmen, üretimin yapısına ve üst-yapıya eğilen yaklaşımlar çoğulcu bir karakter gösterir.
Üretim biçimi analizine göre, üçüncü dünya ülkeleri tek değil birkaç üretim biçimine sahiptirler. Üretim biçimi, bu biçimin üretim ilişkileri, örneğin artı değerin üreticileriyle, bu artı değerin tahsisi arasındaki (artı değerle bu artı değerin kimler tarafından nasıl paylaşıldığı) doğrudan ilişki tarafından tanımlanır. Althusserci kavramları kullanan bu yaklaşıma göre, kapitalizm üçüncü dünya ülkelerindeki kapitalizm öncesi üretim biçimine aynı anda hem egemendir hem de bu biçimle anlam kazanır. Bu yaklaşıma göre, her türlü sosyal biçimin (toplumun) kalkınması, gelişmesi ve karakteri bu biçimlerin temel içsel çelişkilerinin incelenmesiyle anlaşılabilir. Bu yaklaşım çerçevesinde de, dünya çapında alınca, kapitalist ülkelerdeki kalkınma gibi, uydu ülkeler de feodalizmden kapitalizme geçişte Batı'nın güttüğü yolu güdecektir. Bu yaklaşım, ayrıca üretim biçimini üretim ilişkileriyle tanımlayarak, sınıf, devlet ve devletler arası ilişkileri bir yana iter.
1970, 1980 ve 1990’larda, bazı yaklaşımlar (örneğin Colin Leys, James Petras, Gramsci etkisindeki İngiliz kültürelcileri, Fransız semiyotik-yapısalcılar ve Frankfurt Okulu'nun daha tutucu uzantısı Habermas ve tutucu ilan edilen Althusserci-yapısalcılık) incelemelerde kültürel alana önemli ölçüde bir bağımsızlık verir. Fikirlerin materyal üretim ilişkilerinin doğrudan yansıması olduğunu kabul etmezler. Sınıf analizini, eğer sınıf analizini ele alırlarsa, ideolojik üst yapıyı inceleyerek anlamlandırırlar. Bu analiz, hem içsel (bir sınıfın kendi içinde) hem de dışsal (sınıflar arası) bakımdan sınıf yapılarının birbiriyle kesiştiğini ve çeşitli sınıf ortaklaşalığı (symbiosis) ve karşılıklı kilitlenmeler olduğunu savunur. Dünya çapındaki kapitalist yayılma, üçüncü dünya ülkelerinde işbirlikçi bir tabaka ortaya çıkarmıştır. Bu işbirlikçiler, üretimi hem dışarıya doğru yöneltirler hem de içte sömürürler. Kolonilerin çözülmesi bu tabakaya devletin araç olmasını ve farklı içsel ve dışsal sınıf ittifakına göre çeşitli kalkınma stratejileri oluşturma seçeneği sağlamıştır. Daha açık Türkçe ile, kolonilerin özgürlüklerini kazanması, içteki bu sınıfa milli olan bir devletin olanaklarını ve gücünü sundu ve işbirliğinde olduğu dış ve iç güçlerle birleşerek belli kalkınma stratejileri seçmelerini sağladı. Örneğin İngiliz kolonisi olup bağımsızlığını kazanan ülkelerdeki işbirlikçi tabaka, İngiltere örneğinde kurulan devlet yapısı ve bu yapı içindeki diğer egemen güçlerle anlaşarak eski kolonici egemenliğin yeni koloniciliğe dönüşmesini sağladı. Yeni kolonici stratejide milli rejim merkezdeki burjuvaziyle birlikte (örneğin İngiliz, Fransız veya Amerikan burjuvazisiyle) yerel zenginlikleri ve işgücünü/emeği sömürmeye katıldı. Bunun yanında, ulusal rejim, yerel zenginliklerin ve emeğin sömürülmesine ve emperyalist firmalara giden payın kısıtlanmasına veya yok edilmesine dayanan bir milli kalkınma stratejisi üstlenebilir. Veya ulusal rejim yerli işgücüyle birliğe girip yabancı ve hatta yerli firmaları millileştirebilir; geliri yeniden dağıtabilir, merkezi sermayeye karşı ulusal popülist bir strateji seçebilir. Seçilen bu stratejilerin özelliğine göre emperyalist güçler, destekleme veya engelleme yönünde faaliyete girişirler. Mısır ve Şili’deki iki farklı millileştirme girişim ve sonuçları buna örnektir. Sandinista rejimi ve bu rejimin yıkılmasında Amerikan sermayesiyle Nikaragua'nın zenginleri arasındaki işbirliği de bir başka örnektir.
Sınıf analizinde odak noktası modernleşme, kalkınma, büyüme veya duraklama değil, sınıfların tarihin yapıcıları olarak alınması ve toplumsal üretim süreçlerinin incelenmesidir. Dünya pazarı, milli sınırlar dışına taşırılan sınıf faaliyetlerinin birer neticesi olarak görülür. Dünya ekonomisindeki ilişkiler “şahsi olmayan pazar” güçlerinin neticesi değildir, fakat uluslararası ve ulusal sınırlarda sınıfların ekonomik ve siyasal karşılıklı faaliyetleridir.
Kalkınma konusunda, siyasal ekonomi yaklaşımı, teknolojik yapıların ve bu yapılarla birlikte profesyonel ideolojilerin transferi, ürün alışverişi, alışverişteki dengesizlik, ekonomik emperyalizm konuları önem kazanır ve incelenir. Kalkınmanın kültürel boyutunda ise, kültürel emperyalizm irdelenir ve üretim biçiminin beraberinde taşıdığı ve yarattığı bir unsur olarak ele alınır. Konu medya olduğunda, kültür sadece ideolojik bir anlam almaz; aynı zamanda emtia/meta olur.
Siyasal ekonomiden uzaklaşan kültürel incelemelerde, sınıf yanında, ırk, gençlik, kadın, protestolar, egemen ve mücadele eden medya yapı ve pratikleri ele alınır. İdeoloji ve anlamlandırma üzerinde durulur. Kalkınma konusunda, “Batılı olmayan, kendi gerçeğini yorumlama gücünden yoksun bırakılmıştır” (Ferro ve Keyman, 1996:379). Modernleşmeyle, bağımlı ülkelerin tarihsel ve kültürel farklılıkları, gelişmiş ülkelerin tecrübeleri açısından, o tecrübeler modern kalıp olarak ele alınarak değerlendirilmiştir. Habermas (1984), modernliği değerlendirmede, modern bireyin rasyonelliği ve kendini “iletişimci rasyonelliğe” ayarladığı üzerinde durur. Daha açıkçası modern kişi kendini sisteme ayarlar. Bu nedenle, Habermas’ın Parsonscu yapısal görevselci yaklaşıma yakın olduğu, dolayısıyla tutucu olduğu belirtilir (Ferro ve Keyman, 1996).
Gramsci etkisindeki kültürel yaklaşımda odak nokta hegemonyadır: Hegemonici pratikte, pratik diğer grupların çıkarı olacak biçimde kendi öznel çıkarlarını aşarak, hegemoniyi kazanır. Laclau’ya göre, hegemonik duruma, dünya hakkında tek bir görüşü empoze etmenin derecesine göre değil, fakat farklı görüşlerin potansiyel çatışmalarını yansızlaştırma derecesine göre ulaşılır. Dolayısıyla, hegemonik faaliyetlerle aynı zamanda “rıza” üretilir.
1980’lerin sonlarına doğru, eski bağımlılık kuramı postbağımlılık olarak yeniden canlandı. Bunun yanında, postemperyalizm tezi ortaya çıktı. Postemperyalizm tezine göre, kapitalist sermayenin dış pazar gereksinmesi vardır ve kapitalizm milli devletler arasında baskıcı bir ilişki getirir. Tez, iç-faktörlere dış faktörlerden daha çok önem verir. Becker ve Sklair’e (1987) göre, uluslararası firmalar ulus içi güçler için çok büyük öneme sahiptir: Bu firmalar kapital, pazar ve teknoloji kaynağı olarak bütünleşmeyi teşvik ederler. Tez, demokrasi ve milliyetçilik üzerinde ağırlığını toplar. Teze göre, uluslararası (daha doğrusu ulusları aşan) ekonomik sınıfların biçimlenmesiyle milliyetçilik silinip gidecektir. Postemperyalist inceleme, odak noktası olarak firma bujuvazisi ve uluslararası şirketleri ele alır ve onun dışındaki konum, durum ve güçler yok sayılır (Fazla kaynak ve bilgi için bknz: Ferro and Keyman, 1996; Schiller, 1991).