BURJUVA REVİZYONİZMİ VE SOLA KAYIŞ


1950'lerde Latin Amerika’yla ilgili “modernleştirme” çabaları ve bu çabalara Birleşmiş Milletler'in de girişimi ile Arjantinli Prebisch'in başkanlığında başlayan ECLA girişiminin katkısı, “modernleşme” teorisinin 1960'larda revizyonlara uğratılması ve sola kaydırılmasını ortaya çıkardı. 

Amerika içinde de liberal yaklaşımdan revizyonizmler geldi. Bazı liberaller ve eleştiriciler (örneğin Raymond Aron) yapısal görevselci çerçeveye oldukça eleştirel bir biçimde yaklaştılar. Az gelişmiş ülkelerin gelişmesiyle ilgili kötümser görüşler ileri sürdüler. 

A. ECLA REVİZYONİSTLERİ 

ECLA daha başlar başlamaz direnişlerle karşılaştı ve başarısızlıklara uğramaya başladı. ECLA'nın gümrükle koruyucu ve ithalatta değişim politikasıyla kalkınma stratejileri çalışmadı. Yerini ekonomik duraklama aldı. Latin Amerika’da 1950 ve 1960'larda, işsizlik, enflasyon, sürekli devalüasyon, artan yoksulluk ve belli güçlerin artan zenginliği, tedirginlikler, başkaldırılar ve CIA destekli cuntalar yaşandı. 

ECLA okulu çare olarak burjuva ekonomik analizini revizyonlara uğrattı. Bu revizyon Latin Amerika ve Karaib ülkelerinin ekonomilerinin başarısızlığını anlattı. Nedeni yapısal engellerde buldu. Çözüm yolu olarak “içeriye dönük kalkınma” (= import substitution ile endüstrileşme) yönünde bu yapıları değiştirecek politikacıların gerekliliğini önerdi. Bunu yeni ve daha fazla revizyonlar takip etti. Örneğin uluslararası firmaların, üçüncü dünya hükümetlerinin ve temsil ettikleri çıkarların yapısının değişmesi gerekliliği belirtildi. Radikal yapısalcılığa doğru olan bu yönelim “çarenin problemin bir parçası olduğu” zorluğundan kaçamadı. Örneğin G. Myrdal, yapısalcı ve sosyal demokrat çözümlerle geldi. Milletlerarası acentaları, kurumları ve hükümetleri dünyadaki yoksulluğun nedenleri olarak gösterdi. Çare olarak da aynı acenteler ve hükümetlere başvurdu. 

Kalkınma ve az gelişme konusunda ve sorununda reformcu, milliyetçi ve liberal kapitalist görüşler de Latin Amerikan direnişinden çıkmıştır. Bu alanda üç önemli okul görürüz: Prebisch'in önderliğindeki ECLA okulu; Sunkel, Furtado ve Cardoso'nun temsil ettiği ECLA Revizyonistleri; Gonzales ve Casanova’nın temsil ettiği “içsel kolonistler” 

Furtado 1950'deki “az gelişme teorisine”, 1964'de Brezilya’da darbe başlarken, “kapitalist kalkınmanın diyalektiğini” ekledi. Furtado'nun ve ECLA’nın yaklaşımındaki değişim, ekonomik ağırlıktan endüstrileşme sürecinde yapısal değişim kavramına doğru oldu (Preston, 1981:148). 

Reformcu görüşlerin hepsi de yapısalcı yaklaşımın (neo-marksist bağımlılık teorisinin) merkez ve yan/uydu kavramını kullandı. Bağımlılığı deformasyon ve duraklamanın nedeni olarak gösterdi. Üretim yerine alış-veriş (mübadele) ilişkilerine ve pazarın etkisine eğildiler. Sunkel, Furtado ve Cardoso gibi revizyonistler, Gonzales ve Casanova gibi iç koloniciler emperyalizme karşı geldiler. Sadece Gonzales ve Casanova sosyalizmin gerekliliğini savundular. 
B. KURUMSAL REFORMCULAR: Myrdal, Galbraith 

Latin Amerika dışında, Amerika ve Avrupa’da da, pozitivist yapısalcı modernleşme teorisi ve uygulamasına eleştiri ve revizyonlar getirildi. Myrdal, Denge/equilibrium teorisinin ortodoksluğunu eleştirdi. Birikimle çoğalan kalkınma süreci kavramı çerçevesinde toplanan yeni bir entegrasyon ekonomisini savundu. Myrdal'a göre, üçüncü dünya ülkeleri dünya ekonomisi içinde kötürümleştirici bir pozisyona kilitlenmişlerdir; içsel olarak eskimiş sosyal biçimler tarafından kötürümleştirilmiştir. Eğer çare varsa, o da ekonomiyi yukarı doğru dinamizme getirecek ulusal planlamadır (Myrdal, 1968:268). 

Kurumsal reformcular için ana sorun “işin sosyal kontrolüdür”. Myrdal’a göre, bunun için devletin, değişimi sunacak makro planının olması zorunludur. (Makro plan, örneğin Türkiye’de 1960’ların sonlarından beri uygulanmaktadır. Makro plan’ın ekonomiyi dinamizme getirmesi, bu planla gelen uygulamaların iç ve dış çıkar güçleriyle olan bağıntısına bağlıdır. Bu bağıntı da makro planın amacının, plandaki söylemden farklı olduğuna işaret eder. Makro planlardaki popülist, ulusalcı ve herkesçi söylem ile bu söylemi takip eden plan uygulamaları arasındaki ilişki, ideolojik propaganda ve/veya gerçekle ilişkisi olmayan anlama sahte bilinç sunumudur. Bu tür makro plan sunumuna 1990’larda “çevre” konusu da katılmıştır.) 

İsveçli iktisatçı Myrdal, kalkınma modellerini Asya ülkeleri çerçevesinde incelediği “Asya'nın Dramı” başlıklı çalışmasında; “kalkınmak için gerekli olan akılcılık, planlama, verimlilik artışı, sosyal ve ekonomik eşitlik ile sosyal disiplin gibi modernizasyon ideallerinin az gelişmiş ülkelere yabancı değerler” olduğunu ve çözümün “planlı Batı tipi sanayileşme ve bu gerçekleşinceye kadar tarım sektörünün uluslararası yapıyla entegrasyonundan” geçtiği iddialarıyla 1974 yılında Nobel ekonomi ödülüne layık görülmüştür (Myrdal, 1968). Az gelişmiş ülkeler için, Myrdal, oldukça pesimist bir görüşe sahipti: Bu ülkelerin devletlerini “daha az yumuşak yapmak için bu ülkelerin mücadele etmesi gerekliliğini” belirtir. “Daha fazla sosyal disiplin” zorunluluğunu savunur. Daha fazla sosyal disiplini yapacakların da liberal ilericiler olduğunu belirtir. Bu disiplin, az gelişmiş ülkelerde değişimde disiplinli bir gidiş ve tutum yerine, değişmeme amacıyla, egemen güçler tarafından bol bol kullanılmaktadır. Disiplinde daima meşrulaştırılmış baskı ve giderek katliam vardır. Sorun bireysel veya genel bir disiplinsizlik değil, aslında örgütlü ve disiplinli bir sömürü yapısıdır. Sorun yoğun örgütlenmişin örgütlenmemişi kendi örgütlemesi içine boyunsundurması ve kullanmasıdır. Liberal ilericilerin disiplini, aynı yapı içinde, 1990’ların başında Türkiye’de bu liberal ilericilerden daha iddialı olan sosyal demokrat ilericilerin, belediyeleri seçimle ellerine geçirdiklerinde yaptıklarıyla gözlemlendi. Yapılanlar Myrdal’in umutlarıyla çelişmektedir. Bu yerel idarelerin seçilmiş liderleri, en kısa zamanda çok işler becermek için ellerinden geleni yaptılar: Amaç, planlı kent altyapısı ve kalkınmayla modernleşmeyi getirmekti ve bu getirme süreci belediyeden başlayarak uluslararası özel firmalara kadar uzanan ilişkiler sürecinde rüşvetler ve zimmete geçirmelerden kent zenginliklerinin uluslararası borsalarda pazarlanmasına değin farklı biçimlerde oldu. Disiplin ve disiplin arayışıyla olan askeri müdahaleler, daima karşıtı baskı ve vahşetle boyunsunucu ve sesini kesici disipline sokmak ve disiplinli sömürüyü garantilemek için olmuştur. 

Myrdal'a göre, bu ülkelerde sosyal yapı evrim veya devrimle değişmedikçe çok az şey yapılabilir. Çünkü bu ülkelerde siyasal ve sosyal yapıda değişim kalkınmanın ön-koşuludur. Bu reformlar için baskıyı da “plancılar” ve “mantıklı insanlar” yapacaktır. Myrdal mücadeleyi yapacak ajan olarak tekniksel bakımdan rasyonel sosyal bilgiye dayanan değerleri verir (Preston, 1981:132-134). Myrdal’ın yanıldığı nokta, “plancıların” ve “mantıklı/rasyonel insanların” bir şeye karar verme ve bir şeyi yapmadaki kendi kendilerine ve dışa olan iletişim biçimlerini belirleyen “plancının teknik bilgisi” ve “mantıklı olması” değildir. Plancı ve rasyonel insanı belli bir yapışa ve bu yapıştaki iletişime iten güç ne teknik bilgidir ne de mantıklılıktır. Teknik ve mantık, tekniği ve mantığı taşıyan insanla birlikte, belli bir örgütlü egemenliğin ve mücadelenin içinde belli bir yerde konumlanmıştır. Bu konumdaki egemenlik durumu, teknik ve mantığın nerede, nasıl ve ne için kullanılacağını belirler. Bu konumdaki teknik ve mantıklı insan, bu konumun egemen iş görme biçiminin çerçevesi içinde teknik ve mantığını çalışmaya koyar. Bu çerçeveyi kırmak için değil, genişletmek için teknik ve mantığını zorlar. Başka türlü yapabilir mi? Başka türlülük o konumdaki egemenliğin çıkar mantığı, kültürü ve ideolojisine göre yorumlanır; ya reddedilir ya da gerekli risk alınarak uygulamaya konur. Başka türlülük egemenliğe tehlikeyse, başkalık “benzetilir”. (Kelimenin hem lügat hem de kültürel her anlamıyla, benzetilir). Özlüce, teknik ve mantık, mülkiyet ilişkilerinin egemenliğindeki bir üretim tarzının ve bu üretim tarzına olan karşıtlığın içindedir. Kalkınma planından bahsedildiğinde, bu teknik ve mantık, egemen mülkiyetin bir parçasıdır ve egemenlik sürecine katkısını yaparken rüşvetle vurguna kadar giden kendi ekonomik güvencesini sağlamak için kafa yorar ve enerji harcar. Değişimin ana koşulu teknik veya mantıktaki reformlar veya devrimler değil, ekonomik üretim biçiminde (mülkiyetin yapısında) yatar. Dünyada günümüzdeki insanlığın ve yaşanan fiziksel çevrenin durumu ne teknik yetersizlik, ne nüfus artışı, ne plansızlık ne de mantıksızlığın bir sonucudur. Sistemli ve mantıklı bir sömürü sürecinin ortaya çıkardığıdır: Kapitalizmin mantığını biçimlendiren “tanrı vergisi beyniyle doğruları, haklıları, dürüstleri vb düşünen insan” değil, kapitalist üretim yapısıdır. Bu yapı düşünen beyne neyin doğru neyin yanlış, neyin haklı neyin haksız olduğunu anlatır. Eğer ben bu yapıda “iş veren” veya “iş sahibi” olarak yer alıyorsam, benim doğrularımı belirleyen benim mülkiyet ilişkilerindeki bu yerimdir. Benim tutuculuğum, kapitalizmin mekanikselliğinde Darwin’in kanununa zevkle sarılarak sömürdüğümü ve sömürüleni beceriksizlikle, uyuşuklukla ve yarışta kaybetmişlikle tanımlamak ve yardım ve acımaya bile layık olmadıklarını belirterek, onlara zenginliğimden en küçük bir pay bile vermeye yanaşmamaktır. Benim liberalliğim ve ilericiliğimin çerçevesi benim mülkiyetimdir: Yardım ederim, yardım faaliyetleri, projeleri, yemekleri ve balolarına katılırım. Toprak reformunu desteklerim, çünkü tarımda toprak sahibi değilim ve hatta köyümdeki toprağımın bir bölümünü bile bağış olarak verebilirim. Mülkiyet ilişkilerinde mülksüzün doğrusu ve yanlışı, mülksüze verilen mülklü olma, kendisinin olmasa bile çocuklarının mülklü olması umuduyla, örgütlü faaliyetler içinde aldığı yerde belirlenmiştir. Bu umut, mülklülerin yaşam ve zenginliklerinin günlük iletişimiyle beslenir. Bu besleme işinde, iletişim medyası besleyici mesajlar bombardımanıyla en baş rolü oynar. Örgütlü faaliyetlerde örgütte ücretli/maaşlı köle biçiminde yer alan ve gidebildiği ve gidebileceği yerin bu olduğunun bilincinde olan ve geldiği bu yere sıkı sıkıya sarılan bu insanın “mantığı”, kendini ezenin mantığını destekleyen bir yansımadır. Kendinin bir ürünü değil, insanın kendini içinde bulduğu çıkmazda bu çıkmaza sarılışıyla gelen ve bu çıkmazın egemen yapısının (karşıtının değil) biçimlendirdiği bir üründür. Örneğin bir polis, polis örgütünün ücretli/maaşlı parçasıdır. Polisin aylık ve gelecek umutları bu örgütle şekillenmiştir. Polis örgütünün günlük üretimine (faaliyetler ağına ve iş görme biçimine) katılımla, bu polis sadece kendi doğrusunu ve haklısını yaratmaz, aynı zamanda devletin baskı organı olan polis gücünü yaratan mantığın doğruluk ve haklılığını destekler. Sermaye kendi için genişleme ve durumunu güçlendirici değişim ararken, teknik ve mantıkta üniversite ve üniversiteli ücretli\maaşlıları kullanırlar. Böylece, ücretli\maaşlılar arasında, bazıları için değişim bulundukları yerde donar ve değişime düşmanlık başlar; üniversite çevresi ve üniversite mezunlarının bazıları için (tekniği yaratacak ve üretim ve değişim mantığını kullanacaklar için), kalkınma ve değişim (doğru ve yanlış), kendi kalkınma ve değişimine patika açan sermayenin gelişme ve değişme mantığı olur (olmak zorundadır, çünkü parayı veren ve düdüğü çalan sermayedir). Bu örgütlü faaliyetlerde bir yere kapılanmak uğraşındaki işsiz de, bu örgütlülüğü kendinin kurtarıcısı olarak görür ve gerekirse korur (Erdoğan, 1997a). Özlüce, teknik ve mantık özgür değildir, olamaz; mülkiyet düzeni içine hapsedilmiştir. Mücadelenin mantığı ve tekniği, bu hapsedilmişliğe ve hapsedilmişliğin üretim, ilişki ve iletişim düzenine karşıtlıktır. 

Kennedy Yönetimi'nin Hindistan büyükelçiliğini yapan “popüler” iktisatçı John Kenneth Galbraith ise İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk olarak, örgütlü işgücünün ABD sanayisinin rekabetçiliği üzerine etkisini ve uluslararası şirketlerle olan konumlandırmasını incelemiştir. Galbraith, ABD’de izlenen ekonomi politikasındaki geleneksel yaklaşımı eleştirmiş ve üretime daha az, buna karşılık kamuda “hizmetlere” daha fazla yer verilmesi gerektiğini savunmuştur. 1967 yılında yayımladığı “Yeni Sanayi Devleti” (The New Industrial State) başlıklı çalışmasında, ABD ekonomisinin kalkınamamasını -daha doğrusu Japonya karşısındaki gerileyişini- düşünsel ve siyasal alanlardaki “yenilenememe” sürecine bağlamıştır. Galbraith’e göre, yaşadığımız çağ “teknostrüktür” çağıdır. Verilen kararlarda söz sahibi olan bütün bireyler bu teknostrüktür içinde yer alır. Teknostrüktürde yönetim ve karar verme süreci bireyin kontrolünde ve kurulu aygıtları yıkıcı yöndedir. Teknostrüktür, sanayi toplumunu en ileri aşamaya, “ABD örneğinde olduğu gibi, yönetici kapitalizmi sosyalizme doğru taşır”. 

Gerçekte Galbraith’in taşıdığı kalkınma anlayışı sosyal reformlar yoluyla kontroldür. Myrdal’da bunun gerçekleşmesi için makro planın olması zorunlu iken; Galbraith’de düşünsel ve siyasal yenilenmeye bağlıdır. Yönetim, kimin kim tarafından, yönetimidir? Karar verme süreçleri, bireyin mi yoksa uluslararası kapitalist yapının mı kontrolündedir? “Yönetici kapitalizmi” diye tanımlanan, daha fazla egemenle işbirliği ve daha fazla halkı sömürü ne zamandır sosyalizm olarak nitelenmektedir? Galbraith bu sorulara cevap yerine; dünyanın dört bir yanında kendi popüler sözcüklerini aktardığı konferanslar vermektedir. 

1990’larda da kalkınma anlayışını “Yeni Dünya Düzeni” kavramının içine taşıyan (uyarlayan) Galbraith’e göre gelişmek için “sürtüşme ve kitlesel kıyımlara” son verilmelidir: “Zengin ve makul ölçülerde rahat olanlar, disiplinli askeri katliam fikrine kolayca kapılmazlar. Yoksulların silahlı cinayetlere kurban gitmeleri çok daha kolay” diyerek Yeni Dünya Düzeni'nin çatışmalara son veren bir dönem olduğu müjdelenir (Galbraith, 1992:44). Yeni Dünya Düzeni'nin sahipleri kalkınma yolunda ilerleyenlere; “yoksulluğu dünya kargaşasının baş nedeni olarak göstermek zorundadır. Bu, zengin ülkelerden yoksullara düzenli ve geniş kapsamlı bir kaynak akışı anlamına gelir. Uzun deneyimimin ardından, ilk şart olarak bunun, gıda üretimi alanlarının ve suyun idaresi, gübre ve melez tohumluklar üzerinde yoğunlaşmasını görmek isterdim. Geçmişte çok sık olarak çelik fabrikalarını, diğer büyük sanayi teşebbüslerini ve parlak hava alanlarını iktisadi kalkınmanın esası saydık. Bunlar, okuma-yazması olmayan aç insanların arasına nazikçe yerleştirilmiştir” (Galbraith, 1992:45). 

Galbraith yoksul ülkelerdeki savaşların, silahlı çatışmaların, çarpışma ve kontrgerilla faaliyetlerinin “zengin ve gelişmişlerin” çıkar ve faaliyetleriyle doğrudan ilişkili olduğunu elbette bilmektedir; fakat göz ardı etmektedir. Nikaragua’da, Bolivya’da ve Latin Amerika’da ki kontrgerillaların “disiplinli askeri katliamlarını” kimlerin çıkarları için gerçekleştirdiğini de bilmektedir. Tarımsal alanlara yönelerek oluşturulan kalkınma biçimi, teknostrüktür ile nerede bağdaşır? Galbraith’in “düzen arayışındaki dünyası” ile Huntington’un “kültürler çatışması” Yeni Dünya Düzeni içinde buluşmaktadır.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...