1970'LER VE MODERLEŞMENİN MUHASEBESİ

1960'ların ortasında, Amerika’nın dünyadaki ekonomik ve askeri gücü sınırsız, güvenli olarak görünüyordu. Bu görünüm 1970’lerde Vietnam, enflasyon ve işsizlikle yıkılmaya başladı. Ardından Avrupa ve Japonya’nın ekonomik rekabeti tırmanmaya başladı (Preston, 1981:116-117). 

İlk modernleşme modeli 1950'lerde, daha başlar başlamaz, kırılmaya başlamasına rağmen, 1960'ların ortasına kadar güçlü kaldı. Küçük revizyonlarla yetmişlerin başlarına kadar ayakta tutulmaya çalışıldı. 1970'lerin ortasında, burjuva çevreler ciddi olarak teorilerinin gözden geçirilmesi gerekliliğini hissettiler. Önce eskinin muhasebesi yapıldı, ardından “ne yapılması, ne tür değişiklikler getirilmesi gerektiği” üzerinde durulduktan sonra eskinin üzerine inşaalarına devam ettiler. Modele karşı eleştirilerin ana odağı modelin geleneksel toplumların farklı kalıplarını ve içsel dinamiklerini açıklamadaki beceriksizliği üzerinde toplandı. Bu eleştiriler sadece modernleşme sorununa eğilmedi; aynı zamanda, sosyolojik analizin ana problemlerine eğildi. Tartışmaların ardında çoğu kez siyasal ve ideolojik farklılıklar yatmıştır. Bazı eleştiriciler “geleneksel - modern” ikileminin geçerliliğini ve ilk modelin Avrupa merkezliliğini ve tarihselliğini soruşturdular. Diğerleri modelin gelişmeci, evrimci ve görevselci-yapısal sistem varsayımlarına hücum ettiler. Geleneksel - modern ikilemi geçersiz oldu, çünkü geleneksel toplumlar tipsel olarak modern olanlardan farklı olsa bile, bu toplumlar kendi aralarında da, en azından, modernleşmeye geçişi zorlaştıran veya kolaylaştıran gelenekleri bakımından farklılıklar gösterir. Bu gerçeği tanıma sonucu farklı gelenekler arasında analizsel ayırımlar yapılmaya başlandı. 

Amerikalılar merkeziyetçilikten, yerinden yönetime sarılırken, Latin Amerika burjuva-liberal revizyonist aydınları, Amerikalılar'dan biraz daha ileri giderek, burjuva teorisine revizyonlar getirdiler ve çeşitli oranda sola kaydılar. 

Pozitivist okulun aydınları, 1960 ve 1970’lerin ortalarında, modernleşme kalkınma modelinin durum muhasebesini yapmışlardır. Modelin sorunlarını çeşitli nedenlerle açıklamaya çalışmışlardır. Ardından, bu nedenleri ortadan kaldıracak yeni stratejiler öne sürmüşlerdir. 

Modernleşme teorileri ve uygulamalarının durumunu tartışmak, genel bir bilgi alışverişi yapmak ve politikaları gözden geçirmek için 1964'de Lerner ve Schramm'ın önderliğinde bir toplantı yapıldı. Toplantıda egemen olan “umutluluk” yanında, herkes aynı fikirde değildi. Örneğin, Inayatullah (1976:57-58) 1964'deki toplantıda Lerner ile tartışmasında, modernleşme modelini üç temel noktada eleştirmiştir: 

1. Tekniksel yardım programlarıyla uğraşan Batılı sosyal bilimciler bu programların siyasal bağlamına kendi görüşlerini/anlayışlarını uydurmaya yönelirler. Kendi ülkelerinin genel çıkarlarına uygun çözüm yolları öne sürerler. Kendi kültür ve örgütlerinin üstünlüğü hakkında budun bencilliğini (ırkçılığı) yansıtırlar. Batı modelinin Batılı olmayan ülkelere uygunluğunu abartırlar. 

2. Batılı bilim adamlarının toplumların kalkınması hakkındaki perspektifi, insan tarihinin dar ve sallantılı bir tek-çizgisel görüşüyle koşullanmıştır. Gelişmenin alt seviyesindeki toplumların, değiştirilemez bir şekilde endüstrileşmiş Batı toplumlarının tuttuğu aynı tarihsel patikada seyahat etmek zorunda olduğunu belirtir. 

3. Batı modelinin Batılı olmayan ülkelerin koşullarına uygunluğunu varsayma yerine, model eleştirici bir şekilde imtihan edilmelidir. 



Schramm'ın muhasebesi: 

W. Schramm 1975'de yapılan Honolulu’daki East-West Center konferansındaki havanın 1964'deki konferanstakinden çok daha az umutlu olduğunu belirtmiştir. Schramm'a göre 1964'de görünüş umutluydu, çünkü kullandıkları kalkınma modeli Batı'da ve Japonya’da çalışmıştı ve diğer ülkelerde de çalışacağı umulmuştu. Sadece, birkaç kişi 1964'de bu modele ciddi olarak karşı gelebilmişti. Fakat 1975'de, modelin umulandan az bir başarıya ulaştığı görüldü (Schramm & Lerner, 1976:40). 







Eisenstadt'ın gözlemi: 

Eisenstadt'a göre (1973;1976) modernleşme varsayımlarının özellikle geleneksel - modern ikilemiyle ilgili olanların, “toplum az geleneksel oldukça sürekli gelişmeye daha çok muktedir olur” varsayımının, doğru olmadığı ispat edilmiştir. Geleneksel biçimlerin ortadan kaldırılmasının zorunlu olarak yeni, uygun, modern bir toplum getirmediği görüldü. Çoğu kez geleneksel yapının rahatsız edilmesi - örneğin aile, köy, siyasal düzen - modern düzen yerine karışıklığa, suç işlemelere ve kaosa yol açtı. 

Gerçi çeşitli sosyo-demografik göstergelerin minimal gelişmesinin, herhangi bir modern yapının gelişmesi için gerekli olduğu görülür. Fakat bu göstergelerin daha fazla uzatılması, devam eden modernleşme sürecini ve uygun siyasal veya sosyal yapıların yaratılmasını gerekli olarak temin etmez. Bu nedenle, örneğin Orta ve Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Asya'nın bazı ülkelerinde, kullanılan okur-yazarlık, kitle araçlarının yaygınlığı, eğitim-öğretim, şehirleşme gibi göstergelerle, büyümeyi sürdürme sürdürme kabiliyeti veya liberal örgütlerin geliştirilmesi arasında negatif ilişki seviyesine ulaşıldı. 

Bulgular oldukça yüksek kentleşme ve endüstrileşme derecesine doğru gelişmenin önkoşullarının, farklı ortamlarda farklılıklar gösterebileceğini ortaya çıkardı. Dolayısıyla kalkınma sürecinin daima Avrupa kalıbını takip etmesi gerekmez. Sonuç olarak, “kalkıştan” sonra gelişmenin devam edeceğini garanti eden bir teminat ortada yoktur (Eisenstadt, 1976:36). 

Geleneksel - modern ikilemi değerini yitirdi. Buradan, iki önemli unsur ortaya çıktı: 

1. Kısmi modernleşme: Modern örgütlenme karakteri gösteren kurumların gelişmesi, örneğin büyük endüstri firmalarının oluşması ve aynı zamanda geleneksel toplumsal yapının modernleşme yönünde genel değişime meydan vermeksizin durması... Bu durumda yeni örgütlenme biçimleri geleneksel sistemleri destekleyebilirler. 

2. Geçişte olarak nitelenen sistemlerin sistemsel geçerliliği/ uygunluğu: Örneğin F. Riggs'in çalışmaları bu tür sistemlerin kendilerine özgü karakterler geliştirdiğini ve istikrar ve kendini sürdürme mekanizmaları yarattığını öne sürer (Eisentadt, 1976:37) 

Lerner'in muhasebesi: 

İlk/eski model, modernleşmeyi dört safhalı evrimsel bir ardıllık zinciri olarak nitelemekteydi: Kentleşme, okur-yazarlık, kitle iletişimine katılma ve siyasal katılım. Bu evrim 500 yıldan beri olmaktadır. Batı ardıllığı fizikselden sosyale ve psikolojik hareketliliğe doğru oldu; kişilerin ve ailelerin kentlere fiziksel olarak gidişiyle başladı. Kentleşme sosyal hareketlilik için ilk adımdı. Tarladan fabrikaya göçmekle, kent işçisi, geleneksel aile iş biriminin tarım rutininden, modernliğin paralı ekonomisine girdi. Para kazandıkça sosyal statüde yukarı doğru hareketli oldu. Okula gitti ve okumayı öğrendi; gazete satın aldı ve kamu işleri hakkında bilgiye sahip oldu. Böylece modern yaşama tarzının vazgeçilemez mekanizması olan ilgiyi/sempatiyi elde etti. Batı, ilgisi sonunda kendi kendine yeterli büyümeye yatkın bir dikişsiz davranışsal ağ üretti. (Lerner kapitalist sistemin nasıl oluştuğunu çocukça basitleştirerek anlatmaktadır. Gerçekte endüstrileşmeyi emeğiyle oluşturan göçmen işçi kitleleri, çocukları ve torunları acı çekerek bırakın yukarı doğru yükselmeyi, yerlerinde bile tutunabilmek için hayatlarını harcadılar.) Kişisel kendi kendine yeterli büyüme ve bunun toplamının toplumsal büyüme olduğu ideolojisi, gerçek toplumlardaki gerçek ilişki tarzlarını ve bu tarzların güç ilişkileri olduğunu hasır altı etmektedir. Örneğin caddelerde altın döşeli olduğu sanılan Amerika'da işgücünün sadece % 16'sı sendikalıdır. Kentlerde, sokaklarda ve yeraltında evsiz, aç, işsiz yatanlar ordusunun olduğu Amerika'da, geniş işçi kitleleri sadece asgari ücretle çalışmaktadır; ki bu ücret birçok kentte ev kirasını bile ödemeye yetmez. Bu nedenle, psikolojik hareketlilik gibi nedenlerle değil, fakat ekonomik zorunluluklar nedeniyle, bir ailede ana-baba ve çocuklar çalışmak zorunda kalır. Yaşamak gereğiyle uğraşan bu kitleler kişisel kendi kendine yeterli büyüme arayışı seviyesinde değildirler. Bu arayışı Toto, lotto ve piyango biletleri almalarında görürüz. Çünkü egemen güçlerin ücret ve ekonomik politikaları ücretli kölelerin büyüme olanaklarını ellerinden almıştır (Erdoğan, 1997; 1997a). 

Lerner'e göre eski modele göre, bir ülkedeki kentleşme oranı % 10’a yükseldiğikten sonra okur-yazarlık önemli ölçüde artmaya başlar; ondan sonra kentleşme ve okur-yazarlık birlikte % 25'e çıkıncaya kadar yükselirler. Bu % 25 kentleşmenin “kritik optimumudur”. Batı'da % 10-25 kentleşme, modernleştirilen kurumların/örgütlerin gelişmesini ekonomik yapmak için gereklidir. Bu % 25'in ötesinde, kentleşme saptayıcı rol oynamaktan çekildi; çünkü modern üretim ve tüketim için bu asgari seviye (asgari nüfus seviyesi) yeterliydi. Birçok az gelişmiş ülkede yirmi beş yıl içinde (1950-1975) kalkınma safhasının sırası tersine döndü: Nüfus patlaması ve kitle iletişim araçları devrimi ile birlikte kentlere akın başladı. Güney Amerika nüfusunun yarıdan çoğu kentlerde yaşamaktadır. Asya'da milyonlarca insan kentlerde toplanmıştır. Fakat bu Batı anlamında kentleşme değildir. Bu göçmenlerin çoğu, kentte üretim hayatına girmezler. İşsizlik veya az işle ruhlarını kaybederler ve Herbert Gans'ın deyimiyle “kent köylüleri” olurlar (Lerner, 1976:289-290). (Lerner'in yaklaşımında kentlere göç nedeni oldukça soyut ve yüzeydedir; kentlere akımın nedenlerinin başında geleni, köylerdeki hayat koşulları ve ekonomide kentte gorünen yeni alternatiflerdir.) Bu durumda, kentlerden modernleştirme rolünü oynaması beklenemez. Aksine, kentleşmenin kalkınmaya etkisi karşı üretici olur. Kutudan yapılmış kentler (tin can), bidondan yapılmış kentler (bidonvilles), köylü kulübeleri (ranchos), yoksul evleri (favellas) ve gecekondular/varoşlar ile kalkınma için çok az fayda elde edilir. (Lerner burada kalkınmayı oldukça ideal burjuva toplumu anlamında alıyor. İdeal çünkü burjuva toplumlarındaki kentlerdeki gettoları unutuyor. Ayrıca, eğer kalkınmayı sınıfsal açıdan ele alırsak, gecekonduların varlığı bazılarının kalkınmasının bir göstergesidir. Kalkınmama diye bir oluşum da yanlış yönlendirilmiş dikkatlerin yorumlarının bir sonucudur: Kalkınma vardır, olmaktadır; bu oluşum da kapitalist sistemin özel karakterlerine uygun bir biçimde sürmektedir. Kalkınma kapitalist yapının ve ideolojinin kendini meşrulaştırmasında ve evrenselleştirmesinde kullandığı bir kavramdır. Bu kavramla yapılan tanımlamalar çerçevesinde siyasal ve ekonomik politikalar çizilir ve uygulanır. Daha doğrusu, Batı'nın siyasal ve ekonomik politikaları bu kavram ve benzerleriyle tanımlanarak, diğer ülkelere satılır, empoze edilir ya da transfer edilir.) 

Lerner'e göre, az gelişmiş ülkelerin 25 yıllık kalkınma tecrübeleri önemli ortak karakterler göstermiştir. Bu karakterlerin üç safhalı sırası şöyledir: (1) artan beklentiler\umutlar, (2) artan frastasyonlar (hayal kırıklıkları) ve (3) askeri darbeler. 

Artan beklentiler\umutlar: 1950'lerde artan umutlar herkes tarafından iyi olarak nitelenmişti. Halkın umutları yükseldikçe, bu umuda ulaşma çabalarının da göreli olarak artacağına inanılmıştı. Yirmi yıl içinde çoğumuz ödülü, çaba ile bağıntılamanın az gelişmiş ülkelerde çalışmadığını gördük. Lerner'in bu iddiasının ne denli tabanlı, tutarlı olduğu tartışılabilir. Amerika'da bile ödülle çaba arasındaki ilişkinin ne denli geçerli olduğunu tartışılınabilir. Ödüller havada asılı beklemez. Ödüller çabanın (gerçek anlamıyla emeğin) değerine göre 'haklı” olarak verilmez. Ödül sistemi objektif kıstaslara göre saptanmamıştır; kapitalist sınıfın öznel çıkarlarına göre belirlenir. Ödül politikası emek sömürüsü politikasıdır. Örneğin memurlara % 20 maaş artışı verildiğinde, bu ödül memurun ürettiğiyle çakışmadığı gibi, enflasyon gerçeğinde, kayıp demektir. Ayda 100 milyon lira maaşı olan bir kadın, bu artışla 120 milyon almaya başladı. Zaten bu artıştan çok önce kirası 12 milyon; yakıt 5 milyon; temel giderleri -elektrik, gaz, su, telefon- ortalama 10 milyon; yol masrafı 8 milyon; yiyecek içecek, giyecek fiyatları da % 50 artmıştı. Özlüce, bu kadının % 20 artış haberi verildiği aydan önceki birkaç ayda temel harcamalarında 30 milyon lira (yiyecek, giyecek, vasıta hariç) artış olmuştu. İşte çalışan kadının ödülü! Ödül, örgütlü üretim ilişkileri düzeni gerçeğinde değerlendirilmezse, ideolojik bilinç yönetiminin ötesine gitmez. 

Bağımsızlık “büyüleyici önderliğin” altında kolayca elde edildiği için, az gelişmiş ülkelerin halkı, doğal olarak modernleşmenin birçok iyi şeyinin çaba göstermeden önlerine geleceğini umdular. Bu halklar üretimden çok tüketime yöneliktir (Lerner,1976:292) Ancak unutulmamalıdır ki, bağımsızlığı “büyüleyici önderler” elde etmezler; aksine, büyüleyici önder olarak nitelenenlerin büyük çoğunluğu -özellikle Afrika’da- yeni sömürgeciliğe geçişin ajanları olmuşlardır. Bu büyüleyici önderler, kazanılan bağımsızlığın kazanıldığı andan itibaren, kurulan sömürü ortaklıklarıyla, yeniden bağımlılığa dönüştüren güçlerin baş oyuncularıdır. Ayrıca, tüketebilmek için satın alma gücüne sahip olmak gerekir. Satın alma gücüne sahip olabilmek için de bu gücü üretmek zorunludur. Bu nedenle Lerner'in hakareti geçersizdir. Ayrıca, eğer yakından bakarsak, az gelişmiş ülkelerde pozitivist okulun belirttiği anlamda siyasal istikrarsızlık ve askeri cuntaların gelmesi, kabinelerin değişmesi, askeri, siyasal, kültürel ve ekonomik güçlerin bu tür bir beklentiye sahip olduğunu, yani talandan daha büyük pay alma çabasıyla birbiriyle yarıştığını görürüz. Örneğin Türkiye’de askeri güçler 1961'den sonra kendi paylarını arttırma olanaklarını ve potansiyelini, güçlerine orantılı olarak gerçekleştirme çabasına girdiler. Bu girişimlerin meyvalarını hızla artan bir şekilde aldılar ve almaktadırlar. Az gelişmiş ülkelerin insanlarının çaba göstermeden armut piş ağzıma düş kafa yapısına sahip olduğunu iddia etmek gülünçtür. Hangi büyülü lider ülkenin halkına ihsanlarda bulunmuştur? Bu büyülü liderler yürüttükleri liderlikle, egemen güçlerin toplumun mal varlığını kendi zimmetine geçirmelerinin ve zenginlikleri paylaşmalarının, ve de halkı kahramanlık hisleriyle doldurup taşırmanın ötesinde ne vermişler de halk verilene alışıp bedavadan, çalışmadan, çaba göstermeden, hak etmediği beklentilerde bulunsun? Yeni vergiler, cezalar ve zorlaştırılan koşullarla halkın yaşamı güçleştirilmiştir. 

Artan hayal kırıklıkları: Özellikle ekonomik kalkınmadaki başarıları, beklentilerinden çok geride kaldığı için, birçok az gelişmiş ülke halkı artan beklentilerden artan hayal kırıklıklarına uğradı. Halk, büyüleyici liderlerinin “kitle iletişimi stratejisiyle” yarattığı hatalı beklentilerle isteklere ulasamamaktadır. Bunun sonucu olarak “istek bölü alma oranı” ciddi şekilde dengesizleşti ve az gelişmiş ülke halkları süren ve derinleşen hayal kırıklığından acı çekmektedir (Lerner,1976:292). Lerner bu tür liderlere örnek olarak, birçok endüstrileri millileştirerek özel teşebbüsün ve bazı uluslararası şirketlerin kalbini kıran Nasır ve Sukarno’yu örnek verir: Nasır, Mısır'ın kaynaklarının önemli bir kısmını Mısır Devlet Yayını'nı geliştirmeye ayırdı. Diğer Arap topraklarında köylere bedava radyo alıcıları dağıttı, radyo ve radyoyla gelen değişim ajanlarını kullanarak (1902’deki Leninist agitprop görüşünü takip ederek), Devrimci Halk Hareketi'ni kurmaya ve Mısır toplumunu kısa zamanda değiştirmeye çalıştı. Fakat Nasır'ın yüksek umutları ciddi engellerden acı çekti. Birçok köyde radyo alıcıları camiye konmuştu ve imam tarafından kontrol ediliyordu. Radyo günlük kuran okumaları ve geleneksel Arap türküleri sırasında açılıyordu, diğer zamanlar kapatılıyordu. (Yani, Amerikan müziğiyle ve devamı yarın akşamla açılmıyordu, bu nedenle modernlikten yoksundu!!). Siyasal değişim ajanları, radyonun kendilerine ya hiç fayda sağlamadığını ya da çok az bir fayda sağladığını rapor ettiler. Devrimci Halk Hareketi geleneksel köy muhtarının (otokratların) etkisine girdi. Nasır, hayatının son safhasında siyasal umutlarının bozguna uğradığını itiraf etti. Hayal kırıklığına uğramış bir insan olarak öldü. Endonezya lideri Ahmed Sukarno artan hayal kırıklıklarını kendi iletişim politikasıyla değil, yabancı iletişimleri suçlayarak açıkladı. Hollywood’dayken sinema “Moğollarını” (Hollywood’un büyük patronlarını) “devrimciler” olarak suçladı. Doğal olarak sinemacılar büyük ölçüde şaşırdılar, çünkü birçok kötü isimlerle çağırılmışlardı, fakat hiçbir zaman “devrimci” diye nitelenmemişlerdi.[1]

Sukarno halkın filmlerde buzdolabını gördüklerini, ne için kullanıldığını öğrendiklerini ve tüketici bir mentaliteyle kendileri için istediklerini belirtmiştir. Endonezya sıcak bir ülkedir, buzdolabı devrimci bir semboldür. İki saatte herhangi bir filmle Endonezya’nın 20 yılda üretebileceği buzdolabı için arzu ortaya çıkarılabilir (Lerner, 1976:293). Lerner’in söylediği aslında kitle üretimi yapan Amerika ve Avrupa buzdolabı endüstrilerine pazar hazırlamaktır. Yoksa, Endonezya’nın buzdolabı üretmesini, Westinghouse veya Siemens neden istesin ki, buna neden izin versin ki? Amaç Endonezya’nın buzdolabı üretmesi değil, buzdolabı istemesidir ki bunu da Hollywood hemencecik yapmış. Lerner egemen gerçekleri elbette bilmekte, fakat göz ardı etmektedir. 

Askeri darbeler: Hayal kırıklığı, gerileme ve saldırıya götürdü. Her iki sonuç da kalkınmaya, karşı üretkendir. Gerileme ender kaynakların boşa harcanmasını beraberinde getirir. Örneğin UNESCO’nun “çalışmayan/işlemeyen okuma-yazma” diye isimlendirdiği az gelişmiş ülkelerde başarısızlıkla sonuçlanan okuma-yazma kampanyası buna bir örnektir. Bu soruna çare olarak: 1970'lerin başlarında UNESCO “fonksiyonlu okuma yazma” kampanyasını geliştirdi. Okuma-yazmayı ve öğrenmeyi, yerel işlerle, meşgalelerle birleştiren bu uygulama öncekinden çok daha geçerli göründü. 

Saldırı\şiddet, kalkınmaya karşı çok daha ciddi bir engeldir. Saldırı\şiddet sadece ender kaynakları boşa harcamaz, aynı zamanda kasıtlı olarak tahrip eder. Şiddet, kabul edilebilir ekonomik istekleri başarısız ve boş siyasal talepler biçimine dönüştürür. Halkın istekleri genellikle ekonomik sektör tarafından üretilmelidir. Siyasal sektörün kendisi mal ve servisin temel üreticisi değildir. Az gelişmiş ülkelerin hükümetleri, üretim operasyonları üzerine önemli ölçüde etki yapmasını mümkün kılacak kaynaklar bakımından yetersizdir. Bu ülkelerin siyasal rejimleri zayıftır, çünkü ekonomik sektörleri yeterince üretmeyi başaramamışlardır. Sokak politikası olarak ifade edilen şiddet, askeri darbeye götürür. Bu tür askeri rejimler bu ülkelerde bir anlamda rutin hale gelmiştir. Bir çoğumuz askeri rejimlerden nefret ederiz. Fakat umutsuzluğa düşmeye gerek yoktur. Çünkü tarihsel tecrübe askeri rejimlerin geçici olduğunu gösterir. İdare metodu olarak baskı, doğasından dolayı istikrarsızdır. Hiçbir baskıcı askeri rejim halkının beklentilerini bastırmaya uzun zaman muvaffak olamamıştır. Baskı dayanılmaz olunca, bir başka askeri rejim öncekinin yerine geçer. Er geç, halk örgütlenir ve en azından istediklerinin birazını almak için faaliyete geçer (Lerner, 1976:294). 

Bu süreçte iletişim, son yıllarda artan bir şekilde kalkınma kalıbını şekillendirme veya Nasır örneğinde olduğu gibi yanlış şekillendirmede rol oynarlar. 

Lerner'e göre 1975'e kadar olan tecrübelerden iletişimin kalkınmada kullanılışı hakkında şunlar öğrenilmiştir: 

a. Planlı iletişim kalkınma programlarının çoğunun ana parçası olmuştur. Bu özellikle aile planlaması, sağlık ve tarım alanlarında görülür. 

b. İletişim araştırmasılarının, kalkınma programına direkt faydası olduğu gözlenmiştir. Şimdi eskisinden çok daha fazla kullanılmaktadır. 

c. Eğer iyi kullanılırsa (televizyon, uydu, radyo, poster, slaydlar, dans ve kukla gösterileri vb.) iletişim araçlarının çoğunun kalkınmaya katkıda bulunabileceğini öğrendik. 

d. Şimdi 1964’e göre daha fazla olarak kalkınmada, iletişimin total sosyal değişim programına yararı tartışılmaktadır (Lerner, 1976: 342-343). 

Lerner halkın hayal kırıklıkları ve beklentileri ile elde ettikleri arasındaki dengesizliği ekonomik sektörün üretmemesine, yetersizliğine bağlamaktadır. Yani üretim ile beklentiler karşılansa, sorun çözülecektir. Bu tür yorum, oldukça tutarlı görünür; fakat aslında hoşnutsuzlukların ve hayal kırıklıklarının nedenini doğru olarak saptamaz: Hayal kırıklılıklarının ve hoşnutsuzlukların nedeni üretimin yetersizliği değil, üretilenin ve zenginliklerin bölüşümüdür; gasp edilen zenginliklerle ortaya çıkan yoksullaştırma ve yoksunluğun yoğunluğudur. Ayrıca, yeterince endüstrileşmemiş ülkelerin veya yerel bölgelerin kendi üretimlerini kendilerinin yapmaları günümüzün kapitalist pazar gerçeğinde geçersizdir. Çünkü bu yöndeki girişimler engellendiği gibi var olan endüstriler ve üretim faaliyetleri de baltalanır. 






[1] Daha doğrusu McCarthy zamanından beri! 1950-1954 yılları arasında ABD Senatosu "Komünist ve Hükümet Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komisyonu" başkanlığı görevinde bulunan Senatör McCarthy, bu görevi süresince cadı avına çıkmış ve Hollywood'un bir çok önde gelen ismini komünistlikle suçlayıp işlerinden ettirmiş; tutuklatmış ve dönem boyunca toplum dışına itilmelerine yol açmıştır. 
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...