NEO-MARKSİZM: BAGIMLILIK VE AZ GELİŞMİŞLİK

Debray, Che ve Fanon siyasal aktivist kuramcı olarak mücadele verirken, akademik alanda, az gelişmiş ülkelerin durumuyla ilgili neo marksist teoriler geliştirildi. 

Rostowcu modelin getirdiği sunular ve ilettiği anlamlar karşısında, bu yaklaşıma karşıt olarak, bağımlılık ve egemenlik ilişkilerine ağırlık veren uluslararası yapısalcılık yaklaşımı, daha doğrusu en yaygın adıyla bağımlılık teorisi geliştirildi. Aslında, nasıl ki Rostowcu teori klasik ekonomik görüşe dayanıyorsa, bağımlılık teorisi de Marksist teoriden çıkartılmıştı. Rostowcular'a bakarak, onlara cevap veya karşılık verme amacıyla ortaya çıkmamıştır; fakat onlara karşıtlık olarak durur. 

Bağımlılık teorisi çizgisel evrim teorisini reddeder ve ilişkiyi şu şekilde anlatır: Az gelişmişlik, kapitalizmden önce gelen gerilik durumu değildir; bağımlı kapitalizm olarak bilinen kapitalist kalkınmanın özel bir biçimi ve sonucudur. Bağımlılık şartlandırıcı bir durumdur. Bu durumda bir grup ülkenin ekonomisi diğer bazılarının kalkınma ve genişlemesiyle koşullandırılır. Bu ekonomiler arasında veya bu ekonomilerle dünya ticari sistemi arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkisinde, bazı ülkeler kendi gücüyle genişler ve diğerleri, bağımlı durumda oldukları için, ancak egemen ülkelerin gelişmesinin bir yansıması olarak genişleyebilirler. Bağımlılık bu ülkelerin geri kalmasına ve sömürülmesine neden olur. Bağımlılık uluslararası işbölümüne dayanır. Bu işbölümü bazı ülkeleri kalkındırırken, dünyanın güç merkezleri tarafından koşullanmış ve bu merkezlere bağlı olan diğerlerininkini engeller. Bağımlılığın tarihsel biçimleri şunlardır: (a) dünya ekonomisinin temel yapısı; (b) kapitalist merkezlerdeki egemen ekonomik ilişki biçimleri, ki dışa doğru uzanır; (c) yan (bağımlı) ülkelerdeki var olan ekonomik ilişkiler, ki bunlar kapitalist yayılmayla ortaya çıkan uluslararası ekonomik ilişkiler şebekesi içinde bağımlılık durumuna sokulan ülkelerdir. 

Santos’un bağımlılık tipolojisi ise şöyledir: (a) kolonici bağımlılık: ticari ve finans kapitalin egemenliği, ticari ihraç biçiminde olan bağımlılık; 19. yüzyılın sonuna kadar olan kolonicilik; (b) Finans-endüstriyel bağımlılık: 19. yüzyılın sonunda kendini kurmuştur; egemen merkezlerdeki büyük sermaye; bunun dışa yayılması; yatırımların hegemonyacı merkez için ham madde üretimi ve tarım ürünleri olması (Santos, 1970). 

Uluslararası egemenlik ve bağımlılıkta şu genel özellikleri görürüz (Todaro, 1977: 58-59): 

(a) Bazı ülkelerin dünyanın emtia pazar ve kaynaklarını kontrolü ve yönlendirmesi; 

(b) Uluslararası şirketlerin az gelişmiş ülkelerde ki yatırımlarıyla, bu ülkelerde uluslararası kapitalist egemenliğin yaygınlaşması; 

(c) Egemen kapitalist ülkelerin kıt kaynaklara imtiyazlı sahipliği ve bunları kullanması; 

(d) Uyumsuz ve uygun olmayan bilim ve teknolojinin transferi; 

(e) Kapitalist ürünlerin, az gelişmiş pazarlara tekelci uluslararası firmalar tarafından empoze edilmesi; 

(f) Modası geçmiş ve ilgisiz eğitim sistemlerinin transferi; 

(g) Az gelişmiş ülkelerin kendi endüstrilerini geliştirme çabalarının dışarıdan getirilen ucuz mallarla engellenmesi; 

(h) Az gelişmiş ülkelere zararlı olan kalkınma, ticaret, yardım teori ve politikalarının kullanılması: 

(i) Ülkeye değil dış dünyaya ekonomik ve ideolojik bağlılığı olan elitlerin yaratılması. 

(j) Uygun olmayan yüksek okul (üniversite) eğitim sistemi; 

(k) Az gelişmiş ülkelerdeki beyinlerin sanayileşmiş ülkelere göçü; 

(l) Kitle iletişimi ürünleriyle yapılan propaganda yoluyla gösterilen lüks yaşamla yaratılan “gösterme etkisinin” moral bozucu etkisi (Bu sadece az gelişmiş ülkelerin halklarına yönelik bir etki değildir. Aynı etki örneğin, lüks yaşamı ağzının suyu aka aka seyreden Amerikan işçi sınıfının insanları üzerinde de vardır). 

Kalkınma ve modernleşmeyi evrensel olarak almayanlar, kalkınma denildiğinde kalkınmanın niteliğinin ne olduğu, kimin için, kimin tarafından ve neden gerekliliği üzerinde durulmasının zorunluluğunu belirterek yola çıkarlar. Bu sorularla gelindiğinde, günümüzde süregelen kapitalist kalkınmanın belli bir sınıf için olduğu, ücretli kölelik durumuna sokulmuş insanların emeğiyle sağlandığı, sermayenın belli ellerde toplandığı ortaya çıkar. 

Spybey'e göre (1992) bağımlılık teorisinin orijini, 1930'larda Latin Amerika ekonomistleri arasında çıkan “bağımlılık” (dependencia) nosyonuyla başlar. Oradan B.M. Economik Commission for Latin Amerika (ECLA) incelemelerine ve özellikle Arjantinli ekonomist Raoul Prebisch'e gelir.[1] Dolayısıyla, bağımlılık teorisinin “modernleşme teorisine tepki olarak çıktığı görüşü yanlıştır. 

Spybey'in “bağımlılığı” ECLA'ya ve daha öncesine götürmesi, ECLA ve benzerlerinin gelişmeleri için doğru olabilir. Fakat “bağımlılık” burjuva liberal revizyonizmiyle başlayıp sola kayan bir hareketten değil, Marksist teoriden çıkarılmıştır. ECLA'cılar Marksist görüşten etkilenmişlerdir ve bu nedenle “sol” olarak nitelenen kavramlar kullanmışlardır. Bağımlılık teorisinin modernleşme teorisine tepki olarak ele alınmasının bir diğer yanlışlığı da, teorinin geliştiricisi P. Baran'ın kitabını Rostow’dan 3 yıl önce yazmış olmasıdır. Bağımlılık dolayısıyla, bir diğer teoriye tepki değil, bir sosyal durumun eleştirici yansımasıdır. 

Bağımlılık teorisi 1950'lerin sonunda modernleşme yaklaşımına olan alternatif görüşü anlatır. Bu görüşte modernleşme veya kalkınma kavramının yerini azgelişmişliğin kalkınması; yayılmanın yerini bağımlılık veya emperyalizm aldı. 

Bağımlılık teorisi kendi içinde homojen bir özellik göstermez, aksine 1950'lerden günümüze kadar çeşitli bağımlılık teoristleri tarafından çeşitli yorumlara uğramıştır. Bu çeşitliliğe rağmen hepsi de belli ortak özelliklere sahiptir: Bağımlılık teoristleri, modernleşme teorisinin yayılma fikrinin, pozitif sonuçları olmadığını, aksine emperyalizmin ve bağımlılığın mekanizmaları olduğunu belirtirler. Bu mekanizmalarla sunulan modernleşme şu sonuçları ortaya çıkarmıştır: 

a. Üçüncü dünya emeğinin süper sömürüsü; 

b. Tekelci pazar yapıları tarafından dengesiz mübadele kaidelerinin empoze edilmesi; 

c. Çok ülkeli firmalar tarafından transfer fiyatının belirlenmesi; 

ç. Ödünç alma ve geriye ödeme koşullarını dikte eden metropolitan finans kurumlarının egemenliği; 

d. Üçüncü dünyanın tasarrufları tarafından finanse edilen metropoli- tan genişleme ve yayılma; 

e. Üçüncü dünyanın ham maddelerinin ele geçirilmesi ve kontrolü; 

f. Üçüncü dünya işgücünün, köle ticaretindeki gibi sömürülmesi; 

g. Hint kumaşları, Meksika petrolü ve Vietnam pirincinde olduğu gibi, üçüncü dünya endüstrilerinin metropolitan tarafından tahribi; 

ğ. Koşullu ödünçler ve çok ülkeli firmaların yerel pazarları ele geçirmesi yoluyla üçüncü dünya pazarlarının herkesten önce satın alınması; 

h. Uluslararası bir işbölümü empoze ederek, üçüncü dünya ekonomilerini dışarıya dönük ve dinamizm için metropolitan talebe bağlı kılmak; 

ı. Emperyalist egemenliğe yardımcı olan askeri rejimlerin dış ticaretini ve toprak sahiplerinin korunmasını sağlamak; 

i. Üçüncü dünya milli burjuvazisinin, yukarıdaki süreçlerden geçerek, küçültülmesi veya en azından sınırlanması; 

j. Sermayede intensif teknolojinin egemenliği ve bunun sonucu olarak proletaryanın tabakalaşması çapının sınırlanması ve kentlerde alt proleteryanın yaratılması. 

Özetlersek, teoriye göre, dünya sisteminde bir parçanın gelişmesi ve kalkınması diğer parçaların sırtından olmaktadır. Bu oluşum mekanizmaları; ticaret ve dengesiz mübadele, artı değerin merkez ülkelere transferi, teknolojinin az gelişmiş ülkelere yayılmasını önleyen sınırlı koşullar altında bu ülkelere transferi ve bu transferin metropolitan sahiplerine kazanç sağlamasıdır. Azgelişmişlik, bu ülkelerin dünya kapitalist sistemine entegrasyonuyla ortaya çıkmış kendine özgü birer sosyal ekonomik yapı tipidir. Bağımlı ülkeler, özerk, kendi kendini yürüten ve besleyen büyüme kapasitesine sahip değildir ve sadece metropolün gelişmesiyle gelişebilirler. 

Bağımlılık teoristleri, modernleşme teorisinin aksine “yayılmayı” negatif olarak nitelerler. Azgelişmiş ülkelerin az gelişmişliğinin gelişmelerden izole olmalarından kaynaklandığı ve gelişmeleri için gelişmişlerle ilişkilerinin verimli olduğu görüşünün aksine, gelişmiş ve azgelişmişliğin birbirine bağlı olarak alınmasını savunurlar: Az gelişmişler, geleneksel sosyal kalıplarının kalıcılığı nedeniyle değil, kapitalizmin eksenine sokulduklarından/getirildiklerinden dolayı az gelişmiş olmuşlardır. 

Bağımlılık teorisini savunanlar kendi aralarında da belli farklılıklar gösterirler. Aşağıda bu teorinin önde gelen aydınlarının düşünceleri özlüce sunuldu. 
1. Paul Baran ve Neo-marksizm 

Paul Baran (1910-1966) Rus doğumlu, Berlin, Frankfurt, Paris ve Harvard'da eğitim görmüştür. A. G. Frank, I. Wallerstein, A. Emmanuel ve diğer neo-marksist entelektüelleri etkilemiştir. Hatta Baran, neo-marksizmin babası olarak tanımlanır. Baran, Frank, Wallerstein ve diğer neo-marksistler belli noktalarda birbirlerinden ayrılsalar da, hepsi de özellikle milletlerarası siyasal ekonomide ticaret kalıbına eğilmiş ve ticari kapitalin devri ve egemen dünya kapitalist sisteminin uydu-yan sahalara etkisiyle ilgilenmişlerdir. 

Baran, Marksist teoride ilk kez az gelişmişliği ele almış ve kapitalizmle azgelişmişlik üzerinde durmuştur. Baran'a göre (1957:2) az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik kalkınma, ileri kapitalist ülkelerin egemen çıkarlarına esasında ters düşer. Endüstrileşmiş ülkelere birçok önemli ham maddesi ve bu ülkelerin firmalarına geniş ölçüde çıkar ve yatırım alanları sağlayan geri kalmış dünya, kapitalist Batı için daima vazgeçilmez bir yaşama alanını temsil etmiştir. Bu nedenle, Amerika'daki yönetici sınıflar “kaynak ülkeler” denen bu ülkelerin endüstrileşmesine şiddetle karşı çıkmışlardır. 

Baran, tekelci sermayenin kişiye ve topluma etkisiyle ilgilendi ve az gelişmiş ülkelerdeki kapitalizmin usdışılığını ve adaletsizliğini inceledi. Kalkınma konusunda Baran, Marx, Lenin, Rosa Luxemburg ve benzerlerinin, kapitalizmin “durgunluğa”, emperyalizme ve siyasal krizlere doğru evrim yöneliminde olduğuna ilişkin görüşlerinin doğrulandığını öne sürmüştür. Baran günümüzde koloniciliği bağımlılıkla eşitlemiştir ve bağımlı ülkelerin gelişmiş ülkelerin eskiden yaptığı şekilde birikim elde edemeyeceklerini ve tekelci kapitalin üstesinden gelemeyeceklerini savunur. 

Baran'a göre, az gelişmiş olan ülkelerin sömürüsü kapitalizmin Batı'da gelişmesinde hayati bir rol oynadı ve bu ülkelerin kendilerinin gelişmesini engelledi. 

Baran, az gelişmiş ülkelerin kapitalist kalkınmayla gelişeceğini savunan modernleşmecileri, özellikle Rostow'u eleştirir: Rostowcu teori ekonomik büyümeyi tek bir kalıba indirger; Rostow'un sunduğu kalkınma safhaları şeması ilgisiz konular, kavramlar, düşünceler kullanmaksızın (örneğin Durkheim ve Weber'den gelen ve neo fonksiyonalistler tarafından kullanılan ideal tipi ve geleneksel toplum özelliklerini vb. kullanmadan) ne açıklamalar yapabilir ne de öngörüler ortaya atabilir. Bu teori bizim ekonomik kalkınma hakkındaki bilgimize hiçbir şey katmaz (Baran, 1969:xxxiii) 

Baran, Marksist teoride önemli bir yönelime, özellikle tekelci kapitalin gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde duraklamanın nedeni olduğu konusuna eğilmeye katkıda bulunmuştur. 

James Cypher ve John Taylor gibileri Baran'ın ve neo-marksistlerin kalkınma ve az gelişme tartışmasını “tarihsiz, statik ve alış-veriş'' üzerine kurulmuş olduğunu; emperyalist girişimin az gelişmiş ülkelerde kapitalizmin evrimini engellediği görüşünün, ekonomik kalkınmayı teyit ettiğini, girişimin, üretilen artı değerin nasıl kullanıldığını tasvire indiren basit bir karşı gelme olduğunu belirtmişlerdir. 

Gerçi Baran'ın katkısı reddedilemez. Fakat, emperyalizmle az gelişmişliğin yan yanalığı, merkez ve perifer ayırımı oldukça genelleştirilmiş bir ayırım ve kategorileştirmedir. Ayrıca, bu kategorileşmede “sosyal sınıf” kavramı ve sınıf çatışması uluslararası ilişkiler üzerine ağırlık verildiği için geri planda görünmektedir. Emperyalizm günümüzde tek merkezli değildir; yan yanalık ortadan kalkmış iç içelik kurulmuştur; dolayısıyla uydu, kenar, çevre veya uç kavramı ve ilişkisinden çok, kapitalist ülkelerin kendi ülkelerinin içindeki işçi sınıfını “geri bırakma,” az gelişmiş denen geri bırakılmış ülkelerdeki sermayeyi kontrol ve ona ortaklıkla, bu ülkelerin de çalışan sınıflarını “geri bırakma” ilişkileri egemendir. Geri bırakma ilişkilerinde elbette gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi ülkeleri içinde uyguladıkları siyasal ve ekonomik politikalar, dünyanın diğer ülkelerinde uyguladıkları politikalardan farklıdır. Hatta geri bırakma ve yoksullaştırma politikaları her ülkede küçük veya büyük farklılıklar gösterir. Fakat bütün farklılıklara rağmen, ana amaç ve politika aynıdır: Mümkün olduğu kadar çok kontrol, güç ve kar elde etmek. Tekelci kapitalin engellemesi elbette milli devletleri kontrol eden iç sermayelerin gümrük duvarları ve direnişiyle karşılaşmıştır. Bu direniş 1970'lerde ve 1980'lerin sonlarına kadar Birleşmiş Milletler'deki Amerikan egemenliğinin kaybı sonucuyla da destek görmüştür. 1990'lara gelindiğinde uluslararası sermayenin yavaş yavaş (veya bazı ülkelere hızla) girişleri ve pazar kontrolündeki artan arzuları, yeni baskılarla iç sermayeler (devlet kurumları dahil) için gümrük duvarlarını sadece turist ve işçileri soyan ve engelleyen bir sistem durumuna düşüren, yaygın teşvik ve ortaklıklarla sonuçlanmıştır. Birçok ülkede milli sermaye kavramı, dışla ortaklık ve dışın parçası olması nedeniyle klasik anlamını yitirmiştir. Sermaye birikimi böylece belli montaj, üretim ve tüketim sanayilerinde birkaç ailenin dış sermayeyle ortaklaşa tekelleşmesi biçiminde olmaktadır. Bu da klasik milli kapitalist sermaye birikiminden ve kalkınmadan farklıdır: Modernleşme ve kalkınma, uluslararası sermayenin iç sermayeyi yok etmesi ve ortaklıklar kurarak sürdürülen uluslararasılaşma ve “geri bırakma” biçiminde olmaktadır. Elbette geri bırakma dünle aynı durumda bırakma anlamında alınmamalıdır. Aksine, geri bırakılan ülkelerin bazılarında oldukça hareketlilik vardır ve bu hareketlilik bu ülkelerdeki kitlelerin bazılarını lüks tüketim malları için çalışarak tatmin peşinde koşturup memnun ederken; bazılarını da eskisinden çok daha fazla yoksunluk ve yoksulluğa itmektedir. 
2. A. G. Frank ve metropol-uydu bağımlılığı 

Frank da birçokları gibi Batı'nın gelişmesini ve diğerlerinin gelişmemesini, Batı'nın diğerlerini sömürmesine ve ekonomik artı değerlerinin gasp edilmesine bağlar. 

Gelişme ve az gelişme kapitalizmin bazı içsel çelişkilerinin sonucudur. Birinci çelişki: Kapitalizm diğerlerinin tahribi üzerinde yükselir, yani diğerlerinin ekonomik artı değerlerinin gaspı ve kaynaklarının kullanılıp tüketilmesi üzerinde... İkinci çelişki: Kapitalizm metropolitan merkez ve yan uydulara kutuplaşır. Kapitalizm uydunun iç ekonomisini aynı çelişkiyle gebe bırakır ve böylece “metropolis - uydu” kutuplaşması uydularda da yaratılır. Bu durum az gelişmiş ülkelerin metropolist kapitalistlerinden az gelişmiş ülkelerin işçilerine kadar uzanan metropolis - uydu ilişkileri zincirini oluşturur. Kimsenin uydusu olmayan Batı sermayedar ve yönetici sınıfları az gelişmiş ülkelerin başkentleri için metropol olarak, başkentler de kendi ülkelerinin bölgesel ve yerel merkezleri için metropol olarak faaliyet gösterirler. Yerel toprak sahipleri ve tüccarlar kendi köylüleri, kiracıları ve topraksızları için metropolis görevi görür. Bu en alttaki gruplar herkesin uydusu ve hiç kimsenin metropolisi değildir. Her ara uydu kendi uydusunu sömürerek ekonomik artı değerin bir kısmını kendine bir kısmını da sisteme emer. Bu süreçte toplanan artı değer sonuçta dünya metropolisine ulaşır ve oradaki burjuvaziyi zenginleştirir (Frank, 1970:7). 

Frank'a göre, az gelişmiş ülkelerin burjuvazisi, metropolis burjuvazisi gibi, kendi boyunduruğundaki sınıflardan artı değeri gasp etmede araçtır. Fakat kendisi metropolis tarafından sömürüldüğü için, Batı burjuvazisinin Batı'da gördüğü klasik kalkınma rolünü yapamayacak kadar zayıftır. Dolayısıyla lumpen burjuvaziden başka bir şey değildir. 

Frank'a göre, Batı ile yakın ilişki kuran ülkeler en az gelişmiş, az ilişki kuranlar ise daha çok gelişmiştir (örneğin Meiji restorasyonundan sonraki Japonya... Japonya 1980 ve 1990'larda Amerika’yla yarışa girmiştir.) 

Frank, soldan gelen eleştiriler sonucu, önce teorisini Latin Amerika ötesine çıkartıp genelleştirmeye çalışmıştır. Daha sonra “bağımlılık” teorisini terk etmiştir. Frank'ın kalkınma ve az gelişmişlik konusunda ortaya attığı görüşleri şöyle özetleyebiliriz: 

(1) Dünyada bugün (1960'lar) metropollerle uydular arasında belli ilişkiler vardır; bu ilişkilerle metropoller gelişirken uydular az gelişir. Dünya metropolis bütünü tümüyle kucaklar ve hiçbir yerin uydusu değildir. Milli ve diğer alttaki metropollerin gelişmesi kendilerinin uydu statüleriyle sınırlıdır. Örneğin Buenos Aires ve Sao Paulo bağımlı milli metropolleri 19. yüzyılda büyümeye başladılar; fakat bugün İngiltere ve Amerika’nın metropollerine bağımlıdırlar. 

(2) Uydular metropollere bağları en zayıf olduğu zaman, örneğin dünya metropollerinde yaşanan depresyon ve savaşlar sırasında, gelişirler. Bununla beraber, metropolis krizden kurtulur kurtulmaz, uydular dünya sistemine yeniden emilirler ve sonuçta kriz sırasında elde edilen gelişme boğulur ve kendini sürdüremez. 

(3) Şimdi feodal ve geri olarak görünen alanlar, bir zamanlar izole olmamış ve kapitalist öncesi durumdaydı ve dünya metropolüne temel ürünler ve geniş kapital kaynağı sağlıyordu. Metropolisler tarafından terk edilir edilmez, bu alanlar gerilemeye başladı. 

(4) Azgelişmiş alanlarda, Latifundium (Güney Amerikan toprak ağalığı), milli ve dünya pazarlarının taleplerini karşılayacak ticari (commercial) teşebbüs olarak kuruldu. 

(5) Latifundium'ın geri ve feodalliğe benzer karakteri izolasyonun sonucu değil, dünya metropolü tarafından terk edilen tarımsal ve madencilik alanlarının gerilemesinin sonucudur. (Frank, 1966:23-30). 

(6) Frank’a göre kalkınmadan önce az gelişme yoktu. Bununla Frank az gelişmişlik ve gelişmişlik evrim safhalarını reddeder. Az gelişmişlik ve ekonomik kalkınma birbirine entegre olmuş, kapitalist sistemin ve gelişmenin aynı anda olan ve ilişkili ürünleridir. (Frank, 1975:43) Yani, Frank'a göre, az gelişmişlik gelişmeden önceki bir safha değildir. Benim anlatımımla az gelişmişlik kapitalist ideolojinin bir kavramıdır ve az gelişmişlik değil, az geliştirilmişlik, daha doğrusu geri bırakılmışlık vardır ve bu da kapitalist ekonomik düzenin, emperyalizmin yaratığıdır. 

(7) Frank'a göre kapitalizm, dünya çapında entegre olmuş tek bir sistemle gelişmiştir. Bu sistemin bir parçası diğerini sömürür. Bölgesel farklar da belirir: Az gelişmiş bölgelerde gelişmiş sektörler ve gelişmiş bölgelerde az gelişmiş sektörler, aynı dengesiz kapitalist gelişme sürecinin ürünleri olarak gelir (Frank, 1975). 

(8) Frank Latin Amerika'nın kapitalist az gelişmesinde üç çelişki görür: (a) Üreticiler ve işçiler tarafından yaratılan ekonomik artı-değerin kapitalistler tarafından tekelci gaspı ve kendine ayırma; (b) Metropolitan merkez ve yan uydulara kutuplaşma; (c) Kapitalist sistemin sürekliliği ve az gelişmişlik yaratılışı (Frank, 1967:6-14). 

(9) Frank (1969), Parsons'un “kalıp değişkenlerini”, Weber'in ideal tipini, Rostow'un beş safhalı kalkınma kuramını, antropologların Amerikan gizli servislerine yakın bağlarını ve liberal yönelimleri eleştirmiştir. Ayrıca, Amerikan dış yardımının Latin Amerika'da oynadığı emperyalist rolü, Brezilya'dan Amerika’ya kapital akımını inceledi. Casanova gibi “ilericilerin” çift toplum (= kısmen kapitalist kısmen feodal) içsel kolonicilik ve kapitalist öncesi görüşlerini reddetti. Furtado'nun reformculuğunun “devrimi önleme” olduğunu öne sürdü. Az gelişmiş bölgelerin sınıf yapısının uluslararası kapitalizmin kolonici yapısı tarafından biçimlendirildiğini, anti-emperyalist mücadelenin ancak sınıf mücadelesi olabileceğini öne sürdü. 

(10) Frank'a göre, kalkınmanın her ülkede aynı safhalardan geçerek olacağı varsayımı yanlıştır. Bugünün ileri kapitalist ülkeleri asla, bugünün üçüncü dünya ülkelerindeki gibi, az gelişmemişti, fakat gelişmemişti. Az gelişmişliğe üçüncü dünya ülkelerinin belli ekonomik, sosyal ve siyasal yapıları sebep olmamıştır; Az gelişmişlik, gelişmiş metropoller ve az gelişmiş uydular arasındaki ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür. Kısaca, kalkınma ve gelişme aynı pazarın iki yüzüdür, aynı sürecin iki ucu, kutbudur. Metropolitan kapitalist gelişme/kalkınma, dünya çapında üçüncü dünya ülkelerinde az gelişmenin gelişmesini yaratır. Bunun ana mekanizması uydulardan ekonomik artı-değeri drenaj etmedir. 

Meksikalı eleştirici bir grubun A.G. Frank'ı sosyal sınıflara eğilmemesiyle eleştirisine; Frank az gelişmişliği sınıf açısından, özellikle burjuvazi açısından anladığı savunusuyla cevap verdi: Burjuvazinin politikalarının ekonomik bağımlılığı nasıl güçlendirdiği ve az-gelişmişliğin gelişmesini (= az gelişmişin az gelişmiş olarak kalması anlamında) nasıl sürdürdüğünü anlattı. Bu burjuvaziyi “lümpen burjuvazi” ve bu burjuvazinin faaliyetleriyle çıkan az gelişmeyi “lümpen gelişme” olarak niteledi. Gerçi az gelişme kavramını kullanmaya devam etti fakat bu kavramın 1970'lerdeki kullanılışını, gerçeğin doğru bir şekilde kavranmasının, ideolojik, siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel ve psikolojik bakımlardan, “en utanmaz reddi” olarak niteledi (Frank, 1977:9). 

Frank 1970'lerde bağımlılık teorisinin değişen koşullarda yetersizliğini kabul etmeye başlamış ve sonunda bu görüşü terk etmiştir: Frank'a göre bağımlılık/az gelişme teorisinin önemi reddedilemez, fakat gerileyen büyüme oranı, karlar ve yatırımları içeren değişen dünya koşullarıyla bağımlılık teorisi son buldu veya en azından doğduğu Latin Amerika'da, doğal hayatının devrini tamamlamaktadır (Frank, 1974; 1977). 

Frank 1970’lerin ikinci yarısında dikkatini, özellikle Immanuel Wallerstein'in eleştirisinin etkisiyle, Latin Amerika dışına çevirdi. 

Frank, üretime ticari ilişkilerin hakim olduğu ve metropolis-uydu ilişkilerinin sınıf ilişkilerinden önce geldiği üzerinde durmasına rağmen, 1950 ve 1960'larda dünyada at oynatan emperyalist yayılma ve modernleşme teorisine o sıralarda geleneksel Marksizm yanında, güçlü bir şekilde karşı gelen alternatif bir görüş getirdi. Ayrıca, az gelişmişlik ve gelişmişlik konusunun/sorusunun dünya çapında incelenmesine ve entelektüel tartışmaların açılmasına büyük katkıda bulundu. 
3. Novack ve Mandel 

Novack'a göre kapitalizmin yayılmasıyla bir dünya pazarı ortaya çıktı ve kapitalizm, bütün kapitalist öncesi biçim ve ilişkilere girdi, fakat bu kapitalizm-öncesi ilişkilerin çoğu kaldı. 

Belçikalı ekonomist Ernest Mandel'in düşünceleri Novack'ın görüşlerinin çoğunun kaynağıdır. Mandel “geç kapitalizm” (late capitalism) görüşüyle, Marks, Lenin ve Troçki'nin fikirlerini birleştirip dünyanın İkinci Dünya Savaşı'ndaki durumuna göre “yenilemeye” çalışmıştır. Mandel’in yaklaşımında “Kapitalizm, üretimi sınırsız ölçüde genişletmek, etki alanını bütün dünyaya yaymak ve bütün insanları potansiyel satın alıcılar olarak hesaba katmak eğilimindedir” (1991:57). Kapitalist gelişme ve az gelişmişlik konusunda Mandel, devletlerin, bölgelerin ve endüstrinin dengesiz ve birleşik gelişmesine işaret ederek, bir gelişme ve az gelişmişlik sistemi belirlemiştir. Bu sistemde her parça birbiriyle karşılıklı ilişkidedir. Böylece artı-değer kar şeklinde, az gelişmiş ülke ve bölgelerin (kolonilerin ve yarı kolonilerin) sırtından sağlanır. Dolayısıyla kalkınma ancak az gelişmeyle birliktelik içinde olur: Az gelişmişliği sürdürür ve kendini bu sürdürme sayesinde kalkındırır (Mandel, 1975:102). Mandel'e göre, az gelişmiş bölgeler olmaksızın artı değerin endüstrileşmiş bölgelere transferi olamazdı, çünkü kapitalist dünya sistemi bütünleşik ve hiyerarşileşmiş bir gelişme ve az gelişme bütünüdür ve bu, farklı dönemlerde farklı biçimler almıştır. Serbest rekabet kapitalizmi döneminde, gelişme ve az gelişme bölgesel yan yanalık içindeydi. Klasik emperyalizm döneminde, 1945’den önce, bu emperyalist devletlerin gelişmesi ve koloni ve yarı koloni ülkelerdeki az gelişme uluslararası yan yanalıktaydı. Geç kapitalizm döneminde büyüme sektörlerindeki gelişmenin ve diğerlerindeki az gelişmenin genel endüstriyel yan yanalığında yatar. Mandel çalışmalarında, Amin, Prebisch ve Emmanuel’i Marks ve Ricardo'yu birleştiren “birleştirici” teorileri nedeniyle eleştirmiştir. Amin ve Emmanuel “dengesiz alışveriş” sorununun az gelişmiş ülkelerin farklı sosyal yapılarının problemlerine kadar geri gittiği fikrinde hem fikirdirler. Mandel, Frank'ın merkezdeki kapitalizmin artı değeri kendine ayırdığı ve böylece az gelişmiş ülkelerde az gelişmişlik ürettiği fikrine katılmaktadır. Fakat bağımlılık getiren mekanizmaların analizinde Frank’tan ayrılır. Mandel'e göre, Frank bu mekanizmaları, koloni ve yarı kolonilerdeki kapitalist dünya pazarının boyunduruğu altındaki, ekonominin kapitalist doğasında bulur. Mandel ise mekanizmaları, bu ülkelerin sosyal yapısını karakterleştiren kapitalist öncesi ilişkilerde görür. Daha açıkcası, Mandel üretim ilişkilerine öncelik verdiğini, Frank'ın vermediğini öne sürmüştür (Mandel, 1975:365- 366). 
4. Wallerstein ve Kapitalist Dünya Ekonomisi 

Amerika’nın “State University of New York at Binhangtom“ okulundaki “Fernand Braudel Center for the Study of Economics, Historical System and Civilization“ inceleme merkezinden çıkıp gelen Dünya Sistemi görüşü, “bağımlılık“ teorisinin açıklamalarını ve yaklaşımını yetersiz buldu.[2] I. Wallerstein'in liderliğinde devam eden bu görüş, Dos Santos, Frank ve Amin gibi bağımsızlık teorisinin ileri gelenlerinin görüşlerinin “yenilenmiş“ ve değişime uğratılmış bir biçimidir. Wallerstein, neomarksist yaklaşıma, kapitalist dünya ekonomisinin incelenmesini getirdi. Wallerstein'da, “metropolis“ kavramı “merkez“ ve “uydu“ kavramı da “yan (çeper)“ olur. 

Wallerstein'e göre 16. yüzyıldan beri dünya kapitalist ekonomisi vardır ve coğrafya olarak üç bölgede toplanırlar: Merkez, yarı perifer (yarı yan) ve perifer (yan). Merkez, sisteme egemendir; perifer ve yarı periferin ekonomik artı-değerini süzer alır. Milli devletler ayrı veya paralel tarihe sahip olan toplumlar değildir. Bir bütünü yansıtan parçalardır. Dünyanın farklı ülkeleri kapitalist dünya ekonomisinde farklı roller oynarlar. Farklı iç sosyo-ekonomik profillere ve farklı politikalara sahiptirler. Bir ülkenin iç sınıf çelişkisini ve siyasal mücadelelerini anlamak için önce bu ülkeyi dünya ekonomisine yerleştirmek gerekir. Böylece, belli bir devlet içindeki belli grupların avantajına veya dezavantajına olan çeşitli siyasal ve kültürel girişimlerin, bu dünya ekonomisi içinde bir pozisyonu değiştirme veya tutma yollarını anlayabiliriz. 

Wallerstein'e göre, (1) Sosyo-ekonomik yapı, dünya pazar firsatları ve teknolojik üretim olanakları tarafından belirlenir; (2) Devlet yapı ve politikaları egemen sınıf çıkarlarına göredir. 

Wallerstein'e göre, merkez, yarı perifer ve perifer, günlük tüketim için gerekli mallardaki dünya pazarı ticaretiyle birbirine bağlıdır; merkez (Batı) sisteminin “yan” sayesinde gelişir ve “yan” bu süreç sonucu gelişmez. Wallerstein'e göre, bugün üç parçalı dünya egemenliği sistemi vardır: 1. Endüstri üretimi ve ticarileşmiş tarım yapan “merkez” kapitalist devletler; 2. Merkez tarafından sömürülen ve “yan”ı sömüren “yarı yan” devletler (Kanada, Avustralya, Japonya ve İtalya gibi); 3. Temel olarak ihracat ve merkezde tüketim için üretilen sınırlı çeşitteki temel ürünler üzerine uzmanlaşmış “yan” devletler . 

Wallerstein'e göre, bağımlılık ve az gelişmişlikten kurtulmanın tek yolu Batı ile ilişkilerin kesilmesidir; bunun barışçıl yolla yapılması olanaksızdır, dolayısıyla tek çare alttan gelen protesto ve devrimdir. 

Wallerstein dünya sistemini tek iş bölümü ve birçok çoklu kültürel sistemle bir birim olarak niteledi. Wallerstein’ın çalışmalarında kapitalizmi ticarete dayanan iş bölümüyle eşitlemesi, Paul Sweezy tarafından eleştirilmiştir. Wallerstein'e göre, milli kalkınmanın safhalarından değil, dünya sisteminin safhalarından bahsedebiliriz. Modern dünya sistemi kapitalist üretim tarzıyla eş anlamdadır, dolayısıyla, ona aittir. Fakat gene de, total sistem içinde görevsel bakımdan belli roller oynayan merkez, yarı perifer ve perifer gibi tabakalara ayrılır. Wallerstein'in “dünya sistemi“ analizi, sistemin çok taraflı ilişkilerine ağırlık vererek bağımlılık teorisinin tek taraflı “metropol - uydu“ karakterini değiştirmiştir. Buna paralel olarak, 1980'lerde merkez - merkez ve uydu - uydu ilişkileri incelemeleri “merkez - uydu“ incelemesi kadar önem kazandı. Bununla beraber, Wallerstein'in yaklaşımı da bizi tarihsel somut sınıf analizine diğer bağımlılık yaklaşımlarından daha da yakınlaştırmadı. Bütün olanlar, süreçler, grup kimlikleri, sınıf ve devlet, total sistem içinde, total sisteme göre açıklandı. Wallerstein sosyalist ülkeleri de tek bir dünya sistemi içine sokar: Sosyalist ülkeler de kapitalist pazar sisteminin işleme biçimine uymak zorundadır. 

Skocpol'a göre (1977) Wallerstein milli sisteme karşı dünya sistemini sunarak “ayna imajı tuzağına düşmüştür.[3] Devrimci revizyonist veya neo-marksist bağımlılık teorisi kapitalist dünya sisteminin sömürgen karakterini etraflıca göz önüne sermekte oldukça başarı sağlamıştır. Fakat kapitalist kalkınma ve az gelişmişliği açıklarken tüm ağırlığı sadece sömürüye vererek teorilerini oldukça sınırlamışlardır. En önemli noksanlıkları yeterince içsel faktörlere, özellikle üretim biçimi ve ilişkilerine önem vermemeleridir. 
5. Amin ve emperyalist merkez ve uydu halkları 

Mısırlı Samir Amin, kapitalizmi dünya seviyesinde iki kategoride inceler: merkez ve uydu. Merkez ve uydu arasındaki temel fark şudur: Merkezdeki kapitalist ilişkiler içsel süreçlerin neticesidir ve uydudaki kapitalist ilişkiler dışarıdan sokulmuştur. Dolayısıyla, merkez ekonomiler otosentriktir. Otosentrizm, kitle tüketim mallarını üreten sektörle sermaye malları üreten sektör arasındaki içsel ilişkinin dengeli olması demektir. Bunun aksine, uydu ekonomileri kendilerine hükmeden merkezdeki birikimin mantığına tabidirler. Uydu ekonomilerde düşük ücretler, ve dolayısıyla yüksek işgücü verimi dengesiz mübadele ve süper sömürü için temel olur. 

Amin'e göre, emperyalist dönemde yeni kapitalist merkezlerin kurulmasına kapılar kapalıdır ve sosyalist devrim gereklidir. Amin'in bunu söylediği 25 sene önceki durumla bugün farklıdır: Gerçekte, uluslararasılaşma, Japonya'nın güçlenmesi ve Avrupa’nın ekonomik birlikle getirdiği mücadeleyle ekonomik tek merkezlilik anlamını yitirmeye başlamıştır. 

Amin'de dünyadaki temel çelişki emperyalist merkez ile uydu halklarıdır. Dolayısıyla, uydu’da sosyalist devrim milli kurtuluştan farklı değildir. Yerel burjuvazinin liderliğinde ulusal kurtuluş imkansızdır; bu nedenle önderlik edecekler köylüler ve işçi kitleleridir. 

Amin, emperyalizmi ana düşman olarak gösterir. Uydunun içsel sınıf yapısını ve bu yapının ilişkisiyle sürdürülen sömürüyü görmemezlikten gelmektir. Bunun siyasal sonuçlarından biri, bu ülkelerdeki işçi hareketleri anti-emperyalist ve anti-kapitalist nutuklarla milliyetçi veya İran’da olduğu gibi dinci anti-emperyalist hükümetler tarafından bastırılır. Ecevit ve Papandreau gibi 1970'lerin sosyal demokratlarının, sosyalist yöne yönelmeksizin anti-emperyalist nutuklarla pozisyonları güçlenir. 

Amin bağımlılık teorisini Afrika’ya uygulamıştır. Amin'e göre uydunun, özellikle Afrika'nın geriliği uydu ile merkez arasındaki dengesiz mübadeleden dolayıdır. Dünya sisteminin global dengesizliği alçak ve yüksek ücretin ülkeler arasında bölümü üzerine dayanır. Bir kez kuruldu mu, bu dengesizlik dünya pazarının işlemesiyle sürdürülür ve arttırılır; bu yolla merkez, uyduların ekonomilerini kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimde çarpıtır. (Dengesiz uzmanlaşma, peşin para ile satılan mahsul üretimi ve ihracatı, tarım işçilerinin iş yaratmadan proleterleştirilmesi ve üretim sürecinden çekilmesi gibi.). Bu çarpıtma ekonomiye geriletici etki yapar. Bu da modernleşme teorilerinin öngördüğü kendi kendine yeterli büyümeyi engeller. 

Amin sistematik bir şekilde ana yolun siyasal ekonomi ve kalkınma görüşlerini eleştirmiştir: Dünyayı gelişmiş ve az gelişmiş olarak ayıran görüşlerden farklı bir yaklaşım ortaya atmıştır. Amin'e göre biri sosyalist, diğeri kapitalist olan iki tür dünya pazarı yoktur. Batı Avrupa’nın da düşük olarak katıldığı tek bir kapitalist dünya pazarı vardır. Amin az gelişmeyi, her yerde görülen üretimin, ekonominin farklı sektörleri arasındaki iletişimin yetersizliğiyle gelen verimliliğin dengesizliği; ekonomik dağılma ve bağımlılığın neticesi olan dıştan gelen egemenlik bakımlarından tanımlamıştır. Dengesiz verimlilik her yerde hatta ileri ülkelerde bile görülür. Merkezde büyüme, gelişmedir. Uyduda büyüme, gelişme/kalkınma değildir. Dünya pazarına entegrasyona dayanan uydudaki büyüme “az gelişmenin gelişmesidir“. Amin “üçüncü dünya” ve “az gelişme” kavramları yerine, “yandaki kapitalist biçimlenme” kavramını getirmiştir. Amin'e göre, üretim biçimine eğilme her ülkede milli kapitalizmlere ve burjuvazi-proletarya ilişkilerine dikkati çeker. Bu fokus dünya çapında kapitalist biçimler sistemine kaymalıdır; çünkü çelişki dünya burjuvazisi ve dünya proletaryası arasındadır. Bu ikisi arasındaki çelişki kapitalist üretim biçiminden değil, sistemdeki merkez ve yandaki biçimlenmeden kaynaklanmaktadır. 

Amin, Batı'nın işçi ve işçi sendikalarını, tekelci kapitalin suç ortakları ve global ölçüde “gerçek” işçi sınıfının (= köylülerin) düşmanı olarak suçlamıştır. 


[1] Alman iktisatçı Hans Singer ile birlikte yaptığı çalışmasında Prebisch, Üçüncü Dünya ülkeleri ile sanayileşmiş kapitalist ülkeler arasındaki uluslararası tarım ve sanayi ürünleri ticaret hadlerinin uzun dönemde tarım ürünleri aleyhine değişmekte olduğunu ve bunun ticarete konu olan ülkeler arasındaki sömürüyü gösterdiğini ifade eder. "Singer-Prebisch" adıyla anılan yaklaşım için daha ayrıntılı bilgi: Singer (1968). 

[2] 1902-1985 arasında yaşamış, Fransız İktisat tarihçisi , F. Braudel, anlatımcı ve olaycı tarih yazımına karşı çıkarak yapısal bütüncülük anlayışını savunan “Annales” ekolünü oluşturmuştur. 

[3] Ayna imajı: bir eski paradigmadan polemik zıtlıktan geçerek yeni paradigma yaratmaktır. Modernizm teoristlerinin ideal tipe bakıp gelenekseli ve modernliği yarattıkları gibi.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...