Dünyanın her yerinde devam eden koloniciliğe karşı ulusal\milliyetçi bağımsızlık mücadeleleri İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında başarıyla devam ederken, eski koloniciler kolonilerini kaybetmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa kolonicileri bağımsızlık arayan güçlere karşı kontrolü yitirdiler. Amerika hem bu kontrolü kendi çıkarına yeniden kurmak, hem bağımsızlıkla kapitalist ticarete kapanacak kapıları açmak, Sovyet etkisini asgariye indirmek için eski kolonicilerin görevini yüklendi (Magdoff, 1978:67- 68).
İkinci Dünya Savaşı sonrası ve 1950 ve 1960'lar, ulusal bağımsızlık hareketlerinin başarıları ve eski kolonilerin yok olması; resmi olarak bağımsız ülkelerin kurulması ve kurulur kurulmaz eski sömürücüsünün ya da yeni sömüreninin, yeni sömürgesi biçimine dönüşmesi yılları oldu. Bu ülkelerle birlikte “az gelişmiş” kategorisindeki ülkeler, insan nüfusunun üçte ikisine yakınını içerir. Bu insanların insanca yaşama hakları ellerinden alınmıştır ve bu da dünya çapındaki direnmenin temel nedenidir.
1960'ların ilk yarısında bağımlılık ve az gelişmişlik teorisi önem kazandı ve kapitalist modernleşmeyi eleştirerek kısa zamanda iletişim ve kalkınma konusunda dikkatleri üzerine çekti.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler (BM) anlaşması ve kurulması, dünyanın yeniden bölüşümünün tespiti ve tanınmasıydı. BM'le kurulan dünya düzeni bağımsızlık mücadeleleri ve engellemeler, soğuk ve sıcak savaş tarihi olarak devam etmektedir. Bu mücadelelerle, yeni kolonicilik sistemi ve buna karşı direnişler mücadelenin biçimini değiştirdi. Yeni kolonicilik en geniş anlamıyla, yasal ve siyasal-kurumsal bakımdan bağımsız görünen bir ülkenin egemen bir dış güç veya güçlerin ekonomik, siyasal, kültürel ve ideolojik çıkar yapılarına uyumlu bağımlılığıdır. En dar anlamıyla, ülkenin ekonomik işleri ve ekonomik politikaları üzerinde dış bir ülkenin veya yabancı özel çıkarların yüksek derecedeki etkisinin olduğu ilişkiler yapısıdır. Magdoff’un belirttiği gibi (1978:73) yeni kolonicilikle, eski koloniciler kültürel egemenlik kazanır. Yeni kolonicilik, Batı'nın örgütlenme biçimi, kültürü, ekonomik ilişki tarzlarının zoraki empozesi olarak ele alınmamalıdır: Yeni kolonilerin yönetici sınıflarının bazılarının istekle, bazılarının teşvikçi kazançlarla, bazılarının başka çıkar yol bırakmayan çeşitli baskılarla ortaklaşalığı/katılması, yeni kolonici politikaların taşıyıcısı olması veya yapılmasıyla oluşturulan ve geliştirilen bir süreç olarak ele alınmalıdır. Bu süreç, günümüzde, total kontrol arayışını getirir. Türkiye’nin her köşesinin Amerikan iletişim ve istihbarat şebekesi ağlarıyla kaplanması ve bunun iletişim uydularıyla Amerika’ya bağlanması, Batının tüketim mallarının ve Amerikan tüketim kültürünün egemenliği, uluslararası şirketlerin ürünlerinin Anadolu’nun her köşesine yayılması, devlet politikalarının, yasal düzenlemelerin ve uygulamaların bu tür kültür ve yayılmayı kolaylaştırıcı biçime dönüştürülmesi, ulus içi şirketlerin dış şirketlere bağımlılığı, uluslararası finans ve “yardım” örgütlerinin uyguladığı politikalar yeni koloniciliğin kontrol örnekleridir..
Yeni kolonicilik tanımını ilk kullanan Gana lideri K. Nkrumah olmuştur: Yeni koloniciliğin özü, ona bağımlı devlet teoride bağımsızdır ve uluslararası bağımsızlığın bütün tuzağa düşürmeleriyle karşılaşır. Gerçekte, devletin ekonomik sistemi ve, dolayısıyla, iç politikası dışarıdan yönetilir (Nkrumah, 1965).
1960'ların ortalarında, “Metropolis - Satellite” ilişkileri modeliyle gelen P. Baran'ın öğrencisi A. G. Frank'ın teorisiyle, modernleşmede ilgi odağı az gelişmiş ülkelerin yapıları ve halklarının psikolojik özellikleriyle ilgilenmekten milletlerarası ortama, toplumlar arası ilişkilere ve fakir ülkelerin halklarıyla endüstriyel ülkelerin halkları arasındaki bağlara, siyasal ekonomiye, sınıf ve sınıf kültürü analizine kaymaya başladı.
1960 ve 1970'ler yeni koloniciliğe karşı direnişin ve egemen güçlerin soğuk ve sıcak savaş saldırılarının yoğun olduğu yıllardı. Bu savaş pratikleri, teorilerin test edilmesi ve yeniden düzenlenmesi ve geliştirilmesi olanaklarını sağladı. Mücadelelerle geçen 1970 ve 1980'lerin bir kısmında içteki yönetici sınıflar ve dünya pazarının egemen güçleri, kendilerini UNESCO ve BM'de savunma durumunda buldular.
Yeni koloniciliğe direniş arttıkça karşı tedbir alma politikaları ve uygulamalarında iletişimin önemi daha çok arttı. Buna karşı mücadele edenler de, iletişimin ne denli hayati olduğunu deneyimleyerek yaşadılar. Schiller'in özlüce belirttiği gibi “iletişim kanalları ve mesajlar, askeri güçler ve uluslararası banka sistemlerinin sınırlaması altında olduğu kadar, egemenlik yapısının bir parçasıdır” (1984:250).
A. DİRENİŞİN DİLİ
Direniş ayni zamanda dilde mucadeleyi de içerir. Direniş kendi anlatım tarzıyla gelir ve bu anlatımda egemenin kullanmadığı veya negatif anlamlar yükleyerek kullandığı kavramlar vardır.
Mutlak artı değer (absolute surplus): Günlük ücreti yükseltmeden çalışma gününü uzatarak elde edilen değer.
Birikim (accumulation): Kapitalistin, malları satarak bu satıştan elde ettiği parayı sermayeye dönüştürmesi.
Burjuva demokratik devrim: Batı kapitalist siyasal, ekonomik ve kültürel yapısının bir toplumda egemenliği anlamında kullanıldı.
Burjuvazi: Kapitalist sınıf, üretim araçlarının sahipleri anlamında kullanıldı.
Sermayenin devri (circulation, dolaşım): Pazardaki kapital, piyasalardaki sermaye. Genellikle ticaret pazarı ve kapitalin\sermayenin dolaşımı.
Kolonici bağımlılık: Bir ülkenin toprağı, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ve işgücünün (emeğin) siyasal yapı yoluyla doğrudan bir diğer ülkeye bağlılığıdır. Yeni kolonicilikte bu bağ doğrudanlıktan çıkar ve ülke resmi olarak bağımsızdır fakat kültürel, siyasal ve ekonomik yapılar ve işleyiş biçimleri dış güçlere bağımlı olunduğunu gösterir.
Bağımlılık: Sermayenin birikimi ve yayılmasının, genişlemesinin dinamik olmadığı ve neticede yayılabilen ve kendi kendini sürdürebilen egemen ülkelere bağımlı olduğu durum. Gerçekte bağımlılık dendiğinde kapitalist ülkelere olan ekonomik ve siyasal bağımlılık anlatılır. Kapitalist ülkelerin bağımsızlığı, bu bağımlılık ilişkileri içinde, sonradan 1980 ve 1990'larda karşılıklı bağımlılık olarak nitelenmiştir. Aslında kapitalist sistemin bağımsızlığı sömürü egemenliği olarak anlaşılmalıdır. Kapitalist ülkelerin kendi kendilerine yeterliliği, ancak bağımlı ülkelerden aldıkları kaynaklarla sağlanmaktadır. Dolayısıyla, bu “kendine yeterlilik, veya bağımsızlık görecelidir ve bağımlıyı sömürmeden sürdürülebilirliği şüphelidir. Bağımlılık kavramı da oldukça yanlış konumlandırılmış bir kavramdır. Aynı zamanda, ilişkiler gerçeğini oldukça yanlış yansıtır: Sanki azgelişmiş denen ülkeler gelişmiş ülkeler olmasa açlıktan ölürler anlamında bir bağımlılık iletilir. Az gelişmişlik kavramı da bu anlamı destekler. Bağımlı ülke, bağımlı bebek gibi, bakılmaya, güdülmeye, yönetilmeye muhtaçtır. Gerçekte, bağımlı olan ülke değildir; ülke içindeki egemen güçlerin çıkarlarını gerçekleştirmek için dışa isteyerek veya zorunlu kalarak bağımlılığıdır. Örneğin Arap şeyhlerinin Batının savaş teknolojisine bağımlılığı, Arap halkının bağımlılığı değildir, Şeyh ve ailesinin ve çevresinin bağımlılığıdır. Anadolu’nun 65 milyon halkının uluslararası sermayeye bağımlılığı, emek sömürüsü düzeniyle gelen köleleştirmedir. Nasıl olur da insan kendinden beslenen sömürgene “bağımlı” olur? Sömürülenin bağımlılığı yaşam koşulları elinden alınanın köle durumuna düşürülmesidir. Kapitalist sınıflar toplumsal üretimin yapılmasında, teknolojik üretim araçlarına ve diğer sermayeye sahiptirler; fakat, emek olmadan onların hiç biri değer yaratamaz. Dolayısıyla bağımlılık, kapitalist sistemin ücretli köleliğiyle yaratılan bir durumdur. Bu durumda, bağımlı sömürgen bağımsız olur, bagımsız sömürülen de bağımlı duruma düşer.
Az gelişmenin gelişmesi: A.Gunder Frank ve diğer Neo-Marksistler'e göre, kapitalizm uyduların (bağımlı ülkelerin) ekonomik artı değerini kendine ayırma yoluyla metropolis merkezlerde ekonomik büyüme yaratır. Böylece uydudaki duraklamaya ve az gelişmeye katkıda bulunur. Soruna sınıfsal ve ulus içi ve uluslararasını birleştirerek bakarsak, az gelişmişliğin veya “geri bırakılmışlığın” gelişmesi, ekonomik sömürü nedeniyle geri bırakılanın, gelişmede her attığı ileri adımın veya sağladığı gelişmenin emperyalist pazar sistemi içinde vardığı yerde geri bırakılmışlığını yeniden kazanmasıdır. Azgelişmişin gelişmesi veya geri bırakılmışın gelişmesi her ulaşılan koşulda kendini ücretli köleliğin herhangi bir durumunda bulmasıdır. Günümüzdeki egemen koşulların başka tür sonucu olamaz.
Çifte toplum: Kentlerde kapitalist ve kırlarda feodal ekonomik yapıya sahip olan ülke anlamında kullanılır. Bazı kuramcılar azgelişmiş ülkelerde çift ekonominin olduğunu savunurlar. Bu ikilik örneğin ülkenin feodal mi yoksa kapitalist üretim biçimine sahip olduğu sorusuna çözüm getirir. Dünyaya bakarsak, en ilkel üretim biçiminden en ileri kölelik biçimine kadar çeşitli üretim biçimleri ve ekonomiler görürüz. Karadeniz'de hamsi tutmanın egemen bir üretim tarzı olması, bir başka yerinde göçebe hayvancılık yapılan bölgede ilkel göçebe üretim tarzının olması, Orta Anadolu'nun birçok yerinde ilkel tarımdan modern tarıma kadar çeşitli biçimlerin olması, İstanbul ve Ankara’da Fortune 500 'da adları sıraya giren Türkiyeli kapitalistlerin olması, Türkiye’yi çift ya da onlu toplum mu yapar? Evet çeşitli üretim biçimlerine rastlarız, fakat 1990'ların Türkiye’sinde egemen olan üretim biçimi uluslararası sermayenin ortak işgalindeki kapitalist üretim tarzıdır. Daha kötüsü, Osmanlı İmparatorluğu'nun duraklama devrinden beri “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmaya, “asrileşmeye, modernleşmeye, Batılılaşma'ya, çağını yakalamaya, ve kalkınmaya” çalışılmaktadır. Bu nedenle, Cumhuriyet dönemiyle Batı'nın ekonomik, siyasal ve kültürel değerlerini Anadolu’nun üzerine oturtarak “Batılılaşma” ve “kalkınma” ile Batı’nın “istekli yeni sömürgesi” olma yolunda kararlı olan bağımsız Türkiye; 1990’ların ortasına gelindiğinde, uluslararası sermayenin cenneti olmaya başlamış ve bu cennette “ulusal burjuvazi” denen “toptancılar” dış sermayenin acentalığını, taşeronluğunu, yüzdeciliğini ve montajcılığını yapan asalak sömürgen karakterinden öte gidemez duruma gelmiştir. Bu satma-sömürme ortaklığına, kamu zenginliklerini peşkeş çeken ve uluslararası firma düzeninin ideolojik sözcülüğünü yapan siyasal yönetim de katıldı. Dış ve iç sermaye ortaklığında, özelleştirme, teşvik ve desteklerle Türkiye’nin 1990’lardaki devlet düzeni “çoğul” yollarla “çoğul soygunun” yapıldığı bir yapıya dönüştürüldü. Atatürkçü bağımsızlık bağımlılıktaki Atatürkçü söylem oldu.
Ekonomik artı-değer: Marksizm'in temel kavramlarından biridir. Paul Baran'ın basitçe anlatımıyla, artı değer, bir toplumun ortaya çıkardığı, meydana getirdiği, ürettiğiyle, tüketimi arasındaki farktır. Bunu bir üretim birimine uygularsak, örneğin bir fabrikada emeğin yarattığı değer ve bu değere karşı aldığı ücret arasındaki dengesizlik farkının, kapitalist tarafından kendine mal edilmesidir.
Finans kapital: Banka kapitali. Tefecilerin kapitalist sistemde banka kurarak hem kendi paralarını hem de küçük bir faiz karşılığı topladıkları parayı, geriye daha fazla faizle, özellikle kapitalist firmalara vererek yaptığı iş.
Emperyalizm: Lenin'e göre, kapitalizmin en son basamağı; kartellerin, tröstlerin, holding firmalarının çıkması ve endüstriyel tekellerin büyümesi; dünya çapında dev firmaların türeyerek tekelci bir kapitalist dünya pazarı kurması; bu yayılmayı destekleyen ve garantileyen kültürel, siyasal ve askeri yayılmadır. Günümüzdeki kültürel, ekonomik, siyasal ve askeri yayılma (emperyalizm) “işgal” olarak nitelenmemekte, ekonomide serbest ticaret ilişkisi; siyasette devletlerarası ilişki, kültürde kültürel alışveriş, askeri yayılmada ise demokrasiyi koruma olarak nitelenmektedir.
İçsel kolonicilik: Bir ülke içinde egemen ve güçsüz gruplar arasında kolonici ilişkiye benzer ilişkidir. Örneğin metropolisteki egemen tekelin metropolis dışındaki yerli toplulukları, azınlık grupları üzerinde egemenlik sürmesi. Sınıf kavramını kullanmaktan, sınıf mücadelesini kullanmaktan çekinince, yeni kavramlar yaratmak gerekir. Örneğin bir ülkedeki içsel kolonicilikte, geri bırakılmış tarım alanları kentleri besleyen koloni olarak nitelenebilir. Eğer konuya sınıf açısından bakarsak, içsel kolonicilik sınıf egemenliğine verilen bir başka isimdir. Metropolis ve çevresi (uydusu) teorisine uydurmak için yaratılmıştır.
Üretim araçları: Toplumsal üretimi gerçekleştirmek için kullanılan emek, ham maddeler ve teknolojik araçların hepsi.
Üretim biçimi: Üretim gücü ve ilişkilerinin dinamik bileşim toplamıdır. Toplumun belli bir tarihsel anda kendini sürdürmedeki tarzıdır. Siyasal anlamda toplumun örgütlü biçimidir.
Üretim ilişkileri: Belli mülkiyet yapısındaki ve yapılar arasındaki –belli zaman ve yerdeki üretim tarzındaki – etkinlikler\faaliyetler.
Yetersiz tüketim (Under-consumption): Geleneksel olarak, iç tüketimin endüstriyel ülkelerdeki üretimi emmeye yeterli olmadığı, neticede pazar bulmak için emperyalizme başvurulduğu durumdur. Son zamanlarda bu kavram, burjuva tüketiminin sınırlı oluğu geri ülkelerdeki az gelişmeyi açıklamada kullanılır.
Yabancılaşma (alienation): İnsanın evrensel doğasından veya arzu edilen insanlık durumundan ayrılmasıdır. Değişim, yabancılaşmaya karşı verilen bir cevaptır. Değişimle, insan yabancılaşmayı artan bir şekilde ortadan kaldırır. Kavram aynı zamanda, emeğin, kapitalist mülkiyet ilişkileri içinde ücretli-kölelikten geçerek, ürettiğinden edilmesi anlamınadır. Benim kendi kitabımı kitapçıdan satın almam gibi…