CİLALI BAŞ DEVRİ 21. YÜZYILDA İNSANLIK:

MODERNLEŞMENİN SİYASAL SOSYOLOJİSİ VE PSİKOLOJİSİ

Modernleşme siyasal bilimde “millet yapma, ülke kurma” adı altında, burjuva siyasal kurumlarının diğer ülkelere transferi ve işleyişi, sorunları ve bu sorunlara çözümler üzerinde durur. Siyasal modernleşme Batı'nın parlamenter sistemine geçişi ve sistemin meşruluğu, istikrarı ve istikrarsızlığı, kısaca burjuva siyasal sisteminin sürdürülmesi üzerine eğilir. 

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlık kazanan eski koloniler, eğer Marksist iktisadı seçmedilerse, eski kolonici gücün siyasal sistemini kendilerine aldılar. Bu yeni koloniciliğe doğru en büyük ilk ön adım oldu. Türkiye gibi önceden kolonileşmemiş fakat burjuva devrimiyle kapitalist yolda “ülke kurma” işine girişmiş toplumlar da, yeni koloni olma yolunda oldukça ilerlemişlerdir ve 1950'lerin sonu ve 1960'lar, bu ülkelerin yeni koloni duruma geçişlerinde önemli adımların atıldığı ve karşı mücadelelerin verildiği yıllar olmuştur. Eski koloniler bu süreci 1950 ve 60’larda ulusal bağımsızlık mücadelesiyle aynı zamanda yaşamaya başlamışlardır. Yeni koloniciliğe geçişe karşı, içte anti-emperyalist ve anti-kapitalist direnmeler olmuştur. 1970'lerde bu direnmeye, ırksal azınlıkların kendi bağımsızlık kazanma mücadelesiyle gelen iç savaşlar katılmıştır. Elbette ırksal azınlıkların emperalist güçler tarafindan klasik “böl ve yönet” biçimi kullanimi deam etmiştir. Bağımsızlık savaşları çoğunlukla burjuva düzene geçiş arayışı yerine, burjuva düzeninden kurtuluş ve kendi özünü koruyan ve geliştiren bir sistem arayışı yönünde olmuştur. 

Burjuva bilimi, diğer ülkelerin bağımsızlık ve kendi geleceklerini kendileri tayin etme mücadelelerini modernleşmenin geçici sancıları olarak sundu ve bu sancıların neden ve sonuçlarını açıkladı. Çare olarak da, genellikle, açıktan demokratik süreçlerin demokratlaştırılmasını ve siyasal katılmanın yaygınlaştırılmasını savunurken, örtülü olarak demokrasi ve insanlık düşmanı askeri cuntaları ve “güçlü lider” olarak nitelenen burjuva siyasal kurumları üzerinde oturan diktatörleri desteklediler. 

Moderleşmenin siyasal boyutunda iki yaklaşım ön plandadır: Birincisi modernleşmenin siyasal sürecini ve bu süreçte iletişimi ele alan Pye grubunun yaklaşımıdır. Bu yaklaşım modernleşmeyi Durkheim ve Parsons'dan geçerek gelen farklılaşma kavramı çerçevesinde inceler. Yani, siyasal modernleşme görüşü sosyolojik yaklaşımın paralelidir: Örneğin Coleman (Pye grubundan) siyasal modernleşmeyi (a) siyasal yapıdaki farklılaşma; (b) siyasal kültürün laikleşmesi; (c) toplumun siyasal sisteminin gelişmesi olarak niteler. Bu “modernleşmede,” örneğin, siyasal kurumlar ve roller farklılaşır; yasal biçimler ve ideoloji dinden ayrılır. Modernlik görevsel uzmanlığın artması, dolayısıyla daha çok yapısal kompleksliğin oluşması, siyasal kurumların yüksek derecede karşılıklı bağımlılığı olarak gerçekleşir (1990:31). Durkheim’den alınan farklılaşmaya, (genellikle işbölümündeki artma ve çeşitlenme üzerine) eğilen siyasal bilimcilere göre, geleneksel toplumlar basit yapılara sahiptir, roller uzmanlaşmamıştır ve kurumlar birbiriyle yakından ilişkilidir. Modern toplumların çıkışı rol ayrılığı, kurumsal farklılaşma ve dinamik bölünmelere ayrılmış sosyal yapıyı gerektirir. Her ülkenin kalkınması için aile kendi üretim görevini uzmanlaşmış fabrika ekonomisine bırakmalıdır; kültür laikleşmeli ve dinin etkisinden ve pratiğinden ayrılmalıdır; eğitim-öğretim, ekonomi ve siyasette rol spesifikliği egemen olmalı ve pazar ekonomisini, para bağını ve bireysel hareketliliği üretmelidir. Yani modernleşme, geleneksel toplumun Batı'nın gelişmiş, ekonomik bakımdan zengin ve göresel istikrara sahip milletlerini belirleyen teknoloji tipleri ve bunlara uygun sosyal organizasyona toplam transformasyondur. Kısaca, modernleşme: 

(a) “safhalı” bir süreçtir; 

(b) Homojenleştiren bir süreçtir (vatanın bütünlüğü), 

(c) Avrupalılaşma, Amerikanlaşma'dır; 

(d) Evrensel, geri dönülmez bir süreçtir: Başladı mı durdurulamaz; 

(e) İlerici bir süreçtir; 

(f) Uzun zaman alan bir süreçtir; 

(g) Sistematiktir: Sistemin her alanında olan bir süreçtir; 

(h) Dönüşümcüdür (gelenekten moderne dönüşüm). (Huntington, 1976:30-31). 

İkincisi, genellikle birincinin geçerliliğini özellikle 1960'ların sonlarına doğru yitirmesiyle 1970'lerde önem kazanan ve modernleşme ile siyasal istikrarsızlık ve krizler üzerine eğilen görüştür. Bu yaklaşım siyasal istikrarsızlığı, siyasal tutumlar ve davranışlar açısından açıklar. Smelser, Huntington ve Coleman az gelişmiş ülkelerde “modernleşme\ kalkınma krizleri (veya siyasal istikrarsızlıklar) olduğunu ve milli devletlerin kalkınmak için bunların üstesinden gelmesi gerektiğini belirtirler (1990). Modernleşme krizlerini şöyle özetlenmektedir: 

Modernliğe geçişte ulusal-kişilik krizi: Buna örnek olarak bir zamanlar Türkiye’de sorulan “önce nesin, Müslüman mı yoksa Türk mü?” sorusuna aranan egemen cevabı verebiliriz. Elbette, ulusal kişilik krizine benim yorumum oldukça farklıdır: Okulda ben önce Türk olduğumu öğrenmiştim (egemen Atatürkçü Batılı eğitim sistemi); Fakat bizim köyün hocası önce Müslüman olduğumuzu düşünüyordu. Ben önce Türk kimliğini kazanırken hiçbir krizle karşılaşmadım. Aksine herkes gibi tipik milliyetçi faşist olarak yoğruldum. Fakat köyümüzün hocası farklı hamurla yoğrulmuştu: Anadolu'da egemen olan Arap kökenli din ve toplum yönetimi anlayışı... Onun krizi kişilik krizi değil, örgütlü dinin elden giden egemenlik krizinin ondan geçen ifadesiydi. Benim gibi gençlerin hissettiği ise, hocanın kaba güç baskısıydı (soruyu sorarken boğazımızı sıkması.) Modernistlerin bahsettiği kriz, modernleşme teorisinin ideolojik beyin biçimlendirme ifadelerinden biridir: Kriz var çünkü kişilerin geleneksel tutumlarıyla yenilikler arasında çatışma vardır. Bundan başka biçimde krizi açıklayamazlar, çünkü diğer tür açıklama, “krizler var çünkü toprak ağaları konmuş topraklara ve toprak reformu yapılamıyor; kapitalistler ücretleri ve fiyatları tespit ediyor ve çalışan insanlar yoksulluğa itiliyor, çare olarak ekonomik ve siyasal yapının yeniden düzenlenmesi gerekir” şeklindeki “bölücü” açıklamalar olacaktır. Günümüzde, ulusal kişilik görevsel olmadığı için, yerini uluslararası şirket politika ve çıkarlarına uygun olan “kimlikler” sorunu ve konusu aldı. 

Yeni devletin siyasal meşruluğu krizi: Bu oldukça açık, çünkü, eğer yeni devlet yapısı bir egemenlikten diğerine geçişse, eski güçlerin direnen bölümleri tarafından direnmeyle karşılaşır ve meşruluk ancak bu grubu kendinle bütünleştirerek veya onu fiziksel bakımdan ortadan kaldırarak (öldürerek veya bütün mal varlıklarını ellerinden alıp sürerek) sağlanabilir. Türkiye'de toprak ağalarının ve kompradorların yeni düzenle bütünleşmeleri daha kolay olmuştur; çünkü yeni düzeni oluşturan egemen güçler arasında yer alıyorlardı. Meşruluk krizi, laiklik ve Arap-İslam kültürünün Batı'dan transfer edilen siyasal kültürle çatışması sonucu çıkmıştır. Bu da, başından sarığı çıkarmayıp başkaldıranların başlarından olmasıyla sonuçlanmıştır önce. Şimdi 1990'larda ise örgütlü dinin siyasette egemenlik araması, meşruluk sorununu yeniden su yüzüne çıkartmıştır. Hiçbir egemen düzen kendi meşruluğunu soruşturan siyasal güce meşruluk tanımaya yanaşmadığı gibi, gerekli görürse onu ezer. 

Merkezi hükümetin toplum çapında politikalar uygulama krizi: Bu kriz gerçekte toplumdan kaynaklanan bir kriz değildir, hükümeti oluşturan ve hükümetle birlikte veya rakip yönetici güçlerden kaynaklanır. Bunun da önde gelen nedeni yönetici sınıflar içindeki çıkar çatışması ve bu çatışmada oynanan demokratik oyunun kurallarına kaybedenlerin uymamasıdır. Yoksa, hangi beş yıllık plan uygulaması halk tarafından tepkiyle karşılanmıştır? Belediyelerin A takımlarıyla (Amerikan faşist TV öğretisinin hediyelerinden biri) çevrelerini korumaya çalışan insanlara saldırdığı herhangi bir ülkede, politikalar zorla uygulanmaktadır. Kalkınma planları uygulanır; “kalkınmıyoruz” diye yaygara devam ederken, gerçekte kalkınanlar kalkınır ve ardından “kalkınmıyoruz” diyen kalkınanların yüzünden ortaya çıkan bütçe açığı ve enflasyon halka yüklenir. 

Sorun? Artan kitle taleplerini karşılayacak katılımcı kurumların eksikliğinde ortaya çıkan “katılma krizi.” Çare? Katılımcı kurumları çoğaltmak. Nasıl? Örgütsel farklılaşma ve özelleştirme. 

Çeşitli bölücü siyasal grupların entegrasyonu krizi: Siyasal grupların bazılarının egemen siyasal oyuna oyunun kurallarına göre katılıp, sonuçlarını kabullenip, ona göre bir politika izlememeleri durumudur. Bu da ancak siyasal hayat Amerikan tipi iki parti oyununa dönüştüğünde en iyi şekliyle gerçekleşecektir. Aksi taktirde, Türkiye'deki gibi, birkaç sol, birkaç sağ parti bölünmeleriyle, siyasal yönetim sürekli hükümet krizleriyle devam edecektir; bu sırada da elbette materyal zenginliklerin paylaşımı üzerine olan rekabet ve ortaklıklar sürecektir. 

Devletin kitlelerin beklentilerini karşılamak için yeterli mal, servis ve değerleri dağıtmaması ve ekonomik büyüme getirememesi durumunda yükselen “dağıtım krizi” de ideolojik uydurudur. Lerner’in iddiasının aksine, mal, servis ve degerlerin dağıtılmaması devletin beceriksizliğinden değil, üretim yapısı ve ilişkilerinin gerçeğinden kaynaklanır. Ayrıca, devlet ancak kamu malını dağıtır ve onu da gene zengine ve güçlüye peşkeş çeker. Örneğin, 1960 ve 70’lerdeki toprak reformlarının sonucu devletin dağıtmamasından değil, nasıl dağıttığındandır. Lerner’in Amerika’sında devlet dağıttığı veya bölüşümün hakkaniyet ölçülerine göre yapıldığı için mi “dağıtım krizi” yok? Lerner aslında yeni-sömürgecilerin çıkarına aykırı düşen tedbirlerin alınmasının o ülke için hayırlı olmayacağını söylemektedir. 

1. İletişim ve Ülke Kurma: Demokratik Farklılaşma? 

Farklılaşma yaklaşımının siyasal yapıdaki farklılaşması ve modernleşmesi siyasal bilimcilerin girişimleriyle geliştirildi. Askeri cuntalara, krallara ve şeyhlere askeri desteğin meşrulaştırılması da yapıldı: 1961'de Başkan Kennedy, Yabancı Yardım Yasası'nı getirdi. Bu yasa az gelişmiş ülkelerin toplumun her seviyesinde (eğitim, talim, kamu işi, tarım, taşıma, iletişim, sağlık gibi) kalkınmaya yardım girişimlerini yapan ordularına “yurttaşlık faaliyetlerini” desteklemek için yapılmıştı. ABD Savunma Bakanlığı Pentagon tarafından fonla desteklenen araştırmalar askeri güç ve sivil yaşam arasındaki önemli bağı kurdular. Bu bağ çerçevesinde istikrar ve sivil yaşamın korunmasını her şeyin üstüne koyan “ülkenin güvenliği” iç politikası stratejisini ve ordunun şiddet kullanarak idareyi ele almasını meşrulaştıran kılıfı hazırladılar. 1960'ların sosyolojik ve siyasal incelemelerinin egemen karakteri budur. 1961'de Pentagon’un talebiyle, Lucien Pye birçok Amerikan bilim adamının görüşlerini ve fikirlerini yansıtan araştırma serilerini başlattı. Pye, Massachusettes Institute of Technology’de (MIT) siyasal bilimler profesörüydü ve önceden Çin’de istihbarat subayı olarak çalışmış ve Malezya'da İngilizler'e karşı bağımsızlık savaşı veren modern gerillaların sosyolojik analizini yapmıştı. Elbette Pye'nin amacı gerilla direniş hareketlerine yardım değil, karşı/kontrgerilla politikaların çizilmesinde bu verilerle yardımcı olmaktı. 

Millet\ülke kurma görüşüyle hareket eden Amerikan siyasal bilimcileri, iletişim kalıpları, kalkınma programlarında iletişim politikaları, kitle iletişimi ve modernleşmenin siyaseti, bürokrasi ve siyasal kalkınma, eğitim ve siyasal modernleşme üzerinde durdular. Pye grubunun çıkardığı kitaplardan biri de Robert Ward ve Dankward Rustow'un düzenlediği “Japonya ve Türkiye'de Siyasal Kalkınma” yapıtıydı. David C. McClelland'ın “Türkiye ve İran'da Milli Karakter ve Ekonomik Büyüme” ve Frederick F. Frey'in “Türkiye'de Siyasal Gelişme, Güç ve İletişim” yazıları, Pye'nin düzenlediği “İletişim ve Siyasal Gelişme” kitabında yer aldılar. Millet\ülke kurma çalışması yapan siyasal bilimciler ulusal projelerin uygulanması ve sürdürülmesinde ordunun en iyi garanti olduğunu savundular. 

1960 ve 70'lerdeki askeri cuntalar Amerika tarafından desteklendi. Modern iletişim ve savaş araçları ordulara satıldı. İran Şahı Orta Doğu'da, özellikle Körfez’de, Amerika’nın jandarması rolündeydi: Amerikan silah endüstrisinin satışlarının % 40'ı İran'a yapılıyordu. İran Hava Kuvvetleri'ne Amerikan uçakları satılıyor; Amerika’dan gönderilen pilotlarla İranlı subaylar yetiştiriliyordu. İran'ın ulusal iletişim uydu sistemi Amerikan Hava Gücü kontrolü altındaydı. Sivil iletişiminin telefondan veri transferine kadar her anı ordunun kontrolündeydi. Latin Amerika'da askeri diktatörlükler desteklenirken, demokratik seçimle gelen rejimler CIA'nin de yardımıyla yıkıldı. Afrika'da “güçlü liderlik” adı altında ordunun siyasal egemenliği desteklendi. Kaddafi ve benzerleri yaratıldı. Ardından düşman ilan edildi. Daha sonraları Saddam Hüseyin yaratıldı, sonradan düşman ilan edildi. Afganistan’da Mücahitler'e CIA milyonlarca dolar ve savaş aracı aktardı, sonradan düşman ilan etti. Markos yaratıldı, düşürüldüğünde Amerika’ya çağrıldı. Panama’da Noriega yaratıldı, sonradan ülkesi istila edilip esir alınarak getirilip Amerika'da hapse atıldı. Latin Amerika'da tek bir demokratik idareye izin verilmedi. Bunlar kısa sürede akla gelen örneklerdir. 

Sadece ordu değil polis güçleri genişletildi, modernleştirildi ve “kamu güvenliği” politikasının ilk vurucu güçleri yapıldı. Bu işe, ülkelerin içinde kurulduğundan beri katılan USAID (United States Agency for International Development; Birleşik Devletler Uluslararası Kalkınma Teşkilatı) “iç düşmanla” savaş için uzmanlar ve en modern araçlar gönderdi. Araştırma sonuçlarında ve önerilerinde okumadığımız ve üniversite kitaplarında görmediğimiz, kitle psikolojisi, isyan/ayaklanma ve isyancı patalojisi, gösterilerde ve karışıklıklarda fotoğraf çekme teknikleri gibi öğretim ve talim dersleri verdi (Klare, 1972). 

Pye'ye göre (1963:58) bütün ülkelerde iletişim yapısı ve örgütlenmesiyle siyasal ifadenin karakteri, tonu ve hatta belli bir dereceye kadar içeriği arasında doğrudan bir ilişki vardır. Hiçbir siyasal lider kullandığı belli iletişim şebekelerinin sınırları ötesine geçemez ve aynı zamanda iletişim sistemleriyle çevrilmenin sonuçlarından kaçamaz. Herhangi bir zamanda en basit iletişim teknolojisi elit iletişiminin stilini etkileyebilir. Popüler siyasetçinin sorumluluğu, iletişimi ve iletişim kanalları ve olanaklarını etken bir biçimde kullanarak, gelişmemiş bir siyasal toplumun sivil topluma dönüşümünü sağlamaktır (1963: 63). 

Siyasal ilişki sorunları sadece siyaset adamlarıyla sınırlı değildir. Herhangi bir toplumda, siyasal iletişimlerin sadece ufak bir bölümü siyasetçilerin kendilerinden ortaya çıkar. Bu oran iletişim sürecine güçsüzler katıldıkça, modernleşme arttıkça azalır. Modernleşme, profesyonel iletişimciler sınıfının ortaya çıkmasını içine alır. Geleneksel sistemde sadece birkaç profesyonel iletişimci buluruz. İletişim süreçleri başka görevler yapan kişiler tarafından görülüyordu. Bu durumun aksine, modern iletişimin kitle iletişimi boyutundaki süreci, hem diğer sosyal ve siyasal süreçlerden bağımsızdır hem de ekonomik ve sosyal anlamda farklı bir endüstri oluşturur (Pye, 1963:78). Modern iletişim endüstrisi şu varsayım üzerine kurulmuştur: Profesyonellikte nesnel ve doğru haber iletme mümkündür ve arzu edilendir, siyasal alan yansız veya partizan olmayan yaklaşımla en iyi şekilde gözetlenebilir. Öte yandan, geleneksel sistemlerde iletişim süreçlerinin esas yapısı, bütün iletişimlerin partizan görüşleri yansıtmaya yönelmesi teşvik edilir ve beklenir. Bu durum, yeni çıkan ülkelerde kitle iletişiminin sivil toplum için zorunlu temel standartları yurttaşlara öğretmedeki yeteneğini azaltır. Dolayısıyla, Pye'ye göre, modernleşme sürecinin önemli bir yanı da modern iletişim profesyonellerinin yetişmesi, çıkmasıdır. Çünkü yazarlar ve gazeteciler “siyasal kalkınma sürecinde önemli öğretmenlerdir.” (1963:124). Pye bu öğretmenlere kitle iletişimini kullanırken dikkatli olmalarını ve şu stratejiyi kullanmalarını öneriyor: “Gerçi kitle iletişimi yurttaşlık eğitiminde büyük potansiyele sahiptir, fakat bu ancak bilerek ve incelikle yapılan bir yaklaşımla gerçekleşebilir. Örneğin, eğer yeni mesaj ve fikirler, eski semboller ve kavramlarla ilişkilendirilirse, kolayca kabul edilebilir. Burada kitle iletişiminin siyasal sosyalizasyonda etkili olması için, siyasal mesajı çerçeveleyen paketlemeye özen gösterilmelidir” (1963:127). 

Herbert Hyman (1963), Pye'nin yaptığı bu önsözü takiben kitle iletişimi ve siyasal sosyalizasyonda iletişim kalıbının rolü üzerinde dururken aynı fikri vurgulamaktadır. İletişimin siyasal sosyolojisi ve psikolojisi, normal olarak sadece kişilerin tutumları üzerinde durmayı gerektirmez, aynı zamanda “dürtü/motivasyon” konusunu da ele alır. Pye'ye göre (1963:149) modernleşme sürecinin bir parçası, insan ilişkileri ve dünya hakkında yeni fikirlerin kabulü ve yeni becerilerin öğrenilmesini içerir. Sürecin bundan daha derinde olan boyutu motivasyonda ve motivasyonun yöneltildiği yönde değişimi gerektirir. Geleneksel toplumlardaki insanların materyal yaşamın yeni standartlarına tanıştırılmakla, “artan beklentilerin devrimini” hazır bir şekilde tecrübeleyeceklerini varsayamayız. Modern dünya hakkındaki iletişimler daima merakı teşvik etmez ve yeniyi elde etme arzusunu ortaya çıkarmaz. Aslında, geleneksel dünyada modern dünya, direnilmesi ve güvenilmemesi gereken yabancı tehlike olarak iletişilir. Bu durumda, insanlar modern teknolojinin materyal faydalarını gerekli çabayı göstermeksizin isteyebilir. Birçok geleneksel halklar, derin motivasyon sorunları nedeniyle, çoğu kez kararlarında\ girişimlerinde yüzeyde ve hesaplarında fırsatçı görünürler. Bu nedenle geleneksel toplumlarda hükümetler, artan beklentilerle heyecanlanmış halk yerine, ilgisiz halkla yüz yüzedir. Pye daha da derine giderek (!), bunun bir nedenini de, iletişilen modern dünyaya duyulan kıskançlık ve hayal kırıklığına bağlar: İlgisizlik, kendi dünyasını bir yana iten ve başkasını getirmeye çalışana karşı bu tür hisleri taşır; patlamaya hazırdır (1963:151). Bu nedenle, McLelland (1961:152) ekonomik ve siyasal kalkınmada milli karakterle ilgilenmenin gerekliliğini belirterek, Türk ve İran karakterini ve bunun kalkınmayla ilişkisini inceler. 

Siyasal modernleşme/kalkınma ve iletişim konusu, elbette devletin kalkınma planlarındaki iletişim politikaları üzerinde durmaksızın eksik olur. Pye'ye göre, siyasal modernleşme planlarında iletişimin rolü, devletin belli politikalarının kabul edilmesini kolaylaştırmaktan ve desteklemeden ötedir. Amaç gelenekselden modern biçime geçmek olmalıdır. Kitle medyası ve yüz yüze iletişim kalıpları arasında düzenli ve sistematik ilişkinin kurulmasına öncelik verilmelidir (1963:233). 

Kalkınmada medya politikasıyla ilgili olarak, Amerikan ideolojisinin en önde gelen savunucularından Pool (1963:234) dört politika konusunun çözülmesi gerektiğini öne sürer: 

1. En önemlisi, kalkınan ülkeler kıt kaynaklarının ne kadarını kitle iletişimine yatıracaklarına karar vermelidir. 

2. Kamu ve özel sektöre ne rolleri vereceğine karar vermelidir. 

3. Ne kadar özgürlük ve ne kadar kontrol empoze edeceklerine karar vermelidir. 

4. Medyanın üretiminin ne derece yüksek kültürel seviyede olacağına karar vermelidir. 

Lenin'in anlayışını da inceleyen Pool, kitle medyasının etken bir şekilde kullanılması için gelişmeleri siyasal örgütlenmeyle ilişkilendirmenin gerekliliğini vurgular. 

Frey (1966:30) 1960’ların ortasında, kitle iletişim araçlarının Türkiye'de köylülerin birçok tutum ve davranışlarına geniş etki ettiğini bulduklarını belirtmiştir. Planlama yapanların, kitle iletişimi araçlarından modernleşme aracı olarak kalkınmış ülkelerden çok daha fazla fayda sağlayabileceklerini belirtmiştir. Frey Türkiye'deki siyasal modernleşme, güç ve iletişimi incelerken, çerçeveyi genişleterek, konunun sadece niceliksel artma veya belli kalitelerden diğerlerine geçiş olmadığını, dağılım sorunun kenara itilmemesi gerektiğini öne sürer. Tabi Frey dağılım konusu dediğinde, kalkınmayla kazanılanın “plütokratik paşaya” gitmesinden şikayet etmektedir. Kapitalistin kendi için aldığından bahsetmemektedir. Ekonomik anlamda kalkınmanın anlamının ülkede üretilen mal ve hizmetlerde kişi başına artış demek olduğu üzerinde anlaşma vardır. Fakat bu anlaşmayı bozacak dağıtımla/bölüşümle ilgili sorular genellikle bozucu görülmemektedir. Dolayısıyla, eğer Türkiye daha fazla fabrikalar kurar, daha fazla tahıl üretirse, her Türk başına düşen toplam üretimi artırırsa, bütün bu artış toplumdaki bir “plütokratik paşaya” gitse bile, gene de ekonomik kalkınma olarak kabul edilmektedir. 

Ekonomik kalkınmada genel bir fikir birliğine karşın, siyasal kalkınma görüşlerinde oldukça çokluluk rağbettedir. Fakat egemen olan görüşe göre, siyasal modernleşme belli siyasal kurum ve süreçlere doğru bir değişimdir: Milli yasal organ, bağımsız adalet sistemi, serbest seçimler, siyasal partiler, sivil haklar siyasal modernleşmenin özü olarak görülür. Diğer bazıları modernleşmenin hayati öğesi olarak şiddetin, karışıklığın ve devrimin yokluğunu alırlar; dolayısıyla denge, hayati bir parçadır. Bazılarına göre sadece ekonomik kalkınmayla bitişik giden ve bu kalkınmanın gereklerini sağlayan hizmetleri verme de bürokratik gelişme olarak nitelenir. Siyasal kalkınmanın demokrasiye veya komünizme veya kişinin tercih ettiği “-izme” göre tanımlandığını görürüz. 

Araştırmalarda ekonomik kalkınmanın ölçülmesi, siyasal kalkınmanın ölçülmesinden daha açık ve genellikle pozitivist-empiricistler tarafından daha geçerli ve güvenilir olarak kabul edilen ölçme araçlarına sahiptir: Milli gelir, kişi başına düşen gelir, “girdi-çıktı” analizi gibi... 

Ayrıca, ekonomik ve siyasal kalkınma anlayışlarının büyük çoğunluğu farklı amaçlara sahip görünmektedir. Frey, siyasal kalkınmayı gücün dağılımı ve karşılıklılığı ile tanımlar. Siyasal kalkınma, dağılımın ve karşılıklılığın derecesine göre anlamlandırılır. Frey, Türkiye’deki incelemesinde iletişim ve güç arasındaki ilişki üzerinde durur. Frey'e göre, güç yapısında iletişim genellikle sınırlayıcı faktör olarak rol oynamaktadır. Frey, Atatürk´ün devrimle ilk kez elitleri modernleştirme iletişimine girdiğini ve ardından kitlelere dönmeyi planladığını belirtmektedir. Halifeliğin ortadan kaldırılması, Avrupa’dan yasal sistemin alınması, derviş düzeninin yasa dışı ilan edilmesi, fesin giyilmesinin yasaklanması, Batı saat standardının alınması, takvimin değiştirilmesi, Latince'yi alfabe olarak kullanma, eğitimin yaygınlaştırılması gibi... Bu reformların çoğu devletin toplum üzerindeki kontrol alanını ve egemenliğini artırmaya yönelikti. Böylece amaç tutucu dini gücü yenme ve Batılılaşmış entelektüellerin sayısını ve etkisini artırmaktı. Yönetici elitin yaratılmasının tamamlandığını ve 1960'ların Anadolu’daki “bin Türkiye’yi bir” yapma süreci olduğunu belirten Frey, Türkiye’nin birçok yeni çıkan ülkeden çok daha fazla geliştiğini ileri sürer. 

Frey (1963) esnaf sınıfını Türkiye'nin tutucu, geleneksel ve gerici grubu olarak sunmaktadır. Yani, köy ve kasabalardaki tüccar ve bakkallardan, küçük kasabalardaki esnaflardan tutucu olarak bahsetmiştir. Gerçekte esnaflar bir kasabanın genel yapısı içinde kar amacıyla hareket ettikleri için değişime ve ilerlemeye en açık olan guruptur. Köylere gelen çerçiler, köy bakkalları genellikle tutuculuğun değil yeninin (sermayeye dayanan sömürünün) anlatımıdır. Bakkal ayni zamanda imam olduğunda ve “bismillahla” başlayarak kazığını attığında bile bir geleneksel kültürü sömürü aleti olarak kullanan sermayedardır. Esnafların tutuculuğu ve gericiliği, büyüme ve gelişme karşısında, İstanbul sermayesinin sömürüsü karşısında, büyüyememe sancısının getirdiği bir durumdur. Bugün, Türkiye'de esnafın -özellikle küçük esnafın- genellikle faşizme sarılması (ve milli burjuvaziyi temsil etmesi), gelişmesinin engellenmesine karşı olan tepkisidir. Küçük esnafın önünde üç seçenek kalmıştır; ya sosyalist ideolojiyi seçmek (ki bu ideoloji onlara mülkiyet sahipliğine son vereceği tehditiyle iletilir), dolayısıyla sosyalizm küçük burjuvazinin büyüme düşlerine karşı olarak görülür. İkinci seçenek milliyetçi faşizm ve üçüncü seçenek siyaset yapan din tüccarlığıdır. Milliyetçiliğin küçük esnafa önerdiği sadece zaten çok düşük ödedikleri ücretleri aşağıda tutmak ve dış ülkelerin mallarına gümrük koyarak iç malların ve sermayenin gelişmesini sağlamak hayalidir. Kısaca, küçük esnafın uluslararasılaşan dünyada tek umutsuz umudu kalmaktadır; milliyetçiliği bırakıp dine sarılmak veya din ile milliyetçiliği birleştirerek Türk-Arap olmak. Fakat bu sırada uluslararası şirketlerin mallarını satmak. 

Milli burjuvazi ve millilik ideolojisi Batı'nın zevklerinin ve tüketim biçiminin ideolojisidir. İstisna: Örneğin milliyetçiliğin İslam sentezi veya İslamcı milliler gibi bir başka işbirliğiyle bir başka yapıya yamanmasıdır. Fakat bu yamanılan Arap yapısı kapitalist dünya pazarının alternatifi değildir, onun okuyup üfleyen müşterisidir. Batı biçimi zevk ve tüketim biçimi ideolojisi, 1980'lerden beri çok iyi bir şekilde bilinçli veya bilinçsiz olarak esnaflar tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. O zaman esnafın önündeki seçenek egemen tarzın içinde büyümek için çaba göstermek ya da mücadelesini dine dönerek yaptığı satışla sağlamaktır. Bu dine dönüş sonucu sermaye birikimi ve büyüme olanakları Türkiye'de 1980'lerden beri artmıştır. Din tüccarlığıyla ekonomik güç elde eden büyük sermayedarlar oluşmuştur. Bu sermaye bütün Anadolu’da iletişim ağlarıyla ve ulaşım ağlarıyla pazarlamasını dini kullanarak yapmaktadır. Buna 1990'larda radyo ve televizyonlar reklam aracı olarak katılmıştır. Din tüccarlarının reklamı burjuva reklamcılığından farklı olarak, kişileri kendilerine ve kendi yetersizliklerine döndürüp çare olarak kitle tüketim mallarını kullanma teşviki yerine, insanlardaki hem metafizik kendine dönüşü hem de sosyo-ekonomik ve siyasal hoşnutsuzlukları sömürerek yapılan satışı içerir. Din tüccarının reklamı açıkça siyasaldır ve ideolojiktir. Uluslararası şirketlerle işbirliğindeki burjuva reklamcılarının reklamı siyasalı gerisinde gizler, seksle ve tüketimle karışık kişisel doyumların ve doyumsuzlukların, ekonomik psikolojik sömürüsü içine saklar. Reklamda ideoloji ve siyasal karakter açıkça belirtilmez. Onun yerine pazar ideolojisi insanın isteğini yapma özgürlüğü biçiminde oluşur. 

Frey çalışmasında (1963) köy muhtarları, ağaları ve hocaları tutucu ve gelişmeyi engelleyici olarak nitelemektedir. Fakat muhtarı eskinin gerici güçleri olarak nitelemek her zaman doğru değildir. Çünkü bu kişiler egemen yapının temsilcileridir ve değişim ya onlardan geçerek ya da onlara rağmen olabilir. Hocalık durumunda değişim hocaya rağmen oldu. Ağalık ve toprak sahibi aileler durumunda değişim genellikle onlardan geçerek oldu. İlk traktörü, ilk radyoyu, ilk gazeteyi alanlar onlardı. Onların çocukları okudu ve onların çocukları bugün Türkiye’de ekonomik ve siyasal güç sahnesindeler. Ağalık sistemi, Türkiye'deki burjuva devriminin mülkiyet ilişkilerinde uzun zaman kalıcı ve değişimlerden faydalanıcı bir karaktere sahiptir. Dünün eski ağalarının çocukları bugünün yeni kapitalist toprak sahipleri ve/veya milletvekilleridir. Bugünün büyük kapitalistlerinin geçmişi, genellikle toprak sahipliğine dayanır. 

Frey gibi Pye (1963) ve benzerlerinin de, Türkiye'de iletişim ağının üretim ilişkileri ağındaki yerelliği tümüyle yansıttığı ve bu köylerdeki güç yapılarının toplam egemenliğinin kalkınmaya engel olduğu iddiası genellikle geçersizdir. Bu iddia, birinci faktörle birlikte merkezi otoritenin iletişim ağının ve kontrolünün olmaması veya zayıf olması, bu nedenle “medenileşen, Batılılaşan” elitlerin, “Batı'yı ve medeniyeti” köye götürememelerine bağlanmıştır. Bu da yeterince geçerli değildir. Bunların geçersizliği birkaç varsayımda yatar: 

(1) Geleneksel kültürün gelişmeyi engellediği, gelişmeye ve yeniliğe karşı olduğu varsayımı: Bu varsayım insanın ilişkiler dünyasında kendini ve koşullarını değiştirmek için çabaladığı gerçeğine aykırıdır. Avrupa da bir zamanlar geleneksel kültüre sahipti. Kapitalizm bu kültüre rağmen, bu kültürün dışında mı oluştu ve gelişti? 

(2) Batılılaşmış “elitlerin” gelişme ve kalkınma istediği doğrudur. Soru gelişmeyi kimin için ve ne için istiyorlar? Cevap oldukça açık: Eğer Osmanlı İmparatorluğu geriledi ve yıkıldıysa, eğer Türkiye Cumhuriyeti burjuva bağımsız devletinden yeni-sömürge durumuna düşecek biçimde geliştiyse, bunun ön nedeni köy biriminin üretim biçimi değil, kapitalist yerel üretim biçiminin uluslararası kapitalizmle ortak bir biçimde oluşturduğu yapıdır. Köy yapısı eğer gelişmeye kapalı ve direniyor olsaydı, köylerden kentlere göç olmazdı. Köylerden kentlere göçün nedeni nüfus artışı değildir, çünkü eskiden de nüfus artıyordu; Annemin dokuz kardeşi vardı. Her ailenin bir sürü çocuğu vardı. Evlerinin yanına bir oda ekleyip birlikte dayanışma ve çekişmeler içinde yaşıyorlardı. Kent onlar için gelişme ve farklı olma umuduydu. Babamı köyden iten birsey yoktu, fakat kente çeken yeni umutlar vardı. Dolayısıyla elitlerin gelişme ve kalkınma istemi nasıl ki kendilerinin bireysel gelişme ve kalkınmasına bağlıysa, bu olasılığı gören her insan daha iyiyi ister. 

Pye'nin anlattığı, köy biriminde egemen güçlerin her şeyi bildiği ve kontrol ettiği ve en küçük bir değişim kıpırdanışını engellediği varsayımı köyün genel politikasının çizilmesinde, ortak mallarının kullanılmasında ve ağanın emrindekileri kontrolünde geçerlidir. Fakat onun dışında, ağanın feodal lord gibi köyün ona bağımlı olmayan her ferdi üzerinde kontrolü yoktur. Elbette, Anadolu’nun belli bölgelerinde aşiret yapısında mutlak egemenlik aşiretin başını tutandadır. Gerçi kontrol mekanizmaları daima tek bir yoldan değil çeşitli mekanizmalardan geçerek çalışır; fakat köydeki bir kişinin dışa açılması veya köye bir yenilik getirmesi durdurulamaz. Radyo ve gramafon bizim köye geldiğinde, önce zenginlerin değil, köy dışında çalışanların -özellikle yurt dışında çalışmaya gidenlerin- getirdiği alet oldu. Gavur icadı, kafirin aleti gibi tanımlamalarla gelen direnmeler ve karşıtlık, insanın yeniye ve bilinmeyene karşı olan ilgisini yenemedi ve ardından evlerine bu aletleri ilk alanlar da egemen güçler oldu. Bir yandan mucizeler, meçhul ve olağanüstü efsanelerle büyüyoruz. Bu efsaneler bizde bilinmeyene karşı merakı artırırken aynı zamanda korkuyu da getiriyor. Korku ile merak, merak ve korku kaynağıyla karşılaşmayla elde edilen tecrübeye göre birinin kazancıyla sonuçlanır: Bir sallayışta 40 kişinin kafasını kesen Hz. Ali’nin kılıcını savuran birinin önünde merakla duramayız; çünkü merakımızın riski kelleden olmaktır. Ama bir gramofon veya radyo dinleme merakındaki risk, zorlayıcı yaptırımı zayıf olan popüler baskıya boyunsunma veya karşı gelmedir. Popüler baskının olduğu yerde merak daha çok artar ve risk alma ve direniş olasılığı da yükselir. 

Köyün sosyal yapısındaki katılıkla gelişememe arasında kurulan ilişki de geçersizdir. Çünkü Batı'daki kapitalist gelişme köyden değil kasabalarda gelişen burjuvazinin gelişmesinden ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu köy yapısından farklılaşarak kasabalaşan bir yapının gelişmesiyle olmuştur. Anadolu'da köy tek bir dükkan ve gezici çerçilerin geldiği bir yapıya dönüşürken, kasabalarda ticaret ve zanaat daha yaygındı. Kasabaların egemen üretim biçimi tarım olarak kaldı, fakat ticaret gelişti. Kentler Türkiye'de çok eskiden beri vardı. İzmir, Akdeniz’in New York'uydu. İstanbul dünyanın en önemli ticaret ve kültür merkezlerinden biriydi. 

Fakat Osmanlı toplumu kapitalist ilişki üretim biçimine geçemedi. Çünkü özellikle Osmanlı yönetiminin siyasal ve ekonomik yapısı bu gelişmeye yatkın değildi. Osmanlı yönetici sınıfları sadece İstanbul’da yaşayan gruplar değildi; İmparatorluğun geniş topraklarındaki ırksal grupların kendi yönetici sınıflarının egemen olduğu bir bütündü. 

1923 devrimi sonrası ilk gelişmeler, toprak kapma olmuştur. Yönetici kadroların zenginliği toprak gaspına da dayanır. Bu sadece ekonomik değil aynı zamanda siyasal sahnedekileri de içerir. 

Frey'in iddiasının aksine, Halk Partisi Batı biçimi siyasal örgütlenme olarak köy yapısına dışarıdan gelse de, Parti temsilcisi köyün içinden çıkmıştır. Parti temsilciliği genellikle birbirine rakip aileler tarafından tutulan karşıtlığı ifade etmiştir. Halk Partisi'ni genellikle köylerin en güçlüleri temsil etti. Çok partili dönemde Demokrat Parti, köylerde hem Halk Partisi'nin egemenliğine hem de Cumhuriyet devrimine karşı direnişi dile getirdiğini iddia etti. Halk Partisi bu nedenle Halkın Partisi olmaktan çok, siyasal despotluğu ve jandarmalı devlet gücünü temsil eden elitin partisiydi. Demokrat Parti sahneye çıktığında halk kurtarıcı olarak bu partiye sarıldı. Demokratlar, Atatürk devriminin geriye dönüşünün başlangıcı karakterine rağmen, başta aynı devrimin yetiştirdiği yeni eğitilmiş milli burjuvaziyi ve çoğulculuğu temsil ediyor gibi göründü. Cumhuriyet Halk Partisi'nin, halka iniş yoluyla halkçılık çabası sonradan başladı. 

Türkiye'nin bazı aydınları Amerikan kaynaklarından öğrendiklerine de dayanarak, Türkiye'nin gelişmesine engel olarak gelenekleri ve köylü sınıflarının tutum ve davranışlarını gösterir. Amerikan güdümlü ve destekli kalkınma programları 1960'larda başladığında da aynı fikir hakimdi. Kırsal alanlarda yeniliklerin yayılması girişimleri başladı ve halkın girişimlere ve yeniliğe karşıtlığı ve direnişi ileri sürülerek kalkınma çabaları sonuçlandırıldı. Ne kalkınmanın içeriği kalkınmayı sağlamak içindi ne de kalkınmaya engel olanlar halktı. 

Üniversite ve diğer okullar halkı hala gerici ve gelişmeye engel olarak suçlama devam etmektedir. Toprak reformu anlamlı bir gelişmedir. Bu gelişmeye karşı topraksız köylüler mi durdular? Toprak reformu çabalarının başarısızlığı köylülerin tutuculuğundan mı yoksa egemen toprak sahipliği ilişkilerinden mi kaynaklanıyordu? İçme suyunun kaynatılması için köylünün elinin altında hazır ocak yok; ocak olsa bile, su kaynatmak için harcanan yakıt bedava değil. Nüfus kontrolü için belli metotların kullanılmasını erkek ve kadınlara kabul ettirme çabası Amerika'da bile inanç ve alışkanlıklar karşısında başarısız kalmaktadır. Nüfusun artmasının tehlikesine karşılık nüfusu dondurma çabaları elbette köylü kitlelerinin tepkisini görür ve bu “yenileme, ilerleme” çabaları direnişle karşılanır. Bunu gericilik ve olumsuz anlamda tutuculuk olarak nitelemek, objektifliği değil öznel değer yargısını anlatır. Nasıl oluyor da kapitalist ve Protestan gelenek “iyi ve arzu edilebilir” olurken, Türk Anadolu geleneği, veya Hintli'nin geleneği değişime karşı ve gerici olarak niteleniyor? Egemenin kendi değerlerinin üstünlüğünü iddia etmesinden dolayı... Kısaca Anadolu köy üretim ilişkileri ve iletişim yapısı Lerner'in, “diffusion of innovation” teoricilerinin veya Amerikan kalkınma ideolojisinin ölçüleriyle değerlendirildiğinde, bu değerlendirme Batı ırkçılığını ve kendini beğenmişliğini taşır. Gene benzer şekilde, Amerikan veya Batı ideolojisinin eğitim olarak sunduğu bir eğitim sisteminde yetişenlerin, örneğin tutum ve davranışları ve iletişim biçimleri hakkındaki yorumları, ancak kullandıkları ölçülere göre anlam kazanır ve bu ölçüler dışında geçerliliğini yitirir. 1960'lardan beri artan bir biçimde üniversitelerin desteği ve aynı üniversitelerden mezun olanların hazırladıkları kalkınma planlarında nüfus planlaması iletişimi projeleri, bu tek yanlı değerlendirmenin bir ürünüdür. Amaç belli güçlerin çıkarlarının, hesaplarının, politikalarının anlatımıdır. 

2. Modernleşme ve Siyasal İstikrarsızlık 

Huntigton ve benzerlerinin yaklaşımlarıyla desteklediği politikalarda, askeri cuntaların, diktatörlerin, Şeyh ve Şahların meşrulaştırılmasına, “halkın güvenliği” politikasıyla polis güçlerinin genişletilmesine ve modern baskı araç ve bilgisiyle donatılmasına, “ülkenin güvenliği” bahanesiyle orduların sivil idareye el koymasına, modernleşen ülkelerde siyasal “istikrarsızlığa” en etken çözüm olarak bakılmıştır. Modernleşme ve siyasal istikrarsızlık üzerinde yorum yapan ve düzenin tehlikede olduğu sonuç ve önerileriyle gelen belli siyasal bilimcilerin bu baskıcı güçlere katkıları büyüktür. İstikrarsızlık teorilerindeki doğru veya yanlış açıklamalar, suçlamalar, nedensellik bağları, Batı tipi demokratik yolun geçici olarak geçersizliğine işaret edip, alternatif yolun kapatılması için, güçlü liderlik veya askeri idare yolunu döşemektir. Bu döşemede de çıkar sağlayanlar elbette savaş endüstrisi, ordular, silah tüccarları ve ortaklarıdır. 

Burjuva siyasal biliminde, modernleşme sürecinin etkisi çoğunlukla “bunalım/ümitsizlik” veya rol çatışmasına bağlanır. Bunalım şöyle anlamlandırılır: Modernleşme kaideler ve değerlerde değişmedir ve yeniye uymayla gelen yönelim karışıklığına neden olur. Bu “yönünü kaybetme\karıştırma” toplumsal bağları ve sosyal kontrol mekanizmalarını zayıflatır ve psikolojik gerginlik yaratır. “Yitiklik (Anomie)” denilen bu bunalımlar toplumu siyasal istikrarsızlığa götürür. Lerner ve Pye grubu (1963) çalışmalarında ve açıklamalarında bunun üzerinde durmuşlardır. David Apter (1965) modernleşmenin sonuçlarını benzer biçimde anlamlandırmıştır. Apter'e göre, toplum modernleştikçe şu etkiler ortaya çıkar: (1) Evvelki sistemin kuralsal bütünlüğü zayıflamaya başlar. Bu yapıla gelen değerlerin alanını azaltır ve halkın kendi anlam vermesi alanını genişletir; (2) Üstesinden gelinecek, yönetilecek daha kompleks roller ortaya çıkar; (3) Sosyal faaliyetlerde daha çok heveslilik ve daha az önceden bilinebilirlik oluşur; bu, kişinin kendileri ve başkalarının umulan tepkisi hakkında kesinsizliğe, bilinmezliğe, emin olmamaya götürür. Apter'e göre (1965:123) modernleşme ile gelen siyasal istikrarsızlığın ve problemlerin nedeni geleneksel, uzlaştırmacı ve yeni endüstriyel rollerin uyuşmazlığıdır. Pye (1963), bunun, benzer şekilde, zayıflayan “ait olma” duygularından olduğunu ileri sürer; Bu zayıflama, bunalımların ve eminsizliğin etkisindendir. 

Huntington da modernleşmenin etkisini istikrarı/dengeyi bozucu olarak niteler. Huntington'a göre (1965 ve 1968) hızlı sosyal ve ekonomik değişim varolan değerler ve davranış kalıplarını soruşturur; bu siyasal çürümeyi ve yozlaşmayı ve dolayısıyla şiddet kullanmayı besler. Çürüme (örneğin rüşvet) kamu resmi kişilerinin özel amaçlara hizmet etmek için kabul edilen kaidelerden sapmalarıdır. Modernleşme çürümeyi besler çünkü (1) Ana değerlerde bir değişme getirir ve böylece geleneksel kaidelere göre kabul edilir ve yasal davranışlar, modern gözle bakıldığında kabul edilmez ve çürümüş olur. (2) Modernleşme, siyasetle ilişkisi tanımlanmamış yeni zenginlik ve güç yaratır. Siyasal çürüme ve yozlaşma, siyasal güç elde etmek için zenginliği kullanma sürecinde veya zenginliği elde etmek için siyasal gücü kullanma sırasında ortaya çıkar. Çürüme devlet bürokrasisini zayıflatır veya bu zayıflığı devam ettirir. Çürümenin görevleri şiddetinkine benzer. Her ikisi de modernleşme tarafından teşvik edilir; ikisi de siyasal kurumların zayıflığının belirtileridir. İkisi de bireylerin ve grupların kendilerinin siyasal sistemle ilişkilerinde, siyasal sisteme katılmalarında kullandıkları araçlardır. Yüksek çürüme kapasitesine sahip olan toplum aynı zamanda yüksek şiddet kapasitesine sahiptir. Şiddet, çatışma, sivil düzensizlik, hükümetlerin kısa dönemde değişmesi ve sürekli buhranda olması, örgütlenmenin yetersizliği, sık sık askeri cuntaların gelmesi gibi ve benzeri kavramlarla siyasal istikrar ve istikrarsızlığı tanımlama zorunlu olarak, Huntington'un ve benzerlerinin öne sürdüğü sonuçları getirir. Bu tanımlama ve yaklaşım çerçevesi içinde, belli yasalar, gelenek ve görenekler sistemi dışına düşen bir siyasal faaliyet istikrarı bozucu ve yanlış olarak nitelenir. 

Bu tür yaklaşıma bir diğer örnek de, M. S. Lipset'in “Siyasal İnsan” kitabında öne sürdükleridir. Lipset'in siyasal istikrar görüşü, siyasal süreçte uzun süreliktir; ki bu siyasal değişimin yavaşlığıyla siyasal istikrarı karıştırmadır. Veya, istikrarlı bir modernleşme ummadır ki bu da sonunda hayal kırıklığına götürmüştür. Gerçekte, siyasal istikrarsızlık olarak tanımlanan bütün göstergeler siyasal değişimin göstergeleridir. Siyasal istikrar olarak tanımladıkları, egemen veya egemenliği paylaşan güçlerin belli siyasal davranış ve iletişim kaidelerine uyarak, bu kaideler içinde siyaset takip etmeleridir. Bunun anlamı, bu kaidelerin dışına çıkılmasının istikrarsızlık getirmesidir. İlginç olan, örneğin bir zamanlar, Suriye'de her Cuma ihtilal olduğu, Latin Amerika'da her öğle yemeği sonrası uykusu (siesta) sırasında cuntaların karşı devrim yaptığı ve cuntaların gelip gittiği şakalarının işaret ettiği, istikrarsızlıktan çok, örgütlü ekonomik alt yapı tarafından belirlenmiş üst yapıya özgü siyasal iletişim ve değişime karşı egemen güçlerin içinden gelen direnme ve çekişmedir. Ayrıca, istikrarsızlığın geleneksel kültürün pençesindeki halktan ve bu halkın moderne geçişle içine düştüğü bunalımdan kaynaklanması görüşü gülünçtür, çünkü ne ekonomik, siyasal ve kültürel politikaların belirlenmesinde ne de uygulanmasında halkın en küçük bir etkisi ve katkısı vardır. İstikrarsızlığın ve askeri idarelerin gelip gitmesinin yaratıcısı, yönetici sınıfların kendi içlerindeki ve aralarındaki çıkar mücadelesidir. 

Siyasal düzen, istikrar, istikrarsızlık, değişim vb. ile ilgili iddialar, iddia edenin dayandığı ideolojik çerçeveye göre anlam kazanır. Huntington, Apter, Lipset, Pye, Almond, Lerner ve benzerlerinin hareket ettikleri çerçeve içinde yapılan tartışmalar sonuçta çıkmaza girer. Çünkü bir yandan modernleşme savunulurken, öte yandan modernleşmenin istikrarsızlık, şiddet, çürüme, düzensizlik, bunalım, sivil uyumsuzluk ve çatışma getirdiği belirtilerek çıkmazdalık anlatılmaktadır. Bu anlatımda dolaylı olarak, Pye, Huntington ve Pool'un savunduğu gibi, tek çare olarak askeri cuntaları destekleme saklıdır. Modernleşme kuramcılarının çoğunun, Pye ve Huntington gibi siyaset bilimcilerin, modernleşmedeki istikrarsızlık tezi, istikrarı kurmak ve sürdürmek için ordunun idareyi ele almasının meşrulaştırılmasını beraberinde getirir. Komünist tehlike karşısında, istikrarsızlığın çözümü olarak, güçlü liderlik veya ordu idaresinin daha verimli olduğu ima edilir. Bu ima elbette kapalı kapıların ardındaki politika tartışmalarında ciddi öneriler olarak öne sürülmüştür. 

Golding'e göre (1974:42) kurumsal bölünme (farklılaşma ve çeşitlenme) görüşünde kalkınma, alt toplumsal değişimlerin toplamıdır ve total toplumsal yapıda herhangi bir değişimi içermez. İndeks yaklaşımında olduğu gibi, bu yaklaşım da yeni sosyal yapıda niteliksel bir değişim yerine sektörlerin büyümesi ve çeşitlenmesiyle ilgilenir. Sosyal yapıdaki rahatsız edici şeyler, dengesiz büyümeye ve bireysel kötü uyuma atfedilir: Hayat tecrübeleri ile bunları yöneten kuralcı çerçeve arasındaki uyumsuzluk olarak nitelenir (örneğin Smelser, 1964). Böylece konu bu kuralcı çerçevedeki değişim olur. Bu kuralcı ayarlama pozisyonu gelişen ülkelerdeki kitle iletişimi araçları incelemelerinde özellikle etken olmuştur. Burada, modernlik, değerlerin ileri kültürlere uygun olarak görülenlere doğru değişmesi durumu olarak nitelenir. Geleneksel toplumlarda roller Parsons'un dörtlü tanımıyla anlamlandırılır; bunların motivasyon ve yaratıcılıktan yoksun olduğu belirtilir. Kitle iletişiminin modernleşmede rolü, özellikleri modernliğe uygun tutumlar yaratmaktır. Endüstrileşme rasyonel, başarı temelli, görev yapmaya yönelik, bürokrasileşmiş ve evrensel bir yapı olarak sunulur. Bu sunuş sosyal yapı içinde farklı yerlerdeki farklı rol taleplerini anlamaktan yoksundur (Golding, 1974). 

Frank'a göre (1970) sistemin tabanındaki statü yerleri öznel adamacılık olabilir; fakat üstteki roller açıkça böyle değildir. Öte yandan geleneksel öznel adamacılık iddiası, sadece endüstri öncesi değersel ahlaksal sistemlerin rasyonelliğini ve kompleksliğini küstahça atıştır ve isnat edici\yükleyici feodalizm modelinin bütün azgelişmiş koşullara sahte bir uygulanışıdır. Kalkınmada egemen rollerin ekonomik güçten çıktığı ve imtiyazın sosyal merdiveninin üstüne çıkıldıkça artan bir şekilde öznel adamacılık olduğu yerde, Parsons'un kalıp değişkenleri, evrimci ikilemi gerçekten faydalı olmayacak kadar uzağa ayırır.
Share:

Translate

Çok Okunanlar

YENİLER

Blog Arşivi

Labels Etiketler

Burs ve Kitap

Kitaplar BEDAVA

Kitaplarımın hiçbiri kesinlikle satılık değildir (olası istisnai durum için lütfen okuyun). Gerçi birkaç öğrenciye burs vermek için  bi...